“Bu Yalnızca Hegemonya Krizi Değil, Aynı Zamanda Bir Meşruiyet Krizidir”
Fikret Başkaya-Gün Zileli Söyleşisi
Gün Zileli - Osman Tiftikçi ile yaptığın röportaj son derece ilgi
çekici. Osman Tiftikçi, esas çatışmanın AKP-Cemaat çatışması olmadığını
belirttikten sonra şöyle diyor:
"Çatışma özünde emperyalizm, geleneksel sermaye
ve İslami sermaye arasındadır. AKP ve İslami sermaye rakibine direnecek güçte
görünmüyor. Cemaatler 90’lı yıllara kadar küçük ve orta boy ticari, sınai
işletmelere sahiptiler. Bunlar sonradan holdinglere dönüştü. AKP iktidarları
döneminde uluslararası hale geldiler. Tarihlerinde görülmemiş biçimde siyasi
iktidarın, belediyelerin ekonomik ve diğer nimetlerinden yararlandılar.
Özellikle eğitimde gayrı resmi önemli bir güç haline geldiler. Toplumda
bunların ideolojik havası esmeye başladı... Ama gene de İslami sermaye,
emperyalizme, geleneksel sermayeye ve bunların elindeki devlete direnecek güçte
değil. Gülen hareketi ile başlatılan öncü saldırıda bile dağılıp, ne yaptığını
bilemez bir hale düşmeleri de bunu gösteriyor."
Buradan çıkan sonuç, çatışmanın esasen, İslami
sermayeyi temsil eden AKP iktidarı ile geleneksel sermaye denen, cumhuriyet
döneminde büyüyen ve tekelleşen sermaye arasında olduğu, emperyalizmin bu çatışmada
geleneksel sermayenin çıkarları doğrultusunda müdahil olduğu, devlet içinde
yuvalanmış Cemaatin ise, geleneksel sermayenin AKP iktidarına saldırısında araç
rolü oynadığıdır. Sen bu yoruma katılıyor musun? Cemaat, geleneksel sermayenin
hizmetinde mi gerçekten, o zaman islami sermaye ile Cemaat ayrı yerlerde mi
konuşlanmış oluyor? Dendiği gibi bu bir "devlet krizi" midir?
Ordunun, geçmişten farklı olarak, restorasyon için darbe yapamaz hale geldiği
koşullarda, parlamento içinden bir alternatif (röportajda dendiği gibi yeni bir
CHPiktidarı) bunu sağlayabilir mi?
Fikret Başkaya- Türkiye’de
devletle ilgili, devlete dair konuşurken, daima tarihsel geri planı hatırda
tutmak gerekiyor. İkincisi, devlet düzeyinde herhangi bir düzenleme veya
“çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörü, “dış
belirleyiciliği” de dikkate almak gerekiyor. Yaklaşık iki yüz yıldır devlette
belirli aralıklarla, [20-25 yıl] işte 1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960,
1971, 980, 1997 ve şimdilerde AKP
döneminde yapılan restorasyonlar bu bütünlük içinde anlaşılabilir ancak.
Velhasıl düzenlemelerin emperyalizmle
uyumlanarak yapılması söz konusu.
Hiçbir önemli düzenlemeyi, dış faktörü, emperyalizmi hesaba katmadan
anlamak mümkün değildir.
Aksi
takdirde yaptığımız tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir.
Osmanlı
İmparatorluğunda devlet kutsaldı, devlet her şeydi. Cumhuriyet döneminde de
devlet kutsallığını korudu. Neden? Çünkü Cumhuriyetle birlikte [1923] bir kopuş
olmadı da ondan. Cumhuriyet ilan edilmeden önce kimler yönetiyorsa,
cumhuriyetten sonra da aynı ekip yönetmeye devam etti. Asla bir alt-üst oluş
söz konusu değildi. Eğer devlet kutsalsa, o zaman her şey kutsal devletin
bekasına hizmet edecek şekilde kurgulanmak zorundadır.
Üçüncüsü,
söz konusu gelenekte ve her zaman bir “iktidar ikiliği” söz konusuydu. Biri
benim “asıl devlet partisi” dediğim iktidar ve güç odağı, diğeri de
görünen-bilinen iktidar, “seçimle” gelen “iktidar.“ Asıl devlet partisi” her zaman kendini
devletin varlığından ve bekasından sorumlu hissediyor. Gerekli gördüğü zaman
duruma müdahale ederek, rayından çıktığını düşündüğü aracı rayına oturtuyor.
İşte askeri darbeler bu amaçla gündeme geliyordu. Tabii bu “asıl devlet
partisinin” sadece darbe anlarında müdahale ettiği anlamına gelmiyor. Darbeler
müdahalenin görünür olduğu durumlar.
Senin
soruna, yani sadede gelirsek, Cemaat veya Gülen Hareketi denilen, aslında
devletin bir cemaati ama sadece TC’nin hizmetinde değil, aynı zamanda ABD’nin
ve bir bütün olarak emperyalizmin, küresel oligarşinin de hizmetinde. Dikkat
edilirse, Gülen Cemaati olarak bilinen devlet cemaatinin palazlandırıldığı
dönem, 1977 sonrasına, yani ABD’nin “yeşil kuşak doktrinini” devreye soktuğu
döneme rastlıyor. Amaç, ilerici, demokrat, sosyalist, eşitlikçi hareketlerin
önünü kesmekti. Tabii T.C. bakımından
ilave bir unsur daha var: Osman Tiftikci’nin de isabetle belirttiği gibi,
devlet dışındaki “asıl dinî cemaatleri” de etkisizleştirme, değilse hizaya
getirme amacı da vardı. Gerçek durum böyleydi ama sanki cemaat laik cumhuriyeti
yıkmak için can atıyormuş gibi bir izlenim veya algı yaratıldı. Oradaki amaç,
devletin niteliğinden habersiz, laikliğin ne olduğunu da pek bilmeyen ‘laik
kesimi’ devlete bağlamak, toplumu kutuplaştırmaktı. Oysa, cemaati peydahlayan,
besleyip-büyüten, destekleyen devletin kendisiydi. Özellikle 1980 Amerikancı
askeri darbesinden sonra Gülen Cemaati eşine az rastlanır bir devlet desteğine
mazhar oldu. Söz konusu olan, insanları aldatmaya yarayan bir ideolojik
manipülasyondu. Eğer buraya kadar söylediklerim doğruysa, şimdilerde AKP ile
Cemaat arasındaki çatışma aslında AKP’nin aşırılıklarından rahatsız olan “asıl devlet partisi” ve arkasındaki büyük
sermaye gruplarıyla AKP ve destekçisi ‘islâmi sermaye” denilenler arasında
cereyan ediyor. O zaman da Cemaatin safı, tartışmasız bir şekilde, “asıl devlet
partisinin” komprador büyük sermayenin ve emperyalizmin safı olmak zorunda...
Peş
peşe yapılan darbelerden sonra orduya yönelik operasyonlar, imajı iyice bozulan
ve halkın önemlice bir bölümü tarafından da hoş görülmeyen ordunun imajını
düzeltme, halk gözündeki imajını düzeltme kaygısı var. Yani “peygamber
ocağının” görüntüsünü düzeltmek...Tabii bunun için kendi adamlarından
bazılarını feda edebilirlerdi. Amaç kutsal devletin varlığı ve bekası olunca
bunu rahatlıkla yaparlardı ve yaptılar. Yoksa, yapılan bu operasyonların
asla “vesayet rejimini”
etkisizleştirmek, rejimi demokratikleştirmek gibi kaygılarla uzaktan yakından
bir ilgisi yok... Sadece yeni tip bir vesayet amaçlandığı söylenebilir. Tabii
bu da öyle tereyağından kıl çeker gibi olmaz, nitekim olmuyor...
Eğer
bunun bir devlet krizi olduğu söylenirse bu, sıradan bir “yönetim krizi” demeye
gelir ve bunun üstesinden gelmek o kadar da zor değildir. Egemen sınıflar bu
tür krizleri aşmakta tecrübelidir. Oysa artık sistemik bir kriz söz konusu.
Gelinen aşamada rejim, çözdüğünden daha
çok sorun üretmek zorunda. Başka türlü yapması mümkün değil. O zaman elindeki
yegane koz şiddetin dozunu ve kapsamını artırmaktır. Tabii bu arada utanmazca
“demokrasiden”, “demokratikleşmeden”, işte “hukuk devletinden”, “hukukun
üstünlüğünden” de çok söz edilecektir. Daha şimdiden bir şiddet toplumunda
yaşamıyor muyuz? Eğer sistemik bir kriz söz konusuysa, mevcut iktidara
alternatif olarak sunulacak olanın bugünkünden farklı bir şey yapma şansı
yoktur. Sadece zaman kazanmaya hizmet edebilir ama sorunları daha da
azdırarak... Demek ki, halkın sahaya inmesini gerektiren bir durum söz konusu.
Halkın artık seyirciliği bir yana bırakıp, kendi hikâyesini kendi yazıp, kendi
anlatması gereken bir zamandayız...
Bundan
önceki restorasyonlarda veya düzenlemelerde,
mülk sahibi komprador sınıflar, “asıl devlet partisinin” de onayını alan
yeni bir parti etrafında bir koalisyon oluşturuyorlardı. İşte 1946 da Demokrat
Parti [DP], 1960 darbesinden sonrasında onun devamı ama yine de yeni bir parti
olan Adalet Partisi [AP], 1980 darbesinden sonra ANAP ve 2001’de de AKP. Şu
aşamada yeni bir parti oluşturmak pek olanaklı görünmüyor. Verili durumda CHP etrafında bir koalisyon
imkân dâhilinde görünüyor. Dolayısıyla Tiftikci’nin tespiti bana isabetli
görünüyor.
Gün Zileli – Benim bakış
açımın bu tahlille tam örtüşmediğini belirtmeliyim. Ya da açılması,
netleştirilmesi gereken noktalar var.
Kafamda
yerli yerine oturmayan noktalar şunlar: Evet, geleneksel sermaye denen sermaye
kesimiyle AKP’nin bugüne kadar temsil ettiği İslami sermaye arasında önemli bir
çatışma var. Ve bu çatışmada ABD’nin ve Batı’nın, özellikle Gezi olaylarından
sonra, AKP’nin yıldızının söndüğünü görüp (buna AKP’nin Suriye ve Mısır
başarısızlıkları da eklenmelidir) AKP’ye karşı yeni bir alternatif aradığı bir
gerçek. Fakat Cemaati, İslami sermayenin bir unsuru görmeyip, sadece Batı’nın
bir aleti olarak ele almak bana doğru gelmiyor. Bence Cemaat, İslami sermayenin
çok önemli bir parçasıdır. Dolayısıyla MİT kriziyle başlayıp bugüne uzanan ve
açıkça patlak veren çatışmayı, İslami sermaye içinde büyük bir yarılma olarak
görmek gerekir. Hatta ben daha ileri giderek şunu belirteceğim: Cemaat, İslami
sermayenin esas bölümünü temsil etmektedir. Bu kadar güçlenmesinin bir nedeni
devlet himayesi ise, bir diğer nedeni de muazzam ölçekte bir sermayeyi temsil
etmesidir. Bugünkü AKP, bence, İslami sermayenin daha küçük bir bölümünü temsil
etmektedir. AKP’nin bugün esasen temsil ettiği, İslami sermayeden çok,
TOKİ’lerle, inşaat ihaleleriyle, kaçakçılık ve yolsuzluklarla büyüyen yeni
iktidar zenginleridir. Bu durumda şunu bile söyleyebiliriz: Cemaatle AKP
arasındaki çatışma, bir yönüyle, klasik İslami sermayenin büyük bölümüyle yeni
iktidar zenginleri arasındaki çatışmadır. Elbette bu çatışmanın Cemaatçi
tarafı, AKP iktidarına epey zamandan beri tavır alan geleneksel sermaye ile
rezonansa geçmiştir ama bu son çatışmada geleneksel sermayenin, Cemaati mi,
yoksa AKP’yi mi destekleyeceği ya da tarafsız mı kalacağı henüz belli değildir.
AKP’nin, orduya ve ulusalcılara yönelik son ittifak çağrısı göz önüne alınacak
olursa, belki de bu, aynı zamanda geleneksel sermayeye bir ittifak çağrısıdır.
ABD
ve Batı’ya gelince. Bunları da bir bütün olarak görmemek gerekir kanımca.
Avrupa da, aynı geleneksel sermaye gibi durumu izlemektedir ve yakın zamanda
Cemaate karşı girişilecek saldırıya sessiz onay vermesi muhtemeldir. Cemaat,
ABD içinde daha çok neo-con denilen saldırgan kesimle bağlantılıdır ve Obama
yönetimiyle çok iyi ilişkiler içinde olduğunu sanmıyorum. Yani şu andaki
durumda, ABD yönetimi de, her ne kadar AKP’ye karşı bir alternatif hazırlığı
içindeyse de, AKP-Cemaat çatışmasında henüz ağırlığını şu ya da bu tarafa
koymuş değildir. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, ordu ve ulusalcılarla da
ittifaka giren bugünkü AKP, iktidarın yürütme gücünü de elinde tuttuğu için
Cemaati yer, tasfiye eder.
Restorasyonda
ise büyük bir tıkanıklık söz konusudur. AKP, orduyu “silahsızlandırarak”,
geçmişte yukardan aşağı restorasyonların baş aktörü olan orduyu kriz anlarında
müdahale edemez hale getirdi. Diğer yandan, merkez sağ oyları tamamen tekeline
aldığından parlamenter yoldan bir değişim olanağını da kapattı. CHP’nin
restorasyonu sağlayacak bir parlamenter aktör olarak geliştirilmek istendiği
düşünülebilir ama CHP’nin bu rolü yerine getirmesi bir hayli kuşkulu
görünmektedir.
Bu
bakımdan şu anda, içinde bulunulan krizden çıkışı sağlayacak ve restorasyonu
yürürlüğe koyacak aktörler yok. Bu durum, ister istemez restorasyon yerine revolüsyonu
gündeme getiriyor ki, Gezi isyanı bunun ilk adımıdır.
Fikret Başkaya: İleriye dair
konuşmak her zaman problemlidir. Eğer geçmişi iyi kavramışsak, bugünü iyi
tahlil edebiliyorsak –ki bu çok zor bir şey, zira her an değişmekte olan
üzerine kafa yoruyorsun- o zaman yaptığımız çıkarsamalar gerçeğe daha çok
yaklaşabilir. Burada mülk sahibi sınıflar, bir bütün olarak egemen sınıflar içi
bir çatışma var ama sonuçta bu, çıkarları ortak olan kesimlerin çatışması.
Mao’nun bir tespitini hatırlamak gerekirse, bunlar asla “uzlaşmaz çelişkiler”
değil. Dolayısıyla bu çatışmanın son tahlilde çıkarları ortak olanların
çatışması olduğunu hiç bir zaman akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Eğer
Cemaat devlet tarafından peydahlanmış, desteklenmiş, araçlaştırılmış,
kullanılmış ve kullanılmakta olan bir “yapıysa”, esas itibariyle bu bir “devlet
cemaatiyse” bu çatışmada da komprador büyük sermaye, “asıl devlet partisi” ve
ABD ve AB safında yer alacağını söyleyebiliriz. İkincisi, senin söylediğin
doğruysa, cemaat “İslâmî sermayenin esas bölümünü temsil ediyorsa” o zaman bu
asıl zayıf olan tarafın hükümet cephesi olduğu tezini güçlendirir. Tabii şöyle
bir soru da akla gelmiyor değil: İslâmî sermaye içinde neden “büyük bir
yarılma” ortaya çıktı? Daha çok ranta
kim el koyacak diye değil mi?
Bence
tartışmanın zeminini, alışık olunandan asıl bulunması gereken yere çekmekte
fayda var. Türkiye’de 1980’den beri rejim kompradorlaşmaya devam ediyor. Bu
süreç 2002’da AKP’nin gelişiyle hızını, kapsamını ve yoğunluğunu iyice artırdı.
Sömürü, yağma ve talan insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı. Tabii, rüşvet,
yolsuzluk, adam kayırma ve rejimdeki çürüme de derinleştikçe derinleşti ve tüm
bünyeyi sardı. Velhasıl devletin varlığını, işleyişini, bekasını riske sokan
bir durum ortaya çıktı. Kansere metastas yapmadan müdahale etme gereği ortaya
çıktı. Bana göre ortada bir devlet refleksi var. Devlet katında “bindikleri
dalı kestikleri” algısı yerleşmiş görünüyor. AKP’nin ve çevresinin
aşırılıklarına, hoyratlığına daha fazla dayanmak istemiyorlar. Kaldı ki,
bizdeki devlet anlayışında hükümetler yolcu, devlet hancı olarak görülür ve
netice itibariyle gerektiğinde harcamayacakları parti ve hükümet yoktur.
Bu,
devlet aygıtında birkaç yüz, belki birkaç bin kişiyi etkisizleştirmekle olacak
bir şey değil. Sadece Diyanetin 100 binden fazla personeli var! Ve bunların iş
ciddiye bindiğinde kimin safını tutacakları belli... Durum böyle olunca, bu
durumdan çıkmak için yeni ittifak arayışları devreye sokulacaktır. Şimdilik
ufukta görünen CHP etrafında bir ittifak gibi görünüyor ama mülk sahibi
sınıflar onu kerhen destekleyeceklerdir. Onların gönlünde yatan her zaman
“sağ-muhafazakâr” partilerdir. Tabii bu CHP’nin bir sol parti olduğu anlamına
gelmiyor. O zaman bu oyunu ancak düzen dışı bir odak bozabilir. Senin de
söylediğin gibi, Gezi’de başlayanın devamı bu işin üstesinden gelebilir ama o
şimdilik sadece potansiyel bir olasılık... Kitleler “farklı bir şeyin”
yapılabilirliği konusunda henüz hazır ve hazırlıklı değil.
Gün Zileli – Evet, şu anda
her şey belirsiz durumda, sisler ortasında durumu tahlil etmek oldukça güç.
Yine de elimizde bazı temel kerterizler olduğunu düşünüyorum. AKP ile Cemaat
arasındaki kavgada AKP’nin zayıf tarafı oluşturduğunu düşünmüyorum. Yasama ve
yürütmeyi elinde tutan güç (AKP), yürütmenin de yürütmesi olan ordunun müdahale
olanaklarının elinden alındığı koşullarda, karşısına çıkan rakiplerini eninde
sonunda tasfiye eder. Şu anda, vali ve emniyet müdürlerini köklü bir şekilde
değiştirerek Cemaate karşı başlatacakları operasyonun esas operasyonel
cihazlarını sağlama almaya çalışıyorlar. Bu arada, AKP, yolsuzluk
operasyonlarının şokunu atlatıp toparlanmış görünüyor. Bu toparlanmanın en net
belirtisi, AKP kurmayının yeni ittifak manevralarını başlatmasıdır ki, bu
manevralar daha ilk elde sonuçlarını vermiş ve ulusalcıların en uzlaşmaz
pozlardaki kesimleri, Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden görülmesi vaadi
karşılığında, çaktırmadan da olsa ittifak mevzilerine doğru hareketlenmişlerdir
ki buna TSK da dâhildir. İlginçtir, ittifakın diğer yanını da, ulusalcıların
yeminli düşmanı PKK oluşturmaktadır. Sanırım Öcalan’ın talimatıyla, Kürt ulusal
hareketinin güçleri de AKP ile ittifak mevziinde aşağı yukarı yerini almış
görünüyor. ABD ve batı, olup biteni sessizce izliyor ve geleneksel sermaye de
aşağı yukarı bu tutumda. Sonuç olarak, bu son çatışmada, CHP ve MHP ile yarım
yamalak bir ittifak içinde olan ve yalnız kaldığı görüntüsü veren Cemaate
müthiş bir darbe indirilecek ve Cemaatçiler, aynı Ergenekon davalarında olduğu
gibi, darbeci ya da komplocu bir güç olarak yargılanacaklar. Kuşku yok ki,
geçmişte olduğu gibi, sahte delil üretimi de devreye girecek. Dahası, bu
baskının sonunda, özellikle bürokraside Cemaatten AKP’ye doğru esaslı bir kayış
olacak. Benim tahminlerim bu yönde.
Neyse,
bunlar günlük politikaya ilişkin akıl yürütmeler. Bizim bu koşullarda yanıtlamamız
gereken sorular ise esasen şunlar:
Devletin
yeni bir restorasyonu ihtiyacı gelip kapıya dayandığına göre bu restorasyonun
belirleyici aktörü kim olacaktır? Geçmişten farklı olarak bu aktör ordu
değilse, CHP midir? CHP böyle bir role hazır mıdır? Batı ile ABD, AKP’yi gözden
çıkarmış mıdır? Yeni bir iktidar alternatifinde CHP’nin bileşenleri kimler
olabilir? Senin “ asıl devlet partisi” dediğin güç, bu çatışmada nasıl bir rol
oynamaktadır? Kimi desteklemektedir? Yoksa artık restorasyonun da mı yolu
tıkalıdır? Halk ve devrim güçleri, bütün bu çatışmaların orta yerinde nasıl bir
yol izlemelidir? Söyleşimizi bağlarken, bu noktalara şöyle derli toplu bir açıklama getirmen
mümkün mü?
Fikret Başkaya – Sorulara
geçmeden önce iki şey söylemem gerekiyor: Birincisi, AKP’nin arkasında duran,
onu destekleyen, mülk sahibi sınıfların tamamını değilse bile ezici çoğunluğunu
oluşturanların koalisyonu çatırdadı. Aynı DP sonrasında, AP sonrasında ve ANAP
sonrasında, “istikrarlı” tek parti iktidarları sonrasında olduğu gibi. Bu aynı
zamanda hegemonya krizi de demektir ve bu günden yarına aşılması kolay olmayan
bir kriz söz konusu. Sadece hegemonya krizi de değil aynı zamanda bir de
meşruiyet, güvenirlilik krizi. Daha önce söylediğim gibi, sistemik bir kriz söz
konusu. Onun için belirsizlik unsuru oldukça büyük yeni bir durumla karşı
karşıyayız. Demek istediğim şu ki, yeni bir restorasyon senin de söylediğin
gibi, hem zor, hem de zaman alacaktır, eğer emekçi kitleler sürece müdahale
edemezse tabii. İkincisi, dış destek eksildi. Bir kere kuşun boynu koptu mu
yapıştırmak mümkün değildir. İster ABD, ister AB olsun, AKP dışında bir
seçenekten yana olacaklardır... Mevcut olanla yola devam etmek isteyeceklerini
sanmam.
Yeni
restorasyona giden yolda veya ara dönemde CHP sahaya indirilebilir ama asıl işi
ona bırakmaları söz konu olamaz. Sadece zaman kazanmak amacıyla, yeni hegemonya
ve yeni bir “iktidar koalisyonu” oluşturma sürecinde ona bir rol verebilirler.
Tabii “Asıl devlet partisi” devletimizin
yüksek çıkarı neyi gerektiriyorsa
onu yapacaktır. Kısa ve orta vadede komprador büyük sermaye ve “dış uyumu”
gözetecek şekilde hareket edecektir. Eğer tespitlerimiz doğruysa, yani her
geçen gün sürdürülemezlik durumu daha ağırlaşmak zorundaysa, ki öyledir, bu,
egemen sınıfların manevra ve manipülasyon yeteneğinin aşındığı anlamına gelir.
Tabii bu aynı zamanda ezilen/sömürülen, bu gidişattan sürekli zararlı çıkan
geniş kitlelerinin hareket alanının genişlemesi ve farklı bir şeyler yapma
potansiyelinin imkân dâhilinde olması demektir. Fakat potansiyelin realize
olması öncelikle eksik olan “yaratıcı ötopyayı” oluşturmayı gerektiriyor. Bu
süreçte de entelektüellere önemli bir misyon düşüyor ama bu sadece onların
üstesinden gelebileceği bir şey değil. Artık kitlelerin de entellektüel
olmasını, öyle davranmasını gerektiren bir zaman bu. Toplumda ütopyaya dair bir
yanlış anlama var. Ütopya geleceğe dair yanılsama [illüzyon] sanılıyor. Oysa
ütopya bugün olmayan ama ilerde olabilir, olabilen anlamındadır... Mesela daha
şimdiden alternatif bir halkçı program için kolları sıvamak, bizi “yaratıcı
ütopya” dediğime bir adım yaklaştırabilir... Velhasıl, artık hep karşı tarafa
değil, kendimize bakma zamanı gelmeli... Somut öneriler geliştirmeliyiz, insana
yaraşır, yaşanabilir alternatif bir toplum projesi üzerine kafa yormamıza bir
engel var mı?
Gün Zileli – Kendimize
bakmalıyız önerine tamamen katılıyorum. Kokuşmuş, çürüyen cesedi mezarına
gönderecek ve gerçek yaşamsal alternatifi yeşertecek tek yol budur. Çok sağol
bu söyleşi için.
Fikret Başkaya- Asıl teşekkür
benden...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder