ÖĞRETMENLİK : İŞ MİDİR YOKSA ÇALIŞMA MI?
Atalay GİRGİN
Soruları daha da çoğaltmak mümkün, ama gerek yok şimdilik. Tek tek bu soruların doğrudan yanıtlarına yönelmek yerine de, başlığın içerdiği kavramlarla başlamak gerek.
Öğretmenlik, iş ve çalışma... Bu üç kavram birbirine indirgenemez. Ama birbirleriyle ilişkilendirilebilir.
Çalışma ve İş
Bu kavramların içerisinden özellikle son ikisi, yani iş ve çalışma, yakınî bir anlam bağlamında, günümüzde sık sık birbirine indirgenerek ya da birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Oysa neliği ve gerçekliği açısından ele alındığında bu kullanım yanlıştır. Çünkü, sabahtan akşama çalışan ama bunun sonunda satılabilen, herhangi bir meta ya da değişim değeri olan bir şey üretmeyen/üretmemiş sayılan insan, örneğin “ev kadınları” gibi, “işsiz” ve “çalışmayan” sayılmaktadır. Bunun temel nedeni, çalışan kişinin, işgücünü satamıyor ya da onu, pazarda alınıp satılabilen bir malın ya da üretilip tüketilebilen bir hizmetin içerisine, sözüm ona ‘ekonomik bir değer’ olarak katamıyor/katmıyor oluşudur. Ancak bu kişinin hiçbir değer üretmediğini söylemek mümkün müdür?
Dolayısıyla, bir insanın severek, kendini gerçekleştirerek yaptığı herhangi bir alandaki çalışma, karşılığında bir ücret getirmiyorsa, “iş” olarak görülmemektedir. İş, karşılığında ücret alınarak, işgücünü bir mal ya da hizmetin üretimine koşabilmek olarak değerlendirilmektedir ki burada, kişinin bunu severek yapıp yapmamasının ya da kendini gerçekleştirip gerçekleştirmiyor olmasının hiçbir önemi yoktur. Önemi olan tek şey, sonunda, alınıp satılabilen, yani metalaştırılabilen bir şeyin ortaya çıkmasıdır. Çünkü bu bir çalışma değildir; İŞ’tir... İşgücünüzü; bilginizi, becerinizi bir ücret karşılığında o mal ya da hizmetin üretimine katmanıza indirgenen bir İŞ... Bu anlamda, insan, farkında olsun ya da olmasın, İŞ’te, işgücünün dışında paranteze alınan bir varlık haline gelir.
Oysa çalışmada insan, hiçbir niteliğiyle paranteze alınamaz. Çünkü insan, o çalışmanın bütünsel bir öznesidir. Onu severek, hissederek ve kendini gerçekleştirerek yapar. Burada, düşünsel, duygusal ve bedensel bir katılış ve aidiyet vardır. Her çalışma maddi ve manevi anlamda değer üretir; insanın paranteze alınmadığı/alınamadığı bir değer... Bundan dolayı çalışmak, insanın kendini gerçekleştirerek, içerisinde yaşadığı toplumun varlığını maddi ve manevi düzeyde zenginleştirerek, ne kadar küçük olursa olsun onu etkileyerek, değiştirip dönüştürerek, yeniden üretimine katılmasıdır. Ki bu anlamda, iş çalışmaya, çalışma işe indirgenemez. Çalışma işi kapsayabilir ama iş çalışmayı kapsayamaz. İş rutindir, çalışma ise yaratıcılığa açık...
Ne var ki, insanın insanı sömürüsüne ve egemen sınıflarının ihtiyaçlarına denk düşen, işgücü dahil ( ki insan dahil dense yeridir) her şeyin metalaştırılarak alınıp satılmasına dayanan kapitalist sömürü düzeni, çalışmayı yukarıdaki anlamından arındırarak, genelde iş’e dönüştürmüştür. Artık günümüzde çalışma, asli anlamıyla, çalışmasını aynı zamanda iş ya da işini aynı zamanda çalışma kılabilen az sayıdaki insanın yapabildiği, sahip olduğu bir etkinliktir. Ki bu insanlar ayrıcalıklı sayılmak durumundadır. İş ise, yaşamını sürdürebilmek için işgücünü satabilenlerin işçi, işgücünü satamayan ya da kiralayamayanların işsiz olarak nitelendiği, işsiz üretim çarkına dönüşen bu sistemde, ulaşılmaz kılınmıştır. Öylesine ulaşılamaz kılınmıştır ki, işgücünü satarak bir sömürülen haline, hele hele sürekli sömürülen haline gelebilmek ulaşılması bile güç bir şanstır, çünkü içerisinde yaşadığımız koşullar hükmünü sürdürdüğü sürece yüz milyonlarca insan sömürülme şansını bile yakalayamadan ömrünü tamamlamak zorunda kalacaktır artık.
Günümüzde bile sayısı milyarla ifade edilen işsizlerin “iş” isteyen çığlıklarına, yakın bir gelecekte, pazarın, piyasanın gereklerine uygun hale getirilmek için çalışılan tarımsal üretimin kapitalist işletmelere dönüştürülmesi sürecinde bunlara, yüz milyonlarca yeni ses eklenecektir. Ki Türkiye’de bile, en geç on-on beş yıl içinde, tarımdaki bu değişim süreciyle birlikte 15-20 milyon insanın tarımsal istihdamın dışına çıkması beklenmektedir. Dolayısıyla insanları cenderesine alan bu ve buna bağlı toplumsal sorunların, dertlerin ilacı bu düzende değildir. Çünkü insanın ve insanlığın sorunlarına ne güncel ne de tarihsel anlamda bir çare olabilen kapitalist sömürü düzeni, ekonomik, sosyal, siyasal,v.b. anlamda miadını çoktan doldurmuş ama bir türlü “asar-ı atika” müzesine gönderilememesinin ve sahnedeki hükmünü hala sürdürüşünün bedelini, başta toplumun ezilen sömürülen kesimleri olmak üzere tüm insanlığı, her geçen gün toplumsal çözülme ve kültür çürümenin bataklığına sürükleyerek ödetmektedir.
İşte bu noktada, konumuz bağlamında sorun, bu sömürü düzeninin dayattığı iş’i ya da iş kılıp ulaşılmaz hale dönüştürdüğü çalışmayı reddedip reddetmeme sorunudur. Çünkü çözüm de çözümsüzlük de buradadır. Ki öğretmenler açısından da sorunun nirengi noktasıdır bu...
Ne var ki, ne öğretmenler ne de onların örgütleri olan sendikalar kavramaktadır bunu. Onlar her ağızlarını açışlarında ekonomik anlamda maaşların düşüklüğünü, özlük haklarının yetersizliğini dile getirmekte ve eğitim-öğretim koşullarının iyileştirilmesi gerektiğini belirtmektedirler. Oysa bunlar, bir yanıyla, veri olan koşulları, düzenin dayattığını kabullenme, meşru olarak kavrama temelinde doğruluğa ve haklılığa sahipken, diğer yanıyla, hem kendilerinin hem de öğretmenliğin neliği ve gerçekliği bağlamında ise temel sorunu savsaklamaktan, üzerini örtmekten öte bir değeri olmayan yanılsamalı bir bilinç halinin dışavurumudur. Ne yazık ki, gerçeklikle yüzleşip aşmaya yönelmedikleri bu bilinç hali her öğretmeni potansiyel şizofren kılmaktadır.
Öğretmenlik...
Öğretmenlik, değişik biçimlerde tanımlanabilir. Her eğitim felsefesine göre, düşünsel düzeyde, öğretmenliğe farklı bir nelik atfedilebilir. Davranışçılık açısından yaklaşıldığında, öğretmenlik, bireye davranış kazandırma etkinliği olarak tanımlanabileceği gibi; farklı eğitim felsefeleri açısından öğretmenlik, öğrenmeyi öğretme; düşünmeyi öğretme diye de belirlenebilir. Türkiye’de son yapılan müfredat değişikliğiyle gündeme taşınan, şaşaalı bir biçimde eğitimde Newtoncu anlayıştan Kuantumcu anlayışa geçiş1 diye nitelenen ve bir anlamda eğitimin “yeni felsefesi” olarak sunulan yapılandırmacılık2 söz konusu olduğunda ise, öğretmenlik, bir yapılandırma, bir oluşturma etkinliğidir. Buna göre öğretmen, bu yapılandırma, oluşturma etkinliğinin rehberidir, yönlendiricisidir. Çünkü yapılan, sözüm ona, “öğrenci merkezli”, yani öğrencinin “özne” olduğu bir eğitim-öğretimdir. Burada öğretmenin neyi, neden, nasıl, niçin yapılandırdığı, kimin için, kimin çıkarları doğrultusunda bir yapılandırma etkinliği gerçekleştirdiği sorulabilir. Dahası, bunun farkında olup olmadığı da... Ve bir adım sonrasında, öğretmen için bunun bir iş mi, yoksa çalışma mı olduğu da...
Velhasıl, düşünsel düzeyde öğretmenliğe ve öğretmene “kutsallık” da dahil hangi değer ve nelik atfedilirse edilsin, bunların hükmünün meriliğini görüp algılamanın, geçerliliğini ve tutarlığını, dahası hakikâtini kavramanın yegâne yeri gerçekliktir. Gerçeklikten bağımsız nelik belirlemeleri ve değer biçmeleri, yanılsamaların kaynağıdır.
İşte öğretmenlik ve öğretmen için de gerçeklik söz konusu olduğunda, salt düşünsel neliklerin ve değerlerin hükmü tatil eğlenir. Çünkü öğretmenlik, öğretmenler farkında olsun ya da olmasın, dünden bugüne, özellikle de sistematik genel eğitimin veri olduğu toplumsal koşullarda, her daim siyasal ve ideolojik bir etkinliktir. Egemen olanın “Nasıl bir insan? Hangi bilgi ve becerilerle donanmış ve hangi tarzda düşünen bir insan istiyoruz?” sorusuna verdiği yanıtlar doğrultusunda gerçekleştirilen bir etkinlik...
Öğretmenin ve öğretmenliğin gerçekliğine damgasını vuran bu durum, her öğretmeni, o ne düşünürse düşünsün, kendini nasıl görürse görsün, kendini nasıl anlatırsa anlatsın, her şart altında egemenin ve onun iktidarının, öncelikle sınıftaki temsilcisi kılar. Bu nedenle, her öğretmen iktidardır ve onun iktidarının asli kaynağı, hatta yegâne kaynağı da, varolan düzendir ve o düzenin “Nasıl bir insan?” sorusuna yanıt veren ya da vermiş olan egemenleri ve onların her düzeydeki siyasal-ideolojik kurum ve temsilcileridir. Çünkü öğretmen, onların profesyonelleştirilmiş işgüderidir; siyasal ve ideolojik işgüderi...
Düzenin, siyasal ve ideolojik işgüder kıldığı hiçbir öğretmen, onun, bilinçli ya da bilinçsizce “ideolojik esiri” olmaksızın, öğretmenliği, kendini gerçekleştirdiği bir etkinliğe dönüştüremez. Hem düzenin “ideolojik esiri” olmadığını söyleyen hem de kendini gerçekleştirdiğini iddia eden her öğretmen yalan söyler. Kendisini bile ikna edemediği bir yalan... Çünkü bu etkinlikte, o, bir insan olarak sıfatı dışında paranteze alınmıştır aslında. Varolan çatışmalı bir bilinç hali, bir bilinç yarılmasıdır. Ve hiçbir insan uzun süre yaşayamaz bununla. Ya inkârla, ya kabullenmeyle içerisinde bulunduğu durumu, en azından öncelikle kendisi için meşrulaştırmaya yönelir. Ya da daha kökten bir çözüme ve tercihe... Son seçeneğe yönelemediği yerde ise, kaçınılmaz olarak inkâr ya da kabullenme halidir arz-ı endam eden... Ve bu noktada, öncelikle “ideolojik esir”ler dışındaki her öğretmeni, şizofrenleşmenin eşiğinde, yani potansiyel şizofren halinde tutan da budur.
Ne var ki, inkâr da kabullenme de öğretmenin öğretmenliğini iş ya da çalışma kılmaya yetmez. Çünkü öğretmenlik, herhangi bir işe indirgenemez. Öğretmenliği herhangi bir iş olarak gören ya da gördüğünü söyleyen, öncelikle kendi üzerini çizer. Çünkü öğretmen, düzene yeni “ideolojik esir”ler yetiştirir. Yetiştirdiği, biçimlendirdiği ya da eğitimin “yeni felsefe”si bağlamında söylersek, bilincini yapılandırdığı her öğrenciyle, bir insan olarak kendini sosyal, siyasal, ideolojik, sınıfsal tercihiyle, hatta bazıları için çok önemli olan etnik kökeniyle yok sayar. Ya da tersinden, eğer kendisi de bir “ideolojik esir”se, kendi toplumsal, sınıfsal gerçekliğine rağmen, özgecilik düzeyinde bir aidiyetle bağlanır düzene.
Ancak, “öğretmenlerin sorunları” denildiğinde, her ikisi de öncelikle maaşların düşüklüğünden, özlük haklarının yetersizliğinden söz etmeye başladığında ise öğretmenliği bir iş, kendilerini de düzenin işgüderi olarak ortaya koymuş olurlar. Ki bu durum, birinciler için insan olarak üzerlerinin çizilmesini meşru görmektir, ikinciler içinse büyünün bozulması, aidiyetin kırılması demektir.
Öte yandan, talepleriyle, öğretmenliği bir iş kendilerini de birer işgüder olarak görür duruma gelen öğretmenlerin ve sendikalarının, eğitim-öğretim etkinliğinin kendilerinden uygulanması istenen biçimi ve içeriğine ilişkin söz söyleme, itiraz etme hakları da ortadan kalkar. Çünkü onlar bununla, birer işgüder olarak, iş sahibinin kendilerinden istediklerini yapmayı, işin doğası gereği daha baştan kabullenmişlerdir. Zaten hem bunu kabullenmek hem kendini işgüder olarak görmek hem de bunların ardı sıra işin biçim ve içeriğine itiraz etmek bariz bir çelişkidir. Ve öğretmenlerin de, onların hangi siyasal ve ideolojik rengi taşıyor olursa olsun sendikalarının da yaşadıkları çelişkilerin başında yer almaktadır bu.
Bunun yanı sıra, içersinde yaşanan, üretim araçlarının özel mülkiyetine, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki tahakkümüne dayanan bir düzende, öğretmenliği bir çalışma kılmak da mümkün değildir. Çünkü çalışmanın neliği gereği, mevcut koşullarda, öğretmenin kendini gerçekleştirerek toplumun kendini yeniden üretimine katılmasının asli olarak bir iki anlamı vardır : Birincisi, insanın insanı sömürüsüne dayanan düzeni yeniden üretmek ki bu öğretmenliği çalışma kılmaksızın da işgüderlerle gerçekleştirilmektedir. İkincisi ise, kendi sosyal, siyasal, sınıfsal tercihi, hatta çok önemseyenler için etnik kökeni doğrultusunda, varolan düzeni değiştirmek.
Her ne kadar, Hilmi Ziya Ülken, öğretmenler için, “İnkilâpları o yetiştirir, devrimleri o hazırlar. İlerinin tam kazancı için günün küçük kazançlarından vazgeçmesini yalnız o bilir” dese de, ikinci seçeneğin hükmü tatil eğlenmiştir. Çünkü mevcut koşullarda tüm öğretmenler ve rengi ne olursa olsun onların tüm sendikaları birinci seçeneğin, “gönülsüz ve fedaî meçhul asker”idir.
Ve ne yazık ki, dünyanın her yanında, kapitalist sömürü düzeninin dayattığı iş ya da iş kılıp ulaşılmaz hale dönüştürdüğü çalışma reddedilmediği sürece, bu durum gerçekliğin bir hakikati olarak varlığını sürdürecektir. Ve öğretmenler, işe indirgenemeyen ama neliği düzeyinde çalışma da kılınamayan öğretmenliği, varolan düzenin “gönülsüz ve fedaî meçhul asker”leri gibi yapmaya devam edecektir.
The Wall adlı albümlerinde, “Öğretmen, sen de duvarda bir tuğlasın” diye, hançeresini yırtarcasına bağıran Pink Floyd’u anımsamamak mümkün mü şimdi? “Duvarda bir tuğla” olarak kalındığı sürece mümkün mü dayatılan herhangi bir şeyi reddetmek ya da değiştirmek...
Son söz : “Duvarda bir tuğla” olarak kalmak mı kolay yoksa o duvardan fırlayıp çıkmak mı öğretmenim?
* * Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Eğitimde “Newtoncu anlayıştan Kuantumcu anlayışa geçiş” söylemi ve bunun, sanki Newtoncu anlayışın eğitimden dışlanışı gibi sunuluşu, en hafifinden, bir kandırmacadır. Çünkü düşünen her insanın kavrayıp bilebileceği gibi, eğitim-öğretim sürecinde neden-sonuç ilişkisi yadsınıp yok sayılamaz. Ancak bu tek neden ve tek sonuç ilişkisi de değildir; özellikle de toplumsal olaylar ve sorunlar söz konusu olduğunda... Yani herhangi bir sonuç herhangi bir tek nedene bağlanamayacağı gibi, gösterilen sonucun dışında da başka sonuçlar vardır ve bunu düşünen, soran, sorgulayan her insan şu ya da bu biçimde kavrar, bilir. Dahası, bilgi varlığın, zamansal ve mekansal olarak dününe aittir. Mevcut eğitim de, asıl olarak, varlığın dününe ait olan bu bilgilerden seçilmiş olanlarının eklektik bir tarzda öğrenciye kazandırılmasına dayanır. Ki bu süreçte, niyetlerinizden bağımsız bir biçimde nedenlerin çokluğu da, olası sonuçlar da paranteze alınıverir. Sanki bir neden ve bir sonuç varmış gibi kavranır ve kavratılır bilgi. Ve kaçınılmaz olarak ezberlenir. Dolayısıyla, Newtoncu anlayış, birilerini eğitmenin neliği ve gerçekliği gereği, kaçınılmaz bir biçimde, eğitim ve öğretimde arz-ı endam eylemektedir. Ki bu ayrı bir yazı konusudur.
2 “Yapılandırmacılık” , eğitimde yapılan müfredat değişikliğiyle birlikte, “yeni eğitim felsefesi” olarak sunuldu. Sanki bir düşünsel derinlik oluşturulmak isteniyordu. Yapılanları, daha temel düzeydeymiş gibi algılatmak isteniyordu. Ki bunun için de felsefe biçilmiş kaftandı. Felsefi bir adres, felsefi bir referans, yapılanları halelemek için birebiridir; özellikle felsefeyi, kendinde bir şey olarak, her derde çare harc-ı alem bir şey sananlar için... Oysa eğitimde müfredat (program) değişimi, ekonomik, sosyal, siyasal, v.b. anlamda egemen olan sınıfın ya da onun siyasal ve ideolojik temsilcilerinin geçmişte “Nasıl bir insan; hangi amaçlar doğrultusunda, hangi davranışlarla donanmış bir insan istiyoruz?” sorusuna verilmiş olan yanıtlarının değişimine delalet eder. Bu ise “Eğitim nedir?” sorusundan çok, “İnsanları neden ve niçin eğitmeliyiz?” sorularının ve yanıtlarının koşullandırıcılığıyla belirginlik kazanan gerekçe ve amaç doğrultusunda biçimlenir. “Nasıl bir eğitim?” ya da “İnsanları nasıl eğitmeliyiz?” sorusuna verilen yeni yanıtın billurlaşan, ete kemiğe bürünen halidir, değişen eğitim programları. Ki bunlar da, egemen olanların “Nasıl bir insan?”, “Hangi davranışlarla donatılmış bir insan?” istediklerinin, sözüm ona bilimsel ve akademik bir söylemle gizlenmiş, bezenmiş dışavurumunu içerir. Dolayısıyla, eğitimde müfredat değişikliğine de, eğitimin neliğine ilişkin bir sorgulamadan değil, aksine varolan düzenin ve egemenlerinin, ekonomik, sosyal ve siyasal ihtiyaç ve yönelişlerinden hareketle gidilmiştir. Eğitimin “yeni felsefesi” olarak sunulan yapılandırmacılık da, buna giydirilen, meşruluğunu ve akliliğini sağlamaya dönük bir giysidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder