BİRGÜN Gazetesi’nden Serbay Mansuroğlu’nun Soruları ve Yanıtlar:
Umudu Yeşertmek Hâlâ Mümkün!
1-Öğretmenlik 21.
YY.'da artık sadece öğrenciye bilginin aktarıldığı bir meslek mi?
-
Sorunu genelliği temelinde düşünecek olursak, daha başta şunu belirtmek
gerek: Öğretmenlik her çağda, içeriği, niteliği ne olursa olsun, öğrenciye
bilgi aktaran bir meslek olmuştur. Bilgi aktarmayan bir eğitim-öğretim olmaz.
Öğretmen, bile isteye kendi seçimiyle ya da zorunlu olarak karşısına gelen/getirilen
öğrenciye, genelde varlığın özelde ise konusuyla ilgili nesnenin dününe ait
bilgiyi aktarır. Çünkü bilgi, diyalektik bir biçimde düşünürseniz, ne zaman
elde edilmiş ya da ortaya konmuş olursa olsun, varlığın-nesnenin dününe,
geçmişine aittir. Günümüzde eğitime ve öğretmenliğe ilişkin sorunu bilgi aktarımı
temelinde ele almak ya da ortaya koymak bir yanılsamadır. Bundan dolayı buna
takılmamak gerekir. Bugün yaşadığımız sorun öğretmenin ve öğretmenliğin bilgi aktarıcısı
olma niteliğinde değildir. Aksine, özellikle sistemin, hangi çağda olursa
olsun, siyasal-ideolojik aygıtlarının başında gelen sistematik eğitim etkinliği
içerisinde neyin aktarılıp aktarılmayacağına ilişkin insiyatif kullanma yetisi
ve becerisinin her geçen gün öğretmenin elinden alınmasıdır. Bir başka deyişle de çok farklı saik ve kaygılar altında öğretmenin bu yeti, beceri ve insiyatifi kullanmaktan kaçınması, etliye sütlüye bulaşmak istemeyen, “sallabaşını al maaşını” anlayışına yönelmesidir. Elbette bunun, öğretmenin içerisinde yaşadığı toplumsal koşullardan, sendikal mücadele ve örgütlenmeye, sistemle kurduğu ilişkinin siyasal-ideolojik niteliği ve biçimine dek sorgulanması gereken birçok nedeni olabilir. Ancak bu durum, dünya görüşü, etnik kökeni, inancı, sendikası farklı olsa bile her kesimden öğretmenin, sistemin aymaz bir hizmetkârına, gönülsüz ya da “gönüllü kul”una dönüşmesine neden olmuştur. Oysa hangi koşullar altında olursa olsun, öğretmen çok farklı şeyler yapabilir. Başta, kendisinden öğrenciye aktarması istenen bilgiyi hem kendisi sorgulayabilir hem de öğrenciye sorgulatabilir. İkincisi, ders kitaplarındaki bilgiden hareketle toplumsal gerçekliğin farklı boyutları ve alanları arasında sorgulayıcı ve eleştirel düşünmeyi teşvik edici bağlar kurdurtabilir. Bunlara bağlı bir biçimde öğrenciyi araştırmaya, toplumsal gerçekliği olabildiğince bütünsel anlamda kavramaya, farklı alanlar arasında bağlantılar kurmaya yöneltebilir. Elbette bunlar zordur. Ne var ki bunlar yapılmadığında ve kolay olan tercih edildiğinde, öğretmenlik yalnızca bilgi aktarılması gereken bir mesleğe dönüşür. Öğretmen de işi bilgi aktarmakla sınırlı bir özne/nesneye… Sistemin istediği “iyi”, “başarılı” öğretmen de budur zaten. Ondan istenen, okulda ve özellikle de sınıfta, öğrencinin karşısında, kendi aklıyla düşünen soran, sorgulayan, eleştirel değerlendirmeler yapan, çok yönlü ve çok boyutlu bakan biri olması değil, konusuyla ilgili ve ders kitaplarında belirtilen ve ‘uygun görülen’ bilgileri uygun bir biçimde öğrenciye aktarmasıdır. Öğretmenliğin, bilgi aktarımı, sormaya, sorgulamaya, eleştirel düşünme bilinci kazandırmaya yöneltme dışındaki diğer vasfı ise eğitimdir. Ancak eğitim, ödül ve ceza sistemini gerektirir. Eğitimde cezalandırmanın kabulü ise nerede başlayıp nerede duracağı bilinmeyen bir sürece kapı aralamaktır. Cezalandırmanın eski dozajını yitirmesi ve giderek eğitimde telaffuz edilmez hale dönüşmesi olumlu bir gelişmedir. Bu süreç her geçen gün başta öğretmenler olmak üzere okul idarelerini salt denetleyene –hatta uzaktan denetleyene- dönüştürüyor olsa da bundan yakınmamak gerekir. Sorun olarak algılanması ve itiraz edilmesi gereken, öğrenciye aktarılacak bilginin niteliği, içeriği ve işlevidir. Bu bilginin niteliği ve içeriğinin ne olması ve nasıl öğretilmesi gerektiğine ilişkin veli-öğrenci ve öğretmenin belirleme ve denetleme hakkının talep edilmesi ve bunun bilince çıkarılmasıdır. Eğitim öğrenim hakkı, bu hizmeti düzenleyenin kendi istediğini, kendi siyasal ve ideolojik kabulleri doğrultusunda yapabilme hakkı demek değildir.
2-Öğretmenlik mesleği
bir dönüşümden geçti, geçiyor? Nasıl bir dönüşüm bu?
- Öğretmenlik mesleğinin dönüşümündeki kritik eşik, öğretmenin kime neyi,
neden, nasıl ve kimin için öğreteceğine ilişkin insiyatifi yitirmesiyle başlar.
Bu noktadan baktığımızda, söz konusu alanlarda belirleme hakkı olanlar Antik
Çağın gezgin öğretmenleri Sofistler ve kendi başına okullar kurabilen düşünür
ve filozoflarıdır. O zamandan bu yana, dinsel eğitim merkezlerinin yanı sıra
özellikle de 1789 Fransız İhtilali sonrasında gelişen ulus devlet süreciyle
birlikte, sistematik okul eğitimi ve her geçen gün profesyonelleşen öğretmenlik
mesleği içerisindeki öğretmen, özerkliğini yitirmiştir. Bir başka deyişle de
öğretmen elinden özerkliğin alınmasına sessiz kalmış, kabullenmiştir. Özerklik
yitiminin ise iki ana halkası vardır. Birincisi, sistematik eğitim etkinliğini
düzenleyen, neyin, neden ve niçin öğretileceğine karar veren devlet/siyasal
iktidardır. İkincisi ise buna itiraz edemeyen ya da siyasal iktidar
uzmanlarınca belirlenenleri ideolojik olarak da benimseyen ve bir bilinç olarak
içselleştirmiş olan öğretmendir. Bu dünden günümüze uzanan bir sorundur. Ancak
öğretmenin de sorun edinmediği bir sorundur. Günümüz koşullarında devletin
denetim olanaklarının her geçen gün yetkinleşmesine paralel olarak, özelde
öğretmenin genelde ise öğretmenlik mesleğinin, ders kitaplarının uzantısına
dönüşmesini beraberinde getirmiştir. Artık başta ders kitapları olmak üzere,
tüm ders araç gereçleri öğretmenin ve öğretme eyleminin uzantısı değil, aksine
öğretmen bunların uzantısına dönüşmüştür. Birçok öğretmen için, ders kitabı ve
araç gereci yoksa ders de yoktur. Keza aynı durum öğrenci için de geçerlidir.
Eğitim-öğretimin temel işlevleri anımsandığında ve bunları aktaran ders
kitaplarına neredeyse birebir bağımlılık düşünüldüğünde, öğretmenlik ve
öğretmen, sistemin kendisinden istediklerini siyasal-ideolojik-kültürel boyutta
öğrenciye aktarmakla görevli bir hizmetkârdan öte bir şey değildir. Bu dönüşüm,
yetkinleşen denetim koşulları altında ve öğretmenlerin sessizliğiyle her geçen
gün pekişmektedir. Bunu kıracak olan, öğretmenin bilinçli bir çıkışla
özerkliğini yeniden kazanması, gerektiğinde kendisinden öğretmesi, aktarması
isteneni de sorgulama, eleştirel bir biçimde değerlendirme hakkını kazanması ya
da etik bir anlayışla, her şeye rağmen fiilen uygulamasıdır.
3-Öğretmenler neden
eskisi gibi itibar görmüyor?
-
Öğretmenin itibarı konusu, özellikle son yıllarda dillere pelesenk
olmuştur. Bu konu neredeyse çok önemli bir sorun olarak algılanmakta ya da
ifade edilmektedir. Kimisi itibar/itibarsızlaşma konusunu, öğretmenin aldığı
maaşa, ekonomik durumuna indirgemektedir. Kimisi siyasal iktidarların
yaptıkları uygulamalarla, yöneticilerinin açıklamalarıyla bunu aşındırdığını
ileri sürmektedir. Bunların bir ölçüde etkisi olsa da sorun bir yanıyla, asıl
olarak “şu” diye gösterilen öğretmendedir. Diğer yandan ise, öğretmenin ve
öğretmenliğin her geçen gün kendisine atfedilen kutsiyeti yitirip, gökyüzünden
yeryüzüne inmesidir. Bu kötü ya da yanlış bir şey değildir. Şeyleri ya da
kişileri yerinde, ilişkileri ve işlevleri bağlamında değerlendirme bilincini
kazanmak, böylesi bir bilincin toplumsal olarak yerleşmesi önemlidir. Bir insan
olarak öğretmeni de sıfatı ve statüsünden dolayı itibarlı ya da itibarsız
saymak, ona değeri ve değerlerinden bağımsız olarak önem atfetmek doğru değildir.
Yanılsamalı bir bilinç haliyle, kutsiyetin, yüceltmenin ardına sığınanlar bir
dönem sistemle kurdukları ilişkilerin sarsılması, hatta ortadan kalkmaya
yönelmesiyle, efendilerin kendilerine atfettikleri, nitelik ve değerleri, keza
ayrıcalıkları yitirdikçe huzursuzlanmaktadır. Aslında toplumsal olarak bir
parçası oldukları, işçi sınıfının yaşam koşullarına savruldukça bunu
kabullenememe hali yaşamaktadırlar. Değişen toplumsal gerçekliği kavramak ve
ona göre davranmak yerine, hâlâ yanılsamalı bir bilinç haliyle “devletin
memuru” olarak kalmakta ayak diremektedirler. Oysa bu durum, öğretmenlerin
büyük bir bölümü kavramamakta inat etse de çok gerilerde kaldı. Elbette o
dönemde devletin öğretmenlere sağladığı ayrıcalıklar ve atfettiği kutsiyet de
sırra kadem bastı. Dolayısıyla itibar ve itibarsızlaşma konusu da bununla
bağlantılıdır. Toplumsal olarak itibar
görmemenin bir boyutu budur. Diğer boyutu ise “şu” diye gösterdiğimiz
öğretmenden kaynaklanmaktadır. Günümüz öğretmenlerinin, ne yazık ki çok büyük
bir bölümü entelektüel olarak kendini geliştirmemekte, sıfatının, statüsünün
ardına sığınarak vaziyeti idare etmektedir. Kendini geliştirme, yeni bilgiler
edinme ve bunun eşliğinde içerisinde yaşadığı ya da görev yaptığı yerdeki
veliler ve diğer insanlarla çok yönlü ilişkiler içerisine girmemekte veyahut da
bu ilişkilere girdiğinde, düşünce, söylem ve davranışıyla örnek olmaktan çok
sıradanlaşmaktadır. Neredeyse 1970’lere hatta biraz daha berilere gelirsek,
1980 ortalarına dek olduğu gibi sahip olduğu ya da ulaşabildiği genel kültür
bilgiyle vaaz edememektedir. Hatta abiyane bir deyimle, çevresindeki birçok
insan gibi sövüp sayabilmektedir. Bunların yanı sıra, bir de maişet derdi
içinde öğrencisi ve velisiyle paralı ders verme ilişkisine girip, alacak
verecek peşine düştükçe sorun iyice katmerlenmektedir. Dolayıyla kimse kimseye
itibar veremeyeceği gibi, hiç kimse ve kurum da kişinin itibarını alamaz.
İtibar bireysel ve toplumsal anlamda, öğretmenin ve öğretmenlerin düşünüş,
söyleyiş ve eyleyişleriyle ne yapıp ne yapmadıklarıyla ilgilidir. Öğretmenler
ve öğretmen sendikaları itibar ve itibarsızlaş(tırıl)mayı bir sorun olarak
görüyorlarsa, önce kendilerine bakmalıdır. İçerisinde yaşadıkları değişen
toplumsal gerçekliği kavrayarak, bir parçası oldukları işçi sınıfının talepleri
ve sorunlarını görmezden gelmeden, sınıfsal-toplumsal mücadelenin
aktif-militan-öncü bir unsuru olmalıdırlar. Ama bunun için öncelikle sendika
aidatlarını bile onların adına işverenin ödediği bireyler olmaktan
kurtulmalıdırlar. Sadaka, ulufe kültürünün uzantısı olan bu anlayışla
yaşadığımız sürece öğretmenin de sendikalarının da itibar/itibarsızlaşma
sızlanması laf-ı güzaftan ibarettir.
4-60'lı yılların idealist, aydınlanma taşıyıcısı, mücadeleci öğretmenleri
bugün neden yok?
-
Yalnızca 60’lı 70’li yılların değil, ondan
önceki on yılların idealist, ‘aydınlanma’ taşıyıcısı, mücadeleci idealist
öğretmenini ortaya çıkaran temel unsur, toplumsal koşullar ve daha iyi, daha
güzel bir gelecek umuduydu. İdealist öğretmenlik ya var olan düzenin, toplumsal
yapının siyasal ve ideolojik kabulleriyle örtüşerek, onun hedeflerini,
arzuladığı insanı yetiştirmeyi kendine ideal seçerek olur ya da ona karşı
toplumsal-siyasal-sınıfsal bir mücadeleye yönelerek. Neredeyse 70’li yılların
sonuna dek, öğretmenleri de kapsayacak denli böylesi bir yöneliş, yavaş yavaş
etkisini yitirse de varlığını korudu. Çünkü kapitalizm koşullarında hem onu
savunanlar hem de başta devrimciler, sosyalistler olmak üzere, ona karşı
mücadele edenler için, daha iyi, daha güzel bir yarın, daha iyi, daha güzel bir
gelecek umudu varlığını sürdürüyordu. İdealist olmanın varlık koşulları
geçerliydi. Ne var ki, bu durum, dünya da daha erken başlamış olsa da Türkiye
için 1980’li yıllarla birlikte hızla değişti. Artık gelecek kaygısının ağır
basmaktaydı. İşsizlik, yoksulluk, pahalılık eskiden de vardı. Ancak, toplumun
birbirine karşı duran ideoloji ve sınıfları için daha iyi bir gelecek umudu
varlığını koruyordu. Günümüzde gelecek kaygısının sarmalına düşmüş, elindekini
avcundakini koruma, çocukları için daha iyi bir gelecek ihtimalini koruma
endişesi taşıyanların arasında öğretmenler de var. Memuriyetten bir türlü
vazgeçemeyişin ardında, ne denli açıkça telaffuz edilemese de, bu hakikatin
önemli bir payı var. Oysa geleceğe dair kaygıları depreştiren, umutsuzluğu
besleyen temel sorun, işsizlik ve genel bir yoksullaşma, yoksunlaşma halidir. Öğretmenler,
sendikaları aracılığıyla, bu sorun karşısında toplumsal ve sınıfsal bir
mücadele yürütmek yerine, bireysel ve palyatif (ek ders ücreti, ek ödenek,
sendika aidatını devlete ödetme, vb.) çözümler peşinde koşmayı tercih etmektedirler.
Örneğin; “Atanamayan öğretmenler” sorunu, genel olarak işsizlik sorununun bir
parçasıyken, hiç kimse alınıp darılmasın ama, ne sendikalar, ne de söz konusu
‘öğretmen’ler top yekun işsizliğe karşı bir mücadele yürütmeyi tercih
etmiyorlar. Dolayısıyla ne 1970 ve 80 öncesi yılların mücadeleci öğretmenine ne
de idealist ve ‘aydınlanma’cı öğretmenine bugün rastlamak mümkündür. Bunun
yeniden canlanabilmesi için gereken iki temel koşuldan birisi, herkes için daha
iyi, daha güzel bir gelecek umudunu dirilten, ete kemiğe büründüren bir
toplumsal proje doğrultusunda mücadeledir. İkincisi de bu toplum idealini
kitlelerle buluşturacak, varlığıyla düzene kafa tutan, üyelerine, taraftarlarına
güven veren, onlara asla sırtını dönmeyecek, dayanışmacı, mücadeleci ve etik
tutarlılıkla davranan militan bir örgütlenmedir. Bunun yokluğunda, iktidara
göre tavır alıp sendika değiştiren memleketim öğretmeninden ve onun
sendikalarından etik tutarlılık, idealist bir öğretmenlik, dahası toplumsal
bedel ödemeyi göze alan bir mücadele beklemek sükûtu hüsrana uğramaktır. Peki; bu değişmez mi, değiştirilemez mi?
Elbette değişir ve değiştirilir. Ama bugünkü tablo budur: Türkiye toplumunun
siyasal iktidarına, kurumlarına, partilerine bakıp öğretmenin hal-i pür mealini
anlamak mümkündür. Keza öğretmen camiasının geneline bakıp, toplumun, toplumsal
kurumların ne durumda olduğunu da… Ya umut? Elbette, rüşeym halinde olsa bile o
da var!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder