18 Mayıs 2008

Arzu... Aşk nedir? Arzu nedir? "Şizofrenik aşk"ların kılıfı...

Arzu... Aşk... Şizofrenik aşkların ‘kılıfı’…?

Atalay GİRGİN

Arzu ve aşk… Önce arzu vardır. Sonra aşk

Aşık olunan her insan, aynı zamanda arzulanandır. Ama arzulanan her insan, aynı zamanda aşık olunan değildir. Arzulanmayan hiçbir insana aşık olunmaz. Arzulanan her insana da aşık…





Ancak arzu ile aşk arasında nesnesine yönelişleri ve ilişki kurma biçimleri açısından temel farklılıklar vardır.

Arzu, öncelikle yönelenin yöneldiği nesneyle, esas olarak iki tür ilişki kurma biçiminde kendini gösterir.

Bunlardan birincisi, ona sahip olma, onu kendinin kılma isteğidir. Bu isteğin şiddeti, arzulayanın arzuladığını, bir nesne olarak elde edip onu tüketmesine de, elde edemeyip kendini tüketmesine de, dahası hem kendini hem de nesnesi yok etmesine de yol açabilir.

İkincisi ise, nesnesini yüceltme, onu ulaşılmaz bir varlık olarak algılama ve anlamlandırma noktasında, yönelenin, kendini yöneldiğine nesne kılma ve ona hasretme biçiminde gerçekleşir.

Diğer yandan ise, arzu aşka da kapı aralayabilir. Bunun birincil koşulu, arzulayanın arzuladığınca arzulanmasıdır. İşte arzunun aşka dönüşmesini olanaklı kılabilecek olan ilişki burada belirir. Ancak bu yalnızca olanaklı bir ilişkidir. Aşk değil… Yaşanılırlık süresi ne olursa olsun aşk değildir daha…

Aşk; yönelenin yöneldiği nesneyi aynı zamanda bir özne olarak algılamasına dayanır ve birbirlerini birer özne/nesne olarak görüp algılayanların ilişkisinde ete kemiğe bürünüp arz-ı endam eyler. Düşünsel, duygusal ve bedensel boyutuyla bütünsel olarak yaşanır.

Bu ilişki, birbirlerini birer özne/nesne olarak gören, algılayan ve anlamlandıran iki insanın, bütünsel anlamda kendini diğerinde, diğerini ise kendinde var etme yönelişinde hayat bulur. Ki bu haliyle, belki de, eşitliğin yaşandığı yegâne gerçek ilişkidir.

Yönelenin yöneldiğini, salt nesne değil, aynı zamanda bir özne kabulüne dayanan bu ilişki, iki özne/nesnenin birbirlerini üretmelerini koşullandırır. Çünkü o, düşünselliği, duygusallığı ve bedenselliğiyle, teklifsiz, çıkarsız, ödünsüz ve çırılçıplak yaşanan gerçek bir ilişkidir.

Düşünselliğin ve karşısındakini özne olarak görüp algılıyor olmanın, yaşanan ilişkinin her anında var olması, bu ilişkinin şizofrenikleşmesine, platonikleşmesine set çeken temel koşuldur. Bundan dolayı hiçbir aşk ne platoniktir ne de şizofrenik… Keza ilahi de değildir.

Sözcüğün gerçek anlamında platonik olarak nitelenen ve adına “aşk” denilen hiçbir yöneliş aşk değildir. Ama platonik olarak “aşk” denilen her yöneliş ve yaşayış şizofreniktir. Keza “İlahi aşk” denilenler de dahildir buna… Çünkü her şizofrenik arzu yönelişi “ilahi aşk” olarak nitelenmese de, adına “ilahi aşk” denilen her yöneliş şizofreniktir.

Zaten arzulayanın arzuladığı karşısında yaşadığı, gerçekliğe uygun olmayan, bir bilinç yarılmasının ifadesi olan; ama makul, mantıklı ve anlamlı kılınarak meşru gösterilmek istenen her şizofrenik yönelişin yegâne kılıfıdır, “ilahi aşk” nitelemesi; “İlahi aşk” söylemi…

Oysa “ilahi aşk” söyleminin kendisi, eşyanın tabiatına aykırıdır. Kendi inkarını kendinde taşıyan, kendini nakzeden bir söylemdir.

“İlahi aşk” söyleminin paradoksu…
“İlahi aşk” söylemi, öncelikle bir düşsel, düşünsel, “İlah”ı varsayar; daha doğrusu, “El-İlah”ı…

“El-İlah”ın varsayıldığı yerde, birileri ne denli düşünmemek için zorlasa da kendini, “El-İlahe” arz-ı endam eylemeye hazırdır zaten… Tarihsel olarak da hep yan yana olmuşlardır bunlar… Birincisi erildir, ikincisi dişil…

Ancak birilerinin inançsal kabul sınırlarını zorlamamak için, şimdilik, paranteze alıp düşselliğe düşünselliğe, yani zaten ait olduğu yere hapsediverelim “El-İlahe”yi… (Sakın kadının ikincil plana düşüşünün bir sonucu olmasın, “El-İlahe”nin yok sayılmaya başlaması ya da aksine, “El-İlahe”nin yok varlığa dönüştürülmesine dayanıyor olmasın kadının yüzyıllardır süren ikincilliği.) Zaten, ne arayanı var ne de soranı garibimin; yüzyıllardır sürgününde tekbaşına…? Ve dönelim “El-İlah”a…

Yazının daha ilk cümlesinde, “El-İlah”ın düşsel, düşünsel bir varlık olduğunu belirtmiş olsam da, “İlahi aşk” söyleminin, inancının peşinden gidenlere soracak olursak, bu varlık, yani “El-İlah”, düşünsel değil, gerçek varlıktır. Hiç değişmez, hep kendi kendiyle aynı kalır. Zamansız ve mekansızdır. Sonsuz ve sınırsızdır. Aslında tasavvur ettikleri bu haliyle bir yok varlıktır ya neyse… Platon’un aklına bereket… Nerdeyse, neleri varsa, Platon’a borçludurlar bu konuda. “Ödünç aldık” bile demeden kendilerinin kılıvermişlerdir onun varlık anlayışını... Teşekkür de etmemişlerdir üstelik…

Yeni Platoncu olarak kabul edilen Plotinos’un südur anlayışından da yararlanarak, Farabi, zorunlu varlık ve mümkün varlık anlayışıyla “El-İlah”ı akli anlamda temellendirmeye çalışmıştır. Ancak buna rağmen Farabi’yi, Antik Yunan felsefesinin etkisinde kabul ederek bir kenara itiverme yaklaşımı da yaygındır bu kesimlerde. Ama laf başı geldiğinde de, “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dedirtircesine, Farabi ve diğer felsefecilerle övünmekten geri durmazlar.

Neyse… “İlahi aşk” söylemiyle, nesnesi karşısında duyulan şiddetli arzudan kaynaklanan ve hallüsinasyonlaşan bilinç hallerinden bazılarını meşrulaştırma gayretkeşliği içerisine girenler, “El-İlah”ı gerçek varlık, asıl varlık olarak kabul ederler. Kökeni Platon’a kadar geriye uzanan bu anlayışa göre, değişen, zamanda ve mekanda varolan, başlangıcı ve sonu olan hiçbir varlık gerçek değildir.

İşte tam da bu noktada, sonlu ve sınırlı bir varlık olan insanın, sonsuz ve sınırsız, aynı zamanda her şeye kadir bir varlık olan “El-İlah”a düşünsel, duygusal ve bedensel olarak yönelişi ve kendini hasredişini “İlahi aşk” olarak niteliyorlar. Oysa daha baştan bir tenakuzla adım atıyorlar : Adlandırmak, ad vermek.

Ad, ister düşünsel olsun isterse gerçek, her daim nesne kılınana, nesneleştirilene verilir. Nesne kılınan, nesneleştirilen ise daima sınırlandırılmış olandır. Dahası, her nesne sıfatlarıyla vardır. Bu arzu yönelişinin karakteristiğine uygundur. Çünkü arzulanan, ne denli yüce ya da kutsal sıfatlar atfedilmiş olursa olsun, nesneleştirilmiş, sınırlandırılmış olandır.

Ama sonsuz ve sınırsız bir “El-İlah” tasavvuruna uygun değildir. Çünkü kendisine sıfatlar ve eylemler atfedilen her “El-İlah”, daha adlandırma aşamasından başlayarak, salt varolanlıktan çıkarılmış ve artık bir nesneye dönüştürülmüştür. Kim tarafından? Yanıtı belli sorunun : İNSAN.

Bu büyük harfle yazılan İNSAN, sonra bakmış ve düşünmüş ki, sıfatlar işleri karıştırmaktan, özellikle de küçük harfle yazılan insanın kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor, hatta bazıları muzipleşip olmadık şeylere yelteniveriyor. O zaman demiş ki, “sıfatları tadil eylenmiştir” artık “El-İlah”ın.


O andan beridir ki, “El-İlah”, düşünür ama beyinsizdir; duyar ama kulaksızdır; görür ama gözsüzdür; koku alır ama burunsuzdur; konuşur ama dilsizdir; yapar, yaratır, yakar, yıkar ama elsiz ve ayaksızdır; saçsız ve tüysüzdür, çünkü bedensiz ve kafasızdır; dahası ne erkek ne kadındır, düpedüz cinsiyetsizdir. O bu haliyle, bir yok-varlıktır.

İşte “İlahi aşk” yaşadığı söylenen insanlar, büyük harfle yazılan İNSAN’ın düşünsel, düşsel anlamda bile yok kılmaya çalışarak, yalnızca bir ada dönüştürdüğü “El-İlah”ı arzular. Onu kendinin kılamayacaklarına göre, kendilerini onun kılmaya yeltenirler. Birazcık kendini toparlayabilenleri bunların, “o her yerde ve her şeydedir” derler. “Her yer ve her şey” deyince işler karışıverir…

Ehh… Galileo ve G. Bruno’dan beri evren de sonsuz ve sınırsız kabul edildiğine ve salt madde olduğuna göre, “El-İlah”ın da gidebileceği başka bir yer kalmamıştır zaten. Bundan dolayı, “İlahi aşk”lara da rastlanmıyor artık günümüzde… Psikologlar, psikiyatristler ne güne duruyor ki… Çünkü ayan beyan adı belli bunun : Şizofreni…

Tıklayın : AŞK... AŞK NEDİR?

14 Mayıs 2008

"Marx neden ateist değildi?"

“Marx neden ateist değildi?”
Atalay GİRGİN

Doğru bilinen yanlışlar vardır. Tıpkı, yanlış bilinen doğrular olduğu gibi… Ya da doğru olup olmadığına ilişkin en küçük bir araştırma kaygısı bile taşımadan, aktarıldığı gibi kabul ediliveren bilgiler… Marx’la ateizmin, herhangi bir kuşku duymaksızın ilişkilendirilmesine dayananlar da bu türdendir.

Memleketim insanının, “Din bir araçtır” diyen başbakanın dindarlığını sorgulamak aklına bile gelmez. Ama bu “araç”ın neliğini ve işlevini ortaya koyan, dahası toplumun geniş kesimleri tarafından yalnızca “Din halkın afyonudur” sözüyle tanınan Marx’ın ne olduğunu sorgulamak, onun kendini ne olarak niteleyip nitelemediğini araştırmak da…

Çünkü Türkiye’de, Marx’tan haberdar olup da, onun ateist olmadığını düşünen hemen hemen hiç kimse yoktur. Bu düşüncenin ne kadar doğru olup olmadığı, ne denli geçerlilik değeri taşıyıp taşımadığı ayrı bir tartışma konusudur elbette.

Ancak, Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi, bu ay yayımlanan mayıs-haziran sayısında, “Marx neden ateist değildi?” başlığını taşıyan bir makale yayımladı. Rastlantı bu ya, bir çok dergide de, ünlü “Komünist Manifesto”nun yayınlanışının 160. yılına ilişkin yazıların ardı ardına yayımlandığı sırada…

Andy Blunden’in, imzasını taşıyan ve Doğan Barış Kılınç’ın Türkçe’ye çevirdiği makalenin temel önermesi, başlıktan da anlaşılabileceği gibi, “Marx ateist değildir.” Blunden, yalnızca önermeyi ileri sürmekle yetinmiyor : Daha başlığa içsel kıldığı “Neden” sorusuyla, önermesini temellendirmeye, gerekçelerini, dayanaklarını ortaya koymaya hazır olduğunun işaretini veriyor.

Andy Blunden ve yazıyı kapaktan veren Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi, bugüne dek Türkiye’de Marx üzerine yerli yersiz kelam edenlerin, sanki ezberini bozmak istiyorlar. “Din, ezilen insanın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur” diyen Marx için, Blunden, lafı dolandırmadan, “ateist değildir” hükmünü veriyor.

Bu yazının, birilerinin ezberini bozmaya ya da bu konuda bir tartışma başlatmaya ne denli katkı sağlayıp sağlamayacağını bugünden söylemek mümkün değil. Çünkü insanlar, genellikle kanaatlerini ve düşüncelerini kolay kolay sorgulamaya, dahası değiştirmeye yanaşmazlar. Ne de olsa, başkalarının ezberini bozmaya hazır olanlar, sıra kendi ezberlerine geldiğinde “sırra kadem basar”lar, her yerde olduğu gibi, Türkiye’de de…

Hele hele, anlamaktan çok kalıp bilgi ve formülleri, klişe sözleri ve önermeleri ezberlemekten kaynaklanan kanaatler ve düşüncelerse bunlar, sorgulanmasını, eleştirilip, değişmeye açık kılınmasını beklemek daha da zordur. Ama imkansız değildir.

Eğer imkansızlık söz konusu olsaydı zaten, tüm ilahi dinlerin, bıkıp usanmadan yineledikleri, “Dünya evrenin merkezinde ve hareketsizdir. Evren sonlu ve sınırlıdır. Allah / Tanrı, evreni yarattıktan sonra arşa istiva (Türkçesi : yerleşmek) etmiştir.” önermeleri değişmezdi. Ama değişti. Bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu bilgi, doğmalarını tepetaklak ettirdi onlara. Sırasıyla Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet ve bunların bağımlıları, yüzlerce yıl insanların zihnine nakşettikleri, onların bilincine ve düşünme biçimine içsel kıldıkları önermeleri değiştirdiler çaresizce…Tıpkı bu dinler ve bağımlıları gibi, tek tek insanlar da düşünce ve kanaatlerini, inançlarını değiştirebilirler.

Dolayısıyla, insanlar, Marx’a ilişkin de düşüncelerini ve kanaatlerini yeniden değerlendirebilir bu yazı bağlamında. Ki Blunden, Marx’ın, “ateist damgasını 23 yaşında reddettiğini” belirtiyor. Ardı sıra şöyle diyor yazıda : Kendisini bir daha da ateist olarak tanımlamadığı açık bir olgudur.

Andy Blunden’e göre, Marx ateist değildir. Ya size göre…?

09 Mayıs 2008

Savaş ve Barış

SAVAŞ SÜREKLİYKEN,
BİR YANILSAMADIR BARIŞ

Atalay GİRGİN

Savaş ve barış... Hangisi gerçektir, hangisi düş?

Gerçek, bilincimizden bağımsız ve onun dışında var olandır. Düş olanın, düşlenenin ise, istenen ya da korkulan anlamında, varlığı da yokluğu da düşünmemize bağlıdır. Ama gerçek olan, düşünülmediği, görmezlikten gelindiği için yok olmaz; o, değişip dönüşse de hep var olur. Ta ki, yenilip, varlık koşullarıyla birlikte yok edilinceye dek. Tıpkı barış gibi...

Barış; eşitlik, özgürlük ve adaletle varolabilir. Savaş ise, eşitsizlik, adaletsizlik ve tahakkümle... Gerçek olan ikincisidir; düşse, ilki... Barışın, insan için, zamansal ve mekansal gerçekliğini yitirip, düşselleştiği an, savaşın da gerçeklik kazandığı andır. O an ki, bir insanın bir başkasını, herhangi bir nedenle ve herhangi bir biçimde, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel ya da cinsel tahakkümüne aldığı andır. O andan beridir ki, “hükmü tarih” kılınmıştır barışın; savaşınsa, “hükmü meri”...

Savaşın varlık koşullarıyla birlikte hükmünü sürdürdüğü dünyada, barış, düşten gerçeğe dönüşmez. Çünkü, savaş ve barış aynı anda var olamaz.

Savaş, varlık koşulları ortadan kaldırılmadıkça, süreklidir. İster sınıfsal, toplumsal, isterse devletler arası olsun, savaşın sürekliliğinde, barış da bir yanılsamadır. Çünkü bu ‘barış’, savaşın, olağan yol ve yöntemlerle sürdürülebilen görünümlerinden birine verilen, addır sadece.

Bir şeyin adını telaffuz etmekle, ona sahip olmayı aynı şey sanan insan, kendi yanılsaması yetmezcesine, bir de etki gücüne, konumuna bağlı olarak, bilinçli ya da bilinçsizce, başka insanların da yanılsamalarının nedeni ve kaynağı haline gelir. Ki bunun, bir düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş biçimi olarak, genelin bilinç haline dönüştürüldüğü koşullarda, her şey daha kolaylaşır. Örneğin: Savaş gerçekliği, barış olarak algılatılabilir; savaşın temsilcileri ya da tarafları, barışın temsilcileri olarak kavratılıp, kahramanlaştırılabilir.

Unutulmamalıdır ki, bir adın varlığı, onun telaffuz edilişi, her zaman, o şeyin gerçekliğine delalet etmez.

Savaş da Barış da Efendilerindir

Onbinlerce yıldır olduğu gibi, günümüzde de savaş ve barış efendilerindir, egemenlerindir. Toplumun ezilen, sömürülen ve her türden tahakküm ilişkisini yaşayan kesimleri için, efendilerin barışı, efendilerin savaşının bir seçeneği değildir. Çünkü bu, eşitsizliğin, adaletsizliğin ve her düzeyde tahakküm ilişkilerinin, “ideolojik esir”liğe dayalı “gönüllü kulluk” temelinde, yeniden üretilmesinin ifadesidir. Kimileri, “sosyal barış” der bunun adına. Çünkü, egemenler ve onların her soydan ve boydan temsilcisi ve hizmetçisi gibi, bunlar da, savaşın, başladığı ve süreklileştiği anın ve alanın; gerçek nedeninin, kaynağının, anlam ve içeriğinin kavranması ve bilince çıkmasını engellemek isterler. Ve yine isterler ki, insanlar savaşı, sadece bombalar, kurşunlar, şarapnel parçalarıyla ölüm, kan ve barut kokusu olarak bilsinler; bunların yokluk halini ise, barış...

Efendilerin, egemenlerin savaşında ve barışında, “yarım besmeleli bir av”dır insan. Çünkü, savaşın da barışın da bedeli ona ödetilir her zaman... Ne var ki, meşru görerek ödediği her bedel, insandışılaştırır onu...

İşte o zaman, herkes kendi “biz”inden öldürülenlere “şehit” der, ötekilerin “biz”inden olanlara ise öldürülmesi müstahak olanlar. Her türlü aşağılayıcı sıfat “ötekiler”e yakıştırılır. Yüceltici sıfatlar ise “biz”e. “Öteki”nin ve “biz”in yanılsamalı bir bilinç hali kılınmasıyla, kendi üstü çizdirilir insana. Ölmek ve öldürmek meşrudur artık. Çünkü öldürdükçe “kahraman”, öldükçe “şehit” olunacaktır. Ya insan?...

“Kahraman” ya da “şehit” olmak varken, bu da soru mu şimdi? Zaten çizilmemiş miydi üstü onun?
Evet! Barışın yitip, savaşın başladığı ilk günden beri üstü çizilidir insanın; o andan beridir ki, savaşsız geçen bir tek saniye bile yoktur dünyada.

Ama ne var ki, buna savaş demiyor artık insan...
Ya sen?...

Tıklayın : Aslolan Kutsallıksa Ölmek ve Öldürmek Teferruattır

06 Mayıs 2008

Anadil yasağı ve bir "Türk Felsefe"ci

Anadil yasağı ve bir “Türk felsefeci”
Atalay GİRGİN

Anadili, her insan yavrusuna varolanlar evreninin kapısını açan bir anahtardır. Her çocuk bu anahtarı kullandıkça tanır ve anlamlandırır kendinden başlayarak evreni…

Anadili konuşma yasağı ise “ötekileştirileni” tahakküm altına alma ve tabî kılma isteğinin dışsallaştırılmasıdır. Egemen ya da kurucu bir etnik unsur temelinde, siyasal ve ideolojik olarak “ulus” inşa etmeye yönelik her uygulamanın vazgeçilmezidir bu.

İnşa edilen her şey gibi, “ulus” da dışsal ya da içsel etkenler ve gelişmelerle tasfiye edilebilir. Ortadan kalkabilir. Değişip dönüşebilir. Ancak hiçbir egemen güç, ulus-devlet döneminin öğrenilmişlikten alışkanlığa dönüşüp içselleşen refleksiyle, bu değişime ve tasfiyeye izin vermek istemez. Kendi varlık koşullarının yok olmasına seyirci kalmaz. Doğruluğuna ve yanlışlığına bakmaksızın, varlık koşullarını savunma tedbirlerini almaya yönelir.

Oysa bu, aynı zamanda, tehdit olarak görülüp “ötekileştirilene” ve onun varoluşuna karşı yöneltilen bir saldırıdır da. Her toplumun çokkültürlü oluşu gerçekliğinin hakikâtini paranteze alıp onu tektipleştirme girişimidir.

Ulus-devletlerin ortaya çıkışından bugüne uygulanmasına rağmen, egemenleri nihai başarıya ulaştırmayan tektipleştirme politikaları, son zamanlarda, Avrupa’nın bazı ülkelerinde yeniden sahneye konulmaktadır. Avrupa’da, özellikle toplumun nüfus yapısında ve bileşiminde görmezden gelinemeyecek düzeyde değişimin yaşandığı ülkelerden ikisi bu politik girişimin başını çekmektedir. Bunlardan birisi Almanya’dır. Diğeri ise Hollanda... Her iki ülkede de toplum çokkültürlü ve çokdillidir. Gerçekliğin bu hakikâtine rağmen, hem Almanya’da hem de Hollanda’da, okullarda anadilinde konuşma yasağı getirilmiştir çocuklara. Artık bu ülkelerde, farklı etnik kökene sahip çocuklar, kendi anadillerini konuşamayacaklardır okullarda. Yani Türkçe yasaktır; Kürtçe yasaktır... Elbette diğerleri de...

Ancak ne Türkçe’nin ne de Kürtçe’nin okullarda yasaklanmasına karşı kayda değer bir tepkinin esamesi yok görünürde. Hangi etnik kökenden olursa olsun “milliyetçilik”te üzerine toz kondurtmayanlardan, “insan hakları” hassasiyetine sarılanlara dek ne bir ses var ne bir nefes... Aksine, sükutu ikrar ile tam bir riya hali hükmünü sürdüren... Tıpkı anadilinde konuşma yasağı kararı alan Almanya ve Hollanda egemenlerinin tutumu gibi...
Oysa bu yasaktan yirmi üç yıl öncesi de vardı. Kürt çocukların anadillerinde konuşmaları yasaktı hala. Aziz Nesin, “Bulgaristan’da Türk, Türkiye’de Kürt Yoktur” diye yazmamıştı daha. Önce Almanya’da, ardından Hollanda’daki okullarda, çocuklara anadillerinde konuşma yasağı da getirilmemişti daha. Açıkça telaffuz edilen bir yasak yoktu Avrupa’da anadile ilişkin.

Yirmi üç yıl önce Almanya’da, tarih 1983’ü gösterirken, Würzburg Üniversitesi’nin konferans salonunda bir “Türk Felsefeci” konuşuyordu kürsüden. “Dil, Kültür ve Eğitim : Çağdaş Batı Avrupa’daki Çokkültürlülük Üzerinde Bir Derinleşme”1 başlıklı tebliğini sunuyordu O. Tartışmalı bir konferanstı bu, Avrupa’nın diğer ülkelerinden de katılımcıların yer aldığı...

O, kendine özgü düşünüş ve söyleyiş biçimiyle, “İnsanın anadilini öğrenmesi, kültür edinmesinden başka bir şey değildir” diyerek sesleniyordu, konferans salonundaki katılımcılara. Benimsediği fenomenolojik ve betimsel yöntemiyle aktardığı gözlemlerinin üzerine bina ediyordu, gerçekliğin şu hakikâtini : Tekdilli tekkültür yok Avrupa’da. “Tek kültür, tek dil” çığlığı çağdaş Avrupa’nın geleneğine aykırı düşer.

Ne var ki hakikât, o gün de bu gün de, kendi ülkesinde bile, egemenlerin çıkarlarına denk düştüğü oranda değerliydi. “Tek kültür, tek dil” çığlıklarının da duyulduğu Avrupa bundan arî olabilir miydi ki... Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Avrupa’da da bazen iktidarlar, bazen farklı iktidar odakları, gerçekliğin hakikâtini de kimi hakları da, kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece savunurlardı. Ve bu, tüm devletlerin, dahası açık ya da gizli, hükmü meri olan tüm resmi ideolojilerin, karakteristik özelliğiydi. Keza iktidar mücadelesi yürütenlerinin de...

Bir felsefeci için ise, gerçekliğin hakikâti değerine haiz algılanan ve telaffuz edilen her bilgi değer üretir. Etik ya da estetik boyutuyla davranışa dönüşmesi gereken.

İşte O da, önerileriyle buna uygun bir davranış sergiliyordu o gün. Günümüzde eğitimin çokkültürlü, çokdilli olması gerektiğini belirtip, “Çokkültürlü eğitimbilim o saygıdeğer tekkültürlü eğitimbilimin yerini almalıdır” diyordu. O’na göre, “anadil sorunu yeni eğitimbilimde ilk yeri işgal” etmesi gereken bir öneme sahipti. Çünkü “Hiçbir kültür gücü, önemce, insanın anadilini öğrenmesiyle, anadilde gelişip serpilmesiyle, anadille gelişmesiyle aynı düzeye konamaz”dı.

O’nun günümüzde anadilsiz eğitimi düşünmediği koşullarda, şimdi okullarda anadillerinde konuşmaları bile yasak çocukların. O, kendi ülkesinde Kürt çocuklara uygulanan anadil yasağına tanıklık etmişti. Ama bugünkü anadil yasağını göremedi. Çünkü O bir yıl önce, Şubat’ın son günlerinde ayrıldı aramızdan. O’nun adı Nermi Uygur’du.

Çokkültürlülüğün gereklerinin, anadil başta olmak üzere eğitimde uygulanması gerektiğini savunan ve çokkültürcü bir tutum sergileyen Nermi Uygur’u anmak yetmez. Keza anadili yasaklarını kınamak da yetmez. Her bir insan, düşünmeli ve düşündürtmeli çocuklara : Anadillerinden ne ister egemenler çocukların? Neden yasaklarlar anadillerinde konuşmalarını ve eğitim yapmalarını? Düşünün ve unutmayın Nermi Amcanızı çocuklar!... Şubat 20062
1 Nermi Uygur, Kültür Kuramı içinde, Yapı Kredi Yayınları 1996.
2 Bu makale, Mermi Uygur’un birinci ölüm yıl dönümü için yazılmıştır.

02 Mayıs 2008

Aşk... Aşk Nedir? Ya da Aşkın Neliği..

AŞK... ?

Atalay GİRGİN

Aşk...
Üç harften oluşan, kısacık bir sözcük dilimizde... Bu denli kısa olup da, söylendiğinde, okunduğunda ya da duyulduğunda insanın dikkatini çeken, içinde bir şeyleri kıpırdatan... 

Bu denli kısa olup da, uğrunda ölünen, öldürülen, kişiyi yemeden içmeden kesen ya da deli olunan bir durumu anlatan kaç sözcük vardır ki... Eğer aşk, salt bir sözcük olsaydı; yaşanan bir gerçekliğe delalet etmeseydi, bu kadar bizi ilgilendiren ve etkili bir kavram olabilir miydi ki...


 Aşk her toplumda vardır ama yaşanış renkleri farklıdır. Bunların renklerini birbirinden ayıran ise, bireylerin içerisinde yaşadığı toplumsal, kültürel koşullar, bireylerin yetişme tarzları ve çocukluk yaşantıları, kişilik özellikleri, değerleri ve tercihleridir.

Tarihsel ve güncel anlamda, aşkın yüzlerce, binlerce tanımı yapılmıştır ve gelecekte de yenileri eklenecektir bunlara. Keza yine aşkı konu alan binlerle ifade edilecek şiirler, öyküler, romanlar yazılmış; oyunlar sahnelenmiş, türküler yakılmış, şarkılar söylenmiştir. Ressamlar, ellerinde fırçaları ve paletlerindeki renklerle, tuvale aksettirmeye yeltenmişlerdir onu.

01 Mayıs 2008

ÖZGÜRLÜK

ÖZGÜRLÜK
Atalay GİRGİN
I
Özgürlük var mıdır? Eğer varsa, özgürlük nedir? Eğer yoksa, özgürlük talebinin anlamı nedir?
Özgürlük, insanın bilincinden bağımsız olarak varolan herhangi bir gerçek varlığa ya da onun gerçekliğine delalet eden bir kavram değildir. Yani insanın düşüncesinin, bilincinin dışında ne bir varlığa ne de bir gerçekliğe dayanır. Düşünsel bir kavram olarak, yalnızca düşünsel, düşsel bir varoluşa sahiptir.
Özgürlük, her çağda, her toplumda, insanların bulundukları yere, bireysel ya da toplumsal istek, özlem ve ihtiyaçlarına, eylemlerinin ya da eyleme girişimlerinin karşısına çıkan engellere göre, yerli yersiz telaffuz ettikleri kavramlardan biridir.
Toplumsal eşitsizliğin veri olduğu, egemenlerin ve tabii olanların varolduğu hiçbir çağda ve hiçbir toplumda, herkes için geçerli evrensel bir özgürlük yoktur. Herkesin kendisine göre bir anlam yükleyebildiği, içerisinde yaşadığı koşullarda kendisine göre ‘somutlayabildiği’ kavramlardan biridir özgürlük. Ki bu noktada, genelliği ve mutlaklığından değil, göreliliğinden söz edilebilir özgürlük denilen bir halin...
O, telaffuz edilişi ya da okunuşuyla çağrıştırdığı sınırsızlık ve engellenemezlik anlamına rağmen, ancak belirli bir zaman ve mekan koşullarında, bunun fiili ve potansiyel olanakları temelinde ileri sürülen kabullerle belirlenip algılanır kılınabilir. Bu ise, kavramın çağrışımsal anlamı ile daha başlangıçta kurulan, ortaya çıkan bir çelişkidir. Çünkü, hem zamanın ve mekanın belirliliği, hem bunun olanaklarının sınırlılığı, hem de ileri sürülen kabuller, bir sınırsızlık ve engellenemezlik çağrışımı yapan özgürlük’e bir sınır çizer. Her sınır bir engellemedir. Bir soyutlama düzleminde düşünürsek, özgürlük ve sınır, ikisi bir arada olamayacak ya da olmaması gereken kavramlardır.
Bunun yanı sıra, her anlam ve her değer de özgürlük’e sınır çizer. Keza, bireyin karşılaştığı herhangi bir durum karşısında yapmayı ya da yapmamayı seçtiği eylemler de... Burada bir sorumluluk peydah olur. Sorumluluk’un peşi sıra ise, müeyyideler; bedel ya da ödül... Anlam, değer, sorumluluk, bedel, ödül, ister bireysel nitelikli olsun, isterse toplumsal, özgürlük’e çizilen sınırlardır.
Bunlar düşünüldüğünde ise, özgürlük anlamın ve değerin yokluğudur. Anlamın ve değerin yokluk hali ise insansızlıktır. Çünkü insan, anlam ve değer üreten, dahası bunlarla varolan bir varlıktır.
Bu noktada özgürlük, çağrıştırdıklarının aksine, bir sınırlılık, sınırlanmışlık hali olarak anlam kazanır; bireysel ve toplumsal düzeyde... Bu ise kendini bir nakzediştir.
Bunun aşılması gerek ama bunun öncesinde bir ara söz: Özgürlük, insanın ve insanlığın en güzel sayıklamalarından, en güzel düşleri ve rüyalarından biridir. Bunları güzel kılan ise sonunda uyanılabilmesidir. Sonuna uyanışla varılamayan, hiçbir rüya, hiçbir düş ya da hiçbir sayıklama güzel sıfatını kazanamaz... Özgürlük’ü, ne denli ulaşılmaz olursa olsun, güzel kılan da bu olsa gerek...

II
‘ÖZGÜRLÜK TALEBİ’NİN NELİĞİ

Özgürlük talep edilemez.
Eğer bir şey talep edilebiliyorsa, bir ya da bir kaç talebe veyahut da bir talepler manzumesine indirgenebiliyorsa, o şey asla özgürlük olamaz. Çünkü her talep, en az iki muhatabı gerektirir : Talep eden ve kendisinden talepte bulunulan. Bunlardan biri egemendir, diğeri tabi olan ya da biri iktidardır, biçimlendirendir, diğeri yönetilendir, biçimlendirilmesi gerekendir.
Birinden bir şey istemek, onun egemenliğini, iktidarını tanımak demektir. Ki iktidar ve özgürlük, kavramların neliği açısından, bir araya gelemeyecek denli karşıttır ve dışlar, yadsır birbirini. Bundan dolayı da hiçbir iktidar mücadelesi, özgürlük mücadelesi değildir.
Hangi çağda, hangi toplumda olursa olsun, tarihsel ve toplumsal anlamda, insanın ya da bir soyutlama düzleminde insanlığın, bireysel ve toplumsal vicdanın kabul edilemez olarak algıladığı eşitsizliğe, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı yükselttiği çığlığın ve koşullar değişmediği sürece, bıkmadan usanmadan yinelediği sayıklamanın adı olagelmiştir, özgürlük. Koşullar değişmeye, haksızlığın tescili olan haklar biçimsel ifadeye bürünmeye başladıkça da, çığlık dinmeye, sayıklama tükenmeye yüz tutar, her geçen gün... Çünkü yaşam ve yaşamın gerçekliği galebe çalmaya başlar.
Oysa bu hem kavramın yarattığı çağrışıma hem de bununla koşutluk içeren neliğine uygun değildir. Aksine bir yanılsama vardır ortada. Ama bu yanılsama, eşitsizliğe, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı yükseltilen çığlığın içeriğinden değil, bu çığlığa verilen addan kaynaklanır.
Dahası, bir adım daha atarak şunu söylemek gerek : Bu, bir şeyin adını telaffuz etmekle ya da bir adın, bir kavramın varlığı ile onu gerçeklik addetme yanılsamasından kaynaklanır. Oysa her adın ya da her kavramın bir gerçekliği yoktur. Tıpkı Anka Kuşu gibi... Tıpkı Tek Boynuzlu At gibi...
Velhasıl tıpkı özgürlük gibi... Tıpkı ‘özgürlük talebi’ gibi... Ama yine de en güzel sayıklamanız özgürlük olsun. Rüyalarınız, hayalleriniz olsun ve sonunda da güzel diyebilmeniz için uyanışlarınız...