Edebiyatta
Felsefe
Edebiyat felsefe
ilişkisi, antik dönem tragedyaları da dâhil, edebiyatın verili ve olası tüm
türleri için geçerlidir. Felsefi olan, şu ya da bu ölçüde ve biçimde, edebiyata
içseldir, içselleştirilmiştir. Özellikle de bir tür olarak, roman, öykü, şiir, tiyatro
yapıtları, vb. söz konusu olduğunda… Şiir,
Aristoteles’e göre felsefeye en yakın olandır. Melih Cevdet Anday’a göre de,
“şiir felsefeye bitişir.” Bunları bir yana bıraktığımızda, edebiyatta felsefenin
varoluşunu iki boyutta ele almak mümkündür. Bunlardan ilki, bilinçli bir
biçimde içselleştirilişi; diğeri ise kendiliğinden, etik ilişkiler bazında
içselleşişi. İlkinden başlayalım:
Edebiyatta
Felsefenin Bilinçli Var Kılınışı
Edebiyatta felsefe ya
da tek tek edebi türler ve bunlara ait yapıtlarda felsefe, felsefi olan, etik
ilişkiyi şimdilik paranteze alırsak, öncelikle ve esas olarak iki kanaldan var
olur. Bunlardan birincisi, yapıtın yaratıcısı olan sanatçının / yazarın, verili
felsefe akımlarının ya da tek tek filozofların / düşünürlerin, insan anlayışı
başta olmak üzere, şu ya da bu konudaki fikir ve önermelerini, anlatıya edebi
bir biçimde içselleştirmesi; tasarlayıp kurguladığı olay örgüsünde, kişiler ve
kişilerarası ilişkiler bazında etik kişi ve etik ilişkiler olarak sergilemesiyle
gerçekleşir. İster bir olumlamaya isterse bir olumsuzlamaya delalet etsin,
burada felsefe ve felsefi olan esas itibariyle, yazara dışsaldır. Yazar,
kabullensin ya da kabullenmesin, benimsesin ya da benimsemesin, kendisinden
bağımsız olarak var olan / var olmuş bir felsefi düşünüşü, anlayışı yapıtına
içselleştirmektedir. Elbette bunu, bir filozof gibi, adlandırarak, kavramlar
arası ilişkiler kurup neliği ve gerçekliği temelinde kavram çözümlemeleri ve
temellendirmeler yaparak, terminolojik bir anlatımla gerçekleştirmez. Bir
sanatçı olarak yazardan, böyle bir şeyi yapması ne istenir ne de beklenir. Bu
bir anlamda yazarın / “sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı”dır.
Bu bağlamda, İoanna Kuçuradi,
“Kişi değerlerini ve kişilerarası ilişkilerdeki değerleri değerlendirirken
sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı vardır” der ve devam eder: İşi, kişi
yaşantılarını ve sorunlarını göstermek olduğundan, değerleri adlandırmak
zorunda olmadığından, bu yaşantıların zenginliğinden fedakarlık yapmadan
bunları gösterir; kendi görme gücüne göre, kişi yaşantılarında yakalayabildiği
ince ayrılıkları rahatlıkla verebilir. İşi, kişi değerlerinin ve kişilerarası
ilişkilerdeki değerlerin neliğini sadece g ö s t e r m e- k olduğundan, bunu
binbir çeşitte, kendisine en elverişli biçimde göstermekte serbesttir1.
Edebiyatta felsefenin,
daha doğrusu felsefi olanın var olma, var edilme kanallarından ikincisi ise,
filozoflaşan sanatçı yazarlar ya da sanatçılaşan filozoflardır. Burada tek tek
yapıtlara içselleşen felsefe, felsefi düşünüş ya da felsefi olan, yazara dışsal
değildir. Aksine; ister genel olarak varlığa, ister o varlığın bilgisine ve
isterse bu bilginin koşulladığı eyleyişin değerine yönelik olsun, her durumda
yazarın kendi anlama, anlamlandırma ve anlatma etkinliğine içseldir. Çünkü
temeli, onun, varlığın hangi alanına ilişkin olursa olsun, kendi düşünüşü,
söyleyişi ve eyleyişindedir. Bununla koşullanan anlama, anlamlandırma, görme ve
gösterme biçimiyle vücut bulmaktadır.
Varlığın ve “Kişi
yaşantıları yumağının her noktasını adlandırmak veya değerlendirmek olanaksız”2 olsa da, filozoflar bir yana, bu tür
yazarlar, kendilerine özgü bir biçimde, insan ve “insan problemleri üzerinde
kafa yor”maları, onları adlandırabilmeleri, “dolayısıyla görme ve yaşantı
olanaklarını genişlet”meleriyle filozoflaşırlar. Bu nitelikleriyle, aynı tür
içinde yapıtlar ortaya koyan yazarlar arasında billurlaşırlar. Özellikle
böylesi yazarların imzasını taşıyan “Her halis sanat eseri, ister bir roman,
bir oyun veya başka bir eser olsun, bir kişi değerine veya kişilerarası
ilişkilerde ortaya çıkan değerlere işaret eder, bu değerleri bize gösterir;
çeşitli değerleri olduğu kadar aynı değerleri de çeşitli formlarda ifade eder.
Akıp giden kişi yaşamlarının sorunlarındaki değerlere ve değerlendirmelere
sınırlar çizerek, bunları bilinçlendirerek gösterir”3
, başta okuru olmak üzere, insana. Edebi ütopyaların yanı sıra, Sartre gibi
yazar filozofların ya da Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Tahsin Yücel, Melih
Cevdet Anday, Albert Camus gibi, Dünya edebiyatının yerli yabancı filozoflaşan birçok
yazarının yapıtları buna örnektir.
Ancak ister
filozoflaşan yazarlar olsun, isterse yazar / sanatçı filozoflar, her iki
durumda da felsefenin, felsefi olanın edebiyatta var edilmesi, ona içselleşmesi
/ içselleştirilmesi, edebiyatının neliğine uygun olmak durumundadır. Ki bu
felsefenin, felsefi olanın, felsefi düşünüşün yazara içsel, kendisine özgü
olduğunda da ona dışsal, yani bir felsefe akımına ya da bir filozofa ait
olduğunda da geçerlidir.
Felsefenin, daha doğru
bir deyişle, felsefi olanın, felsefi düşünüşün edebiyatta var kılınışının söz
konusu iki kanalı da ortaya çıkan yapıtı felsefe olarak nitelemeye yetmez. Hatta
‘yetmez’in de ötesinde, böylesi bir yapıt felsefe değildir. “Felsefi”lik, ne
denli öne çıksa ya da birilerince çıkarılsa da özellikle roman, öykü, oyun,
nehir şiir, vb. söz konusu olduğunda yapıtın taşıdığı bir dizi özellikten
yalnızca biridir. Çünkü edebiyat yapıtının yazarı, ne denli filozof ya da
filozoflaşmış olma niteliğine sahip olursa olsun, bu noktada edebiyatın
neliğine uygun bir biçimde onun temel araçlarını (anlatımdan olay örgüsüne,
kişi ve kişilerin yaratılmasından kurguya, imgeden betimlemeye, ironiden
karikatürize etmeye, vb. dek) kullanmak ve onlarla iş görmek zorundadır.
Kavramlardan çok sözcüklere sarılmak durumundadır. Hangi konuyu işlerse
işlesin, onun işi, yapıtta felsefe yapmaktan çok, göstermek ya da yapıta
içselleştirmek istediği kendisinin dışındaki veya kendisine özgü felsefi
düşünüşü, bakışı ya da yaklaşımı, bir yandan metnin dokusuna yedirerek, diğer
yandan kişi ve kişilerarası olaylarla nesneleştirip ete kemiğe büründürerek,
edebi bir tarzda algılanır kılmaktır. Ki bu, felsefi olanın, felsefi düşünüşün,
yazarı tarafından bile isteye bir edebiyat yapıtına içselleştirilmesine delalet
eder. Edebiyatta felsefenin var edilişinin ya da var olmasının bir boyutu
budur. Ve burada yazarın, bilinçli bir tercihi vardır; felsefi olanı yapıtta
bilinçle var kılışı.
Edebiyatta
Felsefenin Kendiliğinden Varoluşu
Edebiyatta ve onun
kapsamındaki türler ve tek tek yapıtlarda, felsefi olanın, bilinçli bir biçimde
içselleştirilmiş olmasının yanı sıra, yaygın ve kendiliğinden varoluşu da söz
konusudur. Yaygın ve kendiliğinden varoluşu olanaklı kılan ise etik ilişkidir.
Edebiyatın kapsamında
kalan ve başta biçimsel özellikleri itibariyle edebilik niteliği taşıyan roman,
öykü, oyun türündeki tüm yapıtların ortaklaştığı nokta etik boyuttur, etik
ilişki boyutudur. Söz konusu türlerde yapıtlar ortaya koyan her yazar, felsefi
olanı bile isteye yapıtına içselleştirmeye çalışsın ya da çalışmasın, bunun
farkında olsun ya da olmasın, her koşulda bilinçli ya da bilinçsizce, kişi ve
kişileri aracılığıyla etik ilişkilere yer verir. Özellikle çok katmanlı, çok
yönlü, çok boyutlu ve çok anlamlı bir niteliğe sahip romanda bundan kaçış
yoktur. Etik ilişkiler aracılığıyla değerin ve değerlerin gösterildiği,
olumlama ya da olumsuzlama anlamında kişi değerinin ve değerlerinin yeniden
değerlendirildiği her tür edebi yapıt, yazarın istemesinin niteliği ne olursa
olsun, kendiliğinden felsefi olanı içerir; felsefi bir özellik taşır.
Yazar, roman, öykü,
oyun türünde herhangi bir edebi yapıtı, hangi saik, kaygı ya da kabulden; hangi
insan anlayışı, dünya görüşü ya da siyasal-ideolojik-dinsel düşünceden
hareketle kaleme almış olursa olsun; bu yapıtlarda hem genel olarak metnin
anlatısı hem de olay örgüsü ve kişi ilişkileriyle, olumladığı veya
olumsuzladığı değer ve değerlere işaret eder, onları göstermeye çalışır. Bunu
yaparken, herhangi bir felsefeye, felsefi düşünüşe ya da onların insana,
topluma, değere, vb. ilişkin herhangi bir anlayışına dayanmıyor oluşu, yapıtın
özellikle etik anlamda felsefi olanı içermekte olduğu gerçeği ve hakikatini
ortadan kaldırmaz. Hatta yazarın felsefeyi hiç sevmediği, onu yadsıyıp ondan
nefret ettiği, yok saydığı durumda bile…
Etik
ya da Ahlâk Felsefesi
Felsefenin,
başlangıcından bu yana var olduğu kabul edilen, üç temel alanı / konusu,
varlık, bilgi ve değerdir. Aksiyoloji olarak da adlandırılan sonuncusu, giderek
bağımsız birer felsefe dalı, disiplini haline dönüşmüş olan etik ve estetiği
içerir. Aksiyoloji, insanın insanla ilişkisinde ve onun kendine nesne edindiği
herhangi bir var olana yönelişinde ortaya çıkan eylemleri, bu eylemlerin
değerini; bunun yanı sıra, değerin ve değerlerin neliği ve gerçekliğini konu ve
problem edinip inceleyen bir alandır.
Etik, bir başka deyişle
ahlâk felsefi ise, genel olarak ahlâkın, “Ahlâksal olanın özünü ve temellerini
araştıran (…), insanın kişisel ve toplumsal yaşamındaki ahlâksal davranışları
ile ilgili sorunları ele alıp inceleyen felsefe dalı”4
dır. Hangi insanın, hangi koşullardaki, hangi eylemlerinin ahlâkî olup
olmadığını; bir eylemin ahlakilik değerini taşıyabilmesi için hangi koşulları
haiz olması gerektiğini araştıran, kişi vicdanı karşısında değişmez, bütün
toplumlar, bütün insanlar için, bütün çağlar boyunca geçerli ve uyulması
gereken bir ahlâk yasasının var olup olamayacağını problem edinip sorgulayan
bir felsefe disiplinidir. Öte yandan ahlâkî eylemler karşısında ya da onlara
ilişkin telaffuz edilen, onların değerini belirtmek için kullanılan “iyi” ve
“kötü”nün neliğini sorgulayan bir disiplindir de…
İnsanın, her davranışı,
her eylemi ahlâkî olmadığı gibi ahlâkî bir değere de sahip değildir. Ancak onun
belirli koşullara sahip olan ve o koşullarda yapmayı ya da yapmamayı seçtiği
her eylemi ahlâkîdir. Dolayısıyla etik, insanın hangi koşullarda yapılmış
olursa olsun her tür eylemini konu edinmez. Belli türden ilişki ve
davranışlarını konu edinir. Ki bundan dolayı, her tür ilişki “etik ilişki”
olmadığı gibi, her türden davranış da koşullarından bağımsız olarak ahlâkî
değildir. Bu durumda yanıtlanması gereken temel soru, “Etik ilişki nedir?” ya
da “Etik ilişkinin neliği nedir?” sorusudur.
Etik
İlişki
Etik konusundaki
çalışmalarıyla öne çıkan felsefeci / filozof İoanna Kuçuradi’ye göre, “Etik
ilişki, insanlararası ilişki türlerinden bir tanesi ve en temelde olanı”dır. Her daim “B e l i r l i b ü t ü
n l ü k t e b i r k i ş i nin belirli bütünlükte başka bir
kişiyle ya da en geniş anlamda insanlarla –yüzyüze geldiği veya gelmediği
insanlarla- değer sorunlarının söz konusu olduğu ilişkisidir: eylemde bulunarak
yaşadığı her ilişki.”5
Eylem, yalnızca yapmayı
değil, yapmaktan vazgeçişi, karşılaşılan, tanık olunan bir olay ya da durum
karşısında yapmamayı seçişi de içerir. Dolayısıyla “her etik ilişki hep bir
olay içindedir.”6 Yalnızca “belirli bir
bütünlüğü olan bir kişinin başka insanlarla” kurduğu ilişkilerin değil, aynı
zamanda, “kişinin bir grup üyesi olarak kurduğu bütün ilişkilerin temelinde
etik bir ilişki söz konusudur.”7
Gündelik yaşamın hızla
akan ve hızla değişen yaşantılar yumağı içinde kurulan, başını sonunu, arka
planındaki saik ve kaygıları, amaçları, niyetleri genellikle bilemediğimiz ve
ikinci kez yinelenip yaşanamayan ilişkileri etik boyutuyla değerlendirebilmek
çok güçtür. Bundan dolayı, bu tür ilişkiler, bütünlüklü ve etik açıdan
değerlendirme söz konusu olduğunda, kişiye yeterli veriyi sağlayamaz. Hem
eksiktir hem de kişinin elinden avcundan hızla kayıp gider. En iyi ihtimalle,
kişinin etkilenme düzeyine bağlı olarak, onun zihninde nedenlerini, niçinlerini
bilemediği izler, izlenimler bırakır.
Gündelik yaşantılar ve
olaylar içinde gerçekleşen ve daima biricik olan etik ilişkilerden geriye kalan
izleri izlenimleri, Kuçuradi’ye göre, tamamlayıp birbirine bağlayarak
eksiklikleri gidermemizi “sağlayan başka bir kaynak vardır: yapıtları; roman,
öykü ve oyunlar. Bu yapıtlar, çeşitli eylem olanaklarını çoğu kez temelleriyle
birlikte vererek araştırıcıya adımlarını güvenle atabileceği bir zemin
sağlarlar.”8 Çünkü yapıtlarda ortaya
konan etik ilişkiler, düşsel düşünsel düzeyde tasarlanıp anlatı ve olay boyutunda,
tıpkı kişileri ve yapıtın kendisi gibi yazarı tarafından
nesneleştirilmişlerdir. Artık o andan itibaren var olanlar evrenine yeni bir
var olan ve nesne olarak katılmışlardır. Gerçek yaşamda vuku bulanların aksine,
düşsel düşünsel düzeyde varlık kazandıklarından, nesneleştiklerinden dolayı da
değişmeden aridirler. Araştırıcıya ya da ilgilisine yeniden yeniden üzerine
düşünüp değerlendirmeler yapma, bağlantılar kurup sonuçlar çıkarma olanağı
sunarlar. Bundan dolayı da yalnızca ortaya kondukları zaman dilimindeki değil, daha
sonraki yıllarda, yüzyıllarda yaşayan insanlar için de geçerlidir bu olanak.
Ne yazık ki, bu
olanağın, edebiyat eleştirmenleri ve özellikle de kitap tanıtımcıları
tarafından yeterince ve gereğince değerlendirilebildiğini söyleyebilmek mümkün
değildir. Oysa edebiyatta roman, öykü ve oyun yapıtlarının estetik boyutunun
yanı sıra etik boyutu vardır. Estetik boyut, biçim özellikleri itibariyle
“nasıl anlatıldığı” ile ilgiliyken; etik boyut, ne anlatıldığı, niçin
anlatıldığı, yapıta içselleştirilen sorun ya da sorunlar, ortaya konan olay ve
etik ilişkilerle ilgilidir. Bir yapıtın değerlendirilmesi ya da eleştirisinde
etik boyutun görmezden gelinmesi, üzerinde durulmaması, ortaya konan
değerlendirme veya eleştirinin daha baştan, eksiklik bir yana, sakatlıkla malul
olduğunun delaletidir. Ve bu bir sorundur.
Ancak, özellikle kitap
tanıtımcılarınca ve yayınevlerinin tanıtım bültenlerine dayanarak kalem
oynatanlarca sorun olarak algılanmayan bu sorunun temel nedeni, edebiyat
yapıtlarının değerlendirilme ve eleştirisinde, değer biçme ve değer atfetmenin
sözüm ona bir eleştiri ve değerlendirme biçimi olarak öne çıkması / öne
çıkarılması ve kabul görmesi vardır. Yapıtın değeri ve değerlendirilmesi değil.
Oysa ele aldığı bir
yapıtın değerini saptayamayan, onun insan açısından ortaya koyduğu sorunları,
etik eylem olanaklarını bulgulamayan ya da bulgulayamayan, yalnızca değer
atfetme, değer biçme düzeyinde kalan hiçbir eleştiri veya değerlendirme, yapıta
ilişkin olumlu ya da olumsuz anlamda ne söylemiş olursa olsun, edebiyat
eleştirisi, edebiyat değerlendirmesi vasfı taşımaz. Böylesi bir eleştiri ya da
değerlendirme, en iyi ihtimalle yazanın olumlu ya da olumsuz beğeni duygu ve
düşüncelerinin dışavurumudur. Ancak bunun vahim boyutu, özellikle kitap
tanıtımcıları söz konusu olduğunda, yayınevleri adına bilinçli ya da
bilinçsizce okur avcılığına çıkmak, okura ökse atmaktır.
Sonuç
Edebiyatın neliği,
çağlar boyunca değişen anlamı ve gerçekliği dikkate alındığında, tregadyalardan
bu yana, özellikle roman, öykü ve oyunlar bazında etik boyutuyla felsefi olan
ona içseldir. Bundan dolayı edebiyatta felsefeyi, filozofların düşüncelerinin
ya da felsefe akımlarının anlayışlarının edebi yapıtlarda var olup olmamasına
indirgememek gerekir. Keza bir yapıtta işlenen konunun felsefe konusu olup
olmamasına da… Çünkü felsefi düşünüş konusu yapılamayacak, felsefede konu
edinilemeyecek, neredeyse hiçbir şey yoktur.
Bundan dolayı,
edebiyatta felsefi olanı bulgulayabilmek için etik onun etik boyutuna bakmak,
bunu bulgulayıp kavrayabilmek gerekir. Bunun da yolu, kendinde bir şey olarak
edebiyat yapıtının biricikliği temelinde değerinin saptanıp söylediklerine,
gösterdiklerine uygun değerlendirilebilmesinden geçer. Değer atfetmek ya da
değer biçmekten değil.
**
1 İoanna
Kuçuradi, İnsan ve değerleri, sf. 106, Türkiye Felsefe Kurumu yayınları, 1998.
2 a.g.e. sf.
105.
3 a.g.e. sf.
106.
4 Felsefe
Terimleri Sözlüğü, sf. 68, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1975.
5 a.g.e. sf.
3.
6 a.g.e. sf.
3.
7 a.g.e. sf.
5.
8 a.g.e. sf.
4.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder