“Milli irade” diye bir şey var mı?
Fikret Başkaya
“Çok partili düzen dense de
değişen yalnızca parti başkanlarının adı: aslı tek bir başkan, tek bir parti...”*
Bilgesu Eranus
17 Aralık rüşvet
ve yolsuzluk operasyonuyla ilgili olarak, başbakan R.T. Erdoğan, “hedefin milli
iradeye suikast olduğu aşikâr“ demişti. Tabii yolsuzluk ve rüşvete yönelik bir
operasyonla “milli irade” denilen arasında ters yönde bir ilişki olduğunu
söylemek tuhaf bir çelişkiydi. Bu arada yurdun çeşitli yerlerinde milli iradeye
destek gösterileri yapıldı. Avrupalı Türk Demokratlar Birliği [ UETD] Viyana
şubesi tarafından da başbakana destek amacıyla “ milli iradeye saygı konvoyu”
yola çıkıp, Macaristan, Sırbistan ve Bulgaristan’dan geçerek, Kapı Kule sınır
kapısından Türkiye’ye girdi. Tersinden Viyana kuşatması gerçekleşmişti sanki...
Tabii hepsi bu kadar değil, milli irade platformu adıyla bir araya gelen 97 STK
tarafından imzalanan destek bildirisi de, başbakana iletilmiş. Söylendiğine
bakılırsa 97 Sivil Toplum Örgütü’nün [STK] imzaladığı bildiri, Başbakanın baş
danışmanı, Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan tarafından yazılmış... Yıllardır
‘sivil toplum söylemi” kepazeliğine dair yazar dururum. Doğrusu ne kadar da
yazsan nâfile. Bazen kendi kendime: “ acaba
bu dünyada kelimelerin ve kavramların bu kadar dejenere edildiği ikinci bir
ülke var mıdır” diye sorduğum
oluyor... Kimse çıkıp da “ tamam, bildiriyi imzalayın da, hiç olmazsa kendinize
STK’lığı yakıştırmayın” diyen pek yok. Sakın ola STK’ları önemsediğim sanılmasın.
STK söylemi neoliberal gericiliğin söylemidir. Amaç kapitalizmin pisliklerini,
iğrençliklerini netâmeli sonuçlarını görünmez kılmaktır. Bu amaçla toplumu
ahmaklaştırmak, bönleştirmek, aldatmak. oyalamak, depolitize etmektir. Bu
örgütlerin misyonu ve varlık nedeni, , küresel plütokrasiyi, küresel oligarşiyi
ve tabii onun bir uzantısı olan bizdeki gibi komprador oligarşileri
meşrulaştırmaktır. Dolayısıyla bu sefil kuruluşların teşhir edilmeleri hayatî
önem taşıyor...
Bir “milli
irade” söylemidir gidiyor. Aslında bizde milli irade denilen, genel irade, halk
iradesi veya genel istenç denilenin karşılığı olarak kullanılıyor. Jean Jacques
Rousseau’nun ‘Toplum Sözleşmesi’ adlı
ünlü eserindeki volonté général’ in (genel
irade) Türkçesi. Fakat genel irade asla
çoğunluğun iradesi demek değil. O halde genel irade nasıl tecelli edecekti?
Bunun iki yolu var: Birincisi, doğrudan demokrasi sayesinde. Bu durumda
insanları, toplumu, kamuyu, velhasıl politik-sosyal alanı ilgilendiren
meseleler, herkesin katılımıyla, tartışılır, el kaldırarak oylanır, karara
bağlanır ve uygulanır, yani doğrudan demokrasi yöntemi; ikincisi, toplumun
ortak (genel) iradesi seçilmiş temsilciler vasıtasıyla tecelli eder. Özellikle
II. Dünya Savaşı sonrasında Batıda buna temsili demokrasi deniyor. Temsili
demokrasi için de ifade ve örgütlenme özgürlüğünün, siyasi partilerin,
seçimlerin, parlamentonun ve parlamentodan çıkmış hükümetlerin, “hür basının”
varlığı, yeterli koşul sayılıyor. Bir ülkede, siyasi partiler varsa, belirli
aralıklarla seçimler yapılıyorsa orada genel iradenin, bizde “milli irade”
denilenin tecelli ettiği, demokrasinin gerçekleştiği var sayılıyor. Eğer
demokrasi denilen bir şekil sorunu olsaydı, o zaman siyasi partilerin,
seçimlerin, parlamentoların, ve o parlamentolardan çıkan hükümetlerin varlığı,
genel iradenin [milli iradenin], dolasıyla, demokrasinin gerçekleşmesi
sayılabilirdi. Lâkin demokrasi bir şekil sorunu değildir. Kimi içi boş söylemlerin,
kurum ve mekanizmaların varlığından ibaret bir şey değildir. Kaldı ki, daha
önce de defaaten yazdığım gibi, Batı’da eski rejimler [Ancién Régime]
yıkıldığında gündeme gelen soru, “kim nasıl yönetecek” sorusuydu. Bizde 1946 da
‘çok partili sisteme” geçildiğinde yapılan değişiklik, halk kendi kendini
yönetsin diye yapılmadı. Değişiklik, bundan sonra “nasıl yöneteceğiz” sorusunun
cevabıydı. Kimin yöneteceği zaten belliydi. Dolayısıyla siyasi partiler,
seçimler, parlamento ve hükümetler, kitlelerde “katılım yanılsaması” yaratmak
içindi. Kaldı ki, Türkiye’de oynanan demokrasi oyunu, biçimsel olarak bile
sorunluydu. Zira, benim “asıl devlet partisi” dediğim öteki iktidar odağı gerekli
gördüğünde sürece müdahale ederek biçimsel demokrasiye bir süreliğine son
verebiliyordu. Böyle bir durum söz konusuyken, milli iradeden,
demokratikleşmeden, demokrasiden, işte “hakimiyetin kayıtsız ve şartsız millete
ait olduğundan” da çok söz edildi, ediliyor.
Siyasi partiler
eğer “yukarıdakiler”, mülk sahibi sınıflar tarafından, anti demokratik bir seçim
kanunu ve siyasi partiler kanununa göre kurulmuş-kurdurulmuş
ise, ve siyasi partiler bir kişinin şirketi gibi işliyorsa, işleyişinde
demokrasinin kırıntısına bile yer yoksa, her şeyi parti lideri
belirliyorsa, partinin adı liderinin
adından daha az biliniyorsa, kimin milletvekili, parti yöneticisi, belediye başkanı,
vb. olacağına, hangi kanunların ne zaman çıkarılacağına başkan (patron) kadar veriyorsa, istediği
kadar oy alıp seçilsinler, hükümet kursunlar, böyle bir durumda siz hangi “milli
iradenin” tecelli ettiğinden ve demokrasiden söz edebilirsiniz ki? Kendisi
demokrasiden nasibini almamış örgütler nasıl demokrasinin, “milli iradenin”
gerçekleşmesinin araçları olabilirler? Bir kere asla temsil diye bir şey,
seçmek diye bir şey söz konusu değil. İnsanlar seçim denilenle parti başkanının
seçtiğini onaylıyor. Arada bir temsil eden-edilen ilişkisi yok. İnsanlar
kendilerine yabancı bir örgüte oy veriyorlar. Belki yapabildikleri yegane şey,
partilerden “en az kötü” saydıklarını tercih etmek. Kaldı ki, alınan oyla
çıkarılan milletvekili sayısı arasında da bariz bir uyumsuzluk söz konusu. “Çok
partili sisteme” geçildikten sonraki ikinci genel seçimde (1950) Demokrat Parti
(DP) oyların %56,6’sını aldığı halde 505 milletvekili çıkarmıştı, oyların
%34,8’ini alan CHP de sadece 31 milletvekili çıkardı. Eğer aldıkları oyla
çıkardıkları milletvekili arasında gerçek bir ilişki olsaydı, DP’nin 339, CHP’nin
209 milletvekili çıkarması gerekirdi. 2002
seçimlerinde AKP oyların %34,28’ini aldığı halde tam 363 milletvekili çıkardı.
Oysa aldığı oyla çıkardığı milletvekili
arasında doğru yönde bir ilişki olsaydı, 188 kadar milletvekili çıkarması
gerekirdi, yani yaklaşık yarısı kadar... CHP’ de oyların %19,39’unu aldı ve 178
milletvekili çıkardı. Onun da en fazla 107 milletvekili çıkarması gerekirdi. %10
seçim barajı yüzünden diğer partilerin tümü oyunun dışında kaldı... Oyların
yaklaşık üçte birini alan bir partinin tek başına iktidar olup, ülkenin kaderini
belirlemesi midir “milli irade”? Fakat
hepsi bu kadar değil, 2002 seçimlerinde Türkiye’de seçmen sayısı, 41 milyon,
291 bin, 568’di. AKP’nin aldığı oy da 10 milyon 808 bin 229’du. Bir parti seçmenlerin
yaklaşık dörtte birinin oyuyla tek başına iktidar olduğunda “milli irade” gerçekleşmiş mi oluyordu?
2011 seçimlerinde
herkesin ağzında AKP’nin %50 oy alarak iktidar olduğu şeklinde. Bu doğru ama
durumun nüanse edilmeye ihtiyacı var. AKP’nin aldığı %50 oy, kullanılan geçerli
oyların %50’sidir. 2011 genel seçimlerinde toplam seçmen sayısı 52 milyon 806
bin 322 idi ve AKP’nin aldığı oy 21 milyon 339 bin 082’iydi. Seçmenlerin
%40.4’ü. Seçime katılmayanlar ve geçersiz sayılan oyların toplamı da 9 milyon
864 bin 559’du.
İsterseniz bir
“milli irade” ve “demokrasi” örneğini de okyanus ötesinden verelim. Yakın
zamanda Bir Güney Amerika ülkesi olan Şili’de devlet başkanlığı seçimleri
yapıldı. Seçimlerin ilk turunda Bayan Michèle Bachelet kullanılan oyların %45’ini aldı. En yakın rakibi
olan Bayan Evelyn Mattei de oyların % 24,9’unu aldı. Hiç bir aday %50’nin
üstüne çıkamadı. Fakat gözden kaçan, kaçırılan bir şey vardı: Birinci turda
seçimlere katılım oranı %48,7 idi... Seçmenlerin %51,3’ü sandığa itibar etmedi.
Herhalde sandıktan umudu kestikleri için... İkinci turda 13,5 milyon seçmenin 5
milyon 139 bin 385’i sandığa gidip oy kullandı. Seçimlere katılma oranı da %39,40
da kaldı. Ve Michèle Bachelet 3 milyon 212 bin 358 oy alarak, (oy kullananların
%62,16’si,) başka türlü söylersek,
Şili’li seçmenlerin % 23,79’unun oylarıyla başkan seçildi... Seçmenlerin %60
dan fazlası hiç bir parti için oy kullanmadı. Ve bu durum dünyaya malûm haber
ajansları ve televizyonlar tarafından “demokrasinin zaferi” olarak duyuruldu...
Aslında
seçimlerin varlığı temsilin de varlığı demek değil. Ortada bir oyun var ve bu
oyun insanları aldatmaya imkân veriyor. Bu sadece bizde değil, dünyanın her
yerinde oynanan “temsilî demokrasi” oyunu. Küresel plütokrasinin ve “ulusal” oligarşilerin
sürekli sahneye koydukları sefil bir oyun. Halk bu oyunun sadece figüranı. Dolayısıyla
bir ilişki tersliği var. Siyasi partiler, seçimler, parlamentolar...
demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçları. Bu oyunun
vakitlice teşhir edilmesi gerekiyor. Siyasi partiler “milli irade” denileni
gerçekleştirmenin değil, engellemenin araçları. İnsanlar 4-5 yılda bir oy kullanarak
süreci etkilediklerini, sürece katıldıklarını, iradelerinin bir karşılığı
olduğunu sanıyorlar. Tabii “doğrudan
yönetenleri”, hükümet partisini değiştirebilirler - ki onu zaten oyun kurucular
da isteyebilir, terleyen atı dinlenmişiyle değiştirmek işin doğası gereğidir-
ama yönetimi asla değiştiremezler. Asıl hükmeden oligarşi hep iktidarda kalmaya
devam eder. Oysa sorun yönetenleri değil, yönetimleri değiştirmekle ilgili
olmalıdır. Eğer gerçekten kullandıkları oyun bir karşılığı oysaydı, durum bu
kadar sefil, kepaze ve utanç verici olur muydu? Eğer temsil gerçek temsil
olsaydı, parlamentolarda “gizli oturum” yapılır mıydı? Örtülü ödenek diye bir
şey olur muydu. Örtülü ödenek örtülü “operasyonlar”, yasa dışı, ahlak dışı
şeyler yapmak için değil mi? İnsanlar
“temsilcilerini” örtülü işler çevirsinler diye mi “seçiyor”? Eğer seçenle
seçilen arasında doğru yönde bir ilişki olsaydı, mesela kanun hükmünde kararnameler çıkarılır mıydı?
Torba yasalara gerek olur muydu? Onca “faili meçhul” cinayet parlamentonun açık
olduğu, “milli iradenin” iş başında olduğu zamanda işlenmedi mi? Kürt köyleri
yakılırken “milli irade” tatile mi çıkmıştı? Siyasi partiler gerçek anlamda
kamu hizmeti yapmaya aday örgütler değil. Oligarşinin zenginliğini artırmanın
hizmetinde ve tabii bal tutan parmağını yalıyor ve her dönemde yeni yetme zenginler
türüyor. Yeni yetme zenginler nasıl mı türüyor? Mesela geride kalan 11 yıllık
AKP iktidarında Kamu İhale Kanunu’nu 57 kez değiştirerek... Yağma ve talan için
Kamu İhale Kanunu ne kadar çok değiştirilirse “milli irade” de o kadar
gerçekleşmiş, demokrasi zafer kazanmış mı oluyordu?
Artık
demokrasinin sadece bir biçim, kurumlar ve mekanizmalar sorunu
olmadığının farkına varma zamanı gelmiş olmalıdır. Zira, demokrasi, kimi kurum
ve mekanizmaların, prosedürlerin varlığından öte bir şeydir. Sadece oy
kullanmak değildir. Artık şu fosilleşmiş liberal temsilî demokrasi anlayışından
ve pratiğinden kurtulmamız gerekiyor. Elbette demokrasi, örgütsel ilkeler,
ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, çoğulculuk, hoşgörü gibi bir değerler
bütünü olmak durumundadır ama sadece ilkeler ve değerlerden ibaret de değildir.
Sadece kurumlar ve mekanizmalardan ibaret de değildir. Aynı zamanda bir
pratiktir, uygulamadır, reel olarak yaşanılandır… Dolayısıyla kollektif bir
eylemin sonucu olabilir ancak. Her düzeyde kumusal-sosyal sürece katılımı,
müdahaleyi varsayar. Eğer insanlar ortak
yararın, ortak iyiliğin gerçekleşmesi sürecine aktif olarak katılmıyorlarsa,
orada gerçek anlamda genel iradenin, demokrasinin gerçekleşmesinden söz etmek
mümkün değildir. Bir kere demokrasi sosyal eşitliği ve kardeşliği
[fraterniteyi] varsayar. En zengin 85 kişinin dünya nufusunun yarısını
oluşturan 3.5 milyar insanın toplam geliri kadar servete sahip olduğu, dünya
nüfusunun %1’inin 110 trilyon dolar dolar servete sahip olduğu bir dünya’da demokrasiden,
refahtan, insanlıktan söz etmek rahatsız edici değil mi? Adım, adım kamuya (topluma)
ait tüm ortak malların ve hizmetlerin (su, toprak, ormanlar, nehirler, göller,
koylar, kamu hizmetleri, sosyal hizmetler, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, vb.)
özelleştirilip, özel kâr ve kazanç nesnesine dönüştürülürken, kamuya ait ne
varsa gözü doymaz oligarşi ve “yeni yetme zenginlir” tarafından yağmalanır,
talan edilirken, siz hangi demokratikleşmeden, hangi “nurlu ufuklardan” söz
edebilir siniz? Yerin altındaki üstündeki kamuya (herkese) ait olması gereken
zenginliğin, dar bir azınlık tarafından fütursuzca yağlamalanması, talan
edilmesi sorun edilmeden demokrasiden söz edilebilir mi?
Demokrasi, bireylerin yurttaşlığın gereği olarak
sahaya inmesini gerektiriyor. Gerçek birer yurttaş olmalarını ve öyle
davranmalarını, aktif özneler olmalarını gerektiriyor. Sadece sandığa gidip oy
vermek bu amaç için yeterli değil. Üstelik demokrasi sadece siyaset alanını
ilgilendiren bir şey de değildir. Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yaşamın
tüm veçherini, mahalleyi , sokağı, işyerlerini, fabrikaları, bankaları,
işletmeleri, kurumları, aileyi, okulu, velhasıl insan ve toplum yaşamının tüm
alanlarını kapsamalıdır… Fakat her şeyden önce yapılması gereken bir şey var:
Demokrasi kavramını ona düşman olan mülk sahibi oligarşi cephesinin elinden
alıp, asıl bulunması gereken yere taşımak, asıl sahiplerine vermek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder