Sayfalar

07 Temmuz 2008

KÜRESELLEŞME

Gerçeklik Mi? Yoksa Kavramsal Bir Gözlük Mü?
KÜRESELLEŞME
Atalay GİRGİN

Dilin ve düşünmenin olmazsa olmazlarıdır kavramlar. İmgelerin ve simgelerin yanı sıra, asıl olarak düşünme onlarla gerçekleşir. Bilgi onlarla ortaya konur.

Kavramsız bir tarih olmadığı gibi, tarihsiz bir kavram da yoktur. Her kavramın bilinen ya da bilinmeyen bir tarihi vardır.

Kimi tarihsel ve sosyal olay ve olgularla birlikte bazı kavramlar öne çıkar ya da yeni kavramlar üretilir. Bir dönem birlikte anılırlar; biri söylendiğinde diğeri de anımsanır. Örneğin: l789 Fransız İhtilali ve Milliyetçilik. Doğru ya da yanlış, bir gerçekliğin bilinçteki tasarımı olarak billurlaşır bu kavramlar. Ancak her kavram da bir gerçekliğe ya da olguya tekabül etmez. Yani gerçekliği yoktur kimi kavramların...

Bazı kavramlar ise ortaya çıktıkları koşullardan bağımsızlaşarak, hem ‘şimdi’nin anlamlandırılmasında ve kendisine uygun bir sosyal-siyasal-ideolojik gerçeklik bilincinin inşasında egemen bir söylem biçimi kılınır hem de geçmişin, yani tarihin yeniden okunması ve imal edilmesinde... Bu tür kavramlar, dünün ve bugünün anlamlandırılmasında, yarına bakışta ve yönelişte bireye, siyasal ve ideolojik bir gözlük sunar. Farkında olsa da olmasa da bireyin düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişinde içselleşir. Bu andan itibaren, bu kavramların gerçekliğinin olup olmadığı bile sorgulanmaz. Örneğin: ulus, ulusal devlet, ulusal çıkar, vb gibi.

Küreselleşme kavramının da bir tarihi vardır; ama gerçekliği yoktur. Çünkü, dünyanın gerçekliğinden bağımsız olarak, ona atfedilen bir nitelik olan küre, düşsel, düşünsel bir varlıktır. Gerçek bir varlık olmayan kürede, hiçbir eylem ve hiçbir süreç de gerçekliğe haiz değildir. Düşsel bir varlığın içindeki tüm eylemler ve süreçler de, bundan dolayı, yalnızca düşsel bir varoluş özelliği taşır ve gerçeklikleri olamaz. Gerçekliği olmayan ya da bir olguya tekabül etmeyen bir kavram ise Kant’ın deyişiyle, “boş” bir kavramdır.

İşte bu “boş” kavram, kısacık tarihine rağmen, günümüzde, hem varolanın farklı alanlarına ilişkin varoluş sürecinin anlamlandırılması, açıklanması ve nitelenmesinde ve geleceğe yönelişte, hem de geçmişin yeniden okunması ve anlamlandırılmasında temel, belirleyici bir unsur kılınıyor. Dahası, gerçeklik addediliyor. Neden? Nasıl? Nereden çıktı bu kavram?


Küreselleşme Kavramının Öncesinde...
Globalizm sözcüğünün “küreselleşme” olarak Türkçe’ye çevrilmesiyle karşımıza çıkan bu kavramın, 10-15 yıllık bir geçmişi vardır. Ancak “küreselleşme” kavramına gelinceye dek, varolanı nitelemek için kullanılan ve günümüzde, neredeyse unutulmak üzere olan, fazlaca telaffuz edilmeyen iki söz var: Bunlardan birincisi, “yeni ekonomik düzen”. İkincisi ise “yeni dünya düzeni”.

“Yeni ekonomik düzen”, sermayenin ve burjuvazinin siyasal ve ideolojik temsilcilerinin, “globalization/küreselleşme” kavramını üretmeden önce, varolanı nitelemek için kullandıkları bir sözdür. “Yeni” olan nedir? Bu “yeni” denilen “ekonomik düzen” neden ve kimin ihtiyaçlarının sonucu ortaya çıkmıştır?

Adı telaffuz edildiğinde ilk akla gelen ekonomi olsa da, kapitalizm salt ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, siyasal bir düzendir. İnsanın insanı sömürüsüne dayanan bu düzenin hükmünü sürdürdüğü her yerde, ekonomiden siyasete, eğitimden hukuka dek tüm alanlardaki politika değişiklikleri ve uygulamaları, kapitalizmin gelişimine, sermayenin ve burjuvazinin ihtiyaçlarına bağlı olarak yapılır. Ki “bilimsel ve teknolojik devrim”in ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve askeri alanlarda sağladığı tüm fiili ve potansiyel olanakları, sanayiden tarımsal üretime, toplumların yönlendirilip biçimlendirilmesinden, denetlenmesine kadar kullanma ve uygulama koşullarını yaratacak, oluşturacak düzenlemelere de ihtiyacı vardır artık egemenlerin.

İşte bunun gerekleri doğrultusunda, 1970’in ilk yarısında, uluslararasılaşan sermayenin ve burjuvazinin, hem sanayi hem de finans kesimlerinin yaşadıkları krizi aşmak için, İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanan, devlet müdahalesini ve korumacılığı da içeren ithal ikameci sermaye birikim biçiminin terk edilmesine karar verilir, dünya kapitalizminin egemenleri ve onların temsilcilerince. “Eski”nin yerine konulacak olan “yeni” politika, hem uluslarasılaşan sermayenin ve burjuvazinin ve Çok Uluslu Şirketlerin(ÇUŞ) krizine yanıt olmalı hem de krize neden olan unsurları ortadan kaldırmalıdır. Dahası, kapitalizmin gelişimine ve onun egemen sınıfının ihtiyaçlarına ve yönelimlerine uygun olmalıdır.

Sosyal ve siyasal sorunları da beraberinde getiren krizin, öncelikle birbiriyle ilişkili iki boyutu vardır: Birincisi uluslararası ticaretin daralması, ikincisi ise borç alan ulus devletlerin bunları geri ödeyememesi.

Aldıkları kredileri geri ödeyemez hale gelen ulus- devletler, kaçınılmaz olarak ithalatı da kısarlar. Borç verenler ise, paralarını geri alamadıkları gibi, yeni mal da satamazlar. Hem borçlu hem de alacaklı ülkelerde üretim düşer ve işsizlik, işten çıkarılanlarla daha da artar. Bunun yanısıra ulus-devletin siyasal sınırları ve hukuku, hem yoğunlaşan sermayenin hem de malların dolaşımının önünde engeldir. Bu sınırları, hiç olmazsa, nesnel olarak aşmanın vakti saati gelmiştir. Düzenin siyasal ve ideolojik temsilcilerince de bilinir zaten, önce maddi olan değişir, değiştirilir; öznel olan onun ardından gelir, gecikmeli olarak. Bu kez de öyle olacaktır.

Artık ekonomide bu engel ve sorunlara çözüm sunan yeni bir sermaye birikim biçimi uygulanacaktır. Bu yeni politikanın bilinen en yaygın adlarından birisi, “İhracata dönük ekonomik büyüme politikası”dır; diğeri ise ünlü “serbest piyasa ekonomisi”. Bu politika, ekonomide devlet müdahalesini ve korumacılığı yadsıdığı gibi, aynı zamanda kapitalist devletin, özellikle 1929 bunalımının sonrasında büründüğü ekonomik ve sosyal vasıflarından da arınmasını gerektirmektedir.

Bu “yeni” politika, 1970’in ikinci yarısından itibaren, IMF, Dünya Bankası gibi, sermaye ve burjuvazinin uluslar arası, hatta uluslarüstü kurumlarınca, özellikle borçlu ve borçlarını ödeyemez duruma düşen ulus-devletlerin önüne konulur; tabiri caizse, dayatılır. Bu kuruluşlar, “uzman” doktor rolündedir ama, ne gariptir ki, her hastaya aynı teşhisi koyup, aynı reçeteyi yazmaktadırlar. Çünkü teşhis ve tedavide belirleyici olan, o ülkenin, o toplumun ve toplumsal sınıflarının kendine özgü koşulları ve ihtiyaçları değil, sermayenin ve burjuvazinin ihtiyaçlarıdır.
Ki zaten, kapitalizmin egemen olduğu bir yerde, devletin niteliğine ister dinsel, isterse etnik bir vurgu yapılsın, sonuçta bu kaçınılmazdır. Çünkü, hem din hem de milliyetçilik, hangi alanda olursa olsun, sermayenin ve burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenen ve uygulanan politikaların üstünü örten, toplumun ezilen ve sömürülen kesimleri nezdinde onları meşrulaştıran, yanılsamalı bir bilinç hali yaratan, siyasal ve ideolojik şemsiyelerdir. Ve ortaya çıktıkları günden bu yana da bunların asli işlevleri, demagojik itirazlar içeren bir söylemin ardına saklanarak, varolan sömürü düzeninin varlığını sürdürmesi doğrultusunda, etkileri altına aldıkları toplumsal kesimleri, eski ya da yeni efendilerine biat ettirmektir. Ki buna, devletin de, önüne hangi sıfat getirilmiş olursa olsun, her çağda, egemen sınıf ya da sınıfların toplumun ezilen sömürülen sınıfları üzerindeki diktatörlüğü oluşunun eşlik edişiyle, reçete faturasının, her halükarda kimlere ödetileceği belirlenmiş olur.

Her krizde olduğu gibi, bu kez de fatura toplumun işçileri, işsizleri, yoksul köylüleri başta olmak üzere, küçük mülk sahibi kesimlerine kesilmiştir. Reçetenin önemli maddelerinden biri ekonomik ve sosyal boyutuyla birlikte özelleştirmedir. Bir diğeri, tarımda destekleme alımlarının, taban fiyat uygulamalarının kaldırılması ve kimi tarım ürünlerinin üretimine kısıtlama, hatta yasaklama getirilmesidir. Vergilerin arttırılması ve katma değer vergisi uygulaması dahil, dolaylı vergilerin arttırılması ise bir başka maddedir.

Bunların yanı sıra, yerel paranın sözde uluslararasılaşması yönünde “konvertibilite”ye geçişini; ithalat-ihracat rejiminin düzenlenmesini ve sermayenin bir yerden bir başka yere gidişinde ulus-devlet denetiminin kaldırılıp, dolaşımının serbestleşmesini içeren maddeler vardır reçetede.

Bunların anlamı, ekonomik, sosyal, siyasal ve sınıfsal boyutuyla kısaca şudur:

*Artık, kapitalist sömürü düzeninin hüküm sürdüğü her yerde, herkes, içtiği bir yudum su, yediği bir lokma ekmek de olsa, yaşadığı her günün vergisini ödemek zorundadır. Hem kazanırken, hem de harcarken... Küçücük bebeklerin bile daha doğarken binlerce dolar borçlandırılmış olması yetmez bu sömürü düzenine, efendilere ve onların temsilcilerine... Onlar doymak bilmez bir iştahayla hep daha fazlasını isterler.

*Özelleştirmeler ise bir yanıyla borçların döndürülebilmesine yöneliktir. Bir başka yanıyla da ulus-devletin ekonomik ve sosyal vasıflarından arındırılarak, düzenin “gece bekçiliğine” hazırlanmasına...

Bu noktada unutulmamalıdır ki, üretim araçlarının özel mülkiyetine, toplumsal sınıfların varlığına dayalı tüm sömürü düzenlerinde, “halk” ve “ulus” gerçeklikten yoksun ve sınıflarüstü niteliğiyle, siyasal ve ideolojik anlamda bir bilinç yanılsaması yaratmaya, sınıfsal gerçekliğin üstünü örtmeye yönelik kavramlardır. Bundan dolayıdır ki, dünyanın her yerinde, özelleştirilen, yani asli sahiplerine devredilen ekonomik nitelikli tüm devlet ya da kamu kuruluşları, hiçbir zaman için “halk”a ya da “ulus”a ait olmamıştır ve olamazdı da... Bu kuruluşların, “halk”a ya da “ulus”a aitliği iddiasının, Anka kuşunun bunlara sahipliği iddiasından daha öte bir değeri yoktur.

Özelleştirmelerle yapılanlardan biri de, malumun ilanıdır: Üretimde ve istihdamda esneklik adı altında, sistemin, söylem düzeyinde bile “herkese iş ve iş güvencesi”ni tarih kıldığıdır. Artık, işsizler bir yana, çalışanlar için bile iş güvencesi yoktur. Dahası, bundan sonra yaşamı boyunca sömürülme şansı bulamadan ölüp gidecektir bir çok insan. “Bilimsel ve teknolojik devrim”in yarattığı, sanayi üretimde otomasyonu olanaklı kılan gelişmeler de, canlı emeğe duyulan ihtiyacı en alt düzeye çektiğinden dolayı, daha fazla işçi istihdamını gereksizleştirmektedir. Toplumsal yarardan çok bireysel kara ve sömürüye dayanan bir sistem için de, “mevcut işlerin, ücretler düşürülmeksizin, çalışabilir nüfusa pay edilerek, iş saatlerinin düşürülmesi” ve işsizliğin ortadan kaldırılması egemen sınıfların çıkarına olmadığından, sömürülme şansını elde etmek, bir ayrıcalıktır artık bu düzende...

Herkese iş veremeyecek olan bir sistemin, herkese parasız eğitim, herkese parasız sağlık hizmeti sunması beklenebilir mi ki? Elbette ki hayır... Devlet, çıplaklaşma, “düzenin gece bekçiliğine” hazırlanma sürecinde, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda eğitim ve sağlık gibi sosyal vasıflarını da bırakacaktır adım adım...

*Sermayenin dolaşımının önündeki yasal ve siyasal engellerin kaldırılması ise, ulus-devletlerin sınırlarını “yol geçen hanı”na dönüştürür. Sermaye, fiberoptik kablolar üzerinden ansızın gelir ve gider; ne sınır tanır ne de ulus-devlet... Ulus-devletin ve sınırlarının hükmü, yönetilen ve sömürülenler için geçerlidir artık... Yerel paranın “konvertibilite”ye geçişi ise, dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanmasının tepesinde yer alan devletlere ait paranın, yerel paradan da değerli bir değişim, dolaşım aracı, hatta ilginç bir biçimde yatırım aracı kılınmasını beraberinde getirir. Bu, bağımsız olduğu var sayılan her ulus-devletin, bağımsızlığının göstergesi olan, siyasal sınır belirleyerek, sınırları içerisinde kendine ait para basma, her türlü mal, hizmet ve sermayenin girişinde ve çıkışında yetkili olma ve denetleme hakkının, artık ortadan kaldırılmış olmasının ifadesidir. Bir başka deyişle, günümüzde ulus-devletin, kendi sınırları içerisinde, öncelikle ekonomik ve siyasal anlamda, yasama, yargı ve yürütme bağımsızlığını yitirmesi demektir. Ki bunlar, nesnel olarak düne aittir artık... Geride kalan ve hamasi nutuklara vesile olan ise, bunun öznel boyutudur ki o da her geçen gün, kaçınılmaz bir biçimde anlamını ve değerini yitirmektedir.

“Yeni ekonomik düzen”le birlikte, öncelikle ekonomik ve siyasal bir birim olarak, kapitalizmin gelişiminde önemli bir rol oynayan ulus-devletin tarih kılınması süreci de nesnel anlamda hızlanmıştır. Buna sosyal, kültürel ve askeri alanlar da gecikmeli bir biçimde eşlik etmektedir. Sermayenin yoğunlaşması ve hareketine, sanayi üretimin farklı coğrafyalar üzerinde örgütlenmesine uygun tarzda yeni bir ekonomik ve siyasal birimin, ulus devletleri aşan bir boyutta oluşturulma sürecinin adımları atılmaya başlanır. Ki bu tür bölgesel kıtasal oluşumlar da yeni değildir. Bunların bir prototipi olarak, bugünkü adıyla Avrupa Birliği(AB) vardır öncesinde.

Bu ise dünyanın, kapitalizmin ve onun egemen sınıfı sermayenin ve burjuvazinin hükümranlığı altında, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. tüm boyutlarıyla yeniden düzenlenmesi sürecidir; onların gelişimlerine ve ihtiyaçlarına uygun bir tarzda.

1989’dan itibaren SSCB başta olmak üzere, sosyalist addedilen tüm devletlerin, kapitalizme eklemlenişinin aleniyet kazanması ve “yeni ekonomik düzen”in gerektirdiği düzenlemelere girişmeleriyle birlikte, “Yeni Dünya Düzeni” siyasal bir söylem olarak bayraklaştırılır. Bu, “yeni ekonomik düzen”in aleni olarak siyasal anlamda da taçlandırılmasıdır.

Bu andan itibaren kimileri “tarihin sonu”nu ilan eder ki bu son, kapitalizmdir onlara göre... Kimileri sevinçten, olmayan bir sosyalizmi, “sosyalizm öldü” çığlıklarıyla karşılar. Çünkü düzenin “mezar kazıcıları”nın bir denemesi daha büyük bedellere rağmen tarihe aittir artık... Varlığı kapitalist sömürü düzeninin sürmesine bağlı olan ve buradan nemalanan düzenin her renkten, her dinden, her cinsten, her soydan ve boydan siyasal ve ideolojik temsilcisi için bundan büyük bir sevinç mi olur?

Her sevinç biter. Eğer uykuysa, her uykudan da mutlaka uyanılır. Onlar da uyandılar ve onların da, abartılmış sevinçleri çabuk tükendi. Ve ayakları erdi suya...

Ayaklarının erdiği yerde suya, “yeni ekonomik düzen”i de, “yeni dünya düzeni”ni de kullanmayı gerektirmeyen, bu sözlerin ayrı ayrı ifade ettiklerini de içeren, daha kapsamlı bir kavram, üretilip sürüldü ortaya... İlk kullanan kimdi? İlk kez hangi tarihte ortaya çıkmıştı? Bilmiyorum... Ama bugünkü anlamıyla, 1980 sonlarıyla 1990’ın ilk birkaç yılına kadar götürülebilir ortaya çıkışı bu kavramın. Ki bu kavram, globalizastion/küreselleşme... Hem ekonomik, hem sosyal, hem siyasal, hem kültürel, hem tarihsel, tüm alanlara uygulanabilir bir kavram... “Sosyalizm öldü” çığlıklarından daha etkili... Gereksiz, anlamsız ve demagojik bir tarzda, bir araya gelmesi, öğretinin kendisine aykırı olan “devlet” ve “komünizm” kavramlarını birleştirerek, “komünist devletin”, “komünist rejimin” yıkılışı propagandasından da daha etkili bir kavram küreselleşme...

“Yeni ekonomik düzen” ve “yeni dünya düzeni”nin sağlayamadığı ideolojik etkiyi küreselleşme kavramı yarattı. Hem de muarızlarının bile gündemini belirleyip, onları, söylemlerinin önemli argümanlarını kullanamaz kılarak... “Bir taşla iki kuş” değil, çok fazla kuş vurmayı başardılar bu kavramla, kapitalist sömürü düzeninin efendileri ve temsilcileri...

“Yeni Bir Söz Eski Bir Gözle Anlatılamaz”*

Küreselleşme kavramı ortaya çıktığı andan itibaren, gerçekliğinin de var olduğu, neredeyse tartışılmaz bir biçimde kabullenildi. Hem savunucuları hem de karşıdurucularınca... Söz bakışı belirledi ve gerçeklik, tüm boyutlarıyla, kavramın penceresinden okunmaya, anlamlandırılmaya başlandı. Bu anlamlandırma, salt bugünle, yaşanmakta olanla sınırlı değildir. Dahası olamaz da... Çünkü her siyaset, ideolojik olarak kendi meşruluğunu sağlamak için, “bugünü şekillendireyim derken aslında geçmişi şekillendirmekte ve bu ilginç zamansal kaymanın sonucunda, geçmiş veya gelecek plastisitesinden/mimarisinden hareketle bugünün şekillendirilmesi talebine bir meşruiyet kazandırmaktadır. Yani geçmiş bir kez şekillendirildikten sonra, bugünü de onun aynasında şekillendirme talepleri kendiliğinden meşru hale gelmekte, ama geçmişi şekillendirmenin meşruluğu sorgulanmamaktadır. O halde siyasetlerin tarihi (hizaya sokulmuş geçmiş, hem de kısmi geçmiş) destek noktası olarak kullanmaları bir meşruiyet sorunundan başka bir şey değildir.”**

İşte günümüzde, egemenlerin “küreselleşme” siyaseti, neredeyse tarihsel arka planıyla birlikte meşruiyet sorununu aşmıştır. Çünkü dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanmasının en üstünde yer alan emperyalist-kapitalist devletlerin ve bu devletlerin çıkarlarını temsil ettiği sermaye ve burjuvazinin her tür eylemi, “küreselleşme”nin gereği olarak nitelenmektedir. Bu eylemlere karşı duranlar da kendilerini “küreselleşme” karşıtı olarak nitelemekte... Ki sonuçta, “küreselleşme”, varlığı ya da yokluğu sorgulanmaksızın, gerçeklik addedilmektedir.

Dahası yalnızca güncel olan değil, tarih okumaları da “küreselleşme” perspektifinden yeniden yapılmaktadır. Geçmiş, “küreselleşme” kavramının aynasında, öncelikle ekonomik küreselleşme olarak hizaya sokulmakta ve bunu kültürel, hukuki, sosyal, siyasi alanlar izlemektedir. Bu okumalar, geçmişten bugüne, neredeyse tüm tarihin ereksel bir anlayışla yeniden imal edilmesi, tarihe “küreselleşme” amacı ve hedefinin yüklenmesidir. Sonuç: Tarihin amacı “Küreselleşme” olarak ilan edilmektedir. Bu amaç ki aynı zamanda sonudur tarihin...

Tarihe ereksel yaklaşım da yeni değildir. “Tarihi sürecin bir hedefe doğru ilerlediğini varsayan –amaçsal (gai=teleolojik) görüş- Yahudiler ve Hıristiyanlar olmuştur. Böylece, tarih, dünyevi niteliğini kaybetmek pahasına, bir anlam ve amaç edinmiştir. Tarihin hedef kazanması, otomatik olarak tarihin sonu demek”***tir. Bu Yahudi-Hıristiyan tarih anlayışını İslamiyet de sürdürür. Her ne kadar, günümüzdeki İslamcıların büyük bir çoğunluğu, yanılsamalı bir biçimde geçmişi şekil alarak düşünmeyi sürdürüyor ve o geçmişe duyulan özlem ve istekle, kendilerini geçmişle temellendiriyorsa da, İslam dini de kendisinden önceki iki din gibi, benzer bir ereksel tarih anlayışına sahiptir. “Aydınlanma Çağı’nın akılcıları, Yahudi-Hıristiyan amaçsal görüşü alıkoymuş, fakat amaçsal görüşü laikleştirmişlerdir.”**** Laikleşmeyle birlikte egemen ideoloji olarak dinin yerini milliyetçilik alır.

Kapitalizmin gelişiminde, ekonomik, sosyal, siyasal bir birim olarak önemli bir yere sahip olan ulus-devletin meşruiyeti doğrultusunda, ulus ve ulusçuluk, laikleştirilen bu amaçsal görüş çerçevesinde tarihin yeniden okunması ve imal edilmesinde, başat bir unsur kılınır. Öncelikle her ulus-devlet , ekseninde kendi egemen etnik kesiminin yer aldığı bir tarih yaratır; dünden bugüne ulaşan, imal edilmiş amaçsal bir süreçtir bu...

İşte dün, ulus-devletlerin, hem kendi meşruiyetleri hem de egemenlikleri altındaki toplumsal sınıfları siyasal ve ideolojik olarak biçimlendirme sürecinde, soyut ve sınıflarüstü bir “ulus” ekseninde, ereksel ve dolayısıyla eklektik bir tarih imaline duydukları ihtiyacın önemi gibi; bugün de “küreselleşme” ekseninde, ereksel bir tarzda tarihte güncelin imal ve inşası ile varolanın meşruiyeti temelinde, küresel olanın hem amaç hem de son olduğunun bir bilinç hali kılınması, ulus-devletin aşılması sürecinin öznel olarak da hızlandırılması ve bu doğrultudaki siyasal ve ideolojik hegemonyanın kırılmaması açısından önem taşımaktadır egemenler için... Ki bu sınıflar için, gerçekliğin küresel bir niteliğe haiz olup olmayışının önemi yoktur; aslolan, küreselleşmenin gerçek olduğu ve ekonomik, sosyal, siyasal, askeri,vb. her türlü eylemlerinin bunun gereği olduğu yanılsamasını, siyasal ve ideolojik olarak bir bilinç hali kılmaktır. Şimdilik, önemli ölçüde bunu başardıklarını da ifade etmek gerekir.

Bu başarı öylesine bir boyuttadır ki, dünyanın her yerinde tüm toplumsal sınıfları ve hem düzen içi hem de düzen dışı tüm siyasal kesimleri bile “küreselleşme”nin tarafı ve karşıtı olarak bölüp geçmektedir. Yeni saflaşma, küreselleşmeciler ve küreselleşmeye karşı çıkanlar olarak belirginleşip şekillenmektedir. Böylesi bir etkiyi ve saflaşmayı, ne “yeni ekonomik düzen” ne de “yeni dünya düzeni” söylemi yaratabilmiştir. Ki bu saflaşmada, apriori olarak, tartışmasız kabullenilen yegane şey, “küreselleşme”nin varlığıdır; gerçekliğidir. Bunlardan bazıları, kendisiyle çelişmek pahasına, “Küreselleşmenin dünyanın her ülkesine daha yüksek gelir sağladığı bir ortamın yaratılması için hem sermayenin, hem emeğin dolaşımı serbest olmalıdır. Yoksa bugünkü koşullara küreselleşme değil, “küreselleşme maskesi” denir”***** demekten kendini alamamaktadır.

Evet; küreselleşme bir yanılsamadır; Kazgan’ın deyişiyle bir “maske”dir. Varolanın, gerçekliğine uygun bir tarzda kavranışını engelleyen, bunu perdeleyen, dahası olmayanı gerçeklik addettiren, siyasal ve ideolojik bir maskedir bu; bazılarına illüzyon bazılarına hallisünasyon gördüren... Çünkü yaşanan, “bilimsel ve teknolojik devrimin” haberleşmeden, bilginin akışına dek yansıyan görünümlerinin aksine; dünya kapitalizminin, her geçen gün mevcut uluslarüstü kurumlarıyla birlikte dağılma eğilimleri giderek belirginleşen hiyerarşik yapılanmasında bugüne dek “aslan” rolünü oynayan ABD’nin, bunun askeri ve siyasi olarak sağladığı olanakları da kullanarak, “eşitler içinde daha eşit” olmanın avantajıyla, temsil ettiği ulusüstü sermayenin ve burjuvazinin ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda, kendi ekonomik sorunlarını da çözebilmek için, “stratejik müttefikleri”yle birlikte diğerlerinden önce başlattığı, yeni bir fetih sürecidir. Elbette ki bu, ABD’nin öncelikle kendi hegomonya bölgesinden başlayarak, kendi ekonomik, siyasal, askeri ihtiyaçları doğrultusunda, dünyanın geri kalanına, daha doğrusu egemen sınıflarının gitmeye gerek gördüğü kesimlerine nizam verme sürecidir. Fatihin görevi ve fethin işlevi her çağda her daim budur zaten.

Bilinmektedir ki, dünyanın bir çok bölgesine ulusüstü nitelikleriyle ne sermaye ne de sanayi burjuvazisi gitmektedir. Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin, gitmeyi olanaklı kılması başka bir şeydir, gitmekse daha başka... Ki gitmek için, “bilimsel ve teknolojik devrim”e de ihtiyacı yoktur sermayenin ve burjuvazinin... Bundan dolayı günümüzde, ulusüstü sermaye ve burjuvazi için, dünyanın her yanına gitmek yalnızca eylem anlamında değil, düşsel anlamda da yitirmiştir değerini...

Onlar da bilmektedirler ki, yer altı ve yerüstü kaynakları talan edilmiş, yağmalanmış alanlarda dünya pazarı için yapılacak metalaştırma işlemleri karlı değildir artık. Metalaştırılması ve doğrudan kontrol edilmesi gereken yeni bir kaynak ortaya çıkmadığı sürece böylesi bölgeler, şimdilik ve yanlızca haklarında gıda ve ilaç yardımlarının konuşulmasından öte bir değere haiz değildir ki egemenler için bu bile bir külfet olarak görülmektedir. Bir halk deyişiyle, sermayenin ya da sanayi yatırımların buralara gitmesi, “semeri eşeğinden pahalı” ve gereksiz bir eyleme dönüşmüştür bu kesimler için.

Bitirirken...

Ne karşıtlarının ne de savunucularının ileri sürdüğü gibi, başlayan ve yaşanan bir “küreselleşme” değildir. Aksine bu başlayan, şimdilik “aslan” konumunda bulunmanın ayrıcalığını kullanarak ilk adımını ABD’nin attığı, yeni bir fetih sürecidir. ABD’nin dışındaki güçler de bugün kendi meşreplerince sürdürdükleri hegemonya ilişkilerini, yakın bir gelecekte askeri olarak da fetihle taçlandırmaktan geri durmayacaktır. Bu noktada, küreselleşme söylemi, fetih sürecini de meşrulaştıran bir söylemdir. Hem ABD için hem de diğer fetih heveslileri için... Bundan dolayı, egemenlerin siyasal ve ideolojik bir silahı olmaktan öte hiçbir gerçekliği olmayan “küreselleşme” söyleminden ve gözlüğünden bir an önce kurtulmak gerek...

Bilinmelidir ki, kapitalist sömürü düzeninin hüküm sürdüğü bir dünyada, yeni fetihlerden ve savaşın hiçbir türünden kaçınmak olanaklı değildir. 21.yüzyılda fatihler “özgürlük ve demokrasi” vaadiyle çıkıyorlar, yağma ve talanı meşrulaştıran fetih seferlerine... Savaş bu düzen ve egemenleri için, krizlerini aşmanın ve varlığını yeniden üretmenin bir yoludur. Ezilen, sömürülen, yönetilenler için ise, yıkım, yağma, talan ve ölüm sürecinin hızlanması...

Ve insanlık için, kapitalist sömürü düzenini yıkmaksızın, bu düzenin varlığına, dünyanın her metrekaresinde son vermeksizin, fetihlerden ve fatihlerden kurtuluş yok... Onların savaşı ve barışından da kurtuluş yok... Ki onların savaşında ve barışında, “yarım besmeleli bir av”dır insan... Bundan, bu kapitalist sömürü düzeninden kurtulmak gerek... Tek yol bu... Yani yıkmak; yani son vermek varlığına bu sömürü düzeninin... Ve hala ümit var. Ki bu ümidi korumak ve çoğaltmak gerek. Çünkü, “Yalnızca ümit, ihtimale ve geleceğe aşıktır ve tarihi güzel dişleriyle ısıracak olan yalnızca odur.”(Alain Joxe)

*Yılmaz Odabaşı’nın bir dizesi...
**Mehmet Ali Kılıçbay- Bir “Tarih Okuma Tarzı” Olarak Gericilik, Doğu Batı dergisi Yıl:1 Sayı:3 sy, 24.
***E. R. Carr-Tarih Nedir, sy.147, Birikim Yayınları.
****E.R. Carr- Tarih Nedir, sy.147, Birikim Yayınları.
*****Gülten Kazgan – KÜRESELLEŞME ve Yeni Ekonomik Düzen- Altın Kitaplar
Konuya İlişkin Okuma Önerileri:
Ulusal Kalkınmacılığın İflası - Çağlar KEYDER – Metis Yayınları
Yeni Ekonomik Düzen’de TÜRKİYE’NİN YERİ – Gülten KAZGAN – Altın Kitaplar
KÜRESELLEŞME ve Yeni Ekonomik Düzen - Gülten KAZGAN – Altın Kitaplar
Ekonominin Küreselleşmesi – Jacques ADDA – İletişim yayınları
Günümüz Kapitalizmi ve Devleti Üzerine – Coşkun ADALI – Sarmal Yayınları
İmparatorluk – M. HARDT & A. NEGRI – Ayrıntı Yayınları
Kaos İmparatorluğu – Samir AMİN – Kaynak Yayınları
Kaos İmparatorluğu – Alain JOXE – İletişim Yayınları
Tek Dünya – William GREIDER – İmge Yayınları
Küreselleşme – Özgür Üniversite Forumu Sayı:1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder