Sayfalar

29 Aralık 2012

YÖK'den TYK'ya "bir reformun anlamı!"


YÖK’den TYK’ya
“bir reformun anlamı!”

Fikret Başkaya

Üniversite’nin eleştirel düşüncenin, bilimsel bilginin üretildiği, her türlü fikrin sınırsız ve özgürce tartışılabildiği, hiç bir tabuya itibar etmeyen, evrensele gönderme yapan bir “yer” olduğu varsayılır. Üniversite’nin öyle bir “yer” olabilmesi için de özerk olması, kendi kendini yönetebilmesi, kendine ait bir üslûbunun ve geleneğinin olması, kendini savunabilmesi ve nihayet orada yapılanların toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşmesi/kavuşması gerekir. Böyle bir kurum da bilim haysiyetine, entelektüel dürüstlüğe sahip, gerçeğin peşine düşmüş insanları, üniversal kaygıları ve iddiaları olan üniversite üyelerini varsayar.

Elbette özerklik sadece devlet aygıtı/siyasi otorite karşısında özerklik değildir. Sermaye cephesi de dahil, her türlü güç ve iktidar odağı karşısında özerkliktir. Üniversite için özerklik o kadar hayatî öneme sahiptir ki, özerk değilse üniversite değildir denecektir. Her ne kadar üniversitenin her türlü fikrin özgürce üretilip/sınırsızca tartışılabildiği bir “yer’ olduğu söylense de, bu aslında idealize edilmiş bir duruma denk gelir. Gerçek yaşamda var olan “reel üniversite” hiç de idealize edildiği gibi, tevatür edildiği gibi değildir. O kadar ki, genel bir çerçevede “reel üniversitenin” özgür düşüncenin filizlenip-yeşerdiği yer değil, boğulduğu bir yer, bir kurum olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Bu yüzden, ilerici, ufuk açıcı, geçerli paradigmaları yıkıcı ve yeni paradigmaların yaratıcısı aykırı fikirler, ekseri üniversite dışında ortaya çıkmıştır. “Reel üniversite” bir egemenlik aracı olarak işlev görüyor. Asıl misyonu ve varlık nedeni geçerli egemenlik ilişkilerini meşrulaştırmak, yeniden üretmek ve devamlılığını sağlamaktır.

Türkiye’de kapısında üniversite yazan kurumlar aslında ve genel bir çerçevede yüksek meslek okulundan başka bir şey değildir. Bizde bir modernite devriminin yaşanmamış olması ve bağnaz bir resmi ideolojinin varlığı, üniversitelerin gelişmesini daha baştan problemli hale getirdi. YÖK’ün kolayca dayatılabilmesi ve 30 yıl boyunca yerinde kalması Eski Rejim ve onun geleneksel ideolojisi ve kültürüyle cepheden bir hesaplaşmanın yaşanmamış olmasındandır. Kaldı ki, resmi ideolojinin geçerli olduğu yerde sadece üniversitenin değil, hiç bir “özerk kurumun” yaşaması mümkün değildir.

Şimdilerde YÖK’lü 30 yılın ardından yeni bir düzenleme gündemde. Elbette bu bir reform olacak, geçerli yapı ve işleyiş yeniden biçimlendirilecek. Zaten reform yeniden şekillendirmek, biçimlendirmek anlamındadır ama sanki reformun önceki döneme göre daha iyi bir şey olduğuna dair bir anlayış, değilse öyle bir algı geçerlidir. O halde kim neden yeniden biçimlendirmek istiyor, amaçlanan değişiklik kimin için ne anlama geliyor? sorusuyla devam edebiliriz. Başka türlü söylersek, YÖK’ten TYK’ya [Türkiye Yükseköğretim Kurumu] geçişle murad edilen nedir? Aslında YÖK’ü dayatanla, TYK’yı dayatmaya hazırlanan, aynı iktidar odağıdır, aynı çevrelerdir... Böyle bir yasanın, düzenlemenin,  asıl tarafları olan öğrenciler, öğretim üyeleri ve öğrenci aileleri denkleme dahil değildir. Dışarıdan dayatılan bir düzenleme söz konusudur. Elbette sanki danışılıyormuş, görüş alınıyormuş, katılım sağlanıyormuş... izlenimini de yaratmaya çalışacaklardır ama bunun hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Zira, taraf olmak yüksek düzeyde bir politikleşmeyi, dolayısıyla canlı bir tartışma ortamını varsayar. Oysa Türkiye toplumu 1980 de içine tıkıldığı depolitizasyon çukurundan hâlâ çıkabilmiş değil... Aksi halde toplumun varı-yoğu iç ve dış sermaye grupları tarafından yağmalanırken, özelleştirme adı altında talan edilirken, insanların sessiz ve tepkisiz kalması mümkün olmazdı...   

Amaç yüksek öğretim kurumlarını birer şirket, tipik birer kapitalist işletme haline getirmektir. Zira ellerinde “verimli” bir şekilde değerlendiremedikleri devasa bir sermaye var ve sermaye değerlendirilemediği zaman değersizleşir. Bu yüzden normal koşullarda kamu [devlet, belediyeler...] tarafından sağlanan hizmetler, sağlık, sosyal güvenlik, eğitim kurumları, üniversiteler, kamu malı sayılan ve kamunun ortak kullanımına sunulması gereken su, enerji, yollar, köprüler, nehirler, göller, devlet üretme çiftlikleri, deniz sahilleri, vb... sermayenin değerlenme alanı haline getiriliyor... Şimdilerde gündeme gelen “üniversite reformu” 12 Eylül sonrasında dayatılan özelleştirme furyasının Üniversite’ye yansıyanıdır. Neoliberal saldırının üniversiteye uzanan elidir... Üniversiteler bu güne kadar resmi ideolojinin üretilip-yayıldığı, bir de sermayenin ihtiyacı olan “yetişkin işgücünü” üreten kurumlar iken, artık neoliberal küreselleşmenin bir “gereği” olarak, yegâne amacı kâr etmek olan birer şirkete, kapitalist işletmeye dönüştürülmek isteniyor. Elbette “biz bu kurumları kapitalist işletmelere dönüştüreceğiz” demeyeceklerdir... İşte “üniversite üzerindeki vesayeti ortadan kaldıracağız, özerkleştireceğiz” vb. diyeceklerdir. Nitekim yasa taslağının ikinci maddesinde: “Yükseköğretim; akademik ve bilimsel özgürlük, kurumsal özerklik, çeşitlilik, hesap verebilirlik, katılımcılık, rekabet ve kalite ilkeleri esas alınarak planlanır, programlanır ve düzenlenir” deniyor. Hem yüksek öğretim kurumları şirketleşecek, hem de özerk olacak! Böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır...

Bologna süreci denilen aslında üniversitelerin Amerikanlaştırılmasıdır...

Avrupa üniversiteleri Bologna süreci adı altında Amerikanlaşma sürecine sokulmuşken, Türkiye de aynı kervana katılmış görünüyor. Çıkarılmak istenen yeni yasa, Avrupa, dolayısıyla ABD’dekini taklitten başka bir şey değildir. Kaldı ki Avrupa üniversitelerinin neoliberal küreselleşmenin rüzgârına kapılarak Amerikanlaşması, Avrupadaki üniversiter geleneğin tasfiyesi anlamına da gelecektir. O halde şöyle bir soruyla devam edebiliriz: Amerikan üniversitelerinin özenilecek nesi var? Avrupa’dan farklı olarak, ABD’de üniversiteler daha baştan ticari şirketler, özel kurumlar olarak var olmuşlardır. Dolayısıyla daha baştan bilgi ticareti yapılan kurumlar olmuşlardır.

Oysa, gerçek anlamda özerklik sadece siyasi otorite karşısında özerklik değil, aynı zamanda sermaye karşısında da özerklik demektir. ABD’de üniversiteler federe ve federal devlet tarafından yapılan kamu katkısı, öğrencilerden alının kayıt parası ve bağışlardan oluşuyor. Neoliberal küreselleşme döneminde kamu katkısı giderek azalmaktadır. Nitekim yaklaşık son 40 yılda Amerikan üniversitelerinin kamu finansmanı %80 den %10’a gerilemiş bulunuyor... Aslında ABD’nin Harvard, Yale gibi elit üniversiteleri dünyanın geri kalanına örnek gösteriliyor ama orada nüfusun çok küçük bir kesimi üniversiteden mezun olabiliyor. Söz konusu yüksek prestijli üniversitelere ancak ayrıcalıklı kesimlerin çocukları girebiliyor. Eğer amaç kâr etmekse, kamusal değil, özel bir faaliyet söz konusuysa, orada bilimsel kaygılara da, kamu yararı kavramına da yer yoktur. Şimdilerde ABD’de üniversite üyelerinin sadece %35’i yetişkin kadrolardan oluşuyor. Şirket mantığının geçerli olduğu yerde bu durum kaçınılmazdır. ABD’de üniversite öğrencilerinin yaklaşık %65’i üniversite’den borçlanmış olarak mezun oluyor... Diplomaya borçlanarak sahip olabiliyor. Bundan bir birkaç yıl önce ortalama borç 19.237 dolardı. Bu oran master ve doktora düzeyinde daha yükseliyor. Nitekim master ve doktora düzeyinde borç 27 bin dolarla 114 bin dolar arasında değişiyordu.

Kamu katkısının giderek azaldığı koşularda, asıl kaynak bağışlar ve öğrencilerden alınan para olduğunda, bir taraftan öğrencilerin borçları artarken, diğer yandan da bağış yapanların üniversiteler üzerindeki baskısı ve belirleyiciliği artıyor. Şimdilerde ABD de öğrenci borçlarının 1000 milyar dolar olduğu söyleniyor ki, bu Fransa’nın GSYH’sinin [milli geliri densin] yarısına eşit... Bağış yapanlar ekseri ya dev sermaye tekelleri ya da üniversite’nin eski mezunları oluyor. Ve sermaye giderek ders programlarına varıncaya kadar üniversitelerin işleyişine müdahale ediyor. Fransızca bir halk deyişi: finanse eden yönetir der... New York Times’ın bir haberine göre, Harvard Üniversitesi tıp fakültesinde 149 öğretim elemanının [profesör, doçent, yardımcı profesör, araştırma uzmanı, vb.] maaşı dev ilaç firması Pfizer tarafından ödeniyor... İlaç şirketinin çıkarı daha çok kâr etmekse, bu hasta sayısının artmasını gerektirir... Gerçek bilimin ve bilim insanının misyonu ve varlık nedeni şirketin daha çok kâr etmesi midir? Yoksa insan sağlığının güvence altına alınması mıdır?

Sadece bu kadar da değil. Amerikan üniversiteleriyle CIA arasındaki ilişkiyi de hatırlamak gerekir. Nitekim, 1967 yılı sonunda 1000’den fazla kitabın CIA sponsorluğunda yayınlatıldığı biliniyor... Ünü ve sabıkası büyük Trileteral Komisyon, Harvard ve Colombia üniversiteleri ile işbirliği yaparak iki ünlü profesöre, John Rawls ve Robert Nozick’e Liberal Manifesto’yu yazdırdıklarını da hatırlamak gerekir... Ki, bu kitap dünyanın nerdeyse tüm üniversitelerinde  “temel referans kitap” sayılıyor... 2009 yılında Harvard üniversitesinde bir skandal yaşanmıştı. Tıp fakültesinde kolesterol ilacının insan sağlığına verdiği zarar hakkında soru yönelten öğrenci, kadrolu bir profesör tarafından aşağılanmıştı. Daha sonra ilacın yararları ve vazgeçilmezliği konusunda sürekli nutuk atan profesörün 5’i kolesterol üreten 10 ilaç şirketinin danışmanı olduğu ortaya çıktı...

Yegâne amacın kâr etmek olduğu koşullarda, “para getirmeyen” bilim dallarının müfredat dışına atılması da işin doğası gereğidir... ABD’de insan bilimleri alanında verilen diploma oranı 1966 da %17’den, 2004’de %8’e gerilemiş bulunuyor. İnsan bilimlerinden mezun olanlar da eğitim gördükleri sektörlerde değil, belki bir master takviyesiyle, insan mühendisi olarak çalışıyor ama aslında insan mühendisi denilenin şirket polisinden başka bir şey olmadığının bilinmesi gerekir...

Eğer taslak kanunlaşır, YÖK, TYK’ya dönüşürse, bilginin metalaşmasında yeni bir eşik daha aşılacaktır. Aslında kapitalist toplumda emek zaten bir metadır ama yeni düzenlemeyle durum iyice zıvanadan çıkacaktır. Önemli olan emeği bir meta olmaktan çıkarmaktır. Bu yüzden yeni yasayla işler sadece daha da zorlaşacaktır. Üniversiteyi Amerikanlaştırmak istiyorlar zira Amerikan sistemi sermayenin ihtiyaçlarıyla çok daha iyi uyuşuyor...

Eğer YÖK, TYK’ya dönüşürse, geçerli özelleştirme, metalaşma süreci hızlanacaktır. Ve bunun sonunda üniversitelere devlet katkısı ve denetimi azalacaktır. Kapısında üniversite yazan kurumlar arasındaki rekabet büyüyecektir. Zira kapitalist işletmeler arasında rekabet esastır... Paralı üniversite sisteminde kayıt ücretleri artacak mütevazi aile çocuklarının üniversiteye zaten zor olan giriş şansı daha da küçülecektir. Yüksek öğretim kurumları piyasanın kaprislerine daha açık hale gelecektir. Öğrenci borçları artacaktır. Üniversite üyelerinin çalışma koşulları iğretileşecektir. Sözleşmeli ve sözleşmesi her bir- iki yılda yenilenen bir öğretim üyesi hangi uzun erimli bilimsel bir projeye cüret edebilir? Asgari iş güvencesi olmayan bir ortamda bir üniversite üyesinin motivasyonu kalır mı? O kadar ki, belirli bir eşik aşıldığında üniversiteler taşeron firmalardan öğretim elemanı bile devşirebilirler... Bunun doğal sonucu olarak diplomalar daha da değersizleşecektir zira elit üniversitelerden mezun olanlar iş piyasasında avantajlı duruma geleceklerdir. Borçlanarak diploma alanların bir iş bulma şansı daha da küçülecektir. Dünyayı, insanı, toplumu anlamaya yarayan sosyal bilim dalları müfredat dışına atılacaktır zira bunlar yeteri kadar “kazandırmazlar”... Yeni kanunla birlikte eğitim tamamıyla sermayenin çıkarlarıyla uyumlandırılacaktır... Velhasıl gençliğin geleceği karartılacaktır...

Kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetinde bir bilim ve üniversite mümkün değildir. Üniversite ancak bir kamu faaliyeti olarak varolabilir ve adına lâyık olabilir. Bu yüzden gerçek üniversite, bilginin metalaşmadığı, alınıp- satılmadığı bir ortamı varsayar. Emek [çalışma-iş] yabancılaşmış olarak kaldığı sürece, gerçek anlamda bilimsel üretim yapılamaz. O halde üniversite mücadelesinin kapitalizmi aşma mücadelesine eklemlenmesi zarureti var. Bu yüzden üniversiteler, devlete, sermayeye ve memur bilincini aşamamış üniversite üyelerine bırakılamayacak kadar önemlidir... Aksi halde yapılanların kalıcı bir etkisi, bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Bu aşamada üniversite mücadelesi iki şekilde yürütülebilir: yeni saldırıyı püskürtmek başta olmak üzere, mevcut kurumları dönüştürmek üzere mücadele etmek ve devletten ve sermayeden tam bağımsız halk üniversiteleri oluşturmak, bunların sayısını ve etkinliğini olabildiğince artırmak... Bunun için de işe TYK saldırısını püskürterek ve eleştirel düşünce üretiminin önünü açarak  başlamak gerekiyor... Zira içinde bulunduğunuz çağda eleştirel düşünce hiç bir zaman olmadığı kadar önem kazanmış bulunuyor... Bilime asıl ihtiyacı olan emekçi halk çoğunluğu, ezilen ve sömürülen sınıflar, neden kendi öz üniversitelerini, araştırma kurumlarını, enstitülerini, tartışma ortamlarını kendi elleriyle inşa etmesin? 

* http://www.ozguruniversite.org 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder