Sayfalar

24 Mayıs 2008

Türkiye'de Felsefenin Yeri

Felsefeciden Memur, Memurdan ‘Felsefeci’ Yaratılan
TÜRKİYE’DE FELSEFENİN YERİ
Atalay GİRGİN

Herhangi bir yerde felsefenin yerini belirlemeye çalışmak ya da onu aramak, varlığını baştan kabul etmek demektir. Bu anlamda, Türkiye’de de felsefe, felsefi düşünce ve ürünleri vardır. Yalnızca Türkiye’de değil, sistematik hale gelsin ya da gelmesin, bir geleneği olsun ya da olmasın, adına “felsefe” densin ya da denmesin, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, her toplumda, felsefi düşünüşe uygun düşünen, söyleyen, eyleyen birileri vardır ve onların şahsında, o toplumda da felsefe vardır. Ve dünden bugüne, güncel ve tarihsel “Türkiye”de de felsefenin varlığı yok sayılamaz. Ancak üzerinde durulması ve belirlenmesi gereken onun toplumsal yaşamdaki yeri ve toplumsal yaşamdaki etkisidir.

Bu bağlamda, “Türkiye’de Felsefenin Yeri”1 başlığı geniş kapsamlı ve derinlemesine yapılan bir çalışmayı gerektirir. Elbette ki böylesi bir çalışma ne dergi sayfalarına sığdırılabilir ne de buna uygundur. Hele hele bu bütünsellikte bir çalışma, bir dergi yazısının harc-ı alem bir işi hiç değildir. Farkındayım bunun.

Dolayısıyla, bu yazıda, meramımı anlatabilmek için, konuya ilişkin bazı noktalarda kapsamı dar tutmak ve olabildiğince genel bir biçimde değinerek geçmek gerekiyor, özellikle tarihsel arkaplana ilişkin aktarımlarda; ilgilisi belirtilen kaynaklara başvurabilir bunun için. Ki bazı noktalarda da durumu saptamaya dönük ve eleştirel içerikli önermelerin ve belirlemelerin, birileri, sorunu kavramak ve çözmeye, çözüm üretmeye yönelmek yerine, alınganlık gösterip yersiz ve gereksiz olarak, “harim-i ismet”lerine bir saldırı sayabilecek olsalar da, vurgulanması önem arz ediyor.

Buradan hareketle, öncelikle üst başlığa değinerek başlayacağım yazıya.

Ardı sıra yazının geri kalan bölümünde de, öncelikle başlığın gerektirdiklerini temel olarak ve kısaca belirlemekle yetinip, sonrasında da felsefenin ve felsefi düşünmenin neliğine uygun tarzda ve sınırlı bir biçimde konuyu ele alacağım.

Felsefeciden Memur Olursa...

Felsefeci ve memur... Memurluk ve felsefi düşünme, söyleme ve eyleme etkinliği... Bunları, birbirinin niteliği kılabilmek; bir araya getirebilmek ve bir araya getirilişlerini meşru kabul edebilmek, memurluk ve felsefe, memur ve felsefeci/filozof kavramlarının neliğine aykırıdır.

Memuru felsefeci addetmekle memurun memurluğuna herhangi bir halel gelmeyebilir. Ama bir felsefecinin memurlaştırılması, onu o andan itibaren özürlü ve icazete muhtaç bir felsefeciye dönüştürür. Bu, özellikle de, memurlaştırılan felsefeci tarafından meşru kabul edilip, “memur” sıfatını yitirip yitirmeme kaygısı bilincine içselleşmişse, sorun, bütünsel anlamda felsefi düşünme etkinliği açısından hayati öneme haiz demektir. Bu durumda “memur” niteliği aslilik kazanır ve “felsefeci”lik niteliği, ne yazık ki ilineğe dönüşür. O, memurlaş(tırıl)madan önceki alışkanlığı gereği, her şey üzerine arada sırada düşünse bile, yitirmek istemediği memurluk süresince, bu düşünmeleri (istisnalar hariç) günyüzüne kavuşan düşüncelere dönüşemez.

Memurluk, hem bir zihniyete hem de yapılan işe tekabül eder. Ve her daim amiri gerektirir. Amirsiz hiçbir yerde hiçbirşeyin memuru olunamaz. Memur zihniyetine sahip olamayan ya da kendisine bu zihniyet kazandırılamayan herhangi bir kişi, hasbelkader memur sıfatına bürünmüş olsa da, memurlukta uzun süre kalamaz. Ya o kişi memurluktan vazgeçer ya da memurluk ondan... Çünkü böylesi bir kişi için “memurluk” ilinekten öte bir nitelik kazanmamış demektir.


Memurluk zihniyeti, kişinin, yaptığı işin ya da kendisine buyrulan işin bilgi ve becerileriyle donanmış olmayı ve bunun gereklerini yapmayı meşru kabul edip bilinç olarak içselleştirmeyi gerektirir. Ama bu, asla, o iş ve alan başta olmak üzere, herhangi bir alana ilişkin özgürce düşünmeyi, sormayı, sorgulamayı ve buradan hareketle de düşünmelerini, söylem ve eyleme dönüştürmeyi içer(e)mez. Memur denilen kişi, “memur” sıfatını taşıdığı sürece, amirinin denetimi ve gözetimi altında, memurluk zihniyetinin ve görevinin gerektirdiği kısıtlılıklara, sınırlamalara uyarak, öncelikle eyleyen ve söyleyen, sonra da eğer kendisine sorulur ve söz verilirse, amirlerinin hassasiyetini gözeterek düşüncesini beyan eden kişidir.

Felsefeci ise, felsefenin neliği gereği ve ona uygun olarak, herşeyi, kendisine özgürce konu edinebilen, sorup, sorgulayabilen, düşünmesini, herhangi bir sınırlamaya ya da icazete tabii tutmadan tutarlı bir biçimde düşünce kılan, yani söyleme ve eyleme dönüştürebilen insandır. Bundan dolayıdır ki, neliği temelinde bakıldığında, felsefeci ile memurluk ne zihniyet ne de yapılan iş anlamında bir arada bulunabilir ya da yanyana getirilebilir. Çünkü, bir felsefeci için, gerçeğin hakikâtini bulmak için çıktığı yolda, yegâne amiri kendi aklı; yegâne yol göstericisi, yönlendiricisi de, yanıtlarının aksine, sorun kılabildiği sorularıdır. Sorularını sorun, aklını yegâne amir kılamayan ve düşüncesini, bilincini, hangi nedenle olursa olsun, birilerinin ya da birşeylerin ipoteğine vermiş olan bir felsefeci için ise yol bitmiştir zaten. Böyleleri için, adları, ünvanları ne olursa olsun, ağızlarından düşürmeseler bile, “yolda olmak” söyleminin de, “felsefeci” sıfatının da taşıdığı değerin “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Aslında aynı sorun memur ya da memurlaş(tırıl)an tarihçiler için de geçerlidir.

Memurlaş(tırıl)an felsefeci, memurluğu sürecince, içerisinde yaşadığı toplumsal gerçekliğin sorunlarını genellikle ya görmezden gelir ya da kendi konumuna halel getirmeyecek türden, “etliye sütlüye” bulaşmayan yanıtlarla geçiştirir. Olup biten ya da yaşanan sorunları neliği açısından konu edinip, eleştirel bir biçimde sormaya, sorgulamaya, yanıtlar üretmeye yelten(e)mez. Örneğin : Türkiye sınırları içerisinde yaşanan ve onbinlerce insanın ölümüyle sonuçlanan ve halen varlığı devam eden ve devletin ileri gelen temsilcilerince de tanınması gerektiği söylenen “Kürt realitesi”ne ve bunun sorunlarına, çözüm yollarına ilişkin, toplumbilimcilerden iktisatçılara, siyasetbilimcilere dek farklı alanlardan birçok akademisyen olumlu ya da olumsuz görüş beyanında bulunmasına rağmen, iktidarın akademisinde yer alan felsefecilerden kayda değer açıklama ve çalışmalar yapılmamıştır. Ki bu, siyasal, toplumsal, kültürel, v.b boyutları olan bir sorundur. Bu noktada, kayda değer bir açıklama ya da çalışmanın yapılmamış olmasını, toplum felsefesi, kültür felsefesi, siyaset felsefesi alanlarında çalışma yapan felsefecilerin yokluğuna mı bağlamak gerek, yoksa bu alanlardaki ya da farklı alanlardaki felsefecilerin bu sorunu görmediklerine, bilmediklerine mi? Hangisi?

Elbette ki ikisi de değil. Bunun asıl nedeni, varolan felsefecilerin, nerdeyse genelinin memur ya da memurlaş(tırıl)mış felsefeciler oluşunda saklıdır; ve bunların da, kimin işgüderi olduklarını unutmadan, kendi konumlarının gereği olarak, neyi görüp görmeyeceklerini, neyi konu edinip edinmeyeceklerini bilerek davranmalarında... Ve bu bir giz değildir. Akıl ve bilinç, birkez birilerinin ya da birşeylerin ipoteğine verilmeye ya da hizmetine koşulmaya dursun, o andan itibaren, düşünce, söylem ve davranışların icazet sınırı da şekillenmeye başlar ki felsefeciler herkesten daha çok farkındadır bunun.

Öte yandan, bir örnek de eğitim ve eğitim felsefesine ilişkin verilebilir. “Eğitim Felsefesi” adını taşıyan bir çok kitap yazılmış olmasına rağmen, bunların, Türkiye’de eğitime felsefi bir zemin oluşturma niteliğine ne denli haiz olup olmadıkları, üzerinde tartışılmayı gerektirecek denli önemlidir. Ki bu kitaplar, genellikle başka ülkelerdeki, eğitim alanına ilişkin ileri sürülen eğitim felsefelerini tanıtma ve onları aktarmaya dönüktür. Bu noktada özgünlüklerinin tartışmalı olması bir yana, bunları yazanlar, sıfatları ne olursa olsun, asıl olarak memurdur. Dolayısıyla, eğitim felsefecilerinin ya da genel olarak felsefecilerin, Türkiye’de eğitime ilişkin, sağda solda yapılmış kimi değiniler dışında, sistematik, özgün bir öneri ve çalışmayla çıkamamalarının, buna niyet etme eğiliminde olanların da, eğitimin düzenleyici ve uygulayıcılarınca dikkate alınmamasının ardındaki en önemli neden, memurluklarıdır. Neylersiniz ki, tıpkı iktidarın akademisinde olanların, akademi dışındaki felsefecileri görmezlikten gelişi gibi, hiyerarşide amir konumunda olanlar da, memurlarını, memurlaş(tırıl)anları görmezlikten, dikkate almazlıktan geliveriyor işte...

Keza, dikkat çekici bir nokta da şudur: İstisnalar bir yana, bazı felsefecilerin de, içerisinde yaşadıkları ve bir parçası oldukları toplumsal gerçekliğe ve bunun sorunlarına ilişkin yazılı ya da sözlü olarak söylem üretmeye başladıkları dönemdir. Ki bu dönem, genellikle emeklilik hakkının kazanıldığı ya da emekliliğe yaklaşıldığı zamana tekabül eder. Öncesinde, nedense bir türlü görülememiş olan sorunlar, emeklilik aşamasında ya da emeklilikle birlikte ansızın fark ediliverir. Acaba nedir bunun nedeni?

Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün. Ama gerek yok şimdilik daha fazlasına. Sonuç olarak, sözün özü: Memurluk ve felsefe, memur ve felsefeci. İkisinin bir kişide birleşmesi, “eşyanın tabiatına aykırı” denilebilecek kadar tezat ve birbirini nakzeden bir şey olmasına rağmen, ne var ki bu durum, akademiden, liselere dek yaşanan bir gerçekliktir. Ve bu gerçekliğin, tüm tezatlığına rağmen, Türkiye’de felsefi düşünmenin ve düşüncenin hem toplumsal yaşamda yankı uyandıracak ürünlerinin ve etkisinin olmamasında hem de neliğinin ve yerinin, ister belirlenmesinde deyin, isterse belirlenememesinde deyin, çok önemli bir etken olduğu unutulmamalıdır. Çünkü felsefecinin memurlaştırabildiği, memurun da felsefeci addedilebildiği yerde, felsefenin, felsefi düşünmenin ve düşüncenin yerini ve etkisini, kimse alınmasın ama, resmi icazetin çizdiği ve işine geldiği zaman da kısmen çiğnenmesine ya da aşılmasına göz yumduğu sınırlar belirler. Aslında yalnızca bu bile , hali pür mealini anlatmaya yeter, dünden bugüne Türkiye’de felsefenin ve felsefecilerin.

Felsefenin Yerini Belirlemek İçin...
“Türkiye’de Felsefenin Yeri”, genel olarak üç ana başlık altında araştırılıp, incelenmeyi gerektirir.

Bunlardan birincisi, Türkiye’de felsefe tarihidir : Dünden bugüne felsefe alanında yapılan çalışmaları, bu çalışmaların içerdiği düşünceleri ve eğer varsa, kendi zamanlarında toplumsal yaşam üzerindeki etkilerini ve içersinde yaşanılan koşullardan etkilenmelerini kapsamalıdır. Ki Hilmi Ziya ÜLKEN’in “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” , İbrahim Agâh ÇUBUKÇU’nun “Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri” ve Arslan KAYNARDAĞ’ın “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Felsefe” çalışmaları, bu alanda bir “ilk örnek”ler olarak değerlendirilebilir.

“Türkiye’de Felsefenin Yeri”ni, belirlemeye, bu alanda yapılan etkinlikleri, ürünleri ortaya koymaya dönük bir çalışma, Cumhuriyet döneminin sınırları içerisine sıkıştırılmamalıdır. Osmanlı dönemini kesinlikle kapsamalıdır. Dünden bugüne varolan sürekliliği, değişimi ve kimi alanlardaki kopuşu kavramanın ve gösterebilmenin yolu buradan geçer. Ki bu Cumhuriyet ve Osmanlı ayrımının da asıl olarak siyasal ve ideolojik olduğu gerçekliğini kavramanın da gereğidir.

Evet! Bu ayrım, hem tepkisel ve meşruiyet arayışına tekabül eden, hem de bilinçli ya da bilinçsizce oluş(turul)an yanılsamalı bir bilinç halinin dışavurumudur. Çünkü, Osmanlı’nın bakiyesi olan Anadolu coğrafyası üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, özellikle kuruluş sürecinde, kurucu kadrolarının tüm yadsıyıcı söylemine rağmen, siyasal alandaki kimi düzenlemeler ve bazı reformlar dışında, Osmanlı devletinin devamı niteliğindedir. Ekonomik, siyasi, askeri, eğitim alanları başta olmak üzere, bir dizi kurumun Cumhuriyet’ten daha yaşlı olması buna delalet eder. Resmi kurucu söylem de ve buna karşıt bir duruşa sahip olan “Osmanlıcı”, “hilafetçi” olarak nitelenebilecek söylem de, yanılsamalı bir siyasal ve ideolojik bilinç haliyle gerçekliğe aykırı bir biçimde konumlanışa ve kavrayışa tekabül eder. Dolayısıyla, bu birbirine karşıt ve gerçekliğin yanılsamalı kavranışına, anlamlandırılışına dayalı yaklaşımların ötesine geçilerek, dünden bugüne varolan ve yapılan felsefe çalışmalarını bütünsel olarak ele almak ve değerlendirmek gerekir.

İkincisi, akademik alandaki felsefe çalışmalarıdır. Bu hem Türkiye’de felsefe tarihi içerisinde yer verilebilecek hem de ondan bağımsız olarak da ele alınabilecek ve alınması gereken bir alandır. Felsefi düşünmenin ve düşüncenin öznelliğine ve özgünlüğüne rağmen, akademinin formelliği, burada yapılan çalışmaların ayrı bir başlık altında incelenmesini gerektirecek denli önemlidir. Çünkü akademi, kendi iktidarının büyüsü ve cazibesine kapılarak, kendi dışındakileri, kendi formelliğine uymayanları, ne yazık ki, genellikle görmezden, bilmezden, duymazdan gelen bir alandır. Öte yandan da, kendi çatısı altında ve kendi denetiminde yapılan çalışmaların öznelliği ve özgünlüğü söz konusu olmadığında bile, bunların, belirlediği formelliğe uygunluğuna onay verdiği sürece, hem bu çalışmaları yapanlara hem de ortaya konulan ürünlere değer atfeden bir alandır. Ve akademi, iktidarının varlık koşullarını, iktidarın akademisi olmasından alır. Ki onun için aslolan, gerçekliğe uygun olmasa da, genelde kendi dünyası, kendi iktidarı ve bunun varlık koşullarını sağlayandır.

Bunlara rağmen, teslim etmek gerekir ki Türkiye’de, verdiği ürünlerin özgünlüğü tartışmalı da olsa, dünden bugüne, felsefe alanında yapılan çalışmaların sistematik ve kurumsal olarak sürdürüldüğü yegane yer ola gelmiştir akademi. Bağımsız bir başlık altında incelenmeyi gerektiren önemi de buradan gelir.

Üçüncüsü ise, günümüzde, yani yaşanan zaman dilimindeki felsefe çalışmalarıdır. Resmi ya da özel kurumların düzenli ya da düzensiz felsefe eğitimi etkinliklerini, bunların içeriklerini ve bunun yanısıra tüm yayın faaliyetlerini içeren ve bunların etkilerini, varsa ürettikleri ürünleri araştıran, inceleyen ve değerlendiren bir niteliğe haiz olmalıdır bu çalışma. Çünkü, özellikle 1980 sonrası artmaya başlayan felsefeye ilgi2, 1990’ın ilk yıllarından beri de bir çok farklı alanda giderek yoğunlaşmaktadır.

Bu alanda çıkarılan süreli yayınların (kurum ya da finansör/sponsor desteğinden yoksunları uzun ömürlü olmasa da) sayısı çoğalmakta ve bir dizi çeviri eser basılıp, okunmaktadır. Sayıları çeviri eserlerle kıyaslanmayacak denli az olsa da, akademi içinden ve dışından yazarların telif eserleri de yayınlanmakta ve kitapçı raflarında yer almaktadır. Bazı televizyon programlarında felsefeci kimliğiyle tanınan, bilinen (Kürşat Bumin, Ahmet İnam, v.d) kişiler düzenli olarak yer almakta ve bazı radyolarda da periyodik olarak felsefe programları yapılmaktadır.

Öte yandan son yıllarda Ankara, İstanbul, İzmir, v.b. gibi büyük kentlerde, değişik özel kurumlar felsefe kursları, seminerleri düzenlemektedir. Ki buralarda yapılan etkinliklerde akademi içinden ve dışından kişiler görev almaktadır. Ve bu etkinlikler genel olarak akademi dışıdır. Daha önceki yıllarda akademilerde ve onların çeperinde gözlenen felsefeye ilgi, her geçen gün bu sınırların ötesine uzanmaktadır.
Günümüzde, felsefe alanında en az yukarıdakiler kadar önemli olan bir başka gelişme de liseler düzeyinde yapılan çalışmalardır. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, Türkiye Felsefe Kurumu (TFK) ve Başkanı İoanna KUÇURADİ’nin öncülüğünde başlatılan girişime, özellikle bazı özel liselerin gösterdikleri ilgi ve verdikleri destekle, Türkiye genelinde “Liselerarası Felsefe Olimpiyatları” düzenlendi ve bugüne dek sürekli kılındı. Bu genel organizasyonun yanısıra, yine bir çok özel lisede “Felsefe Kulüpleri” kuruldu. Bu kulüpler başlangıçta özel okullarla sınırlıyken, son iki üç yıldır, resmi okullarda da yaygınlaşmaya başladı. Bunda, 21. yüzyılın ilk Dünya Felsefe Kongresi’nin Türkiye’de düzenlenmesi ve buna, öncesinde ve sonrasında yazılı ve görsel yayın kuruluşlarının hatırı sayılır bir yer ayırmasının yarattığı popülerliğin de önemli bir etkisinin olduğunu belirtmek gerek. Keza, AB sürecine uyum sağlamaya çalışan tüm kurumlar gibi, MEB’in de bu yöndeki düzenleme ve uyum çalışmalarının, resmi etkisini, şimdilik kısıtlı da olsa, unutmamak gerek.

Felsefe kulüplerinin kurulmasıyla birlikte, bunların, bulundukları bir çok okulda, öğrencilerin katılımı ekseninde bülten ya da dergi çıkarmaya başlamaları da, öğrencilerden hareketle velilerine dek, felsefenin, toplumun değişik kesimleri arasında yaygınlaşmasına , en azından kavram düzeyinde tanınır, bilinir ve korkmadan telaffuz edilebilir hale gelmesinde önemli bir etkisi vardır.

Günümüzden bu örnekleri verirken, pembe bir tablo çizmek değil amacım. Dahası, hiç kimse de bu örneklere bakarak, felsefe adına her şeyin olumlu ve çok güzel olduğunu da düşünmesin. Aksine bu çalışmaların, her şey olmasa da önemli olduğunu bilmek, ama bunların felsefi düşünmenin ve düşüncenin toplumsal yaşamdaki varlığına, etkisine delalet etmediğini ve bunun için daha yapılacak çok şeyin, yürünecek meşakkatli yolların olduğunu da anımsamak ve unutmamak gerek.

Bugüne kadar, değişik kesimlerin, özel ya da resmi kurum ve kuruluşların, akademi içinde ya da dışında yapılan çalışmaların, felsefi düşünme ve düşünce açısından önemi ve değeri tartışılır olsa da; bunları beğensek de beğenmesek de; bunların içerisinde yer alsak da almasak da, tüm bu yapılanlar ve yapılmış olanlar, felsefi düşünme ve düşüncenin önümüzdeki yıllarda üzerinde boy verebileceği, fundalık toprağının hazırlanmasına hizmet etmektedir. Ve felsefi düşüncenin üzerinde yeşereceği toprak, alabildiğine eşelenmekte ve kabartılmaktadır, dünden bugüne yapılan ve yapılmakta olan çalışmalarca. Ki eğer bir gün, felsefi düşünme ve düşünce, olması gerektiği gibi, toplumsal yaşamda etkili olmaya ve bunun ürünleri yaşamın her alanında arz-ı endam eylemeye başlarsa bu ülkede, bilinmelidir ki, bunun temelinde, bugün yapılan irili ufaklı çalışmaların yadsınamayacak, tartışılamayacak bir etkisi ve katkısı olacaktır ve bu unutulmamalıdır.

Felsefenin Neliği Açısından...
“Türkiye’de Felsefenin Yeri”, hem felsefenin hem de felsefi düşünme ve düşüncenin neliği açısından bakıldığında, oldukça sorunlu ve tartışmalıdır.

Bunun en önemli nedeni, “felsefe nedir” sorusuna verilen yanıtlarda ve bu yanıtlar doğrultusunda sergilenen ya da sergilenmek istenen, düşünüş, söyleyiş ve davranışlarda gizlidir. Çünkü, verilen yanıtlara bağlı olarak, ister akademik alanda, isterse akademinin dışında yer alsın, her felsefeci, hem kendi düşünce, söylem ve davranışını, hem de kendisinin de içerisinde yaşadığı gerçekliği algılayışını, anlamlandırışını ya da aslında bu gerçekliğe hiç bulaşmayışını, “akılsallaştırarak”3 aktarabildiği gibi; bunları yok sayarak, geçmiş yüzyıllarda yaşamış filozofların önermeleri üzerinden düşünüş ve söyleyişini de felsefi düşünme ve felsefi düşünce olarak niteleyebilmektedir. Bu tutum, eğer bir genelleme yapılacak olursa, felsefeyi “bilgi sevgisi”, “bilgelik sevgisi” olarak algılayan ve algılatmak isteyen felsefecilerde bariz bir biçimde gözlenmektedir.

Oysa, binlerce yıldır, felsefeyi nitelemek için, hatta tanımlamak için kullanılan bu sözlerle, bilinçli ya da bilinçsizce yapılan/yapılmak istenen, felsefenin ve felsefecinin/filozofun bir biçimde kendisinin de içerisinde yaşadığı, parçası olduğu zamanın ve mekanın şimdiki boyutundan dışlanarak, paranteze alınması, onun seyircisi kılınmasıdır. Ki bu hem felsefenin hem de felsefecinin/filozofun, bütünsel anlamıyla varlığın ve ona dair olan bilgi ve değerin dünüyle, dününde kalmış olanla iştigal eylemeye mahkum edilmek istenmesidir.

Ne var ki bu, felsefenin, felsefecinin/filozofun değil, bilgenin ve bilgeliğin işidir. Çünkü bilgi, varlığın dününe aittir ve dünden seslenen, dünü bugünde seslendiren/dillendiren ise bilgedir ve onun yegâne donanımıdır bu bilgi.

Bilge, varlığın şimdiki zamanı üzerine düşünüp söylemeye başladığı an, felsefi düşünmenin neliğine uygunluğu koşullarında filozoflaşır, ancak buna uygunsuzluğu koşullarında da sıradanlaşır. Çünkü hem ezberi bozulur hem de içerisinde yaşanan varlığın şimdisine ait düşünüşü ve söyleyişinin içerdiği her bilgi, içerdiği değer itibariyle eyleyiş sorumluluğu yükler sırtına. Ve insanlar bekler; görmek ister tutarlılığını ya da tutarsızlığını. Oysa varlığın dününe ya da dünlerine ait bilgi, eyleme sorumluluğu gerektirmez. Çünkü o zamansal ve mekansal anlamda nesnesini yitirmiş, nesnesizleşmiştir; nesnesi dünde kalmıştır ve onunla değiştirebileceğiniz bir nesnesi yoktur artık. Bundan dolayı bilgelik durağandır ve donmuş olana, statik olana aittir.

Değişimin, toplumsal hareketliliğin yoğun olarak yaşandığı dönemlerde ve toplumsal koşullarda, ortaya çıkan sorunlara insanın yanıt arayışıyla birlikte yeni düşünceler ve filozoflar çıkarken ön plana, bunun olmadığı ya da değişimin, toplumsal hareketliliğin durağan denilebilecek denli yavaş olduğu dönemlerde ve toplumsal koşullarda da bilgeler... Birincisinde değerli olan felsefedir, ikincisinde ise bilgelik...

Hiçbir insan etkinliği, hangi çağda yapılırsa yapılsın o etkinliğin öznesi olan insanın içerisinde yaşadığı koşullardan bağımsız değildir ve mutlaka yaşanan çağın damgasını, rengini taşır. Bir insan etkinliği olan felsefe ve bunu gerçekleştiren, zamanın ve mekanın belirli bir anında varolan birey olarak insanın, yani felsefecinin düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş tutarlılığını ve sorumluluğunu koşullandıran felsefi düşünmesi ve söylemi ( yazılı ya da sözlü) de, bu belirlemeden ari değildir. Hatta, asıl olarak bununla karakterize olur; olması gerekir.

Bu nedenledir ki, “felsefi düşünme, ‘şimdi’ ve ‘şu an’da varolan üzerine düşünmektir. Ki bir insanı filozof ya da felsefeci kılan da, bundan dolayı, onun kendisinden önceki ya da sonraki, yaşamadığı ve yaşayamayacağı zamanlara dair düşünceleri değildir. Aksine, içerisinde yaşadığı ve kendisini de kapsayan gerçeklikten hareketle onun üzerine düşünmesi, söylemesi ve eylemesidir. Felsefe tarihinde ya da düşünce tarihinde yer alan tüm filozoflar için geçerlidir bu (eyleyememiş olanları için bile). Bundan dolayı, filozofların düşünceleri, onların içerisinde yaşadığı koşullardan, sosyal, siyasal, sınıfsal tercihlerinden ve kişiliklerinden koparılarak değerlendirilmemelidir. Kısacası her filozof, ileri sürdüğü düşünceleri de dahil, her şeyiyle yetiştiği koşulların ve çağın ürünüdür, ne eksik ne de fazla... O halde hem felsefi düşünme hem de felsefeci için aslolan “şimdi” ve “şu an”da olan üzerine düşünmek, söylemek ve eylemektir”4.

Ancak, işte tam da üstteki satırların ardı sıra, felsefenin, felsefi düşünme ve düşüncenin neliği açısından “Türkiye’de Felsefenin Yeri”ni tartışmalı ve sorunlu kılan, “Felsefe nedir” sorusuna verilen yanıta da bağlı bir başka nokta burada karşımıza çıkar. Çünkü yukarıdaki belirleme açısından baktığımızda, toplumsal sorunlar karşısında da felsefi düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle varolabilen felsefecilerin/filozofların olması, dahası bunların felsefi düşüncelerinin de toplumsal yaşam içinde etkilerinin ve bir dizi karşılığının bulunması gerek. Ne var ki, (birkaç istisna dışında) ikisini de bulabilmek, mumla değil projektörlerle aransa da çok güç. Bunları dikkate aldığımızda, Türkiye’de felsefe ve felsefi düşünce, kendi dibini bile aydınlatamayan bir mum misali; bir başka tabirle de, eğer varsa, kimsenin ulaşamayacağı sırça köşklerin en izbe odalarında... Gün yüzü görmeden ve karışamadan hayata, arşivlerde ya da eğer eser haline getirilmişse, asar-ı atikâ müzesinde yerini almayı bekliyor olmalı...

Bu yeni bir sorun değil aslında. Dünden bugüne devam ediyor. Hilmi Ziya ÜLKEN, 1885 ve izleyen yıllarda yapılan felsefe çalışmalarından söz ederken, “Bunlar ne yazık ki, cemiyet hayatında yankı uyandırmamış ve yalnız meslek adamları arasında kalmıştır”5 der. ÜLKEN’in, “ne yazık ki, cemiyet hayatında yankı uyandırmamış” sözünde, felsefi düşünceden hem ne anlaşılması gerektiği hem de ondan beklenenin ne olması gerektiği gizlidir. İçerisinde bulunduğu zamanın ve mekanın koşullarından beslenemeyen, onu görmezden gelen, onun sorunları karşısında temelli ve bütünsel bir duruşu olmayan hiçbir düşünüşün, taşıdığı etiket ya da atfedilen nitelik “felsefe” de olsa, toplumsal yaşamda bir karşılığı, bir etkisi yoktur, olamaz da...

Günümüz Türkiye’sinde de, toplumsal yaşamda yankı uyandıracak, toplumsal sorunlar karşısında, felsefi düşünmenin neliğine uygun bir tarzda varolanı, akla dayalı bir biçimde ve bütünsel anlamda kavramaya, anlamlandırmaya çalışan, soran, sorgulayan, eleştirel bir duruş sergileyen, açılımlar sunan ve hele hele özgünlük niteliğine haiz herhangi bir felsefi düşünceden ya da çalışmadan söz edebilmek mümkün değildir. Bunun öncelikli olarak, birbiriyle ilintili ve karşılıklı etkileşimi barındıran iki nedeni olduğunu düşünüyorum :

Birincisi ve en sık rastlananı, felsefeci sıfatını taşıyan bir çok insanın ki bunların sayısı, azımsanmayacak denli fazladır; ister dinsel, ister etnik ya da sınıfsal olsun kendi siyasal ve ideolojik kimliklerinin “akılsallaştır”ılarak sunulmasında, felsefeyi ve taşıdıkları felsefeci sıfatını araç olarak kullanmalarıdır. Elbette ki, her insan gibi felsefecinin de, bir dünya görüşünün; siyasal, ideolojik, sınıfsal bir tercihinin ve kimliğinin olması olağandır.

Aksine, içerisinde yaşanan koşullarda böyle bir tercihin olabileceğini reddetmek, böylesi tercih ve kimlikleri olanları ve bunu açıkça söyleyenleri ayıplamak, küçümsemek ya da kınamak, hem akıldışı hem de gerçekdışıdır. Gerçekliğe gözlerini kapatmak ve felsefecinin de gerçek bir insan olduğunu unutmaktır.
Dolayısıyla sorun siyasal, ideolojik ve sınıfsal bir kimliğe ya da dünya görüşüne sahip olmakta değildir. Felsefeyi ve felsefeci kimliğini, bunun hizmetine koşma, yani bunun “akılsallaştır”ılmasında, meşrulaştırılmasında bir araç kılmadır. Ve sorun da buradadır. Çünkü, böylesi bir yaklaşım, kendi siyasal ve ideolojik tercih ve yönelimlerini, dünya görüşünü, felsefenin ve felsefi düşünüşün süzgecinden geçirmek yerine, felsefeyi bunların süzgecinden geçirmekle karakterize olmaktadır. Dolayısıyla yaşananlar karşısındaki yaklaşımına, anlamlandırışına egemen olan, açıklamalarına damgasını vuran da felsefi düşünme değil, siyasal ve ideolojik olandır, etnik, sınıfsal ya da dinsel anlamda. Ki bu yaklaşımın, yalnızca bütünsel anlamıyla gerçekliği değil, ötekine bakışı ve anlamlandırışında, ötekileştirdiğinin söylediklerini ve yaptıklarını değerlendirişinde de, kaçınılmaz bir biçimde egemendir bu tutum. Ve günümüzde felsefi düşünmenin ve düşüncenin hem neliğini hem de yerini sorunlu ve tartışmalı kılan, sorgulanmayı gerektiren önemli bir sorundur bu.

İkinci neden de, tam burada karşımıza çıkmaktadır. Felsefi etkinliğin ve felsefecinin doğrudan parçası olduğu ve içerisinde yer aldığı, ‘şimdi’ ve ‘şu an’da olan üzerine düşünüşün, söyleyişin ve eyleyişin felsefi düşünme ve düşünce olamayacağını utangaçça ima etmeye yeltenenlerin, “asıl felsefe”, hatta “saf felsefe” vurgusunu, “demoklesin kılıcı” misali, felsefecilerin ve yeni yetişenlerin başlarının üzerinde sallamalarıdır. Belki bu vurgularının nedeni, felsefeyi, felsefeci sıfatını, siyasal ve ideolojik kimliklerinin hizmetine koşan ve bunun için araçlaştıranlara karşı bir tepki olup, onları dizginlemek isteyişleridir. Kim bilir, belki de bu vurgunun nedeni, içerisinde yaşadıkları gerçeklik ve onun sorunları karşısında düşünce, söylem ve davranış düzeyinde bir tutum almayış ya da alamayışlarından kaynaklanan bir kaçış ve bu kaçışı meşrulaştırma kaygısıdır. Birinci neden daha masumânedir, ikincisi ise “etliye sütlüye” bulaşmamaya, vaziyeti idare edip gitmeye dönük memur zihniyetinin dışavurumudur.

Hangi nedenle olursa olsun, yapılması gerekenin “asıl felsefe”, “saf felsefe” olduğu vurgusuyla öne çıkarılan, ontoloji, yani varlık felsefesidir. Felsefeye bulaşan, hemen hemen herkes, varlık’ın felsefenin, üç temel konusundan biri olduğunu bilir ki diğerleri de bilgi ve değerdir. Varlık anlayışı, bilgi ve değeri koşullandırır. Dolayısıyla her felsefi sistemin ve her felsefi düşünme ve düşüncenin temelinde bir varlık anlayışı yer alır. Bu anlayış, varlığın, ister “var”, ister “yok”, isterse “bilinemez” olduğuna dayansın, her koşulda açık ya da gizil bir biçimde, ileri sürülen düşüncede içkindir.

Tümel olarak varlık bir yana, felsefenin, insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve insanın anlamlandırdığı, neredeyse herşeyi kendisine konu edinebilen bir düşünce, söylem ve eyleyiş etkinliği oluşu, kaçınılmaz bir biçimde felsefeciyi, varlığa ilişkin bir belirlemeye, varlık anlayışını ifadeye, en genel haliyle de varlık üzerine felsefe yapmaya mahkum eder. Hiçbir felsefeci için bundan kaçış yoktur.

Hal böyleyken, “saf felsefe” vurgusu yapanların bunu bilmediklerini varsaymak mümkün müdür? Eğer mümkünse, yani yanıtımız “evet”se, onlar gerçekten “saf”tırlar ve bir an önce bu “saflık”larından kurtulmalıdırlar. Çünkü, “saf felsefe” gerçek insanın gerçek bir etkinliği değil, doğmamış olanın ve asla doğmayacak olanın, tasavvur bile edilmesi mümkün olmayan etkinliğinin ürünü olabilir ancak. Eğer yanıtımız “hayır”sa, ki ben bu kanaatteyim; “saf felsefe” vurgusu yapanlar, bilinçli bir biçimde ve hinlikle, felsefeyi ve felsefeciyi içerisinde yaşadığı gerçekliğin ve orada olup bitenlerin seyircisi kılmaya çalışmaktadırlar. Ve ne yazık ki, geçmişten buyana özellikle akademi çatısı altında, iktidarın gücünü de kullanarak yeni yetişmekte olan felsefeciler üzerinde etkili olmaktadırlar.

Boşuna denmemiş ya “ağaç yaşken eğilir” diye... Onlar da biliyor elbet bunu... Ve sonrasında, eğilmiş ve memurluktan bile gocunamayan felsefeciler, başarılarının tescili olarak boy veriyor ortalıkta onların...

Ya içerisinde yaşanılan toplumsal yaşamdan, onun sorunlarından etkilenen, onları eleştirel bir biçimde ele alan, konu edinen, sorgulayan, yanıtlar üreten felsefi düşünme ve düşünce, dahası bunların ürünleri? Anlaşılan o ki, şimdilik bunlar bir başka bahara... Ve bu bahar felsefenin ve felsefecinin hayata karışabildiği ve ondan etkilenip, düşünmesini düşünce kıldığı ürünleriyle, onu etkileyebildiği, değiştirip dönüştürülmesine katılabildiği gün gelecek...

*********************
1 Sevgili Neslihan Bayram’ın, “Türkiye’de Felsefenin Yeri” konusunu da içeren ve bu yazının ortaya çıkmasına vesile olan mailini okuduğumda, ilk düşündüğüm, “keşke, Osmanlı dönemini de içeren, o dönemde yapılan çeviri, şerh ya da eğer varsa özgün çalışmaları ve eserleri kapsamlı bir biçimde aktaran derli toplu bir felsefe tarihi olsa elimizde” oldu. Ne yazık ki, bugün, bu kapsam ve derinlikte bir çalışma yok başvuru kaynağı olarak kullanabileceğimiz. Bilim tarihi alanında, A. Adnan ADIVAR’ın “Osmanlı Türklerinde İlim” adlı eserinden sonra da, Felsefe Bölümlerinin Bilim Tarihi kürsülerinden yetişen birçok bilim tarihçisi bu konuda araştırma ve günümüz Türkçe’sine çeviri çalışmaları yapmasına rağmen, genel anlamda felsefeye ilişkin araştırma boyutu önemli bir eksiklik olarak durmakta... Bazen sormadan geçemiyor insan, acaba bu araştırmacılar, felsefeyle ilgili çalışmalara rastlamıyorlar mı Osmanlı arşivlerinde? Yoksa rastladıkları çalışmaları kayda değer mi bulmuyorlar ya da ilgi alanlarının dışında mı görüyorlar? Elbette ki, İbrahim Agâh ÇUBUKÇU’nun “Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri” ile Osmanlı’nın son dönemini de içeren, Hilmi Ziya ÜLKEN’in “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” adlı çalışmasını, sözünü ettiğimiz kapsamda olmasa da, anmadan geçmemek gerek bu noktada. Bu yazıyı tamamlamak üzereydim ki, yeni bir kitap yayınlandı, Kitabevi tarafından. Adı “Açıklamalı Felsefe Eserleri Bibliyografyası”, Ömer Mahir Alper tarafından hazırlanan kitap, Arap harfleriyle yazılmış Türkçe basma eserleri konu ediniyor. Umarım sözünü ettiğim alanda eksikliği giderecek çalışmalardan biri olur bu kitap. Şu anda alıp okuma olanağım olmadığı için, daha fazla bir bilgi aktaramıyorum hakkında.
2 Bu dönemdeki ilgi, 12 Eylül döneminin koşullarında ve genellikle felsefe bölümlerinin bulunduğu fakültelerde belirgindir. Dönemin özelliği gereği, bu durum, üniversiteli öğrenci gençliğin bir arayışının dışavurumu, belki de sorularının yanıtlarını bulma umudu olarak ve o günkü koşullardan dolayı felsefeye, akademinin kendi sınırlarından hareketle fiili ve potansiyel etki alanı içerisindeki yatay ve geçici bir ilgi artışı ve yoğunlaşması anlamında değerlendirilmelidir, diye düşünüyorum. Çünkü bu dönemdeki ilgi, hem kalıcı olmamış hem de belirli felsefe hocalarının dersleriyle sınırlı kalmıştır.
3 “Akılsallaştırma” kavramını kullanan Edgar Morin, bu kavramı akılsallıktan ayırırken şunları söylüyor : Akılsallık hata ve yanılsamaya karşı en iyi koruyucudur. (...) Ama akılsallık, akılsallaştırma olarak bozulduğunda, kendi içinde bir hata ve yanılsama olasılığı taşır. Akılsallaştırma akılsal olduğuna inanır, çünkü tümevarım ya da tümdengelime dayalı mükemmel bir mantık sistemi oluşturur, ancak sakatlanmış ya da yalan temellere dayanır ve kendini, kanıtlara dayalı tartışmaya ve görgül doğrulamaya kapatır. Akılsallaştırma kapalı, akılsallık ise açıktır. Akılsallaştırma, akılsallıkla aynı kaynaklardan beslenir, ama en güçlü hata ve yanılsama kaynaklarından birini oluşturur. ( Edgar Morin, Geleceğin Eğitimi İçin Gerekli Yedi Bilgi, sy. 4-5, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003)
4 Atalay Girgin, Felsefenin Neliği ve Felsefeci, Sanat ve Edebiyat’ta YARATIM, Sayı 9, sy.54, 2005.
5 Hilmi Ziya ÜLKEN, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, sy. 227, Ülken Yayınları, 1998)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder