Sayfalar

24 Ocak 2018

Emperyalizmin Truva Atı: STK'lar

   EMPERYALİZMİN TRUVA ATI:STK’LAR

                                                                     Atalay Girgin                      
           
Sivil toplum· kurumları (STK) denilince, ilk akla gelen, sendikalar, dernekler, vakıflar gibi kuruluşlardır. Sivil toplum örgütü (STÖ) olarak da nitelenen bu kuruluşların (istisnaları olsa da), emperyalizmle, hem de onun “Truva Atı” olabilecek denli bir ilişki içerisinde olması mümkün müdür? Dahası, genelde toplumsal sorunlarla ilgilenen, bulundukları ülkelerde devlete ya da varolan düzene muhalif olan, hatta yer yer düzenin siyasal bilinç sınırları dışında bir söyleme de sahip olan STK’lar ve yöneticileriyle, emperyalist-kapitalist devletlerin egemen sınıfları ve onların resmi ya da gayri resmi uluslararası faaliyette bulunan kurumları neden ve niçin, doğrudan ya da dolaylı ilişki kursun ki? Ya da tersine; bu kurumlarla, STK’lar ve yöneticileri neden ve niçin, doğrudan ya da dolaylı ilişki kuruyor olsun ki? Eğer iki taraf da karşılıklı olarak bir ilişki içindeyse, bu, neden, niçin, nasıl olmaktadır? Görünüşte çıkar birliği içinde olmaları mümkün görünmeyen bu kesimler arasında bir ilişki kurmak ya da bunları ilişkilendirmek, asılsız bir iddia, karalama ya da bir iftira mıdır?

Hem sorulara hem de yanıtlara ilişkin kuşku elden bırakılmamalıdır. Ama bunun yanısıra da unutulmamalıdır ki, her şey değişmektedir. Dolayısıyla her şeyin değiştiği bir dünyada, kapitalizmin gelişimine, sermayenin yoğunlaşmasına bağlı olarak, burjuvazinin ihtiyaçları, yönelişleri de ekonomik, sosyal, siyasal ve ideolojik anlamda değişimler göstermektedir. Elbette ki ilişkilenme biçimleri, yöntemleri ve araçları da... Bundan dolayıdır ki, sorulara ve yanıtlara ilişkin korunması gereken kuşku, gerçekliğin, özellikle bu yazının konusunu oluşturan STK’lara ilişkin gerçekliğin, bize sunulan tüm (yazılı, sözlü, görsel, hatta eylemsel) görünümlerine ilişkin de kıskançlık ve kararlılıkla sürdürülmelidir.

        
Egemenler, egemenliklerini ve kurulu düzenlerini, yanlızca, kendisine karşı gelenleri kılıçtan geçirip, katlederek; geride kalanları tutuklama, sürgün, tehcir, malların müsaderesi, v.b cezalandırma uygulamalarıyla sürdürmezler. Aynı zamanda, yenilenlerin temsilcilerinden arda kalan kimilerini, derleyip devşirerek, mali, v.b ayrıcalıklarla ödüllendirerek ya da tatlı sert yöntemlerle düzenin hizmetine  koşarak; kimilerine sığınma, korunma, barınma hakkı tanıyarak da yaparlar bunu. Çünkü bu da bir tür meşruluk ilişkisi yaratır onlar için. Ki bu yöntemlerin bazıları günümüzde  varlığını korusa da, bir çoğu geride kalmıştır artık. Ama egemenler, yengilerinden de kısa dönemli yenilgi an ve süreçlerinden de dersler çıkararak, yeni yöntemler ve araçlar geliştirmekte mahirdirler.

Yirminci yüzyılın yaklaşık olarak son çeyreği de, dünya kapitalizminin ve onun egemen sınıfı burjuvazinin ve uluslararası kuruluşlarının (başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere) sermaye birikim biçimindeki değişikliğe, ulus-devleti aşmaya yönelişlerine koşut olarak, ekonomik, siyasal ve ideolojik anlamda da “yeni” diye nitelenen yaklaşım, söylem ve girişimlerine sahne olmuştur. “Yeni ekonomik düzen”, “yeni dünya düzeni” bunların, kısmen de olsa,  bilinen örnekleridir.  Ki bu yaklaşım ve girişimlerin, toplumlardan, toplumsal sınıflardan ve toplumsal hareketlerden bağımsız ve onlarla ilişkilenmekten arî olması söz konusu değildir. Bunlarla ilişkileniş de genel olarak, temel toplumsal ve siyasal kurumlar, örgütler ve önderlikleri aracılığıyla sağlanmaktadır. Dolayısıyla bunların toplumlar, toplumsal hareketler ve özellikle de sınıfların örgütlenme ve mücadeleleri  üzerinde, önderliklerinden hareketle, siyasal ve ideolojik olarak yönlendirici, biçimlendirici,  kendisine eklemleyici, yer yer de devşirici etkileri ve sonuçları vardır. İşte STK’ların işlevi burada ortaya çıkmaktadır.

 

STK Finansörlerinden Biri Ya Da Bir Yemleyici: NED


Yönlendirici, biçimlendirici, eklemleyici ve devşirici niteliklere haiz ilişkilerin tarihi, tahakküme, sömürüye, talana dayanan ekonomik, sosyal, siyasi grupların ve bunlar arasındaki çıkar ve egemenlik mücadelesinin ortaya çıkışına dek geri götürülebilse de; 1980’in ilk yıllarında başlayan süreç, kapitalizmin gelişimi içerisinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yapılanlara (ileriki sayfalarda buna değineceğim) göre de,  “yeni” diye adlandırılabilecek, önemli bir dönemeçtir.

Tüm hazırlıkların ABD yönetimince yapılmasının ardından, dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan’ın 1982 yılında İngiliz parlamentosunda yaptığı konuşmada, insan hakları ve “demokrasi cihadı” ilan edişi, bu sürecin, aleniyet kazanan başlangıcıdır da *(Roger Burbach, Düşük Yoğunluklu Demokrasi, sy. 129, Alan Yayı.). Bu konuşmanın öncesinde, “ABD yönetimi, resmi olarak dışarıda demokratik kurumlar inşa etmeye adanmış bir dış politika silahı geliştir”ir ki, bunun adı, “Demokrasiye Ulusal Katkı”(NED, National Endowment For Democracy)’dir(a.g.e aynı yer, Alan Yayıncılık). Amerikalı muhalif gazeteci William Blum’un, “Truva Atı”( William Blum, Haydut Devlet, sy. 213, YeniHayat Kitaplığı) olarak nitelediği NED’in “demokrasiye ulusal katkı” faaliyetleri, nedense hep Amerika dışındadır, yani diğer ülkelere yöneliktir.  “Burada amaçlanan ve umulan şey, CIA’nın on yıllardan beri yaptığı işlerin açıkça yapılması ve böylece CIA’nın örtülü operasyonlarının yarattığı kabul edilemezlik duygusunun ortadan kalkması idi.”( a.g.e aynı yer, YeniHayat Kitaplığı) “Bu bir başyapıttı.” der  William Blum, “Bir politika, halkla ilişkiler ve kinizm başyapıtı.” Bu satırlarının birkaç paragraf sonrasında aktardığı, NED’in kuruluşuna ilişkin yasa taslağının hazırlanmasına katılan Allen Weinstein’in “Bugün yaptığımız birçok şey, 25 yıl önce CIA tarafından örtülü olarak yapılıyordu” sözü ise “mert-i kıpti secaat eylerken sirkatin söyler” dedirtecek niteliktedir.

Fonlarının büyük bir bölümü, içlerinde uluslararası bir işçi örgütünün de olduğu dört örgüt(bkz: Roger Burbach, Düşük Yoğunluklu Demokrasi, sy. 130, Alan Yayıncılık; William Blum, Haydut Devlet, sy. 214, YeniHayat Kitaplığı) tarafından alınan ve dağıtılan NED, dünyanın dört bir yanında, “belirlediği siyasi gruplara, sivil örgütlere, işçi sendikalarına, muhalefet hareketlerine, öğrenci gruplarına, kitap  yayıncılarına, gazetelere, diğer medya ve benzeri kuruluşlara maddi yardım” sağlamakta ve bunun yanısıra eğitmektedir de... Aslında sormak gerek: Neden? Niçin? Amacı ne bunların?

1980’li yılların başlangıcından itibaren, ABD’nin NED’i ile başlayan süreç AB’nin vakıflarıyla gelişmektedir. Eğitimden siyasete, sendikalardan ekonomik kurumlara ve çevreden kadın sorunlarına kadar birçok alana ilgi(!) gösteren bu kuruluşlar, çok yönlü bir faaliyet içerisindedir. Yerel kuruluşlara, yani adına STK denilen sendikalara, vakıflara, derneklere ve toplumsal hareketlere mali destek, eğitim hizmeti, teknik yardım(bilgisayar, faks cihazı, fotokopi makinesi, hatta otomobil, v.b., araçlar) sunan bu ABD ve AB kökenli sözüm ona “hükümet-dışı kuruluşlar”, bu hizmeti “demokrasi ve insan hakları” için “hiçbir karşılık beklemeden”(!) yaptıkları iddiasında bulunsalar da, buna inanmak için herhangi bir neden yoktur. Keza bu kuruluşlarla karşılıklı ilişkiler içerisinde, ortak eğitim etkinlikleri düzenleyen, finansal destek alan yerel STK yönetici ve üyelerinin bu türden beyanlarına inanmak için de... Çünkü ‘saf’lığın alemi de gereği de yok... Ne de olsa, bilindiği üzere, “Bozacının şahidi şıracıdır”...

Amerikan kuruluşu NED’in ve AB vakıflarının, 2001 yılı itibariyle STK’lara aktardıkları bilinen rakam, 7 milyar dolardır. Bunların yanısıra, Amerikan Ford Vakfı, Rokfeller, v.b gibi özel kuruluşların, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların da STK’ları mali olarak fonladığı bilinmektedir. Keza “islami” etiketli Rabıta gibi kuruluşların ve çeşitli programlar çerçevesinde, ABD ve AB devletinin resmi kurumlarının mali aktarımlarını da bunlara eklemek gerek... Dolayısıyla, STK’lara aktarılan, yerel önderleri kazanmak, devşirmek için harcanan para çok daha yüksektir·.  

Emperyalist-kapitalist devletlerin ve onların egemen sınıfı sermaye ve burjuvazinin, 1980 sonrasında STK’lara yönelik, milyarlarca dolar harcayacak denli  ilgi ve desteğinin, elbette ki birden çok nedeni vardır. Ancak bunları, en genel haliyle iki madde halinde toplayıp ifade etmek mümkündür.

Bunlardan biri, James Petras’ın “Küreselleşme ve Direniş” adlı kitabındaki deyişiyle, “çatışma potansiyeli gösteren toplumsal sınıflar arasına girip bir “toplumsal tampon” yarat”maktır.

“Toplumsal tampon” yaratma, en azından başlangıçta, o sınıfların dışındaki örgütler ve önderlikler aracılığıyla gerçekleştirilemez. Bundan dolayı, uluslararası donörler/yemleyici/verici kuruluşlar alandaki ya da tabandaki bilinen muhalefet örgüt ve önderliklerine yönelirler. İlişkiler bunlarla kurulur ve sürdürülür. Bu ilişki, iki tarafın da meşruluğunu farklı kesimler nezdinde güçlendirir. Özellikle muhalif, yer yer düzenin siyasal bilinç sınırları dışında bir söylem geliştiren yerel örgütler, bu kuruluşlarla geliştirdikleri ilişkilere paralel olarak, devlet karşısında seslerini daha fazla çıkarmaya ve biraz daha ‘rahat’ hareket etmeye başlarlar. Devletin müdahalelerine maruz kaldıklarında ise  uluslararası yemleyicilerin farklı yan kuruluşlarından gelen hem kendilerine destek hem de yapılanları kınayan açıklamaları yanlarında bulurlar. Mali yardımın da ötesine geçen, karşılıklı ziyaretler ve davetlerle gelişen bu süreç, hazırlanıp sunulan raporlar, fonlardan yararlanmaya uygun projeler ve birlikte yapılan etkinliklerle pekişir. Yerel iktidara karşı, bu kuruluşlarla ilişkileri sayesinde “ellerini”, konumlarını güçlendiren örgütler, kendi alanlarında öne çıkarken, ne var ki, farkına bile varamadan, kapitalist sömürü düzenine ve sermayenin ve burjuvazinin dünya-evrensel düzeyde uyguladığı neo-liberal politikalara dönük mücadele ve örgütlenmede ise güçsüzleşir; sesleri kısılır.  Arada sırada yaptıkları, yemleyicilerin de görmezlikten duymazlıktan geldikleri, bazı açıklamalarda ise lafzi ve kitabi klişe sözlerden, “Adet sünnet yerini bulsun” ya da “Dostlar alış verişte görsün” anlayışından öteye geçemezler. Hatta dillerinin ucundan tesadüfen kaçan sözler olduğunda, bunlara, “Acaba ..... ne derler, şu sıra yardım da alıyorduk” türünden ifadeler eşlik eder.·  Neylersiniz ki, “körle yatan şaşı kalkar”...  Ve dünün toplumsal muhalefet yapan ya da yapmaya çalışan örgütleri,  önderliklerinden hareketle, denetlenip kontrol altına alınırken, söz konusu kimi önderler de derlenir, devşirilir, genel düzeyde sisteme ve onun egemen sınıflarına eklemlenir. 

Bir diğer neden ise, ulus-devletlerin aşılması sürecidir.

Kapitalizmin gelişimi ve burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda ve “kendi kaderini tayin hakkı” söylemi çerçevesinde, ekonomik, sosyal, siyasal bir örgütlenme birimi olarak, emperyalist devletler ve onların egemenleri  tarafından, kendi çıkarlarına denk düşen her durumda öne çıkarılan ve bayraklaştırılan ulus-devlet anlayışı ve olgusu, geçen zaman içerisinde sürecin diyalektiği gereği, yanılsamalı bir biçimde, kapitalist sömürü düzeninin ekonomik, sosyal, siyasal-ideolojik, askeri v.b. kimi etkili ve yetkili hizmetkarlarınca da “kadir-i mutlak” bir anlayış olarak kavranmış ve bilinç olarak içselleştirilmiştir. “Milli”liğin ve “milliyetçilik”in, önüne getirilen sıfatla değer kazandığını sanarak, yanılsamalı bir bilinç geliştiren bu kesimler, hem milliyetçiliğin kabesinin kapitalist sömürü düzeni ve efendisinin de burjuvazi olduğunu unuttukları, hem de kapitalizmin gelişimini ve artık ulusötesileşen kimliği ile arz-ı endam eden efendilerinin ihtiyaçlarını kavramakta geciktikleri için, “yeni” yönelişin önünde geçici bir ayakbağına dönüşmüşlerdir.

Sosyal, siyasal, sınıfsal tercihini, bilinçli ya da bilinçsizce kapitalist sömürü düzeninden ve burjuvazinin hizmetkarlığından yana yapanların ayakbağlığının ömrü, pastadan arda kalan kırıntının artışına kadardır. Çünkü bu çelişkili ve eşyanın tabiatına aykırı durum ilanihaye süremez. Efendileri de beklemez elbet, keyfi yerine gelecek diye...

İşte bu noktada, ulus-devlet geleneği ve anlayışı içinde yetişmelerini sağladıkları  kadrolarla, istediklerini ve “yeni” yönelişlerini hemen uygulamaya koyamayacaklarının farkına varan egemenler, STK’lara yönelir (ki elbette bu yöneliş salt bunlarla sınırlı değildir).   Emperyalist güçler STK’ları yerel iktidara karşı, değişik araçlar ve yöntemlerle desteklerken, STK’ların ve yöneticilerinin bile farkına varmadan (yoksa bazıları farkında mıydı?! ), onları, toplumsal ve siyasal olarak, hem egemen sınıflar içindeki hem de siyasi ve bürokratik kurumlar içindeki, ‘geleneksel’ siyaset anlayışını ısrarla koruma ve sürdürme tavır ve anlayışına sahip kesimlerin karşısında bir iç dinamik kılarak, kendi ihtiyaçları doğrultusunda ülke içindeki ve dışındaki ulusötesi sermaye ve burjuvazinin müttefikine, destekçisine dönüştürür. STK kartı, ‘geleneksel’ siyaset anlayışını sürdürmekte ısrar eden kesimlere de bir anlamda “aba altından sopa göstermek”tir. Bu sayede, hem STK’larla içerden hem de IMF ve Dünya Bankası gibi uluslarüstüleşen kurumlarla dışarıdan baskı ve basınç oluşturulur, ulus-devlet anlayışında ayak direyenler üzerinde; sonuçta, bunların bir kısmı ehlileştirilirken, bir kısmı da tasfiye edilir ki bu süreç devam etmektedir hala.
 İnsanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzenini ulus-devlet sınırları içinde sürdürmek isteyenlerle, bu sömürü düzenini, şimdilik, “insan hakları ve demokrasi” şemsiyesi altında ve neo-liberal politikalar çerçevesinde AB gibi bölgesel-kıtasal çağdaş ‘imparatorluk’larla sürdürmek isteyenler arasındaki çekişmede, ikincilerin atına dönüşür bu STK’lar ve yöneticileri de seyise. Ya üyeleri?... Varolan düzen karşısında, kendi hak ve çıkarlarını örgütlü bir güçle savunmak, yeni haklar kazanmak için bu STK’lara üye olanlar... Kırdırıldıkları eylemler bile kendilerine “zafer” olarak sunulanlar...  I. Wallerstein’ın, yanılmıyorsam “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” adlı kitabında belirttiği, sistemin toplumsal hareketleri bile kendini tahkim etmek, geliştirmek için kullandığı, sözünü  anımsamanın yeridir. Düşünmenin, sorup sorgulamanın, yanıtlar üretmeye girişmenin vakti saati gelmemiş midir hala?...

Bu STK’ların ve yöneticilerinin unuttukları ya da bilmezlikten, görmezlikten, duymazlıktan geldikleri hakikat ise, toplumsal sınıflardan ve bunlar arasındaki mücadeleden bağımsız, soyut ve sınıflarüstü bir demokrasinin ve insan haklarının olmadığıdır. Bu hakikati unutanlar, şunu unutmamalıdır: Emperyalist devletlerin ve onların egemenlerinin resmi ya da sivil yemleyici kurum ve kuruluşlarıyla girilen her ilişkinin ardından geriye kalan, fiili ve potansiyel boyutuyla yeni devşirmeler olmaktadır ve olacaktır da. Şu ya da bu biçimde emperyalizmin mali kaynaklarından nemalanan, onun kurumlarıyla eğitim başta olmak üzere, ortak etkinlikler düzenleyen hiçbir STK temiz değildir. Bundan dolayı hiç kimse “benimki iyidir, temizdir” diyerek, yaşanan sürecin ve ilişkilerin üzerini örtmeye yeltenmemeli; aksine, daha fazla gecikmeden deşifre etmeli bunları...

Biraz Tarih, Bir Kuruluş ve Türkiye

Yengilerinden ve yenilgilerinden dersler çıkarmayı bilen, kapitalist sömürü düzeninin egemen sınıfı sermaye ve burjuvazi ve onun siyasal ve ideolojik temsilcileri, 2. Dünya Savaşı sonrası, karşılarına çıkan fırsatı da değerlendirerek, uluslararası düzeyde bir işçi örgütünün oluşumuna ve gelişimine katkı sunmaktan kaçınmazlar; neredeyse ellerinde büyütürler. Bu örgütün adı, ICFTU (Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu)dur. ICFTU’nun Avrupa kolu ise ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu).

CIA’nın hamiliğinde, onun mali desteği ve yönlendiriciliğiyle kurulan bu örgütün kurucu sendikalarından bazılarının ileri gelen  yöneticileri, aynı zamanda, Marshall yardımı projesinin değişik kademelerinde yetkili olarak çalışmaktadır. Marshall yardımı ise, 2. Dünya Savaşı’ndan kapitalizmin lideri payesini alarak, pekiştirerek çıkan ABD’nin, Truman Doktrini’yle de bağlantılı bir biçimde, uluslararası işbölümünü yeniden işler kılmaya, hiyerarşik yapılanmayı işlevselleştirmeye yönelik bir uygulamasıdır. Bu uygulama, elbette ki salt ekonomik boyutla sınırlı değildir. Kapitalizmin eşitsiz bileşik gelişimine, egemen sınıflarının ihtiyaçlarına uygun bir biçimde, tüm kurumlarının (ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, ‘demokratik’, askeri, kültürel, v.b) koşulları da gözeterek, kısmi ve tedrici bir düzeyde, ilişki kurulan, yapılanma içerisine alınan toplumlar nezdinde genelleştirilmesini de içerir.  İşte bu süreçte, ICFTU’ya kuruculuk yapan bazı sendikaların yöneticileri aktif bir etkinlik içindedir. Hem ICFTU’ya yeni üyeler kazandırmak için çalışırlarken hem de Marshall yardımı projesindeki görevlerini yürütürler. Yani hem işçiler için çalışmaktadırlar(!)  hem de kapitalizme ve onun egemen sınıfının çıkarlarına hizmet için... Şaşıracak bir şey yok. Efendilerine hizmette bu denli maharetli olmasalar ne işleri var oralarda... 

Başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de sendikaların kuruluşu ve örgütlenmesiyle, sendikacıların eğitimiyle  yakından ilgilenir ve destek sunar ICFTU. Bu ilginin ve desteğin 1950’li yıllarda yoğunlaştığı sendika ise TÜRK-İŞ’tir. “Türk-İş’in AID, ICFTU ve   OECD gibi kuruluşlardan yardım aldığı sır değil. Çalışma raporlarında yer alıyor” diyerek ekliyor İlhan Akalın, “Çalışma raporlarında yer alan bir başka bilgi de şöyle: 1966 yılında Türk-İş’de 65 personel çalışmaktadır. Bunlardan 33’ünün ücreti doğrudan AID tarafından ödenmektedir ve ücretler diğerlerinin iki katıdır (Türk-İş 6. Genel Kurul Çalışma Raporu 1966 s. 172-173)”. Destek ve ilgi bu kadarla sınırlı değildir. Sendikacıları “Amerika’da staja” tabii tutmak yetmez Amerikalılara, Türk-İş için bir de eğitim programı yaparlar (İlhan Akalın, Sendikaların Mahzun Öyküsü, sy.90, Gelenek Yayınları). Amerika’ya kadar götüremediklerini de Türkiye’de eğitmek için...  Denilebilir ki, ne var bunda... Amerikan Ford Vakfı da mali desteği ve fikri yönlendiriciliğiyle hazırlattığı ilköğretim programıyla, bu programın amaçları doğrultusunda Türkiye’de milyonlarca insanın eğitilmesini sağlamadı mı yani... 

Bu yıllarda hem devletle hem de sendikalarla içli dışlıdır ICFTU ve ona bağlı sendikaların yöneticileri. Keza  Marshall yardımı plan ve projelerinin yanısıra CIA ile de... Çünkü bu dönemde, ne ulus-devletin aşılması ne de sermaye birikim biçiminde bir değişiklik söz konusudur. Olası “komünizm tehdidine” karşı güçlü bir ulus-devlet güvence  görülürken, ekonomide de ithal ikameci politikalar uygulanmaktadır.

1980 sonrasında ise bu ilişkiler en azından görünüşte ayrışır. Bunun yanısıra, ithal ikamecilikten ihracata dönük ekonomik büyüme politikalarına geçiş ve ulus-devletin, sermaye hareketlerinin önünde engel haline gelişi, emperyalist güçlerin ve kurumlarının hem “yeni ekonomik düzen” ve bunu izleyen yıllarda da “yeni dünya düzeni” söylem ve uygulamalarını hem de insan hakları ve “demokrasi cihadı”na girişmelerini beraberinde getirir.
Bu ayrışmanın ve politika değişikliklerinin etkisiyle midir, yoksa başka saiklerle midir bilinmez(?!) ama, özellikle 1980’li yıllarda TÜRK-İŞ’in yolunu izleyerek, ICFTU saflarında yer alan sendikaların sayısı artar. Keza ETUC saflarına katılanların da...  Bu kuruluşların ve bunlara üye olanların neo-liberal politikaların uygulanmasına karşı, tüm işçilerin çıkarları bir yana, kendi üyelerinin çıkarlarını geliştirmek ve korumakta ne denli başarılı olduğu ise tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Malum; “Kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz”mış...

ICFTU ve ETUC’a üye olan hiçbir sendikanın ne işçi haklarını korumak ve geliştirmek ne de özelleştirmeler karşısında tutarlı ve kararlı bir mücadele yürütmesi beklenebilir. Çünkü her iki uluslararası kuruluş da daha başlangıçta, ortaya çıkışlarını, gelişip örgütlenmelerini bile sermayenin ve burjuvazinin ekonomik, siyasal desteğine ve CIA gibi ünlü bir istihbarat kuruluşunun hamiliğine borçludur. Onların elinde büyümüş, onların elinden beslenmiştir bu kuruluşlar... Bundan dolayı kime hizmet edeceklerini çok iyi bilirler. Ancak, yerel iktidarın egemenleri karşısında icazet arayanlar için de, ICFTU ve ETUC üyeliğinden daha iyi bir referans ne olabilir ki...

İşte yerel sendikaların, bu uluslararası sendikal örgütlerle ilişkileri de, bundan dolayı dikkat çekicidir. Aslında “dikkat çekici” sözü oldukça hafif kalmaktadır, düşünmek ve ilişkileri anlamlandırmak açısından... Türkiye’de birçok sendikanın üyesi olmakla böbürlendiği ICFTU ve ETUC, bilinçli bir biçimde kapitalizme ve onun egemen sınıflarına hizmet etmekte ve üye sendikalar aracılığıyla da diğer ülkelerdeki sınıf mücadelesinin gelişimini ve seyrini sermaye ve burjuvazinin ihtiyaçlarına uygun bir biçimde yönlendirip, kontrol etmektedir... ICFTU ve ETUC’un bu misyonu, önerilerine dek yansımaktadır.

İşte bir örnek: ETUC tarafından düzenlenen ve 1999 yılında Brüksel’de toplanan, üyeleri içerisinde Türkiye Sendikal Hareketi’nin de yer aldığı, ETUC-Güney Doğu Avrupa İstikrar Forumu”nca onaylanan bir metin oldukça ilginç maddeler taşımaktadır. Bu ilginç maddelerden bazıları şunlardır:

1.Bölgede, özelleştirme sürecinden kaynaklanan sorunlar sadece özelleştirmenin yavaş ilerlemesi ve tatminkar düzeyde olmaması değil(abç), bunun yanısıra sosyal eşitsizlik ve kirliliğin de egemen durumda olmasıdır. Madde 10.

2. Bölge kalkınması açısından büyük yatırımlara ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Bu kalkınmanın sağlanabilmesi için Bölgenin imajını geliştirerek ve şeffaf özelleştirme uygulamaları üzerinden yabancı doğrudan yatırımcılar için elverişli bir ortamın yaratılması(abç); yatırımlar önündeki temel engellerin belirlenmesi ve bu engellerin (?) en hızlı şekilde kaldırılması ve çok taraflı olarak üzerinde mutabakat sağlanan açık, şeffaf ve dürüst bir rekabet sisteminin tesis edilmesi gerekmektedir. Madde 21, 22, 23.

3. Bölgede yabancı doğrudan yatırımları garanti altına alan Çok Taraflı bir Yatırımlar Garanti Şirketi (MIGA) kurulması ile bir piyasa ekonomisi oluşturulması ve ticaretin serbestleştirilmesi önerilmektedir. Madde 30.

4. Bölge ülkeleri arasında ve Bölge ülkeleri ile AB arasında Serbest Ticaret Bölgeleri kurulması gerekmektedir. Madde 34.

5. Dünya Bankası’nca hazırlanmış olan “Ticaret ve Ulaştırma Yardımları Projesi” bölge ülkeleri ile Avrupa ve diğer dünya ülkeleri arasındaki ekonomik ticari ilişkilerde sınır problemlerinin aşılmasında tüzük, standart ve gümrük birliği, vergi ve maliye politikaları, fikri mülkiyet hakları, ticari ilişkilerde vize kolaylıkları gibi temel alanlarda bölgenin dünya ile bütünleşmesine yardımcı olacaktır. Madde 36.

Yukarıdaki maddeleri de aktaran Gaye Yılmaz’ın deyişiyle, “Avrupa Sendikal Hareketi’nin (...) önerdiği ekonomi politikasının Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankası gibi kapitalist sistemin yürütme kurullarınca öngörülen neo-liberal politikalardan hiçbir farkı kalmamıştır.”((üstteki italik bölüm ve alıntı: Gaye Yılmaz, Kapitalizmin Kaleleri-1- IMF, WB, AB, sy. 53-54, Türkiye MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu)

İlginç... İlginç olduğu kadar da düşündürücü... “özelleştirmenin yavaş ilerlemesi ve tatminkar düzeyde olmaması”ndan yakından  ETUC’un üyesi olan sendikalar, eğitimden sağlığa dek yaşamın tüm alanlarında özelleştirmeye karşı olduklarına; ekonomik, sosyal boyutuyla işçilerin haklarını korumak ve geliştirmek konusunda kararlı bir mücadele yürüttüklerine inanmasını istiyorlar üyelerinin ve  diğer emekçi kesimlerinin...

Neylersiniz ki, ABD’nin, AB’nin, sermayenin ve burjuvazinin özel ya da resmi kurumlarının finansal desteğini alan, onlara projeler sunan, raporlar hazırlayan kimi STK’lar  ve yöneticileri de,  söz konusu güçlerin “insan hakları ve demokrasi” için, milyarlarca dolarlarını da vererek, cansiperane ve “masum”ane bir biçimde hiçbir beklentileri ve çıkarları olmadan  çalıştıklarına inanmasını istiyorlar insanların... Elbette ki bunlara inanan ve inanacak yeterince “saf” vardır. Keza farklı saiklerle alkış tutacak olanlar da...

Bense bir külah bırakıyorum orta yere... Ve diyorum ki, Truva Atı, “Truva Atı” oluşu anlaşılmadan önce dostluğun nişanesi olarak sunulan ve kabul gören güzel, gösterişli ve ‘anlam’lı bir armağandır... Ve burada ‘anlam’ çok yönlüdür... Herkes kendi payına düşeni alacak ve ödeyecektir bedelini... Böyle olmamış mıdır tarihte de... İsterseniz bir de Troyalılara sorun...

Kaynaklar:
1-    Düşük Yoğunluklu Demokrasi, Alan Yayıncılık
2-    Jemas Petras, Küreselleşme ve Direniş, Cosmopolitik Kitaplığı
3-    William Blum, Haydut Devlet, YeniHayat Kütüphanesi
4-    İlhan Akalın, Sendikaların Mahzun Öyküsü, Gelenek
Doğan Ergun, Sosyoloji ve Eğitim, V Ya


· Sivil toplum ve buna bağlı olarak da sivil toplum örgütü/kurumu adlandırmasının tartışmalı, dahası yanılsamalı bir niteleme olduğunu düşünüyor olmama rağmen, şimdilik, bu yazı çerçevesinde STK’yı kullanmaya devam edeceğim. Bir başka yazıda “sivil toplum”un varolup olmadığına dair düşüncelerimi dile getirmek istiyorum. 
* ABD yönetimince NED’in kurulması ve ABD Başkanı Reagan’ın 1982’de “demokrasi cihadı” ilanı ile, Türkiye’de de kimi çevrelerin (?) “Sivil Toplum” söylem ve tartışmalarını başlatışındaki eşzamanlılık ve bunun peşi sıra Demokratik Kitle Örgütü (DKÖ) nitelemesinden hızla “Sivil Toplum Örgütü/Kurumu” (STÖ ya da STK) nitelemesine geçiş oldukça ilginç ve düşündürücüdür (başkalarını bilemem ama, en azından benim için, bu eş zamanlılığı fark ettiğim andan beri düşündürücü).

· 2003 yılının son aylarında, British Consull Ankara’da bir eğitim etkinliği düzenledi. Bu etkinliğe Türkiye’nin değişik illerinden gelen katılımcılar lüks bir otelde ceplerinden tek kuruş bile harcamadan, hatta, bazı iddialara göre, kendilerine harcırah da verilerek ağırlandı. Tüm giderleri British Consull tarafından karşılandı. Amaç neydi acaba... Hayırseverlik mi, yoksa...
· Benzeri bir durum (...) sendikasının genel merkez yönetim kurulunda yaşanmıştır. Aynı yönetim kurulundaki  üyelerden birisi,  bir bildirinin kaleme alınışı sırasında telaffuz edilen bazı sözler üzerine, “başkanın araya girip, şu anda yardım da alıyoruz, bu ifadeler uygun olur mu ki” dediğini aktarmaktadır. Söz konusu sendikanın genel başkanı hala aynı kişidir... Keza aynı toplantıda bulunanlardan bazıları da hala yönetim kurulunda...

NOT: Bu yazı 2004 yılı başında kaleme alınmış, hem basılı dergilerde hem de farklı internet sitelerinde kopyalanarak yayınlanmıştır. Kendi sitemde yani "Felsefenin Işığında / Felsefece"de yayımlamak bugüne tesadüf etti. Vesile olan iMehmet Tanju Akad'a teşekkür ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder