15 Aralık 2016

"Coğrafya Kader (Mi)dir?"



İlinek İnsan, Coğrafya ve Edebiyat Üzerine
Atalay Girgin1

Her yazının en az bir nedeni, sorusu ve öyküsü vardır2. Her yazının doğrudan ya da dolaylı bir biçimde dile getirdiği en az bir sözü… Tıpkı bu yazının olduğu gibi… Bu yazının sözü aşağıdaki satırlarda olsa da öyküsü hem önerme hem soru niteliği taşıyan “Coğrafya kader(mi)dir” cümlesiyle başlar.

Okur farkında olsun ya da olmasın, açık ya da gizil bir biçimde dile getirilen neden ve soru yazanı bağlar; aklına, bilincine düğümler atar, görünmez sınırlar çizer; duyarlılığını, duygu ve düşüncelerini belli bir eksende harekete geçirir. Bu nokta, yazanı bilinçli ya da bilinçsizce hızla tehlikeli bir sınıra doğru sürükleyebilir, “at gözlüğü”yle bakmaya, söylem üretmeye ve hükümler vermeye yöneltebilir. 

Oysa yazan, düşüne taşına hareket etmesi gereken kişidir. Ne duyguları ve hamaset uğruna gerçekliğe gözlerini kapatmalıdır ne de sorunun ve konunun neliğini unutup aklını paranteze almalıdır. Yanılsamalar üretmekten de yanılsamaları yaygınlaştırmaktan da kaçınmalıdır. Ne yazık ki birçok alanın yanı sıra, özellikle edebiyat dünyasının gerçekliği çok büyük oranda yukarıdaki hükümleri yadsımaktadır. 

Her yazı, genel olarak insanın, özel olaraksa yazanın, kendisince belirlenmemiş, aksine kendisinden önceki kuşaklardan devraldığı tarihsel, toplumsal, kültürel ve elbette konumuz bağlamında coğrafi koşulların etkisi altında biçimlenmiş ve örgütlenmiş, aynı zamanda da bireysel seçimlerinin, yaşantılarının, tanıklıklarının etkisiyle gelişmiş aklının ve bilincinin ürünüdür. Bu anlamda her yazı ya doğrudan aklidir ya da araçsallaştırılmış bir aklın ürünü olarak, aklileştirilerek sunulmuştur. 

Aklilik formuna büründürülen araçsallaştırılmış akıl, aslında bile isteye ya da bilinçsizce, kendisinden başlayarak, genelde insana özelde okura tuzak kuran insanın aklıdır. Bunu yapan her insan ilinek insandır. Başta kendisi olmak üzere, karşısındaki insanı değeri ve değerleriyle birlikte bütünsel olarak anlama ve değerlendirmeye yönelmez. Aksine hem kendisini hem de diğerlerini, kendi dışındaki gerçek ya da düşünsel varlıklarla ilişkisi temelinde ve onlara yakınlığı ve uzaklığına göre değerli ya da değersiz sayar. Bu varlık, birilerinin öncelikleri temelinde hiyerarşik olarak değişse de kimine göre Tanrı’dır, kimine göre devlet, ulus-millet, vatan, yasa-töre, parti-örgüt-teşkilat, cemaat-tarikat, aşiret, vb.

06 Ekim 2016

Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?

                      Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?

                                    Fikret Başkaya

                                                            "Kim eleştirecek olursa... 'birlik' 
                                        tabusuna karşı günah işliyor demektir."
                                                                     Theodor W. Adorno

 AKP cephesi ve onun lideri Tayyip Erdoğan, rejimi değiştirme niyetlerini açık ettikleri son bir kaç yılda, sürekli bir Osmanlı güzellemesine baş vuruyorlar. Osmanlı dönemini ve Osmanlı padişahlarını kutsamak için büyük çaba harcıyorlar. Akıllarına gelen her yere ve her şeye bir Osmanlı adı koymak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar. Nedense en gözdeleri de Sultan II. Abdülhamit... Geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan, mutat 'muhtarlar' toplantısında, Lozan Konferansı'nın - (ki asıl adı: Yakın Doğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı'dır) - bir ihanet olduğunu söyleyerek, ortalığı yeniden dalgalandırmayı başardı...

O halde tarihi kurcalamalarının sebebi ne? Asla halisane bilimsel/entellektüel kaygılar söz konusu olmadığına göre, olamayacağına göre, bu yerli/yersiz, saçma/sapan çıkışlarla ne amaçlanıyor? Neden sürekli bir "ecdat" güzellemesi/tekerlemesini gündeme getiriliyor?  Gerçekten Osmanlılar Türklerin ecdadı (atası) mıdır? Ya da ne kadar?

22 Haziran 2016

Aşk Mavidir Öğretmenim Üzerine...

Bu yazımı GENÇLERE armağan ediyorum.(Halit Suiçmez)

AŞK MAVİDİR ÖĞRETMENİM Üzerine

Halit Suiçmez
Okullar tam yaz tatiline girdi.
Lise öğrencileri eğitimle, okul yönetimleriyle, hak ve özgürlükleriyle ilgili olarak bildiriler yazıp açıkladılar.
Tam da bu konuları; eğitimi, okul yönetimlerini, dersleri, öğrencilerin insan ilişkilerini, öğretmenleri işleyen, anlatan güzel bir kitap var elimizde.
Düşündürücü, zevkli, ufuk açıcı ve insanı ileri okuma-düşünme-tartışma ve araştırma noktalarına götürecek bir eser..
Romancı, Felsefe Öğretmeni, Dostum Atalay Girgin’in son romanı, “Aşk Mavidir Öğretmenim” yeni yayımlandı.
NotaBene Yayınlarından çıktı bu büyüleyici, güzel eser.
Gençler, orta yaş gençler, eğitim, felsefe, bilim, sanat, aşk üzerine düşünen, yazan-çizen, aşkı, “arayan-anlatan” dostlar; hemen alın bu 239 sayfalık kitabı ve geçin masaya..
Yanınızda da ucu iyi sivriltilmiş bir kurşun kalem olsun bence, çünkü altı çizilecek, dönüp yeniden okunacak, tartışılacak o kadar çok, güzel, sarsıcı, ruhu ve düşünceyi genişletici cümle var ki, bir felsefe, bilim, sanat, içtenlik şöleni, duygusu, sohbeti içinde bulacaksınız kendinizi..
Ben bir kez okudum, hemen ilk izlenimlerimi yazıyorum, daha rahat zamanlarımda yeniden okuyup, edebi, psikolojik, felsefi, eğitsel, sosyal ve siyasal yönlerden de genel bir değerlendirme yapacağım.
Romanın kahramanları; Meryem, Afşin ve Felsefe öğretmeni Evin Derya Ay, (Evin öğretmen) Evin, Türkçede, bir şeyin özü, anlamında, Kürtçede ise, aşk anlamına geliyor.
Evin öğretmenin anne ve babası aşk anlamını düşünerek Evin adını vermişler, kızlarına. Evin öğretmenin açıklamasına göre, Türk bir anne ve babanın çocuğu olarak doğmuş.
Öğrencileri de bu bilgilenmeden sonra ona; “aşk öğretmen” diye seslenmişler.
Evin öğretmen güleç, “aslan yelesi gibi ensesinden omuzlarına dökülen, gür ve kızıla boyalı dalgalı saçları olan, okulda beyaz önlük giyen, manken edasıyla düzgün yürüyen, dik omuzlu, kemerli burunlu, iri gözlü, dolgun dudaklı, köşeli çeneli, bir hanım öğretmen.(s;61)

27 Nisan 2016

Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler



Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler *

Fikret Başkaya


Üniversitelere dair retorikle realite arasında her zaman büyük bir uçurum vardı. Başka türlü söylersek, gerçekte var olan reel üniversite, tevatür edilenden farklıydı. Üniversitelerin özgür tartışma odakları oldukları, her türlü düşüncenin özgürce/sınırsızca tartışılabildiği, yeni ve orijinal fikirlerin filizlenip-yeşerdiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, her dönemde toplumun bir kaç adım önünde olan, "bilim yuvaları" oldukları vb... şeklinde yaygın bir tevatür üretilmiş durumdadır. Oysa gerçekte var olan üniversite, var olduğu söylenenden çok farklıdır. Tarih sahnesine çıktıkları dönemden bu yana üniversiteler hiç bir zaman ilerici, düşüncenin filizlenip- yeşerdiği yerler olmadılar. Paradigma yıkıcı ve kurucu odaklar olmadılar. Genel bir çerçevede ve her zaman sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar. Misyonları ve varlık nedenleri esas itibariyle burjuva devleti meşrulaştıran bir egemen ideoloji [bizde resmi ideoloji] üretmek ve yaymak, bir de devlet çarkını döndürecek kadroları 'yetiştirmekten' ibaretti...

Dolayısıyla olan, olması gereken değildi. Teorik olarak bir kurumun üniversite tanımına uygun olabilmesi, o tanımı hak edebilmesi için, devlet ve sermaye karşısında özerk olması gerekir. Özerklik vazgeçilmezdir ama bir başına amaç değildir. Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma özgürlüğünün güvencesi/garantisi/koruyucusu olduğu için son derecede önemlidir. Zira, bilimsel-entellektüel-estetik etkinlik, ifade özgürlüğünün/düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir. İkincisi, üniversitenin kendine mahsus bir 'üslûbu', bir 'tarzı' olması gerekir. Şundan dolayı ki, "öğretme" etkinliği özellik arz eder? Öğretmenlik herhangi bir meslekten farklıdır. Öğretmenin öğretmeyi sevmesi gerekir, öğrenciyi sevmesi gerekir, bu iki koşul yoksa öğretmenin adı vardır ama kendi yoktur. Fakat, öğretmenin öğretmeyi sevmesi için kendisinin de bizzat öğrenmeyi sevmesi gerekir. Öğrenmeyi sevmeyen öğretmen sayılmaz! Dolayısıyla öğretmenlik, herhangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. O diğer devlet memurlardan veya başka bir meslek erbabından farklı olmak zorundadır. Öğretmenlik sadece ekmek parası kazanılan bir meslek değildir. Elbette öğretmenin de karnı doymak zorunda, geçimini sağlamak zorunda ama o diğerlerinden farklı bir 'özelliğe' sahiptir.

“Doğan Özlem: Felsefede Elli Yıl” Sempozyumu



“Doğan Özlem: Felsefede Elli Yıl” Sempozyumu

İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü bünyesinde 5 Mayıs 2016 tarihinde “Doğan Özlem: Felsefede Elli Yıl” başlıklı bir sempozyum düzenlenecektir. Bu sempozyum, Türkiye’de felsefeye önemli katkılarda bulunmuş olan Prof. Dr. Doğan Özlem’in felsefi çalışmalarını çeşitli yönleriyle ele almayı ve değerlendirmeyi amaçlamaktadır.



Sempozyuma bildirileriyle katılacak kişiler arasında şu isimler yer almaktadır: Mehmet Akkaya, Mehmet Atay, Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar,  Prof. Dr. Ayhan Bıçak,  Metin Cengiz,   Prof. Dr. Cengiz Çakmak, Prof. Dr. Kadir Çüçen, Prof. Dr. Ayşe Durakbaşa,  Prof. Dr. Hasan Bülent Gözkan, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Günay, Doğan Hızlan, Prof. Dr. Ahmet İnam,  Yrd. Doç.Dr. Levent Kavas,  Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, Prof. Dr. İlber Ortaylı, Doç. Dr. Sema Önal, Doç. Dr. Güncel Önkal,  Prof. Dr Örsan Öymen,  Prof. Dr. Nebil Reyhani, Prof. Dr. Ömer Naci Soykan, Doç. Dr. Hasan Şen, Doç. Dr. Ali Utku.

İstanbul Üniversitesi,  Avrasya Enstitüsü,  Seyyid Hasan Paşa Medresesi Konferans Salonunda, 5 Mayıs 2016 tarihinde, 10:00-17:00 saatleri arasında yapılacak sempozyum,  ilgi duyan herkese açık ve ücretsizdir.

Daha geniş bilgi için: http://edebiyat.istanbul.edu.tr/felsefe


13 Nisan 2016

Tayyip Erdoğan ve AKP'nin Suudi Aşkı...



Tayyip Erdoğan ve AKP'nin Suudi Aşkı...

Fikret Başkaya

Suudi Arabistan, anayasası bile olmayan bir mutlak monarşidir ki, dünyada nesli tükenmekte olan dört mutlak monarşiden biridir. Diğer üçü: Brunei, Oman Sultanlığı ve Swaziland'dır.  Velhasıl Orta-Çağ kalıntısı bir devlettir. Göstermelik de olsa bir parlamentosu bile yoktur. Suudi Arabistan bir ulus adı değil bir aile adıdır. Suud Ailesine ait olan anlamındadır.  Ona o adı takan da, Kral Abdül-Aziz İbn-i Suud'dur... Velhasıl,  "bundan sonra buranın adı  böyle olacak"  demiştir ve olmuştur... Aslında "Hasan'ın yeri" demek gibi bir şey... Özgürlük, sosyal eşitlik, laiklik, demokrasi, sekülarizm, sosyalizm, komünizm gibi kelimeler Suudlar ülkesinin sınırlarına bile yaklaşamaz. Aksi halde karanlıkçı-bağnaz krallığın "büyüsü bozulur", varlık nedeni ortadan kalkardı...

Bu dünyada  Suudi Arabistan, kadınlara zulmetme konusunda açık ara birincidir. Suudi Krallığında sadece çağdaş kavramların değil, kadınların da esamesi okunmaz. Orada kadının adı yoktur... Kadına yönelik ayrımcılık kurumsaldır ve kadınlar kendilerini koruma araçlarından mahrumdurl. Mesela bir kadın tek başına hastaneye kabul edilmez, kocasından habersiz bir yere gidemez, araba kullanması yasaktır. Bir yere ancak bir erkek eşliğinde gidebilir ki, o erkek ya kocası, ya babası, ya da erkek kardeşi olabilir... 2002 yılında Mekke'deki bir yatılı kız okulunda yangın çıkmıştı. İtfaiyeyle aynı anda yangın mahalline gelen krallığın din polisi Mutava , sabahın o saatinde kızların giyiminin "uygun olmadığı", ve onlara eşlik edecek erkek de olmadığı gerekçesiyle kızların tahliyesine izin vermemiş, 15 kız öğrenci yanarak can vermiş, 50 kadarı da yaralanmıştı... Batı medyası bu utanç verici durumu, bu insanlık suçunu sorun etmedi... Neden mi? ABD'nin "ulusal çıkarının" ve bir bütün olarak emperyalizmin 'yüksek menfaatlerinin' bir gereği olarak...  

11 Nisan 2016

FELSEFE VE DİN APAYRI İKİ DÜNYA



Felsefe ve din: Ortak gibi duran apayrı iki dünya

“Dinde her şey kurallara göredir, onda her zaman uyulması gereken kesin formüller vardır. Bu formüller dogmalardan beslenirler.”

                                                                         AFŞAR TİMUÇİN


Bazen içiçe bazen yanyana bazen karşı karşıya konulan ve genelde uyumlu kardeşler gibi gösterilen bu iki alan, felsefe ve din, dünyanın her yerinde sesli sessiz bir çekişme içindeler. Her ikisi de çok yerde kaba siyasetlerin kullandığı alanlar olarak kalıyorlar. Bu iki alana bilgece dürüstçe yönelenlerinse sesleri pek çıkmıyor. Her iki alanla ilgili bilgilerimiz ve sezgilerimiz yeterli mi? Bunu tartışmıyoruz bile. Felsefenin üstüne dinle gitmek, dinin üstüne felsefeyle saldırmak eski alışkanlıklarımızdandır. Bir takım çıkarcı bilgisizlerin din bilgini kesildiği, bir takım kendini bilmezlerin Kant Marx Heidegger diye ileri geri sözde felsefe konuştuğu bir dünyada her iki alan da yara alıyor. Bazı yetersizler ellerine geçirdikleri yazım kılavuzunun ışığında bol virgüllü karanlık yazılar yazmaya kalkarken din konularına ve felsefe konularına da giriveriyorlar.

Dinle ve felsefeyle uzmanlık düzeyinde uğraşanların yetersizlikleri de bu noktada belirleyici değil mi? Özellikle televizyonda görüşler bildiren ilahiyat kökenli “felsefe”cilerin hem din hem felsefe adına söyledikleri içimizi acıtıyor. Din çevreleri açık ya da örtülü biçimde dinin kurallarına göre evcilleştirilmiş bir felsefeden yana çıkıyorlar, böyle egemen bir felsefenin düşlerini görüyorlar. Böyle bir felsefe geçerli olursa düşünmek inanmakla bir olacaktır. Zihin sağlığı yerinde insanlar yetiştirebilmek için kavramların doğru içeriklerine ulaşmamız, bu arada dinin ve felsefenin ne olup ne olmadığını görmemiz gerekiyor. Bu da öncelikle bu iki alanın birbirine karıştırılmamasını gerekli kılar. Dinle felsefe aynı şeydir diyecek kadar işi düşürmüş olanların oyunlarını bozmak zamanıdır. Felsefeyi felsefe olmaktan çıkarmak isteyenlere dur diyebilmek önemlidir.

Dinde her şey kurallara göredir, onda her zaman uyulması gereken kesin formüller vardır. Bu formüller dogmalardan beslenirler. Din deyince aklımıza öncelikle inanç kalıpları yani dogmalar gelir. Dinin buyruğunda bir felsefe ister istemez dogmalara boyun eğecektir. “Dogmalara dayalı bir felsefe” felsefenin özüne aykırıdır. Felsefe dogmalaştığı yerde felsefe olmaktan çıkar. Din evcildir, yumuşak başlıdır, kendi dışına sert de baksa kendi içinde uzlaşmacıdır. Uyarsız saydığını dışlamaya eğilimlidir. Felsefe yırtıcıdır, kalıpları kırmak ister. İyileşmez biçimde yenilikçidir. Dönüşen dünyayla dönüşür ve dönüşen dünyayı dönüştürmeyi amaçlar. Bu yüzden din ve felsefe benzeşmezler. Biri benimsenmiş olanın içinde özenle bir şeyler arar gibi yapar, öbürü her zaman olanın ötesine taşmak ister: bu sürekli bir kendini aşma durumudur. Felsefe durmadan kendini yenileyen, sık sık kendine yabancılaşan bir etkinliktir. Dinin yeniyle işi yoktur: önemli olan özden ayrılmamaktır, onda kendini yinelemek önemlidir. Dinde felsefi bakış açısına yaklaştığımız ölçüde yolu şaşırma tehlikesiyle karşılaşırız.

Devamı: 

27 Mart 2016

Öğretmen Toplumsal Çürümeden Etkilendi



Öğretmen toplumsal çürümeden etkilendi

Atalay Girgin, Aşk Mavidir Öğretmenim’de çürümeye dikkat çekiyor. Kitap, Karaman’da şeytanlaştırılan öğretmenin sistemden bağımsız olmadığını da ortaya koyuyor.



Serbay Mansuroğlu
serbaymansur@birgun.net

Okul, öğrenci, öğretmen ve sendika ekseninde toplumsal alanda yaşanan dönüşümü ve bu dönüşüm çerçevesindeki ilişkileri konu alan Aşk Mavidir Öğretmenim kısa süre önce raflarda yerini aldı. Kitabın yazarı Atalay Girgin ile kitabı ve eğitim dünyasını konuştuk.
Girgin yıllar önce yazdığı Lağımpaşalı kitabı nedeniyle aynı zamanda kısa süre önce Cumhurbaşkanı’na hakaretten hakkında soruşturma başlatıldı ve ön rapor kapsamında sürgün edildi. Girgin'in anlattıkları Karaman'da 45 öğrenciye tecavüzle suçlanan öğretmenin çürüyen bir sistemden bağımsız olmadığını ortaya koyuyor.
Aşk Mavidir Öğretmenim kitabı sizin yedinci kitabınız. Kitapta ne anlatıyorsunuz?

İdealize bir düzeyde, eğitimin, toplumsal çözülme ve çürümenin panzehiri, değer erozyonunun engelleyicisi olduğu düşünülür. Yanılsamalı ve eğitimin içeriğinden bağımsız bir biçimde de öğretmen, sanki bu panzehirin genç kuşaklara şırıngacısıdır. Okulda ve sınıftaki duruşuyla, toplumsal değişme sürecinde olumluluk atfedilen, ahlâki anlamda yüceltilen doğruluk, dürüstlük, iyilik, ilkelilik ve tutarlılık gibi, her biri görelilik arz eden değerlerin öğrenci karşısında model alınması gereken örneğidir.

İşte Aşk Mavidir Öğretmenim, okul-öğretmen-öğrenci ve kısmen de veli çerçevesinde kurulan olayları, kişileri ve aralarındaki ilişki biçimleriyle yukarıdaki kabullerin bir yanılsama olduğunu sergiliyor. Bunları sergilerken, hem eğitim ve okulun hem de öğretmenin kendilerini kuşatan ve sürekli değişen toplumsal, siyasal koşullardan bağımsız olmadığını ve aynı zamanda toplumsal çözülme ve çürümeden nasıl nasiplerini aldıklarını anlatıyor. Aynı zamanda ahlaki açıdan olumlu anlamda öğrenciye örnek olmak bir yana, ilkesiz ve tutarsız düşünüş, söyleyiş ve eyleyişleriyle değer erozyonunun fiili bir unsuru haline gelişlerini, gücün karşısında rüzgârın önündeki kuru bir yaprak gibi savruluşlarına işaret ediyor. Keza tüm bunlara inat, gerçek hayatta olduğu gibi, umudu yeşertmeye çalışanlara da…

Hem öğretmenlik hem yazarlık bir arada nasıl oluyor? Yazmak meşakkatli bir süreç değil mi?

Elbette… Yazmak meşakkatli bir süreç. Öğretmenliği ve yazarlığı bölünmeden, düşünsel sürekliliği koparmadan bir arada yürütebilmek oldukça zor. Bundan dolayı, eğitim öğretim sürecinde uzun erimli ve hacimli çalışmalara girişemiyorum. Kısa yazılarla, bazen de yalnızca okuyup araştırmakla yetiniyorum. Kapsamlı çalışmalar, örneğin roman yazımı için, eğitim öğretim döneminin bittiği yaz tatilini sabırsızlıkla bekliyorum.

Yazarken hangi gayeyle yazıyorsunuz? Bir derdiniz var mı?

25 Mart 2016

Uluslararası PEN'den Başbakan'a Açık Mektup



Uluslararası PEN’den Başbakan’a açık mektup

Uluslararası PEN, Başbakan Davutoğlu’na hitaben bir açık mektupla Türkiye’deki tutuklu gazeteci ve yazarların bırakılmasını talep etti. Metnin imzacıları arasında Adonis, J.M. Coetzee, Colm Tóibín, Knausgaard ve Herta Müller de bulunuyor. “Mektup”un Türkçe çevirisi aşağıdadır.



“Sayın Başbakan Davutoğlu,

İfade özgürlüğünü tüm dünyada korumayı ve savunmayı görev bilen yazarlar olarak biz aşağıda adı geçenler, Türkiye’de korku ile sansür ikliminin ve eleştirel seslerin üstündeki baskının giderek artmasından endişeliyiz.

PEN’in Türkiye’deki ifade özgürlüğüne dair son raporunda da görülebildiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri son yıllarda eleştirel ve muhalif sesleri susturmak için olağanüstü bir çaba harcıyorlar. Bu, Gezi Parkı’ndaki barışçıl eylemlerin sertçe bastırılmasından internette ifade özgürlüğünün giderek kısıtlanmasına ve onlarca yazar, gazeteci ile akademisyenin tutuklanıp gözaltına alınmasına kadar etkisini Türkiye toplumunun tüm alanlarında gösteriyor. Son iki yıl içinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan ifade özgürlüğü başvurularının yarısı Türkiye’yle ilgili. Günümüzdeki yasalar ve gözetleme uygulamaları sadece ülkedeki yazar ve gazetecilerin konuşma özgürlüğünü kısıtlamakla kalmıyor, aynı zamanda on milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının temel hak ve özgürlüklerini de ciddi bir şekilde tehdit ediyor.

Sadece son 12 ay içinde, yaşanan birtakım endişe verici gelişmeler ifade özgürlüğünün daha da kısıtlanmasına ve bastırılmasına yol açtı: İç Güvenlik Yasası’nda yapılan değişikliklerle polise hâkim kararı olmaksızın dinleme yetkisi verilmesi; Twitter, Facebook ve YouTube’un sürekli engellenmesi; solcuların ve Kürtlerin internet sitelerinin kapatılması. Bunun yanı sıra birtakım kitaplar ya sansürlendi ya da yasaklandı.

Son aylarda ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eleştirel sesleri bastırmak için yürüttüğü kampanya dahilinde cumhurbaşkanına hakaret davaları açtığına tanık olduk; bu, dört yıllık hapis cezası olan bir suç. Türkiye’nin adalet bakanına göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2014’te seçilmesinin ardından bu şekilde 1.845 dava açıldı. Örneğin Şubat 2016’da, Atalay Girgin’e, bir grup fareyle ilgili bir masal anlattığı Lağımpaşalı adlı kitabında cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle soruşturma açıldı.

21 Mart 2016

AŞKSIZ BİR DÜNYA OLMAYACAK!




 Aşksız Bir Dünya Olmayacak


Röportaj: Tekgül Arı
  
         Atalay Girgin:Türkiye toplumunda geçer akçe olan değerler ve ilişki biçimleri neyse okul ve öğretmende yansıyan da odur.


“Mehdi ve Mesih”, “Lağımpaşalı”, “Başbakan’ın Günlüğü” ve “Kıranlar Kırılanlar Zamanı” adlarını taşıyan fabl türü romanlarının ardından, öykülerini derlediği “Allah Dedi Üstad-ı Azam”la okurun karşısına çıkan Atalay Girgin ile yayınlanan son romanı “Aşk Mavidir Öğretmenim” üzerine söyleştik.

Girgin’in ilk kitabı  “Öğretmen; Düzenin Duvarındaki Tuğla” kitabını da okumuştum. Sistem ve sistemin kendine entegre etmeye çalıştığı öğretmenin eleştirisi oldukça etkileyiciydi. “Aşk Mavidir Öğretmenim” kitabını raflarda görünce şaşırmadım, çünkü Atalay Girgin, düzenin duvarında tuğla olmamak için mücadeleyi seçmiş bir felsefe öğretmeniydi.  Romanı okuduğumda, okul, öğretmen, öğrenci ve sistemin dayattığı eğitim ilişkisini, kurguladığı karakterlerin üzerinden edebiyat disipliniyle verirken Türkiye’deki mevcut eğitim sisteminin ve öğretmenin gelmiş olduğu durumu da okura güçlü karakterler üzerinden gösteriyor. Öyle sanıyorum ki roman okurları, bilmediklerini öğrenecekler, bildiklerinin de aslında bilmedikleri olduğunu görecekler. Her roman gibi çok katmanlı bir yapıya sahip olan Aşk Mavidir Öğretmenim bağlamında yer alan her katmana, her konuya değinemesek de Girgin’le uzunca konuştuk bu konuları.

- Önceki romanlarınızın aksine, Aşk Mavidir Öğretmenim’de karakteriniz hayvanlar değil insanlar.  Merak ettim: Artık fabl türü yazmayacak mısınız? Yoksa Kemeutopyalılar’a ara mı verdiniz?

Hayır… Elbette yazacağım. Ancak fabl türü öykü ve romanlar, nedense birçok insanda masal algısına neden oluyor. Masalların da yetişkinler değil de sanki yalnızca çocuklar için yazıldığının düşünülmesine… Bu sorun birçok başka sorunla birleşince Kemeutopyalılar roman dizisindeki kitapların hem arafta kalmasına hem de okurla buluşmasına engel oldu. Oysa bu dizi bir masal değildi. Aksine fablın ironik anlatısıyla örülü siyasal ve felsefi bir çalışmaydı. Dolayısıyla Kemeutopyalılar’a şimdilik ara verdim. Ancak bu dizi benim ilk göz ağrım ve en kısa zamanda yeniden döneceğim.  

-  İçinde dört uzun öykünüzün yer aldığı ve özellikle kitaba adını veren, bir tür novella olarak değerlendirilecek “Allah Dedi Üstad-ı Azam” ile “Anarşist Öğretmenin Veda Hutbesi”ni “Aşk Mavidir Öğretmenim”i yazmaya iten bir geçiş olarak değerlendirmek mümkün mü?

Yalnızca adını andığınız öyküler değil. “Allah Dedi Üstad-ı Azam”da yer alan diğer iki öykü de olay ve kişileriyle insanlar üzerinden kurgulanıp anlatılmıştır. Ele alınıp işlenişleri, gelişmeye açık oluşlarıyla neredeyse dördü de romana teşnedir ki bildiğiniz gibi novelladan romana uzanan yol çok da uzun değildir. Bu anlamda öyküleri kısmen de olsa Aşk Mavidir Öğretmenim’e bir geçiş, romanlar arası bir soluklanma olarak değerlendirmek de mümkündür.

- İlk romanlar otobiyografiktir” denilse de sizin ilk romanlarınız için böylesi bir sonuca varmak mümkün değil.  Ancak son romanda öğretmen oluşunuzu dikkate aldığımda,  acaba otobiyografik özellikler taşıyor olabilir mi? Eğer öyleyse sizi,  roman kahramanlarından hangisinde bulabiliriz?

Haklısınız. Şu ana kadar yazdıklarımın, hele hele Kemeutopyalılar kapsamındaki romanların otobiyografik nitelikte olmadığı açık. Ama bunun yanı sıra şunu da söylemek gerek: Her yazar zamansal ve mekânsal anlamda kendi gerçekliğinden, içerisinde yaşadığı çevrenin, toplumun, çağın olaylarından beslenir. Onlardan olumlu ya da olumsuz etkilenir. Tepkiler verir. Onlar karşısında üzülür, sevinir, kızar, küfreder, öfkelenir. Yazdıklarında şu ya da bu oranda olup bitenlerden, dahası kendinden izler vardır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, romanda, tanıklıklarımdan, yaşantılarımdan izler var. Hatta şu kadarını da belirteyim: Romanı okuyanlar, bazı kahramanlar için sergilenen özellikler, anlatılan olaylardan hareketle “Aaa! Ben bunu tanıyorum. Bu şu!” da diyebilir. Beni tanıyanlar, olaylar karşısındaki tutumlarımı bilenler, benden izler de bulabilir. Ne var ki bunlar romanı otobiyografik olarak nitelemeye yeterli değildir. Dahası roman kahramanlarından hiçbiri de ben değilim. Galiba otobiyografik bir roman yazmak için kendimi ne yolun başında görüyorum ne de yolun sonunda… Kim bilir, belki bir gün yazarım.
Atalay Girgin: Okul mücadele alanıdır.


- Öğretmen ve okuldan söz etmişken şunu sormak istiyorum: Genelde var olan öğretmen ve okul algısıyla, gerçekten var olan okul ve öğretmen arasında büyük farklar var mı?

25 Şubat 2016

Cumhuriyeti Nasıl Bilirsiniz?




Cumhuriyeti nasıl bilirsiniz ?
 
Fikret Başkaya

Cumhuriyet 29 Ekim 1923’de “kuruldu”. Nasıl “kurulduğu” ne olduğundan bağımsız değildi. Kavramın gerçek anlamındaki Cumhuriyetle [res publica] bir ilgisi yoktu. Sadece o tarihten sonra “Eski Rejim” yeni adıyla çağrılacaktı. Cumhuriyetin kurulmasında halkın [res publica’nın] bırakın bir dahli olmasını, kuruluştan [ilânından densin] haberi bile olmamıştı. Elbette haberi olmayan sadece halk değildi. Mustafa Kemal Nutukta “kuruluş” hikayesini şöyle anlatıyor: “Yemek esnasında; yarın cumhuriyet ilân edeceğiz dedim. Hazır bulunan arkadaşlar, derhal fikrime iştirak ettiler. Yemeği terk ettik. O dakikadan itibaren, sureti hareket hakkında, kısa bir program tespit ve arkadaşları tavzif ettim.” ... “Efendiler, görüyorsunuz ki, cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davete ve onlarla müzakere ve münakaşaya asla lüzum görmedim. Çünkü, onların zaten ve tabiaten benimle bu hususta hemfikir olduklarına şüphe etmiyordum. Halbuki o esnada Ankara’da bulunmayan bazı zevat, selahiyetleri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden ve rey ve muvafakatları alınmadan, Cumhuriyetin ilân edilmiş olmasını vesileyi iğbirâr [gücenme] ve iftirak [ayrımcılık] addettiler.” Sofrada bulunan ‘kemikcilerin’ şefleriyle hemfikir olmaması elbette mümkün değildir ve şefin ‘Ankara’da bulunan arkadaşların’ niyetini okuduğu da kesin.
O halde Ankara dışında bulunan ve ‘selahiyetleri de olmayanlar’ neden iğbirâr ve iftirak ediyorlardı? [Ki, Cumhuriyet'in ilan edildiği oturumda 289 milletvekilinin 130'u yoktu]. İtirazın nedeni ne idi? Bu soruya cevap vermeden önce, Saltanatın 1 Kasım 1922’de ilga edildiği halde rejime neden cumhuriyet adı konmadığına, bunun için bir yıl beklendiğine açıklık getirmek gerekiyor. Zira saltanatın ilgasıyla rejim açısından Eski ile Yeni arasında ortaya çıkan yegane fark, Padişah’ın sahneden çekilmesi, iktidarın veraset yoluyla geçmeyeceğinin ilân edilmesiydi. Dolayısıyla gerçekleşen bir hükümet darbesiydi ve emekçi toplum sınıflarının, devlet dışı unsurların herhangi bir dahli söz konusu değildi. Fakat Mustafa Kemal’in ebedî şef ilân edilmesine bakılırsa, saltanatın ilga edilmesinin bu bakımdan da pek bir kıymet-i harbiyesi olmadığı anlaşılacaktır. Eğer yüzyıl yaşasaydı ki, bu teorik olarak mümkündür, 62 yıl Ebedî sef olarak saltanat sürecekti. Bilindiği gibi, Osmanlı padişahlarının tahtta kalmalarının aritmetik ortalaması 17, 3 yıldır. 46 yıllık saltanatıyla rekor Kununî Sultan Süleyman’a aittir. Sultan II. Abdülhamid 33 yıllık saltanatıyla ikincidir... Mustafa Kemalin milli hareketin başına getirildiği tarihten ölümüne kadar geçen süre de 19 yıldır...

01 Şubat 2016

Acil Sivil Müdahale Boykot!


Göz önünde olan gerçek şudur ki, Tayyip Erdoğan kendinden önceki devlet yöneticileri gibi, halkın alın teri ile beslenen bu azgın, bu soygun ve talan düzeninin selâmeti için bir savaşa ihtiyaç duyuyordu. Gayesi vatan, millet ve bayrak nutukları ile şovenizmi tırmandırıp halkın bir kesimini kendi şemsiyesi altında toplamak, kendisine karşı olan diğer kesimleri de korkutarak sindirmek ve dikkatleri savaşa çekip ezilenleri kendi sorunlarının çözümünü düşünemez hale getirmekti. 

İşte bu nedenlerle sadece Kürtlerin değil, tüm dünyanın kandırıldığı o sahte, o uyduruk "müzakere" masasını buharlaştırıp PKK'ye savaş açtı. PKK de, sömürgeci düzenin can damarları sivil projelerle kurutulup Tayyip Erdoğan'ın savaş hamlesi boşa çıkarılabilecek iken, bunu yapmadı, kapışmayı tercih etti. Tayyip Erdoğan da bunu bir fırsata dönüştürüp yaydığı can korkusuyla 1 Kasım milletvekili seçiminde savaşı oyladı ve dökülen her damla kanı bir oy pusulasına çevirdi. 

Asker ve polislerin “YUKARI MAHALLE” tarafından göz göre göre ölüme gönderildikleri bu savaş öyle tuhaf bir savaş ki, birbirlerini kara toprağa gömenler ne yazık ki “BİZİM MAHALLENİN” gençleridir. Yani yoksullar sınıfı olarak aslında kardeş ve aynı kötü kaderin ortaklarıdırlar. Daha dün Sur ve Cizre'de görüldüğü gibi, YUKARI MAHALLE yoksulların çocuklarını acımasızca ölüme gönderirken kendi çocuklarını saraylarda yaşatıyor.
Kaldı ki, bu savaşta sadece asker, polis ve PKK'liler ölmüyor; anne karnındaki bebekler ölüyor, çocuklar, kadınlar, yaşlı insanlar, siviller ölüyor. Kuşatmaya alınan Kürt kentleri IŞİD'ın Kobani'de yaptığı gibi toplarla delik deşik edilerek mezar kentlere dönüştürülüyor, halk göç ettiriliyor. İnsanlar kendi ölülerini bile gömemiyor.

GERÇEK ÇÖZÜM HALKTA

23 Ocak 2016

Üniversite Olmanın Kriteri



Bir binanın ön cephesine 'üniversite' yazmakla orası üniversite olmaz!


Fikret Başkaya

 
Özerklik üniversite için vazgeçilmezdir. O kadar ki, "özerk değilse üniversite değildir" denecektir. Kendi kendini yönetemeyen bir kurum üniversite adını hak etmez... Fakat, devlet ve sermaye karşısında özerklik önemli olmakla birlikte, yeterli değildir. Veya aynı anlama gelmek üzere, özerklik bir şekil sorunundan ibaret değildir. Özerk üniversite, özgür düşünceyi, eleştirel düşünceyi içselleştirmiş, bilim namusuna ve entelektüel dürüstlüğe sahip akademi üyelerini varsayar. Aksi halde, kapısına istediğiniz kadar üniversite yazın, diğer devlet kurumlarından bir farkı olmaz. Bizde üniversite üyelerinin ezici çoğunluğu, bilimsel- entelektüel kaygılara yabancıdırlar. Pekâlâ başka bir devlet kurumunda, bir bankada, bir şirkette de çalışıyor olabilirlerdi... Onun için, şeylerin gerçeğine nüfuz etmek gibi kaygılar taşıyanlar, bilimsel- entelektüel iddiası olanlar çok küçük bir azınlıktır. Aslında orada Mete Kaynar'ın, "uzman yetiştiren uzmanlar" dediği söz konusudur.



Türkiye'de gerçek üniversite tanımıma uygun kurumlar hiç bir zaman olmadı. Ama her zaman sayıları çok az da olsa, bilim namusuna ve entelektüel dürüstlüğe sahip, üniversiteye yakışan hocalar oldu! Zaten devletin kutsal sayılıp tabu mertebesine yükseltildiği bir rejimde, hiç bir özerk kurumun yaşamasına izin verilmezdi ve verilmedi. Tabii hiç bir farklı, aykırı, eleştirel düşünceye de yaşama şansı tanınmadı. Böylesine bağnaz, böylesine köşeli, böylesine boğucu bir resmi ideolojinin geçerli olduğu bir rejimde, özgür düşüncenin serpilip, gelişmesi mümkün değildir. Türkiye'nin sürekli yerinde saymasının, patinaj yapmasının başlıca nedenlerinden biri, toplumun bağnaz bir resmi ideoloji tarafından rehin alınmış olması, özgür düşüncenin ve özgür tartışmanın önünün kesilmesidir. Özgür düşünce ve özgür tartışmanın yasaklandığı, dahası lânetlendiği durumdaysa, toplum kendisi hakkında düşünme yeteneğini kaybeder, önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker...

11 Ocak 2016

Federalizm ve Özyönetim ... Üzerine



FEDERALİZM, ÖZYÖNETİM …

Üstüne Notlar

                                                                                                                     Mehmet ERKAN
1- Giriş
Demokrasi, federalizm, otonomi/ademi-merkeziyetçilik/özerklik, desantralizasyon, yerel yönetimler, kamusal alan vb. kavramlarının geçtiği konuşmalara dikkat edildiğinde, bütün sorunun kitlelerin siyasete katılması, yurttaşların kendi kendilerini yönettiği bir idari, siyasi ve ekonomik sistemin kurulması, mekân ve kurumlarının yaratılmasıyla ilgili olduğu görülür. Fakat her iki sınıfın aydınları aynı kavramları kullandıkları anlarda bile, asla aynı şeyi anlatmazlar. Sosyalistler açısından sorun ya bir devrim sorunu bağlamında ele alınır, ya da işçi devletinde sosyalizmin inşası sürecinde işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi kitlelerin sosyalist sınıf bilinciyle donanmış yurttaşlar olarak, mümkün olduğunca, siyaset sahnesindeki yerlerini almaları bağlamında. Siyaset, kendi iktidarına sahip çıkmanın, kendi kendini yönetmenin öteki adıdır artık. Burjuva düşünürleri açısından ise, sorun toplumdaki (yöneticiler-yönetilenler, sömürenler-sömürülenler) arasındaki sistemin devamını tehdit eden çatlağın genişlemesinin, uçuruma dönüşmesinin yarattığı tehlikenin onarılmasıdır. Bu düşünürler, zaman zaman sosyalistlerle aynı terimleri kullanarak, sömürülen kitlelere sistemin bir parçası olduklarını hissettirecek, siyasal hayattan dışlanmadıkları sanısını yaratacak kum havuzlarının yaratılması ve onaylarının alınarak sisteme entegre edilmeleri yolunda burjuvazinin yönetici sınıflarına akıl verirler. 

Örneğin, burjuva düşünürlerin de sık sık dillerine dolanan bu yukarıdaki kavramlardan biri olan yerel yönetim birimleri, sosyalistler açısından, kapitalist sistem içinde, “ne katılımın, çoğulculuğun ve taban inisiyatifinin en uygun araçları  olduğu için ne de demokrasinin gerçek beşikleri oldukları için ilgi odağıdır. Önemi, tarihsel süreç içinde sermayenin ve dolayısıyla emeğin yoğunlaştığı ve hem nesnel hem de ideolojik olarak yeniden üretildiği mekânlar olan kentlere ait bir olgu olmasıdır.” “Bu yeniden üretimde, ‘temsil’ gibi yerel yönetimleri de kapsayan ideolojik motifler yer almaktadır. Sonuç olarak, solun görevi, bu nesnel zemin üzerinden, emekçi kesimlerin kentsel mekanda ideolojik kuşatılmışlığına düzenli, uzun erimli stratejilerle müdahale etmektir.” [1]

“Burjuva ideolojisine alternatif bir ‘karşı ideoloji’ oluşturmak hedeflenmelidir. Emekçi kesimlerin siyasallaşması ‘yerel inisiyatif’, ‘katılım’, ‘özerkçilik’, ‘özyönetim’ vb. kavramlarla sınırlandırılmamalı. Özellikle ‘belediyecilik’ ideolojisinden uzak durularak, ülkenin bütününe ilişkin eşitlikçilik, kamuculuk, sömürü karşıtlığı, adalet gibi motifler öne çıkarılmalıdır. Biraz açmak için ‘katılımcılığı’ ele alalım: “Katılma ilişkisi, yönetilenlerle devlet arasında bir ilişkidir. Taraflardan birinin bulunmadığı ya da bir tarafın ötekini etkilemesinin tümüyle olanaksız olduğu ortamlarda, bir ilişki de söz konusu olamaz.[2][3]  

Yerel yönetimlere bugün kapitalist sistem içinde nasıl yaklaştığımız ve yarınki sosyalizm projemizde nasıl bir yer verdiğimize işaret ederek, bunun düşüncemizde bir sürekliliği barındırdığını göstermemiz gerekiyor. Eğer yerel yönetimleri Komün gibi bir işçi hükümetiyle, “Emek’in iktisadi kurtuluşunun gerçekleşme olanağını sağlayan siyasal biçim”le birlikte ele almazsak “komünal kuruluş bir olanaksızlık ve aldatmaca olurdu”. Çünkü “Üreticinin siyasal egemenliği onun toplumsal köleliğinin sürdürülmesiyle bağdaşamaz.”
Bu yazı bütün bu sözü edilen kavramların genel olarak sosyalizm düşüncesi içinde nasıl bir yer tuttuğuna, tutması gerektiğine dair bir giriş denemesidir. Bu yazının dolaylı konularından biri bu. Bu nedenle de bu yazıda somut, pratik çıkarımlar ve öneriler yok. Bunun için, örneğin, az önce sözü edilen Ceyda Işık’ın yazısıyla ve Metin Çulhaoğlu’nun “Varoşlar ve Kent Yoksulları ...” yazısına bakılabilir.

Suçortağı Olmamak Mümkün!



Suçortağı Olmamak Mümkün!

Fikret Başkaya

Türkiye Cumhuriyeti devleti 90 yıldır Kürtleri katlediyor, insanlık suçu işliyor. Her seferinde katliama bir gerekçe bulunuyor (eşkiya, terörle mücadele, vb). Aslında durumun nüanse edilmesi gerekiyor, zira kelimenin gerçek anlamında bir Cumhuriyet söz konusu değil ve hiç bir zaman da olmadı. (Tabii bu başka yerlerdekinin matah bir şey olduğu anlamına gelmez). Zaten öyle olmadığını memleketin sahipleri de itiraf ediyor: Devletin ülkesi ve milleti diyorlar. Yani bir devlet var, ve bir de onun ülkesi ve milleti var. Gel keyfim gel... Eğer gerçekten Cumhuriyet söz konusu olsaydı, o zaman ilişkinin yönü halktan devlete doğru olurdu. Cumhuriyet, respublica olsaydı, aracın direksiyonunda "memleketin sahipleri" değil halk otururdu... Respublica demek herkesin olan veya hiç birkimsenin olmayan demektir.  Kadir Cangızbay'ın “hiç kimsenin cumhuriyeti” dediği şey... Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Eğer gerçekten cumhuriyet, respublica olsaydı, o zaman halk kendi kendini yönetir, tabii katliam gibi aşırılıklara da yer olmazdı. Oysa TC'nin adından başka cumhuriyet rejimiyle bir ilgisi yok.

Elbette bu zaman zarfında, katliamlar, siyasi cinayetler, işkenceler, her türden siyasi baskı, sadece Kürtlere yönelmedi. Müslüman- Türk- olmayan, farklı düşünen, resmi "gerçeği" sorgulayan, gerçekten muhalif olan, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talep eden herkesi kapsadı. Bu öyle bir devlettir ki, her hangi bir hak talebine olumlu cevap vermesi, asla mümkün değildir. Herhalde öyle bir şeyin "kutsal devletin" büyüsünü bozacağını düşünüyorlar ve her talebi şiddetle ezme yoluna gidiyorlar... Devletten bir hak talep eden herkes "iç düşmandır" iç düşman "dış düşmandan" daha tehlikelidir, dolayısıyla katli vaciptir...