30 Ocak 2015

'Allah!' Dedi Üstad-ı Azam

'Allah!' Dedi Üstad-ı Azam 

Lağımpaşalı&Başbakanın Günlüğü'nün yazarından yeni bir çalışma: 
'Allah' Dedi Üstad-ı Azam

Üstad-ı Azam








Dillerinde Allah vardı, yüreklerinde kin ve haset… Kara kaplı kitabın sayfalarına sığınıp, din kardeşlerinin rızklarına göz koymuşlardı. Tutkuyla , dizginlenmez bir arzuyla yaşananları tesettürle sarıp sarmalamışlar… Onmaz düşleri keramete yormuşlardı.  

Her düş biter, an gelir gerçekliğin hakikati galebe çalardı. Olmaz denilenler olur, Anarşist bir öğretmen, camide vaaz verir, şehvet tesettür dinlemezdi. Ölmeden önce son söz söylenmez...
İstemeAdresi:  https://www.insancilkitap.com/kitap/ustadi-azam-atalay-girgin-40378



Sevgili Çiğdem KOTOK'un Anısına İthaf Edilen, Kemeutopyalılar Roman Dizisi'nin İlk Kitabı:
  MEHDİ ve MESİH




24 Ocak 2015

Taşa Fısıldayan Öyküler - KOBANÊ

Taşa Fısıldayan Öyküler - KOBANÊ

Öykücü-yazar Tekgül Arı'nın öncülüğünde ve editörlüğünde  derlenip hazırlanan bu kitap Şubat ayının ilk haftasından itibaren kitapçılarda...

Nota Bene yayınları arasında yer alan "Taşa Fısıldayan Öyküler-KOBANÊ"de Türkiye dahil, dünyanın değişik ülkelerinden yazan 38 yazarın öykü ve yazıları yer almaktadır ki bu yazarlardan biri de 17 yaşındaki Fırat Öztürk'tür. 

09 Ocak 2015

İşte İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in Yüzü

İşte İslam Peygamberi' Hz. Muhammed'in Yüzü!

RED Dergisi'ne Teşekkürlerimle...

"Karikatürü çiziliyor, Peygamberimiz küçük düşürülüyor" diye ortalığı velveleye veren her soydan ve boydan din sömürücüsü şarlatanın, tüccarın, soytarının ardına takılan memleketim insanı görsün, bilsin ve bilmeyenlere anlatsın, görmeyenlere göstersin diye Hz. Muhammed'in yüzyıllar önce değişik zamanlarda ve farklı ülkelerde çizilmiş tasviri minyatür görüntülerini aşağıda yayınlıyorum. 

Hz. Muhammed'in yüzünü, görüntüsünü tasvir eden bu çizimler 21. yüzyıldan yüzlerce yıl önce yapılmıştır. Hâlâ kitaplarda örnekleri sergilenmektedir. Bundan sonra da eğer birileri kütüphanlerdeki o kitapları tek tek bulup yok etmediği sürece sergilenmeye devam edecektir. Hatta birileri belki de tasviri olarak yenilerini (karikatür, resim ya da heykellerini bile) yapabilecektir. Belki de başka birileri bir tiyatro sahnesinde, bir filmde onu canlandıracak, yazarlar öykü ya da romanlarında onu bir roman kahramanına, bir öykü karakterine dönüştürerek tasvir edeceklerdir. Bunlardan kaçış yoktur. Er ya da geç bunlar olacaktır! Kim bilir ki belki de sizin bilmediğiniz bir yazar çoktan yapıvermiştir bunları!!!!!!!!!! 

 1- Bu minyatürde, İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in, kendisinden önce geldiğine inanılan Hz. İbrahim, Hz, Musa ve Hz. İsa'ya öncülük edişi tasvir ediliyor. (Bir İran minyatürü) 


2- Hz. Muhammed'in
"Veda Hutbesi"ndeki
tasviri... (Kökeni İran olmasına rağmen Osmanlı'da da birebir kopyalanmış)













3- Peygamber'in Miraca Yükselmesi 
(Sadi Şirazi çizimi, İran)



















4- Bir yolculuk sırasında... (Timur dönemi, Afganistan, Herat)



















5- Bu minyatürde Hz. Muhammed'in Hacer el-Esved'i yerine yerleştirirmesi tasvir ediliyor. (İlhanlılar dönemi İran çizimi)

Burada yer alan minyatürlerin tamamı, RED dergisinin http://www.red.web.tr sitesinden alınmış. İsteyenler, aşağıdaki linkten ilgili sayfayı ziyaret edebilirler. 
http://red.web.tr/islam-peygamberinin-yuzunun-cizildigi-resimleri-yayinliyoruz/ 

08 Ocak 2015

Fukara Tesellisi: "Gerçek İslam Bu Değil!"




NURAY MERT sonFukara Tesellisi: "Gerçek İslam Bu Değil"

NURAY MERT
Hatırlar mısınız bilmem, 11 Eylül faciasının ardından Türkiye’de İslami kesimlere dost, hatta, Yeni Şafak gazetesinde yazan liberaller ile İslamcılar arasında büyük bir tartışma yaşandı. Konu şuydu; bazı liberaller,‘İslamcılar, Müslüman dünya, 11 Eylül katliamını yüksek sesle ve kesin bir dille eleştirmediler’ diye bir eleştiri öne çıkar. Doğal olarak İslami kesim, bu eleştiriyi haksız buldu.
‘Doğal olarak’ diyorum, çünkü ben de bu eleştirileri haksız buluyordum. Dindar kesime  karşı önyargıların devreye girdiğini, dahası İslamcılık ile bu türden eylemlerin yan yana zikredilmesinin doğru olmadığını düşündüm. Düşünmekle kalmadım, yazdım, çizdim, söyledim, hatta bu uğurda kavgalara tutuştum.
Hala benzer şeyler düşünüyorum. Ama artık, liberallerin ifade ettikleri sorunların da ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum.

Dünyadan bihaber çok bilmişler

Nitekim, Paris katliamının detayları henüz karanlık, failleri, hedefleri henüz meçhulken, yine benzer bir tartışma tüm hızıyla başladı. Birileri, bu türden saldırıları, İslamcı/dindar kesimlerin hala ciddi bir şekilde sorun etmediğini söylüyor. Buna karşın, bu kesim bu türden eleştirileri doğrulayan söylem ve izahlarda ısrar ediyor.
Bırakın İslamcıları, böyle bir ideolojik geçmişten gelmeyen Dışişleri Bakanı bile söze Batı’da yaşayan Müslümanların dışlanmasından girebiliyor. Diğer taraftan, İslamcı kalemler, yine ‘komplo’, yine ‘provokasyon’, yine‘Batı’nın İslamı karalama oyunu’ gibi hususları öne çıkarıyor. Dünyadan bihaber birtakım ‘çok bilmiş’ler saldırıyı uluslararası dengeler, stratejik planlarla açıklamaya girişiyor.

Fukara tesellisi: ‘Gerçek İslam bu değil’

Evet, dünya bir gül bahçesi değil, bir sürü karanlık iş dönüyor, ama birçoklarının sandığı gibi, dünya bir büyük komplo teorisinin sahnesi değil. Batılılar, tüm kötülüklerin anası, Müslümanlar ise kanatsız melekler değil.
‘Gerçek İslam bu değil’ mazereti ise fukara tesellisi. Zira İslam, tarihin her devrinde Müslümanlar İslam’dan ne anlıyorsa o şekilde tezahür ediyor ve bu tezahürlerin vebali de Müslümanların üzerine.
Yani mesele din olarak İslam değil, Müslümanların dinlerinden ne anladığı veya ‘Müslümanların tarihi.’ Bu tarih, modern safhasına gelmeden önce de, evliya-enbiya, hayır-hasenatla olduğu kadar, iktidar mücadelesi, melanet ve zulümle dolu.
Yazının Devamı : http://www.diken.com.tr/fukara-tesellisi-gercek-islam-bu-degil/

22 Aralık 2014

KİMLER KARAR VERİYOR?

Ne Yeyip Ne İçeceğimize Kimler Karar Veriyor? II

Dr. Cengiz Başkaya

Endüstriyel tarım ve gıda üretiminin yaygınlaşması bütün ülkelerin neredeyse aynı biçimde beslenir hale gelmesi sonucunu doğurdu. Üretilen gıda türleri gitikçe azalıyor. Gıdaların işlenme ve saklanma, hazırlanma yöntemleri de tek tipleşme yolunda. Bu durum halkların gıda güvenliğini ve gıda egemenliğini yok ediyor. Yerel ürünlerin yerine tekellerin üretim ve dağıtım haklarını sahiplendiği sertifikalı tohumlar, fideler ve fidanların kullanılması dayatılıyor. Büyük bir zenginlik olan genetik zenginlik büyük ölçüde kaybedildi ve süreç bu yönde ilerlemeye devam ediyor. Yerinde sağlanabilecek gıdaların az sayıdaki merkezden büyük masraflar ve enerji harcanarak dağıtılması maliyetleri yükseltiyor. Kriz durumlarında gıdaya ulaşmayı tehlikeye atıyor. Uzun yolculuklar yapması gereken ve raflarda bekletilen besinlerin bu süreçte bozulmaması gerekli. Bunun için fiziksel ve kimyasal işlemlerden geçirilmeleri şart. Yapılan müdahalelerin asıl amacı kontaminasyonun önlenmesi, yani bakteri, mantar ve küfler nedeniyle gıdaların çürümesini, kokuşmasını engellemek.

Gıda endüstrisi için sağlıklı gıda sadece günlerce hatta aylarca bozulmayan gıda demek. Ne var ki, bakterilerin yok edilmesi ve üremelerini önlemek için uygulanan yoğun enerji biçimlerinin ve etkili kimyasalların seçici olarak sadece bu organizmaları etkileyeceğini düşünmek biyoloji, fizik ve kimyanın prensiplerine aykırıdır. Bir bakterinin genetik yapısını bozan, protein zincirlerini kıran radyasyon, yüksek basınç ve yüksek ısıl işlemler gibi yoğun enerji uygulamalarının besinlerin yapısını moleküler düzeyde etkilememesi mümkün değildir. Ortaya çıkan ara ürünlerin sağlığa zararlı olduğu bilinen birçok etkileri var. Zamanla ortaya çıkacak olanlar ayrı bir endişe kaynağı. Gıda endüstrisine göre sağlıklı sayılan işlenmiş gıdalar aslında birçok açıdan gerçek gıda olmaktan çıkmış oluyor. Etlere, hububat ve baklagillere radyoaktif ışın ve elektron ışını uygulanır. Uzun süre depolanan ve uzun mesafelerde gemilerle nakledilen buğday ve mısır güçlü zehirlerle korunur. Süt homojenize edilmek amacıyla ince kanallarda çok yüksek basınçlar altında geçirilir. Kısa süre için de olsa 300 dereceye kadar ısıtılır. Paket sütlerdeki UHT ibaresi bu ısıl işlemi tanımlar; "Ultra High Temperature - Çok Yüksek Isı."

Tarımda 60 yıl önce yaygınlaştırılan yeşil devrimin olmazsa olmazı pestisit, fungusit ve herbisitler de tükettiğimiz birçok gıdaya kaçınılmaz olarak bulaşıyor.

Bu güçlü zehirler doğanın tanımadığı sentetik moleküller. Doğal süreçlerle zararsız elementlere parçalanamıyorlar. Yıllarca doğada kalıp, toprağı, suyu ve havayı kirletiyorlar. Her yıl daha etikili olduğu iddiasıyla daha pahalı yeni zehirler piyasaya sürülüyor. Ne var ki ürün zaralıları için üretilen bu ilaçlar zararlılar dışında bütün canlıları öldürmek konusunda çok başarılı oldu. Zararlıların doğal düşmanları yok edildi.

Artık rakipleri yok ve yeni ilaçlara da kısa sürede uyum sağlayıp dirençli hale geliyorlar. Yani meydan onlara kaldı. Bir kısır döngüye girilmiş durumda.

25 Kasım 2014

Umudu Yeşertmek Hâlâ Mümkün!

BİRGÜN Gazetesi’nden Serbay Mansuroğlu’nun Soruları ve Yanıtlar:
Umudu Yeşertmek Hâlâ Mümkün!
1-Öğretmenlik 21. YY.'da artık sadece öğrenciye bilginin aktarıldığı bir meslek mi?
-        
Sorunu genelliği temelinde düşünecek olursak, daha başta şunu belirtmek gerek: Öğretmenlik her çağda, içeriği, niteliği ne olursa olsun, öğrenciye bilgi aktaran bir meslek olmuştur. Bilgi aktarmayan bir eğitim-öğretim olmaz. Öğretmen, bile isteye kendi seçimiyle ya da zorunlu olarak karşısına gelen/getirilen öğrenciye, genelde varlığın özelde ise konusuyla ilgili nesnenin dününe ait bilgiyi aktarır. Çünkü bilgi, diyalektik bir biçimde düşünürseniz, ne zaman elde edilmiş ya da ortaya konmuş olursa olsun, varlığın-nesnenin dününe, geçmişine aittir. Günümüzde eğitime ve öğretmenliğe ilişkin sorunu bilgi aktarımı temelinde ele almak ya da ortaya koymak bir yanılsamadır. Bundan dolayı buna takılmamak gerekir. Bugün yaşadığımız sorun öğretmenin ve öğretmenliğin bilgi aktarıcısı olma niteliğinde değildir.   Aksine, özellikle sistemin, hangi çağda olursa olsun, siyasal-ideolojik aygıtlarının başında gelen sistematik eğitim etkinliği içerisinde neyin aktarılıp aktarılmayacağına ilişkin insiyatif kullanma yetisi ve becerisinin her geçen gün öğretmenin elinden alınmasıdır. 

Bir başka deyişle de çok farklı saik ve kaygılar altında öğretmenin bu yeti, beceri ve insiyatifi kullanmaktan kaçınması, etliye sütlüye bulaşmak istemeyen, “sallabaşını al maaşını” anlayışına yönelmesidir. Elbette bunun, öğretmenin içerisinde yaşadığı toplumsal koşullardan, sendikal mücadele ve örgütlenmeye, sistemle kurduğu ilişkinin siyasal-ideolojik niteliği ve biçimine dek sorgulanması gereken birçok nedeni olabilir. Ancak bu durum, dünya görüşü, etnik kökeni, inancı, sendikası farklı olsa bile her kesimden öğretmenin, sistemin aymaz bir hizmetkârına, gönülsüz ya da “gönüllü kul”una dönüşmesine neden olmuştur. Oysa hangi koşullar altında olursa olsun, öğretmen çok farklı şeyler yapabilir. Başta, kendisinden öğrenciye aktarması istenen bilgiyi hem kendisi sorgulayabilir hem de öğrenciye sorgulatabilir. İkincisi, ders kitaplarındaki bilgiden hareketle toplumsal gerçekliğin farklı boyutları ve alanları arasında sorgulayıcı ve eleştirel düşünmeyi teşvik edici bağlar kurdurtabilir. Bunlara bağlı bir biçimde öğrenciyi araştırmaya, toplumsal gerçekliği olabildiğince bütünsel anlamda kavramaya, farklı alanlar arasında bağlantılar kurmaya yöneltebilir. Elbette bunlar zordur. Ne var ki bunlar yapılmadığında ve kolay olan tercih edildiğinde, öğretmenlik yalnızca bilgi aktarılması gereken bir mesleğe dönüşür. Öğretmen de işi bilgi aktarmakla sınırlı bir özne/nesneye… Sistemin istediği “iyi”, “başarılı” öğretmen de budur zaten. Ondan istenen, okulda ve özellikle de sınıfta, öğrencinin karşısında, kendi aklıyla düşünen soran, sorgulayan, eleştirel değerlendirmeler yapan, çok yönlü ve çok boyutlu bakan biri olması değil, konusuyla ilgili ve ders kitaplarında belirtilen ve ‘uygun görülen’ bilgileri uygun bir biçimde öğrenciye aktarmasıdır.  Öğretmenliğin, bilgi aktarımı, sormaya, sorgulamaya, eleştirel düşünme bilinci kazandırmaya yöneltme dışındaki diğer vasfı ise eğitimdir. Ancak eğitim, ödül ve ceza sistemini gerektirir. Eğitimde cezalandırmanın kabulü ise nerede başlayıp nerede duracağı bilinmeyen bir sürece kapı aralamaktır. Cezalandırmanın eski dozajını yitirmesi ve giderek eğitimde telaffuz edilmez hale dönüşmesi olumlu bir gelişmedir. Bu süreç her geçen gün başta öğretmenler olmak üzere okul idarelerini salt denetleyene –hatta uzaktan denetleyene- dönüştürüyor olsa da bundan yakınmamak gerekir. Sorun olarak algılanması ve itiraz edilmesi gereken, öğrenciye aktarılacak bilginin niteliği, içeriği ve işlevidir. Bu bilginin niteliği ve içeriğinin ne olması ve nasıl öğretilmesi gerektiğine ilişkin veli-öğrenci ve öğretmenin belirleme ve denetleme hakkının talep edilmesi ve bunun bilince çıkarılmasıdır. Eğitim öğrenim hakkı, bu hizmeti düzenleyenin kendi istediğini, kendi siyasal ve ideolojik kabulleri doğrultusunda yapabilme hakkı demek değildir.
2-Öğretmenlik mesleği bir dönüşümden geçti, geçiyor?  Nasıl bir dönüşüm bu?

23 Kasım 2014

TÜRKİYE'DE İSLAMİ HAREKET

“ Türkiye son 200 yılın en gerici dönemini yaşamaktadır... AKP iktidarı ve T. Erdoğan II. Abdülhamit’in bile gerisine düşmüştür”.

Osman Tiftikçi ile söyleşi: Fikret Başkaya


Fikret Başkaya: 1. Son kitabını* zevkle okudum, tebrik ve teşekkür ediyorum. İstersen, genel bir tespitle başlayalım. Son dönemde İŞİD ve benzerlerinin zuhuruyla, bizzat İslam algısıyla ilgili “aşırılıklar” da depreşti, yeniden su yüzüne çıktı. Sanki “işte İslam budur” demeye kadar ileri gidenler çoğaldı. Aslında bu,  Müslüman Arap halklarına dair üretilmiş, Avrupa-merkezli, Oriyantalist önyargıların, kabullerin, basma kalıp düşüncelerin depreşmesi demeye geliyor. Ki bunlar, işte bu toplumların “uygarlık üretme” yeteneğinden yoksun oldukları, modernite ve demokrasi gibi kavramların onların kitabında yazmadığı, Müslüman Arap toplumlarının “özel bir kategoriye” dahil oldukları, ilerleme [progrès] üretemezlikleri, rasyonel düşünce yoksunu oldukları, devrim kavramına yabancı oldukları, eşitsizlik ve adaletsizlik karşısında tepkisiz oldukları... gibi bir dizi bilim ve gerçek dışı kabullere, önyargılara dayanıyor. Tabii bu durumun da dinden, İslam’dan kaynaklandığı, onun doğal sonucu olarak tezahür ettiği ima ediliyor...  Velhasıl, Avrupa-merkezli, Oriyantalist, ırkçı bakış açısının ürünü olan bir İslam-Arap algısı söz konusu...

İşin garip tarafı, bu tür saçma-sapan önyargıların ve kabullerin, sadece bunları üreten Batılılar katında değil, bizzat eğitimli, okumuş Müslüman Araplar tarafından da içselleştirilmiş olması... Oysa ne kadar eski, köklü ve kapsayıcı olursa olsun, din de son tahlilde bir ideolojidir ve bütün mesele onun nasıl yorumlandığı, nasıl algılandığı ve nasıl anlaşıldığıdır. Bu konuda neler söylemek istersin?

Osman Tiftikçi: İslam’ın gelişmeye engel olduğunu iddia eden anlayış 19. Yüzyıl sonlarında Avrupa’da ortaya çıkmıştı. Fransız burjuva aydın Renan’ın şahsında simgeleşmişti bu anlayış. Bu anlayış aynı zamanda bir Hıristiyanlık övgüsüydü. Bu anlayışa göre, İslam gelişmeyi engelleyen bir dindi ve bu anlayış hep var oldu. Müslüman ülke burjuva aydınları katında da rağbet gördü. Bu anlayışa süreç içinde İslam dininin demokrasiyle çeliştiği, kadın haklarıyla çeliştiği, İslam’ın kendi dışındaki inançları zorla yok eden savaşçı, katliamcı bir din olduğu gibi özellikler de eklendi.

Oysa, İslam ülkelerinin geri kalmışlığını, bu ülkelerdeki siyasi düzenleri, İslamı kullanan siyasi oluşumları, bunların kullandıkları yöntemleri dinle açıklamaya kalkmak yanlıştır.  Böyle yapmak özünde dincilerin, dünyayı, evreni, yaşamı dinle açıklamaya çalışmalarından farklı değildir. Toplumsal, tarihi, siyasi olgular dinle değil, günün gerçekleriyle, sınıflar mücadelesi ve bunun ihtiyaçlarıyla açıklanmalıdır. Bu toplumbilimin, tarih biliminin de abcsidir...

Tarihin hiçbir döneminde toplumsal, tarihi gerçeklerden, o dönemin sınıflarından bağımsız bir din anlayışı ve dinî oluşumlar olmamıştır. Ayrıca tarihin her döneminde aynı dinin değişik yorumları hep var olmuştur. Çünkü her sınıf dini kendi ihtiyaçlarına göre yorumlar, biçimlendirir, kendi istemlerini dile getiren bir şekle sokar. Hiçbir zaman iktidardakilerin dini ile ezilenlerin dini aynı olmamıştır. Fransız devrimine kadar bütün halk ayaklanmalarının dini biçimler aldığını unutmamalıyız. Ama bütün savaşlar ve katliamlar ve işkenceler de din adına yapılıyordu. Günümüz için söylersek, emperyalizmin, egemen sınıfların sahiplenip destekledikleri İslami anlayış, kâr için her şeyi mubâh gören, Afganistan’da, Irak’ta, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ülkelerinde olduğu gibi, milyonlarca insanın katledilmesini öngören, faşist insanlık dışı bir anlayıştır. Ama yoksulların İslamı, eşitlikçi, vicdanlı, merhametlidir.

Günümüzdeki İslami oluşumlar ve bunların ideolojileri esas olarak bugüne özgüdür. Bunları 1400 yıl öncesinin sözleriyle fikirleriyle açıklayamayız. Örneğin Asr-ı Saadet diye adlandırılan dönemde mezhepler ve mezhep savaşları yoktu. Daha düne kadar ılımlı İslam, radikal İslam, köktenci İslam, tevhidi hareket gibi ayırımlar da yoktu. El Kaide, Taliban gibi anlayış ve örgütlenmeler 1990’lı yılların ürünüdür. Türkiye’de cemaatler tek parti döneminde filizlenmiş, 1960’lardan sonra toplumsal, siyasi, ideolojik bir güç haline gelebilmişlerdir. Yani İslam hep vardı ama ortaya çıkan siyasi, ideolojik oluşumlar farklı koşulların, sınıflar mücadelesinin farklı ihtiyaçlarının ürünüydüler.

Toplumsal gerçekliklere dini temelde yaklaşım, Türkiye’deki bilimsel birikimin çok gerisinde bir tutumdur. Böyle bir tutum dini sınıfsal çıkarlarına alet eden din tüccarlarının; “bunlar dine düşman, dine hakaret ediyorlar” demagojilerine de pirim vermek olur.

2.  Bu yaklaşım çerçevesinde Taliban, El Kaide, IŞİD gibi oluşumları nereye koyacağız o halde?