Sayfalar

13 Nisan 2016

Tayyip Erdoğan ve AKP'nin Suudi Aşkı...



Tayyip Erdoğan ve AKP'nin Suudi Aşkı...

Fikret Başkaya

Suudi Arabistan, anayasası bile olmayan bir mutlak monarşidir ki, dünyada nesli tükenmekte olan dört mutlak monarşiden biridir. Diğer üçü: Brunei, Oman Sultanlığı ve Swaziland'dır.  Velhasıl Orta-Çağ kalıntısı bir devlettir. Göstermelik de olsa bir parlamentosu bile yoktur. Suudi Arabistan bir ulus adı değil bir aile adıdır. Suud Ailesine ait olan anlamındadır.  Ona o adı takan da, Kral Abdül-Aziz İbn-i Suud'dur... Velhasıl,  "bundan sonra buranın adı  böyle olacak"  demiştir ve olmuştur... Aslında "Hasan'ın yeri" demek gibi bir şey... Özgürlük, sosyal eşitlik, laiklik, demokrasi, sekülarizm, sosyalizm, komünizm gibi kelimeler Suudlar ülkesinin sınırlarına bile yaklaşamaz. Aksi halde karanlıkçı-bağnaz krallığın "büyüsü bozulur", varlık nedeni ortadan kalkardı...

Bu dünyada  Suudi Arabistan, kadınlara zulmetme konusunda açık ara birincidir. Suudi Krallığında sadece çağdaş kavramların değil, kadınların da esamesi okunmaz. Orada kadının adı yoktur... Kadına yönelik ayrımcılık kurumsaldır ve kadınlar kendilerini koruma araçlarından mahrumdurl. Mesela bir kadın tek başına hastaneye kabul edilmez, kocasından habersiz bir yere gidemez, araba kullanması yasaktır. Bir yere ancak bir erkek eşliğinde gidebilir ki, o erkek ya kocası, ya babası, ya da erkek kardeşi olabilir... 2002 yılında Mekke'deki bir yatılı kız okulunda yangın çıkmıştı. İtfaiyeyle aynı anda yangın mahalline gelen krallığın din polisi Mutava , sabahın o saatinde kızların giyiminin "uygun olmadığı", ve onlara eşlik edecek erkek de olmadığı gerekçesiyle kızların tahliyesine izin vermemiş, 15 kız öğrenci yanarak can vermiş, 50 kadarı da yaralanmıştı... Batı medyası bu utanç verici durumu, bu insanlık suçunu sorun etmedi... Neden mi? ABD'nin "ulusal çıkarının" ve bir bütün olarak emperyalizmin 'yüksek menfaatlerinin' bir gereği olarak...  


Bir İslam Tarikatı olan Vahâbilik, XVII yüzyılın ortalarında Arap Yarımadasının merkezinde ortaya çıktı. Kurucusu Muhammed İbn-i Abdülvahap'dı.  Kutsallık atfedilen  Kitâb el Tewhit'in yazarıydı. XX, yüzyılın son on yıllarında sahneye çıkan "Politik İslam'ın" kurucu babası sayılan  İbn-i Taymmiya'nın da ateşli bir çırağı ve sürdürücüsüydü. İslam'ın sapkın,  bağnaz, kaba bir yorumu olan Vahâbi tarikatı ve hareketi, İngilizler tarafından da desteklenmişti. İngilizler o dönemde Osmanlı İmparatorluğunun bölgede ilerlemesini ve yayılmasını engellemek amacıyla Vahabi hareketini desteklemişlerdi.  Bidayetten itibaren dinci gericiliğin arkasında İngilizler vardı. İngiliz Oryantalistleri de Suudi-Selefi bir İslamî hareketin peydahlanmasında önemli bir işlev görmüşlerdi.  Aslında bu din fanatiklerinin iki amacı var: 1. Dünyayı İslamlaştırmak, dar-ül harp dedikleri dünyanın geri kalanını dar-ül İslam yapmak. Bu niteliği itibariyle Vahabillik enternasyonalist bir akım ve politik bir harekettir; 2. Halen Müslüman olan ülkeleri de 'yeniden İslamlaştırmak'! Zira mevcut İslam versiyonu muteber sayılmıyor... Şimdilerde 'Cihatcı' denilen tüm hareketler ve örgütler Vahabilikten besleniyor, ideolojik geri planı şu veya bu ölçüde Vahabiliğe dayanıyor.

Suudi Krallığı, I. Dünya Savaşı sonrasında, 1932 yılında İngiliz parası ve silahıyla kuruldu. İngilizler Vahabiliği, Orta-Doğu'da ve Batı sömürgesi olan diğer İslam ülkelerinde yükselen uluscu, seküler, ilerici, sosyalizan, sosyal eşitlik ve demokrasi talebiyle sahneye çıkan anti- kolonyalist ve anti-emperyalist hareketleri püskürtmek amacıyla desteklemişlerdi. Suudi hamiliği II. Dünya Savaşı sonrasında dönemin tartışmasız hegemonik gücü olan ABD tarafından devralınacaktı... Nitekim, 14 Şubat 1945 de Süveyş Kanalında demirlemiş ABD Savaş gemisi USS Quincy  de, Başkan Franklin Roosevelt'le, İbn-i Suud adıyla maruf  Kral Abdülaziz ibn-i Suud arasında bir "stratejik ittifak" imzalandı. Anlaşmaya göre petrolün yönetimi Amerikalılara bırakılacak, karşılığında da ABD Suudi Krallığının askeri korumasını, hamiliğini üstlenecekti.  O anlaşma bu gün de geçerli olmaya devam ediyor. O kadar ki, 11 Eylül 2001 faciasına rağmen! Amerikalılar, yükselen Arap milliyetçiliğini, özellikle de  Cemal Abdül Nasır'ın cumhuriyetci, pan-Arap, anti-emperyalist, anti -kolonyalist çıkışını etkisizleştirmek amacıyla Vahabi gericiliğini ve selefiliği desteklediler. Nitekim Mısır Lideri Cemal Abdül Nasır: "Arapların Kudüs'ten önce Riyad'ı kurtarması gerekiyor" diyordu... Ve maalesef ilerici-seküler hareketleri ve rejimleri etkisizleştirmeyi başardılar...

Suudiler, ilerici, seküler, anti-kolonyalist, anti-emperyalist bir Arap Birliğinin oluşması ihtimalinden son derecede rahatsızdılar. Nitekim Mayıs 1962'de Kral Faysal Mekke'de bir İslam Zirvesi gerçekleştirdi. Dünyada Suudi etkisini artırmak ve Sünni -Selefi fanatizmini yaymak üzere bir irşad hareki başlattılar... Aynı yılın sonunda da Dünya İslam Birliği teşkilatını kurdular. [ El Rabıta el İslam el Alemî]. Daha sonra da onu tamamlayan "İslam Konferansı Örgütü" kuruldu. 1972 'de de Cidde'de Dünya Müslüman Gençlik Meclisi [ World Assembly of Muslim Youth, (WAMY) ] kuruldu. Amaç dünya gençliğine kendilerinin temsil ettiği "gerçek İslamı" öğretmekti! 1973'de İslam Konferansı Örgütü üyesi olan 7 ülke tarafından İslam Kalkınma Bankası kuruldu. Onu, "faizsiz bankacılık" da denilen finans kurumları izledi...

Özellikle petrol fiyatlarında peş peşe büyük artışların olduğu 1973 sonrasında, Suudi Krallığının eli iyice güçlenmişti. Artık yüz milyarca petro-doları dünyada Vahabilği yaymak için harcayabilirlerdi. Sadece Avrupa'da Cami yapımını finanse etmek için 45 milyar dolar harcamışlardı. Dünyanın başka ülkelerinde 1500 cami inşa edilmiş ve 2000 kadar da İslam Merkezi kurulmuştu. Ülkelere nüfuz etmenin araçları, hayır kurumları, Kuran okulları ve/veya Kuran Kursları, kültür merkezleri, vb. idi. Aslında "hayır etkinliği" başlı başına bir amaç, masum bir şey değil, politik amaçlara ve hedeflere ulaşmanın bir aracıydı. Ne demek istediğimi görmek için Türkiye'de dinci çevrelerin hayır adı altında neler çevirdiklerini hatırlamak yeter... Orada hayır işleri politik İslam'ın, ülkelere ve kitlelere nüfuz etmenin, kitleleri aldatmanın, dinci gericiliği yaymanın, iktidarı ele geçirmenin etkin bir aracı olarak görülüyordu... Petro-dolarlar dünyanın her yerinde çaresiz yoksulları, politikacıları, bürokratları, generalleri, din "alimlerini",  gazetecileri, akademisyenleri, yayıncılık dünyasını, vb. satın almak,  on binlerce cihatçı militan savaşçıyı eğitip, besleyip, silahlandırıp ülkeleri istikrarsızlaştırmak, rejimleri çökertmek, Vahabiliği yerleştirmek üzere her tarafa saçılıyordu. Geride kalan yaklaşık 30-40 yılda İslami yayınların bu ölçüde büyümesi cömertçe harcanan Suudi petro-dolarları sayesinde mümkün olmuştu... Suudi Arabistan Vahabiliğin beşiğidir ve 40 yıldır 'radikal İslam' ihraç ederek dünyayı istikrarsızlaştırmaya devam ediyor. Ve bütün bunları da 'uygar Batı'nın' (emperyalizmin densin) açık desteğiyle yapıyor...

ABD'nin, Sovyetler Birliğini Kuşatma (containment), Suudilerin ilerici hareketleri ve rejimleri çökertme ve Vahabiliği yayma  hedefiyle, Türkiye  mülk sahibi sınıflarının solun ve demokratik hareketin önünü kesme ve iktidarını koruma amacı çakışmıştı. Aslında ABD'nin komünizm düşmanlığı, onun Üçüncü Dünya Ülkeleri düşmanlığından bağımsız değildi. Eğer yeni bağımsızlığa kavuşmuş ülkeler kendi ayakları üstünde durmayı başarır, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanırlarsa, bu emperyalizmin 'suyunun kesilmesi' demeye gelirdi. Sermayenin değerlenme alanı dışına çıkmak anlamına gelirdi... Bu yüzden her türlü yolu (darbe, komplo, provokasyon, işgal, savaş, vb.) deneyerek, ilerici, sola açık Üçüncü Dünya Rejimleri çökertildi ve söz konusu ülkeler yeniden kompradorlaştırıldılar. Başka türlü söylersek, kolonyalizm yeni giysisiyle yeniden arz-ı endam etti... Ve bu süreçte şu veya bu ölçüde dinci gericiliğin de hep bir dahli vardı...

Türkiye'deki İslamcı Hareket, esas itibariyle Vahabi -Selefi etkisi altında peydahlandı. İdeolojik geri planında da Müslümam Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) üyesi de olan Seyyid Kutub, Pakistanlı El Mavdudi , bir de XIV'üncü yüzyılda yaşamış bir hukukçu olan İbn-i Taymiyya vardı. İlk ikisi Avrupa Modernitesi ve Aydınlanması tarafından "lekelenmemiş" saf İslamı temsil ettiklerini ileri sürüyorlardı... Bilindiği gibi Selefilik, yedinci yüzyıldaki İslamî toplumsal yaşam biçimini ihya itmeyi amaçlıyor. Çözümü 1400 yıl kadar geride arıyorlar. Tabii o amaçla da "geçmiş" yüceltiliyor. Oysa bu güne ait sorunları düne ait yöntem ve araçlarla çözmek mümkün değildir. Bu, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır! Kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz. Kaldı ki, geçmişi ihya etmeye çalışmak beyhude bir çabadır ve üstelik arzulanır bir şey de olmamalıdır. Elbette bunu söylemek geride kalan her şey kötüydü demek değildir. Eğer iyi şeyler varsa, ki, mutlaka vardır onları çözüme dahil edersiniz ama geçmişi aynı tarzda ihya etme çabasının bir karşılığı olmaz. Bu yüzden de "Politik İslam'ın" bir toplum projesi yok...

Erdoğan ve AKP iktidarı Türkiye'yi Suudileştirmeye yeminli görünüyorlar. Laik-seküler olan her şeye savaş açmış durumdalar. Türkiye'yi bir İmamistan yapmak istiyorlar. Eğer bunu başarabilirlerse, ilelebet iktidar olmayı hayal ediyorlar... Aynı karanlıkçı Suudi Arabistan'daki gibi... "Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş" denmiştir... Fakat onların Suudi muhabbeti sadece ideolojik ortak paydaya dayanmıyor. Suudi parası da aşklarını büyütüyor... Lakin gözden kaçırdıkları bir şey var: Bu ülkenin ilericileri, cumhuriyetçileri, sosyalistleri, komünistleri, anarşistleri, demokratları, laikleri, ateistleri, çevrecileri, dinin bir zenginleşme aracı haline getirilmesini içine sindiremeyen Müslümanları, dini kullanarak, ülkenin varını yoğunu yağmalayan/yağmalatan bu Suudi severlere  pabuç bırakmaya niyetli değiller... Günü geldiğinde lâyık oldukları yere yollanacaklardır... Fakat bu karanlıkçı din tacirlerinden kurtulmak yetmez. Artık farklı-yeni bir rotaya girme zamanı geldi. Zira burjuva uygarlığının iflası tescillenmiş bulunuyor...  



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder