YABANCILAŞMA
Atalay Girgin
Günümüzde, neredeyse her alanda, işine gelenin işine geldiği gibi kullandığı, telaffuz ettiği bir kavram, dahası bir kuram “yabancılaşma”. Kimileri insanın yabancılaşmasından, kimileri toplumun, tarihin yabancılaşmasından, kimileri dünyanın ve onun üzerindeki insanın ve eylemlerinin ürünü olan her şeyin yabancılaşmasından söz ediyor ki bu noktada hem eylemin kendisi hem de tüm istek ve özlemleri içeren fikirler de azade değil bundan... Keza tüm insanlık tarihi ve onun içerisinde yer alan bilimden sanata, dinden felsefeye, tahakküm altına alma ve esaret zincirlerini kırma mücadelelerine kadar aklınıza gelen ve gelmeyen varolan her şey dahildir buna... Akıl kârı değil ama, yine de onun sarmalında kavranıp yeniden yeniden anlamlandırılabiliyor her şey...
Ya yabancılaşmadan söz edenin kendisi, eylemleri ve fikirleri... Acaba o azade midir, sözünü ettiği ve varlığını kabul eylediği yabancılaşmadan ve sonuçlarından? Bu sorunun olası üç yanıtı vardır:
Eğer “hayır”sa yanıt, bu durumda o kişi, en az diğerleri kadar yabancılaşmış bir bilinç haliyle kavramakta ve anlamlandırmaktadır, kendisinin de yabancılaşmış olduğu varsayılan toplumsal gerçekliği; tekilliği, tikelliği ve tümelliğiyle varlığı... Tıpkı, hallisünasyonlar gören birinin, hem tüm varolanın hallisünasyondan ibaret olduğunu hem de varolanın içerisinde yaşayan diğer insanların hallisünasyonlar gördüğünü ileri sürmesi gibi... Neresinden tutulabilir ki böyle bir iddianın? Dahası ne kadar ciddiye alınabilir ki böyle bir insan ve onun söyledikleri?
Soruya verilebilecek ikinci yanıtsa “evet”tir. Bu yanıt, yabancılaşmadan söz edenin, kendini yabancılaşmaya yabancılaşmayı da kendine dışsal kılarak, arilik mertebesine haiz olduğu iddiasını içerir. Ki bu, dışarısı olmayan bir fosseptik çukurunun içinde olup da, çukurun içindeki herşeyin pisliğe battığını söyleyen birinin “temiz” olduğunu, temiz kalabildiğini ileri sürmek ya da kabullenmek kadar saçma ve hem akla hem de gerçekliğe aykırıdır. Ancak bu saçma ve gerçekliğe aykırı olanın kabulü ve kabulün yaygınlığı koşullarında da iddianın sahibi bir anda “mesih”, “kurtarıcı”, “peygamber”, “yol gösterici”, v.b nitelikler kazanabilir. Ona bu nitelikleri ‘kazandıran’lar ise, “kendi içlerinde büyüttükleri peygamberi” dışsallaştıramayan, ancak dolaylı bir biçimde, ona atfettikleri niteliklerden pay alarak, pay almaya çalışarak, dışsallaştıramadıkları “içlerindeki peygamberi” yaşatmaya yönelenlerdir. Bundan dolayıdır ki, “evet” yanıtı kolayca verilmez soruya...
Kolayca verilemeyen “evet” yanıtıyla başlayan gizem, soruya üçüncü yanıt olan “bilinemez”le doruğuna ulaşır. “Bilinemez” yanıtı, “evet – hayır” yanıtlarını hem dışlar hem de onlara açık kapı bırakır. Ki her türlü gizemi ve metafiziği olanaklı kılan, bunların arz-ı endam etmesini sağlayan da budur. Anlayışın kabulünün ardından, daha sonraki çağlarda sürece katılanlara kalan ise, işin tevili ile uğraşmak ve yeni teviller yapmaktır. Çünkü, kuramı ileri süren bireysel varoluşunu yitirmiştir. Onun hangi tarihsel, toplumsal koşullarda, hangi kültürel etkileşim altında, hangi bireysel yaşantı ve tercihlerin ürünü olarak düşüncelerini oluşturduğu ve ileri sürdüğünden bağımsız bir biçimde, onun kabulünü kendi kabulü olarak algılamaya başlayanın fazlaca bir seçeneği yoktur. Herhangi bir düşünürü, onun fikirlerini, ileri sürülen bir kuramı, içerisinde doğup büyüdüğü, oluştuğu toplumsal ve tarihsel koşullardan bağımsız olarak değerlendirerek ve bunları o koşulların ilerisine ya da gerisine taşıyarak, varolanı ya da olup bitmiş gerçeklikleri bunlarla anlamlandırmaya, açıklamaya çalışanın makus talihidir bu...
Öyle bir kavram ve kuram ki yabancılaşma, varlığı bir kez kabul edildiğinde ondan ve sonuçlarından kurtulmak mümkün değil. İnsanı ve insana dair her şeyi kendi penceresinden okumayı ve anlamlandırmayı olanaklı kılan yabancılaşma bir gerçeklik mi, gerçekliğin hakikatinin ifadesi mi? Yoksa gerçekliğe delalet etmeyen, salt kavramsal bir gözlük mü? Kavramın varlığı, onun gerçekliğine delalet eder mi?
Yabancılaşma, bir gerçeklik değil, yanılsamadır. Bir bilinç hali olan yanılsamanın, gerçeklik addedilmesinin ifadesidir. Varlığın, açık ya da gizil bir biçimde düşsel, düşünsel, ideal ve maddi gerçeklik olarak ikiye ayrılmasından ve bunun apriori kabullenilmesinden kaynaklanmaktadır yabancılaşma. Bu, ikici, yani düalist bir yaklaşımdır. Önceliği ister bir ideal varlığa isterse madde cinsinden bir varlığa veriyor olsun, bu tür yaklaşımların, zamanın ve mekanın içinde ya da dışında açık ya da örtük bir biçimde, kendisi olarak kalmaya muktedir ya da kendisi olarak kalma potansiyeline sahip bir “ilk varlık”ı vardır. Bu “ilk varlık”ın da değişmeyen ya da değişmemesi gerekirken, şu ya da bu nedenle değişmek zorunda kalan bir “özü” vardır. Yabancılaşma yaklaşımı da varlık nedenini burada bulur.
Bundan dolayıdır ki, temele ideal varlığı yerleştirenler, yani idealistler için yabancılaşmanın varlığı, ancak ve ancak kendi kendisiyle kaim olabilen, varolmak için ve kendi kendisi olarak kalabilmek için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, zamandan ve mekandan bağımsız ideal bir varlığın kabulüyle ve hangi nedenle olursa olsun, bu ideal varlıktan da sûdur eden ve adım adım ona benzerliğini yitiren, ondan uzaklaşan bir ya da birden çok varlığın, zaman ve mekandaki varlığını kabule dayanır. Ki zamanın ve mekanın kendisi de ideal varlığın zamansız ve mekansızlığından sûdur eyler bu yaklaşımda.
Temele madde cinsinden varlığı yerleştirenler, yani maddeci düalistler1 ise, zaman ve mekanda apriori olarak var kabul ettikleri, kendisi olabilme ya da kendisi olarak kalabilme potansiyeline sahip olan, bir “ilk varlık”(lar)ın, bir “ilk şey”(ler)in, içerisinde bulunduğu koşulların zorlaması, dayatması veya ihtiyaçları nedeniyle başladığı maddi ve manevi her türden eyleminin hem kendisiyle hem de sonucu olan ürünleriyle yabancılaşmaya başladığını ileri sürer. Buna göre, kendisi olabilme ya da kendisi olarak kalabilme potansiyeline sahip olan bu varlık(lar), eylediği sürece kendisine yabancılaşmaya mahkumdur. Yabancılaşma bir olumsuzluk hali olarak kabul edildiğinde, yabancılaşmamanın yegane yolu da eylemsizliktir. Zamanın ve mekanın ayrılmazı olan değişme ve hareket koşullarında eylemsizlik bir paradoks olduğu gibi, eylemle başlayan ve bir olumsuzlama olan yabancılaşma da bir paradokstur. Dahası, gizil bir biçimde, zamanda ve mekanda değişmemenin, değişmeden kalmanın, hatta eylemsizliğin mümkün olduğu kabulüne dayanır.
Her iki yaklaşımda da dışavuran, kendisi zamanda ve mekanda yer alan, burada bir varoluşa sahip olan insanın, yanılsamalı, hatta, bir bilinç yarılmasının, bölünmesinin ifadesi anlamında, şizofrenik bir bilinç halidir. Ki bu bilinç hali kuramla birlikte dışsallaşır. Sadece kuramı ileri sürenleri değil, bunu kabullenen, zamanı ve mekanı, dünü, bugünü, yarınıyla; toplumsal, tarihsel, kültürel, siyasal, ekonomik, v.b. olarak, yabancılaşma kuramıyla anlamlandıran/anlamlandırmaya çalışanları da yanılsamalı, şizofrenik bir bilinç haliyle kaim olmaya yönelten, sürükleyen bir kuramdır yabancılaşma.
İnsanın ve insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan varlığın değişimine aşkın kılınan, bu değişimin ötesinde bir ‘yer’e yerleştirilen yabancılaşma, metafizik, dolayısıyla idealist bir kuramdır. Varlık koşulunu, her zaman için varlığın en az ikiye bölünmesinde bulur: Ya İdeal ve gerçek varlık olarak ya da gerçek varlık içinde eylemsizlikle, kendisi olması gerekirken kendisi olamayışla malul bir “ilk varlık” veya “ilk şey”ler olarak...
Her iki yaklaşım da gerçekliğin hakikatinin ifadesi olmaktan çok, varolana ilişkin idealist spekülatif2, gizemciliğe açık bir kurgu, yanılsamalı bir açıklama, anlamlandırma çabasıdır. Her hangi bir çabanın ve yaklaşımın, gerçekliğe ilişkin verileri de kullanmaktan geri durmuyor olması, onu idealist ve spekülatif olmaktan arındırmaya yetmez. Dolayısıyla, yabancılaşma kuramını idealizmle malul kılan, onun açık ya da örtük bir biçimde varolan önkabulüdür. Bu önkabul hali, hem varlığın kendisi olarak yabancılaşmamışlığıyla varolduğu, hem de yabancılaşmanın eşiğinde olduğu andır: Mükemmelin, idealin an’ı; “şey”in yalnızca “şey”liğiyle varlık an’ı... İdeal eylem ya da eylemsizlik an’ı...
Bu an, yabancılaşma kavramını kullanmamış olsalar da, Hz. İbrahim’den bu yana dinlerde, özellikle de Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te, “ilk günah”3 la bozulur. “Yasak meyve”nin yenilişiyle vûcud bulan “İlk günah”, Tanrı’yla kaim olan mükemmelin mükemmelliğine, hem de mükemmel olduğu tasavvur edilen bir mekanda, yani cennette, vurulan bir hançerdir. Dahası, tasavvur edilenin, düşünülenin değil, aksine gerçek insanın gerçek bir mekanın ve zamanın sonsuz ve sınırsızlığında varoluş sürecinin başlangıç anıdır. Ki birer inanç sistemi olan bu üç dine göre de, Adem’le Havva’dan hareketle gerçek insanın evrendeki serüveni “ilk günah”la, yani günahkârlıkla başlar. Bu başlangıç an’ı bir son değildir. Nasıl son olsun ki... “İlk günahkar”, yani Adem aynı zamanda, “ilk peygamber” kılınmıştır. Çocuklarını bekleyen, bir başka günahtır, ensest bir ilişkidir. Kuran’da, erkek çocukların, yani Habil ile Kabil’in dışında isim telaffuz edilmez. Kızların adları yoktur... Acaba kendileri de olmadığı için mi yoktur adları... Eğer bu doğruysa, bir odipus kompleksidir söz konusu olan...Ki o zaman Habil ile Kabil’in kavgasının nedeni Havva’dır. Ve günahtan, günahkarlıktan kaçış yoktur Habil ile Kabil’e... Yani gerçek insana... Bu durumda insan, dinlere göre, daha başlangıçtan itibaren, günaha mahkumdur. Varoluşu ve varoluşunu sürdürüşü günahsız mümkün değildir. Tanrı’nın kendi suretinden yarattığına, kendi canından “can üfledi”ğine inanılan insan, eylemi ve söylemiyle “ilk günah”tan itibaren Tanrı’yı bıktıracak, usandıracak denli uzaklaşır ondan... Nihayetinde, bu bıkkınlık ve usanç Kuran’da son sözünü söylemek zorunda bırakır Tanrı’yı : Artık yeni peygamber, yeni yol gösterici, yeni rehber göndermeyecektir insanlara. Peygambere ve diğer müslümanlara, “Allah’ın saptırdığını doğru yola iletmek mi istiyorsunuz? Allah birini saptırırsa artık onun için bir yol bulamazsınız”4 diyerek, elçisine ve onun tebliğ ettiği Kuran’a inanmayanların inanmamalarının ardındaki gerçek nedenin, kendisi (yani Tanrı) olduğunu ifşa eder: Günah da günahkâr insan da Tanrı istediği için vardır, günahtan dolayı ceza da... Onları “doğru yola iletmeye” çalışmak da Tanrı’nın iradesine karşı çıkmak... Ki tüm bunlar, Tanrı’nın, her şeyi bilen, her şeye kadir olan, salt iyilik, salt sevgi olduğu, kayrasından dolayı insanı, hem de kendi suretinden yarattığı iddiasına da dayanan mükemmelliğiyle bağdaşmayan bir paradokstur. Dinlerin Tanrı sözü olarak kabul edilen, hem gerçeklikle hem de kendisiyle tenakuz içerisinde olan kutsal kitapları bu paradoksun abideleridir. Ama neylersiniz ki O, Tanrı’dır ve ne yapsa ne söylese yeridir...
Felsefe tarihi içerisinde de, yabancılaşma kavramını kullanmamış olsalar da, “İdealar Kuramı” ile varlığı ideal ve zahiri olarak ikiye ayıran Platon’u ve yeni-Platoncu olarak nitelenen ve sûdur öğretisini ileri süren Plotinus’u; Aristotales’in yanısıra, Plotinus etkilerini de taşıyan, “Zorunlu varlık- Mümkün varlık” anlayışıyla, olup biteni ilk varlıktan diğerlerinin sûdur edişiyle açıklayan Farabi’yi de “yabancılaşma” yaklaşımı çerçevesinde değerlendirebilmek olasıdır.
Ancak, felsefi anlamda “yabancılaşma” kavramını ilk kullananların, 19. yüzyılın başlarında, Fichte ve Hegel olduğu bilinmektedir5. Hegel açısından yabancılaşma, “ilk varlık” olarak kabul ettiği ve herşeyin nedeni ve temeli olan mutlak akıl’ın, mutlak ruh’un, geist’ın kendini dışsallaştırmasının sonucudur. Hegel’de her şeyin kendisinden türetildiği “ide”, “İlk varlık”, “ideal varlık” dışsallaşma anından itibaren, değişme ve gelişmenin diyalektiğinden bağımsız olamayan gerçek varlıklara dönüşür; varlığını bu varlıklarda sürdürür. Hegel’e göre “Akli olanın gerçek, gerçek olanın akli” olmasının anlamı ve nedeni de budur. Kendini dışsallaştırdığı andan itibaren “ilk varlık” değişme ve gelişmeden ari değildir. Artık herşey, asıl olarak da insan ve insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan herşey, tez - anti-tez – sentez süreciyle mutlak akıl’ın, geist’ın değişerek ve gelişerek, yeni bir dışsallaşma için kendine dönüşmesi amacıyla varlığa bürünür ki bu, ereği, değişme ve gelişme temelinde geist’ın kendine dönüşü olan çevrimsel bir süreçtir. Bu çevrimsel süreçlerle geist’ın her kendine dönüşü, yabancılaşmanın aşılış anıdır. Ne var ki bu an’ın hükmü meri değildir. Kendi kendiyle kalamaz geist, mutlak akıl,vs. Hegel için yabancılaşmadan kaçış yoktur ve bu ideal varlık’ın bir halinden bir başka ideal haline bir yolculuktur; yolun adı ise yabancılaşmadır. Bu idealist, gerçeklik açısından yanılsamalı ve paradoksal yaklaşım, idealist bir filozof olan Hegel’in felsefi sistemi açısından bir sorun değildir. Bu yaklaşımıyla Hegel, kendisinden önceki idealist filozofların, değişmez olan “ilk varlık” anlayışlarından farklı olarak, zamanda ve mekanda, dahası gerçek varlıklarda varlığını sürdüren, değişen ve gelişen bir “ideal varlık”ı savunur.
Hem kavramsal hem de kuramsal düzeyde “yabancılaşma”nın yaygınlık kazanmaya başlaması, Marx sonrası dönemde ve asıl olarak da ikinci dünya savaşının sonrasında6 gerçekleşir.
Marx, kavramı devraldığı Hegel’den farklı olarak, yabancılaşmaya, olumsuz bir değer atfeder. Hegel’de “baş aşağı durduğu”nu söylediği diyalektik yöntemi olduğu gibi, “yabancılaşma”yı da “ayakları üzerine” diktiği, mistik ve idealist yanlarından ayrıştırdığı iddiasındadır. Bu iddia, Hegel’in herşeyin başlangıcı ve varlık nedeni olarak kabul ettiği, kendi kendiyle kaim “ide”nin yerine, varlığı madde cinsinden, zaman ve mekan olarak kabule dayanır. Değişme ve hareket ayrılmazıdır bunun. Ki bu ilk kabuldür. İkinci kabul ise, zaman ve mekanın içinde “kendisi olamayan”, “kendi kendisi olarak kalamayan” bir başka varlıktır: İhtiyaçları ve ihtiyaçlarını gidermeye yönelik eylemiyle değiştirirken kendisi de değişerek bilinç kazanan, yabancılaşan insan. Hegel’in zamanın ve mekanın dışında tasavvur ettiği kendi kendisiyle varolan varlığı, Marx, zamanda ve mekanda varolan ama, kendisi olması gerekirken, kendisi olarak kalamayan ve bundan dolayı da yabancılaşan bir “ilk varlık” anlamında tasavvur eder. İşte Marx’ta tüm yabancılaşma kuramı bu kabullere dayanır. Ve tüm tarih yabancılaşan insanın eylemlerinin ve dolayısıyla, fikirlerinin tarihi olup çıkar.
Marx’a göre, yabancılaşmamak ya da yabancılaşmamışlık, kendisi olarak kalan, kalabilen varlığın bir özelliğidir. Ne var ki, zaman ve mekanda varolan hiçbir şey kendisi olarak kalamaz. Bu durumda yabancılaşma bir zorunluluktur. Tıpkı Hegel gibi, Marx’ta da gerçek varlık olarak insanın ve onun yapıp etmelerinin yabancılaşmadan kaçışı yoktur. Dahası bu yapıp etmeler de hem yabancılaşmanın bir sonucu hem de yabancılaşmanın varlığını sürdürüşünün bir nedenidir.
Hegel, kendi felsefi sitemi içerisinde, yeni bir yabancılaşma süreci için, yabancılaşma sürecinin aşılış an’larını tasavvur eder. Çevrimsel süreçlerin finalidir bu anlara tekabül eden... Marx ise bir zorunluluk ve olumsuzluk olarak tasavvur ettiği yabancılaşma sürecini, “insanın tarih öncesi” diye niteleyerek, yabancılaşmanın aşılış anını, “insanın gerçek tarihi”nin başlangıcı görür. Bu geleceğe dair, düşsel, düşünsel, ereksel bir kabuldür elbette. Paradoksal yaklaşımlar için bunda bir sorun yoktur. Çünkü tüm paradokslar düşseldir, düşünseldir; idealizmle maluldür. Düşsel olan da, aşılışını yalnızca düşselde bulur; yalnızca düşsel olarak aşılır. Oysa gerçekliğin kendisi de gerçekliğe dair varolan sorunlar da gerçeklikte ve bir gerçeklik olarak aşılır.
Ve son olarak: Marx’a göre yabancılaşmanın aşılması, ortadan kalkması için, yabancılaşmanın nihai sonuçlarına vardırılması, tüm insanlık için katlanılmaz bir güç haline gelmesi gerekir7. Ki bu bambaşka bir açmazı olanaklı kılmaktadır. Bu açmazı kavramak için yalnızca sorular yeterlidir: Geçmiş bir yana, bugün “yabancılaşma”nın ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, v.b anlamda bayrağını taşıyanlar ve liderliğini yapanlar hangi sınıflar ve güçlerdir? Bunların ve başkalarının hangi eylemleri yabancılaşmayı nihai sonuçlarına taşımaktadır? Yabancılaşmayı engelleyen ya da engellemeye çalışan hangi toplumsal sınıflar, güçler ve bunların hangi talepleridir? Buradan hareketle, yabancılaşmanın herkes için katlanılmaz hale gelmesi gerektiğini ileri sürenler, kimlerin ardı sıra dizilmelidir? Yabancılaşma sürecini eylemleriyle, düşünceleriyle nihai sonuçlarına taşımaya çalışanların mı, yoksa talepleriyle bunu engellemeye, geciktirmeye, hatta durdurmaya çalışanların mı?
Gerçeğe ve gerçekliğe aşkın olan hiçbir şey yoktur. Varlığın hareketine ve değişimine aşkın kılınan yabancılaşma ve yabancılaşma kuramı, salt düşsel, düşünsel, paradoksal bir kuramdır. Gerçeklikle ilişkisi sadece kullandığı verilerden ibarettir. Varolanı, varolanın kendi gerçekliğine uygun bir tarzda anlamanın, anlamlandırmanın ve açıklamanın, değiştirme dönüştürme eylemliliğinin değil, aksine yanılsamalı bir tarzda kavrayışın ve tersinden varolana teslim oluşun kuramıdır. Bundan dolayıdır ki, “asar-ı atika” müzesinde gecikmeli de olsa yerini almalıdır. Daha ötesi laf-ı güzaftır.
--------------
1 Bugün “Diyalektik materyalist” olduğunu ileri süren ve “Tarihsel materyalizmi” savunanlar, bilinçli ya da bilinçsizce maddeci düalist, yani idealist bir anlayışa sahiptir. Çünkü bu anlayışın kendini açıkça dışavurduğu alan yabancılaşma kuramıdır. Yabancılaşma kuramıyla bağlarını koparmaksızın, iddianın ötesinde, materyalist olunamaz. Elbette ki bu bağın koparılışının, dünü ve bugünüyle ekonomik, sosyal, siyasal, v.b boyutuyla gerçekliğin anlamlandırılışı, açıklanışı ve değiştirilme/dönüştürülme eylemliliği süreci üzerinde derinlemesine etkileri vardır. Ki bunlar ayrı birer yazı konusudur.
2 Spekülatif olmak, felsefi bir düşünce ve yaklaşım için kusur sayılmaz. Ancak bu, mükemmellikle malul bir Tanrı fikriyle temellendirilen tüm dinler ve kendisine “bilimsel” sıfatını yakıştıran tüm yaklaşımlar için kusurdan öte, kendini nakzeden temel bir zaaf ve yetersizliktir. Özellikle “bilimsel”lik iddiasını taşıyan yaklaşımlar bu noktada, dogmatizme ve onun sorgulanmazlık zırhına bürünerek varlığını sürdürmeye çalışan dinler gibi, inanç bağıyla kendilerini koruyup koruyamama açmazıyla karşı karşıya kalmaktadır...
3 “İlk günah”, Hıristiyanlık’ta, diğer iki dinden farklı olarak, doğan her çocukta varlığını sürdüren ırsi, genetik bir nitelik kılınmıştır ki yeni doğanların vaftiz edilmesinin nedeni de budur. Elbette ki bu bir inançtır. Tıpkı, İslamiyet’te, her çocuğun doğuşundan, fıtratından Müslüman olduğu inancı gibi... Adı üzerinde “inanç” (ki aslında her inanç, dayanağı ne olursa olsun ideolojidir)... Tüm inançlar gibi, bunların da aklın, bilimin ölçütlerine göre değerlendirilmesinin hükmü yoktur. Çünkü akla ve bilime aykırıdır hem doğuştan günahkar olmak hem de fıtratından Müslüman olmak...
4 Kuran-ı Kerim Meali, Nisa Suresi, 88. Ayet, Süleyman Ateş çevirisi. En’am Suresi 125. ayette de “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam’a açar, kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.” denilmektedir. Keza Yunus Suresi 99. ayette de“Rabbin isteseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın?” denilerek, inanmayanların inanmamalarının asıl nedeninin kendisi ( yani Allah) olduğu beyan edilmektedir. Elbette ki benzeri bir dizi ayet daha aktarmak mümkün olduğu gibi, bunları nakzeden ayetleri aktarmak da mümkündür. Tıpkı, kaderiye ve cebriye konusunda, Mutezile ve Eşarilik-Gazali arasında kendilerini destekleyen ama diğerini nakzeden ayetlerin Kuran’dan aktarılması gibi... Kendini nakzetme dinler açısından bir sorun değildir, aksine onların tabiatına uygundur. Ancak, mükemmellikle kaim olan, mükemmel olduğu ileri sürülen Tanrı’nın Tanrı’lığına uygun değildir. Ki bu sorun da inançla, teslim oluşla aşılır... Çünkü bu tutarsızlığı, teslim olan fark edemez. Teslim olmayanın ise, ne kendisinin ne de söylediklerinin teslim olan indinde önemi vardır zaten...
5 Fritz Pappenheim, “Modern İnsanın Yabancılaşması” (Phoenix Yayınevi) adlı kitabında, “Felsefi anlamda yabancılaşma terimi, 19.yüzyılın başlarında Fichte ve Hegel tarafından kullanılmıştır; ancak o dönemde terimin etkisi bu filozofların müritlerinden oluşan küçük gruplarla sınırlı kalmıştır” demektedir.(sy.4) Yabancılaşma kuramını kabulün kaçınılmaz sonucu, “Modern İnsanın Yabancılaşması” ifadesinden anlaşılabileceği gibi, ideal bir modern insan tasarımını gerektirir. Ki bunu, feodal insanın yabancılaşması, köleci insanın yabancılaşması, komünal insanın yabancılaşması gibi geriye dönük ifade etmek de geleceğe ilişkin yaklaşımlara taşımak da mümkündür. Çünkü düşünsel anlamda her daim ideal bir kabul ve hareket noktası vardır. Ve bu anlayışta, değişmenin, hareketin, gelişmenin varlığı ve kabulü yalnızca bir aksesuardı
6 Bunun önemli nedenlerinden biri, Marx’ın “yabancılaşma” kavramını nerdeyse başat unsur kıldığı kitaplarından Alman İdeolojisi ve 1844 El Yazmaları’nın 1932’de gün yüzüne çıkması, yani okurla buluşmasıdır. Bir diğer neden ise, işçi sınıfı mücadelesinin, 1917 Ekim Devrimi’nin uluslararası etkisinin de katkısıyla, Marx’a ve düşüncelerine duyulan ilginin artmasıdır.. Dünya insanlığını en az dinler kadar etkileyen bir düşünür olan Marx’a ve ileri sürdüğü düşüncelere olumlu ve olumsuz anlamda gösterilen ilgi yersiz ve gereksiz değildir elbette. Ancak olumlayanların, onun düşüncelerinin oluşumu sürecinde kaçınılmaz bir biçimde taşıdığı etkileri görmezlikten gelmesi ve neredeyse mutlak doğruluk atfetmesi de, olumsuzlayanların da Yahudi kökeninden hareketle onu yoksayma, tümden yanlışlama girişimleri de doğru değildir. O kendini oluşturan, içerisinde yaşadığı çağın, toplumsal, kültürel, siyasal, v.b koşullarıyla birlikte, çocukluğundan itibaren taşıdığı etkiler altında bireysel seçimlerinin ve yönelişlerinin sonucu olarak varolan bir filozof ve entelektüel bir eylemcidir. I. Wallerstein’ın deyişle, doğruları ve yanlışlarıyla, sınıflar mücadelesinin 19.yüzyıldaki diliminde, düşünerek, söyleyerek, eyleyerek yer almış “bir yol arkadaşı...”dır. Ne eksik ne fazla...
7 Marx, yabancılaşmanın, “ancak iki pratik koşulla ortadan kaldırılabilir” olduğunu söyler: Bunlardan birincisi, “Yabancılaşmanın “katlanılmaz” bir güç, yani insanın ona karşı devrim yaptığı bir güç haline gelmesi için, onun insanlığın büyük bir çoğunluğunu tamamen “mülkiyetten yoksun” hale ve aynı zamanda, gerçekten mevcut olan bir zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişkili hale getirmesi gereklidir....” (Alman İdeolojisi, sy.61, Sol yayınları )
“Modern İnsanın Yabancılaşması” ifadesinden anlaşılabileceği gibi, ideal bir modern insan tasarımını gerektirir.
YanıtlaSilPeki "modern insan" denilebilmesi için de ideal bir modern insan tasarımı gerekmez mi? "Modern İnsan"a bir öz biçilmesi "Modern İnsanın Yabancılaşması" kavramının ortaya atılmasından mı kaynaklanmaktadır; yoksa zaten "Modern İnsan"a böyle bir öz biçildiği için mi "Modern İnsan" yabancılaşmıştır?
Merhaba;
YanıtlaSilEvet; doğru anlamışsınız. Yazıyla bağlantılı bir biçimde sorduğunuz "modern insan" ve onun yabancılaşması sorunu, tam da sanki mutlak bir "modern insan" modeli varmış da o giderek kendine yabancılaşmak zorunda kalmış gibi sunulmaktadır. Her kuramın genelliği gereği, yabancılaşma kuramı da, her kapıyı açan bir 'maymuncuk' misali, birileri tarafından karşılarına çıkan her konuya, olguya uyarlanmaya çalışılmıştır. Bu yerli yersiz yaklaşımlar kavramın ve kuramın neliği ve gerçekliği ilişkisinin hem gözden kaçırılmasına hem de sorgulanmamasını beraberinde getirmiştir.
Yorumunuzun ikinci kısmındaki sorular, bir biçimde yanıtını içinde taşıyor. Her ikisi de birbirini tetikleyen, koşullayan bir anlama ve anlamlandırmaya açılıyor çünkü.
İlginiz için teşekkür ederim.