“Nice paketler gördüm boştular!”
Fikret Başkaya
“Çoğunluğun onayı yanlışı doğru
yapmaz”.
Mohandas Karamchand Gandhi
AKP iktidarı on yıldır “demokrasi
paketleri” üretiyor. Üretim fazlasının bir kısmını da Libya’ya, Suriye’ye ve
başka ülkelere ihraç ediyor. Elbette ihtiyaç fazlasının ihraç edilmesi,
demokrasisinin “küreselleşmesinin” de bir gereğidir. Fakat son bir kaç aydan
beri demokrasi ihracı hayli zorlaşmış görünüyor... Son paket daha ilan
edilmeden “tartışma” konusu oldu ama pakette ne olduğu bilinmediği için, bazı
tahminler yapıldı sadece. İşte “bu pakette şu var mı, bu var mı?” gibi. Aslında
rejimin ve AKP’nin niteliği, yönetim zihniyeti ve üslubu veri iken, pakette bir
şeyin olmayacağı kesindi: Demokrasi... Bir de paketin kapalı kapılar ardında hazırlanmasına
itiraz edildi. Oysa paket nazar değmesin diye gizlenmemişti. Kamu Güvenliği
Müsteşarlığı’nda hazırlanmıştı yani polisin eseriydi. Öyle olunca da “güvenlik
gerekçesiyle” gizli tutulmasında şaşılacak bir şey yoktu. Tabii paket polis
tarafından değil de anlı şanlı hukuk profesörleri, “konunun uzmanları”
tarafından hazırlansaydı da bir şey değişmezdi. En gerici yasaların ve
anayasaların daima bilimi kendinden menkul hukuk otoriteleri tarafından
yapılması kuraldır... 1882 tarihli cunta anayasası da ülkenin “seçkin“ hukuk
hocaları tarafından kaleme alınmamış mıydı? Siz, bu adamları, kadınları neden
profesör yapıyorlar sanıyorsunuz... Yalanı ve yanlışı sıradan birine
söyletseniz pek inandırıcı olmaz ama isminin önünde çok sayıda unvan bulunan
zevata söyletirseniz inandırıcılığı artar... Artık o aşamadan sonra
“bilimseldir” çünkü...
Böyle bir zamanda böyle bir paketin,
başlıca üç amaçla ilân edildiğini söylemek mümkün: Kürtleri oyalamak; gelecek
dönemdeki seçimleri kazanmayı garantilemek ve Gezi Parkı Direnişi sonrasında
dış dünyada bozulan Türkiye imajını tamir etmek. Aslında Gezi Parkı Direnişi
gerçek durumu dosta düşmana gösterdiği için bir “düzeltme” işlevi gördü. Zira
dışarıda AKP’nin nasıl da demokrasi ve özgürlük aşkıyla yanıp-tutuştuğu, İslam’la
demokrasiyi ve laikliği nasıl “bağdaştırdığı”, velhasıl “ılımlı İslam’ın” başarılı bir örneğini
ürettiği... oldukça yaygın bir tevâtür halini almıştı. Artık Türkiye Müslüman
dünya için bir model olabilirdi... Bu amaçla yalan endüstrisi de etkin bir
şekilde devreye sokulmuştu. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” denmiştir”...
Aslında AKP’nin başlıca iki amacı vardı: Ranta el koymak, bu amaçla bütçeyi ve
hazineyi yağmalamak ki, bu alanda “müthiş bir performans” ortaya koydukları
kesin ve toplumu ve rejimi adım adım İslami bir temel üzerinde yeniden inşa
etmek. Bu amaçla da sınırlı laik işleyişi etkisizleştirmek ve demokrasinin
sınırlı temelini aşındırmak, Müslüman Kardeşler Örgütü [İhvan-ı Müslimin]
modelinde bir Türkiye yaratmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nu yeni konjonktürde
yeni temeller üzerinde ihya etmek... Tabii gönüllerinde yatan nihai hedef
Hilafeti ihya etmektir... Aslında AKP’nin bu tür hezeyanları, “aç tavuğun
rüyasında kendini darı ambarında görmesi” kadar abesti. Abes olduğu, önce Arap
dünyasındaki kalkışmalar ve ardından da Gezi Parkı Direnişiyle tescillendi.
Aslında pre-modern saplantılara ve hezeyanlara sahip bir siyasi kadronun her
şeyle ilgileri olabilirdi ama demokrasi ve özgürlüklerle asla...
Eğer durum böyleyse nasıl oluyor da
insanlar bu iktidardan demokrasi bekleme aymazlığına saplanıyor? Bu tür
yanılgılar demokrasinin ne olduğunun, ne olması gerektiğinin bilinmemesiyle
ilgili. İnsanlar siyasi partiler var, seçimler yapılıyor diye Türkiye’de
demokrasi olduğunu sanıyor. Oysa tam tersi doğrudur. Verili durumda seçimler
demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçlarıdır. Bu sayede
oligarşik yönetim ayakta kalabiliyor, sömürü, yağma ve talanın sürüp gitmesi
mümkün hale geliyor, velhasıl rejim “meşruiyet” kazanıyor... Oysa demokrasinin
bilinen bir tanımı var: Demokrasi halkın özyönetimi demek, halkın kendi
kendini yönettiği, siyasal sürecin öznesi olduğu durum demek. Bizde ve dünyanın
başka yerlerinde siyasi partilerin ve seçimlerin varlığı demokrasinin
gerçekleşmesi olarak kabul ediliyor. Bu vesileyle daha önce defaten yazdığımı
bir daha hatırlatmak iyi bir fikir olabilir. Zira siyasi partiler, seçimler ve
seçimler sonucundu oluşan hükümetler demek olan “temsilî demokrasi” bidayette
gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlanmıştı. Böylesi bir manipülasyon sayesinde
oligarşinin iktidarı güvence altına alınmış, devamlılığı sağlanmıştı. O gün bu
gündür de “garp cephesinde yeni bir şey yok”. Bir şey daha: içinde bulunduğumuz
neoliberal gericilik çağında, temsili demokrasi artık külliyen bir sirk oyununa
dönüşmüş durumda... Siyasi partiler şirketleşmiş bulunuyor. Elbette devletlerin
bile şirketleştiği bir dünyada bu durum şaşırtıcı değildir. Bu yüzden paketin
açıklanmasının tam bir satış şovuna dönüştürülmesi de şaşırtıcı değildi...
Başbakan demokrasiye gönderme
yaparken, ısrarla Adnan Menderes’in ve Turgut Özal’ın mirasçısı ve sürdürücüsü
olduğunu hatırlatıyor. Bu tür bir manipülasyonla da kendini ve partisini
demokratik gelenek içinde göstermek istiyor. Adnan Menderes, Aydın ovasının en
büyük toprak ağalarından biriydi. 30 bin dönümlük Çakırbeyli Çiftliği’nin
sahibiydi. 1930 yılında kısa, Serbest Cumhuriyet Fırkası [SCF] denemesinin
başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından yurt gezisine çıkıp halkın nabzını
bizzat tutmak isteyen Mustafa Kemal, Aydın’a uğradığında, Adnan Menderesle de
tanışmış ve onu mebus yapmaya karar vermişti. O tarihten sonra Adnan Menderes
30 yıl boyunca mebus olarak yola devam edecekti. Bu otuz yılın son on yılında
da başbakandı. 1945 yılında Meclis
gündemine gelen “Çiftçiyi topraklandırma kanunu tasarısına karşı çıktı,
üç arkadaşıyla birlikte ünlü “dörtlü Takrir”i verdiler. Partiden ihraç
edildiler ve Demokrat Parti’yi [DP] kurdular. 1950 seçimlerinde DP oyların %57, %67’sini aldığı halde meclisteki
sandalyelerin 415’ine veya %83’üne sahipti. Ana muhalefet partisi CHP oyların
%39. 45’ini almasına rağmen sadece 69 milletvekili çıkarabilmişti... Oyların
%4,76’sını alan bağımsızlar da sadece 2 milletvekili, Millet Partisi de oyların
% 3.11’ini aldığı halde sadece 1 milletvekili çıkarabilmişti...
Aslında bu durum bu gün de az çok geçerli. Bu
dünyada toprak ağalarının demokrasi aşkıyla yanıp tutuştuğu pek görülmüş bir
şey değildir. Menderes iktidara gelir gelmez baskıcı yöntemlere başvurmaya
başladı ve giderek baskının dozunu artırdı, tam bir tek adam rejimi kurdu.
1957’den sonra durum daha vahim bir hal aldı. Artık Türkiye’de tipik bir dikta
rejimi geçerliydi. İstediği her yasayı çıkarabilecek Meclis çoğunluğuna
sahipti. Anayasayı istediği gibi by-pass edebiliyordu. Basın ve üniversite
üzerinde akıl almaz bir baskı kurmuştu. Bardağı taşıran son damla herhalde ünlü
“ Tahkikat Komisyonu’ydu”. Yasanın ilk maddesi şöyleydi: “TBMM
Tahkikat Komisyonu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü
Kanunu, Basın Kanunu ve diğer kanunlarda Cumhuriyet savcısına, sorgu hâkimine,
sulh hâkimine ve askeri adli amirlere tanınmış tüm hak ve yetkilerine sahiptir”
deniyordu. Velhasıl katıksız bir dikta rejimiydi söz konusu olan... Elbette
Adnan Menderes’in asılması yanlıştı ama bu onu demokrasi kahramanı yapmazdı.
Turgut Özal’a gelince, Turgut Özal
Dünya Bankası’nın ve IMF’nin adamıydı ve ünlü “24 Ocak Kararlarının”
mimarıydı. Amerikancı askeri cunta yönetiminin başbakan yardımcısıydı. Cuntanın
işlediği cinayetlerden, idamlardan, işkencelerden, sürgünlerden, velhasıl tüm
insanlık suçlarından, anti-demokratik uygulamalardan sorumludur. ABD desteğiyle
ANAP’ı kurdu ve ilk seçimlerde başbakan oldu. Daha sonra da “sivil
cumhurbaşkanı” sayılıp yere göğe konmayacaktı... 12 Eylül devlet terör
rejiminin mimarlarından biri olan Turgut Özal’ın demokrasinin “timsâli“
sayılması, Türkiye’ye özgü bir garâbettir... Başbakan Tayyip Erdoğan’ın
demokrasinin timsâli, demokrasi ve özgürlük kahramanı saydığı iki şahsiyet işte
böyleydi. Aslında Adnan Menderes bireysel yaşam tarzı itibariyle de
“muhafazakâr” olduğunu söyleyen bir partinin pek de örnek alabileceği bir
şahsiyet değildi... Eğer durum böyleyse demokrasi kavramıyla uzaktan-yakından
ilgisi olmayan bu iki şahsiyet nasıl olup da demokrasinin timsâli
sayılabiliyorlar? Bu sonunun cevabını her halde Türkiye’deki siyasi kültürün
‘azgelişmişliğiyle”, tarih bilgisi ve bilinci zaafıyla açıklamak
gerekecektir...
O halde demokrasi sorununa
nasıl yaklaşmalı?
Demokrasinin vazgeçilmezi olan hak ve
özgürlerin nasıl kazanıldığı, kazanılıp-kazanılmadığı, bu bakımdan kritik bir
öneme sahiptir. Bir hak ve özgürlük eğer ona ihtiyacı olan insanların,
kitlelerin doğrudan iradesinin eseriyse, o haklar ve özgürlükler, artık bir özgürleşme,
kurtuluş, velhasıl bir emansipasyon unsurudurlar. Bu da
demektir ki, özgürleştirici hak ve özgürlükler kazanılmış haklar ve
özgürlüklerdir. Bir de verilen veya izinli diyebileceğimiz haklar
ve özgürlükler söz konusudur ki, bu durumda haklar ve özgürlükler egemenler
cephesi, mülk sahibi sınıflar veya yönetici politik sınıf tarafından, onlar
istedikleri zaman, istedikleri kadar ve istedikleri şekilde “bahşedilirler”...
Doğası gereği, verilen-izinli hakların bir özgürleşme, bir emansipasyon unsuru
sayılmaları mümkün değildir. İşte bizdeki ve başka yerlerdeki demokrasi zaafı
geçerli “demokrasi pratiğinin” verilen-izinli haklar ve özgürlüklere
dayanmasından kaynaklanıyor. Elbette kazanılan ve verilen-izinli haklar
özgürlükler ayrımı her zaman bu kadar net olmayabilir. Kitle eylemi ve
zorlaması belirli oranlarda egemenler cephesini taviz vermeye zorlasa da bu
söylediğim durumda fazla değişiklik yapmaz.
Kitleler eğer kendi kaderlerini kendileri tayın etmek üzere sahneye
çıkıyor ve kararlı bir dayatmayla bir takım haklar ve özgürlükler elde ediyorlarsa,
orada özgürleştirici, kurtuluşun yolunu açan ve realize eden [emansipatris]
bir durum söz konusu demektir.
Bu bakımdan Türkiye’deki reel
demokrasi pratiğinin gerçek demokrasiyle bir ilgisi yoktu. Tüm kritik
tarihsel anlarda ve kavşaklarda kitleler sürecin dışında kaldılar. Dolayısıyla verilen-izinli
hakların ve özgürlüklerin içi boştu. Bizdeki demokrasi pratiği, mülk sahibi
egemen sınıfların, bundan sonra nasıl yöneteceğiz sorusuyla ilgiliydi.
Mesela Cumhuriyetin kuruluşunda halk kitlelerinin bir dahli olmamıştı, mesela
ilk İş Kanunu’nun çıkmasında işçilerin iradesi sürece dahil olmamıştı. Seçme ve
seçilme hakkı kitlelerin bir kazanımı değildi. Zamanı geldiğinde ve gerekli
görüldüğünde demokrasi ve özgürlük düşmanı cephe tarafından ihsan edilmişti. Dolayısıyla
verilmiş-izinli haklar kategorisine dahildi... Kadınlar seçme ve seçilme hakkı
için elbette mücadele ettiler ama bu o hakkın verilmiş-izinli hak olduğu
gerçeğini değiştirmezdi. Aynı şey çok partili sisteme geçiş için de söz
konusuydu. Bu durum temsili demokraside mündemiç zaafla birleştiğinde, bizdeki
demokrasi pratiği de tam bir aldatma, oyalama operasyonu niteliği kazandı. İçi
boş, iğdiş haklar ve özgürlükler söz konusu olunca, reel olarak ve son tahlilde
bir polis devleti ve/veya örtülü asker-polis diktatörlüğü olan, demokrasiymiş
gibi sunulabildi. Verilmiş-izinli haklar temelinde yol alan süreç insanlarda
yurttaş bilincinin gelişmesini de engelledi. Topluma misafir-mülteci- sığıntı
bilincinin ortalaması tuhaf bir “bilinç”, anlayış ve davranış kalıbı hakim
oldu. İşte bu tür bilinç de egemenler cephesinin işini kolaylaştırdı,
manipülasyon yapmalarını kolaylaştırdı...
Bir önemli husus da demokrasisinin
sosyal eşitliği varsaymasıdır. Zira sosyal eşitlik olmadan demokrasi mümkün
değildir. Şimdilerde demokratik denilen ve başkalarına da örnek
gösterilen rejimler aslında oligarşik rejimlerdir ve oligarşinin iktidar olduğu
yerde demokrasiden söz etmek abestir... Başka türlü söylersek, kapitalizm
demokrasiyle bağdaşmaz. Onun son dönemdeki versiyon olan neoliberalizm ise
demokrasinin açıkça inkârıdır... Kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz zira her
ileri aşamada toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmeye, azdırmaya mahkûmdur.
Toplumsal eşitsizliklerin sürekli derinleştiği bir ortamda hâlâ demokrasiden
söz edilebilir mi? Dolayısıyla kapitalizmi sorun etmeyenin ağzına demokrasi
yakışmaz... Geçerli olan bir “oy sandığı demokrasisidir” ve gerçek demokrasiyle
uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur.
İnsanlar kitap yazdığı için hapiste,
öğrenciler bir hak ve özgürlük talebinde bulunduğu için hapiste, on binlerce oy
alarak milletvekili seçilen milletvekilleri hapiste, gazeteciler hapiste,
avukatlar, yazarlar hapiste... Artık basın özgürlüğünün esamisi bile
okunmuyor... Öyle bir terörle mücadele kanunu yürürlükte ki, istendiğinde o
kanuna dayanarak herkesi kodese tıkmak gayet mümkün... İşte %10 seçim barajı 31
yıldır yerli yerinde duruyor. Seçim ve siyasi partiler kanunları 12 Eylül’den
beri yürürlükte ve her iktidar kendi ihtiyacına göre değiştirmeye devam
ediyor... YÖK tam bir karabasan gibi akademinin tepesine çöreklenmeye devam
ediyor... Ve Tayyip Erdoğan paketinde bunlara dair tek kelime yok ve ona
“demokrasi paketi” diyorlar...
Uzun lâfın kısası artık tartışma
zeminini değiştirme zamanı gelmiş olmalıdır... Aksi halde içi boş daha nice
yeni paketleri bekleme aymazlığından kurtulmak mümkün olmayacak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder