22 Aralık 2014

KİMLER KARAR VERİYOR?

Ne Yeyip Ne İçeceğimize Kimler Karar Veriyor? II

Dr. Cengiz Başkaya

Endüstriyel tarım ve gıda üretiminin yaygınlaşması bütün ülkelerin neredeyse aynı biçimde beslenir hale gelmesi sonucunu doğurdu. Üretilen gıda türleri gitikçe azalıyor. Gıdaların işlenme ve saklanma, hazırlanma yöntemleri de tek tipleşme yolunda. Bu durum halkların gıda güvenliğini ve gıda egemenliğini yok ediyor. Yerel ürünlerin yerine tekellerin üretim ve dağıtım haklarını sahiplendiği sertifikalı tohumlar, fideler ve fidanların kullanılması dayatılıyor. Büyük bir zenginlik olan genetik zenginlik büyük ölçüde kaybedildi ve süreç bu yönde ilerlemeye devam ediyor. Yerinde sağlanabilecek gıdaların az sayıdaki merkezden büyük masraflar ve enerji harcanarak dağıtılması maliyetleri yükseltiyor. Kriz durumlarında gıdaya ulaşmayı tehlikeye atıyor. Uzun yolculuklar yapması gereken ve raflarda bekletilen besinlerin bu süreçte bozulmaması gerekli. Bunun için fiziksel ve kimyasal işlemlerden geçirilmeleri şart. Yapılan müdahalelerin asıl amacı kontaminasyonun önlenmesi, yani bakteri, mantar ve küfler nedeniyle gıdaların çürümesini, kokuşmasını engellemek.

Gıda endüstrisi için sağlıklı gıda sadece günlerce hatta aylarca bozulmayan gıda demek. Ne var ki, bakterilerin yok edilmesi ve üremelerini önlemek için uygulanan yoğun enerji biçimlerinin ve etkili kimyasalların seçici olarak sadece bu organizmaları etkileyeceğini düşünmek biyoloji, fizik ve kimyanın prensiplerine aykırıdır. Bir bakterinin genetik yapısını bozan, protein zincirlerini kıran radyasyon, yüksek basınç ve yüksek ısıl işlemler gibi yoğun enerji uygulamalarının besinlerin yapısını moleküler düzeyde etkilememesi mümkün değildir. Ortaya çıkan ara ürünlerin sağlığa zararlı olduğu bilinen birçok etkileri var. Zamanla ortaya çıkacak olanlar ayrı bir endişe kaynağı. Gıda endüstrisine göre sağlıklı sayılan işlenmiş gıdalar aslında birçok açıdan gerçek gıda olmaktan çıkmış oluyor. Etlere, hububat ve baklagillere radyoaktif ışın ve elektron ışını uygulanır. Uzun süre depolanan ve uzun mesafelerde gemilerle nakledilen buğday ve mısır güçlü zehirlerle korunur. Süt homojenize edilmek amacıyla ince kanallarda çok yüksek basınçlar altında geçirilir. Kısa süre için de olsa 300 dereceye kadar ısıtılır. Paket sütlerdeki UHT ibaresi bu ısıl işlemi tanımlar; "Ultra High Temperature - Çok Yüksek Isı."

Tarımda 60 yıl önce yaygınlaştırılan yeşil devrimin olmazsa olmazı pestisit, fungusit ve herbisitler de tükettiğimiz birçok gıdaya kaçınılmaz olarak bulaşıyor.

Bu güçlü zehirler doğanın tanımadığı sentetik moleküller. Doğal süreçlerle zararsız elementlere parçalanamıyorlar. Yıllarca doğada kalıp, toprağı, suyu ve havayı kirletiyorlar. Her yıl daha etikili olduğu iddiasıyla daha pahalı yeni zehirler piyasaya sürülüyor. Ne var ki ürün zaralıları için üretilen bu ilaçlar zararlılar dışında bütün canlıları öldürmek konusunda çok başarılı oldu. Zararlıların doğal düşmanları yok edildi.

Artık rakipleri yok ve yeni ilaçlara da kısa sürede uyum sağlayıp dirençli hale geliyorlar. Yani meydan onlara kaldı. Bir kısır döngüye girilmiş durumda.

25 Kasım 2014

Umudu Yeşertmek Hâlâ Mümkün!

BİRGÜN Gazetesi’nden Serbay Mansuroğlu’nun Soruları ve Yanıtlar:
Umudu Yeşertmek Hâlâ Mümkün!
1-Öğretmenlik 21. YY.'da artık sadece öğrenciye bilginin aktarıldığı bir meslek mi?
-        
Sorunu genelliği temelinde düşünecek olursak, daha başta şunu belirtmek gerek: Öğretmenlik her çağda, içeriği, niteliği ne olursa olsun, öğrenciye bilgi aktaran bir meslek olmuştur. Bilgi aktarmayan bir eğitim-öğretim olmaz. Öğretmen, bile isteye kendi seçimiyle ya da zorunlu olarak karşısına gelen/getirilen öğrenciye, genelde varlığın özelde ise konusuyla ilgili nesnenin dününe ait bilgiyi aktarır. Çünkü bilgi, diyalektik bir biçimde düşünürseniz, ne zaman elde edilmiş ya da ortaya konmuş olursa olsun, varlığın-nesnenin dününe, geçmişine aittir. Günümüzde eğitime ve öğretmenliğe ilişkin sorunu bilgi aktarımı temelinde ele almak ya da ortaya koymak bir yanılsamadır. Bundan dolayı buna takılmamak gerekir. Bugün yaşadığımız sorun öğretmenin ve öğretmenliğin bilgi aktarıcısı olma niteliğinde değildir.   Aksine, özellikle sistemin, hangi çağda olursa olsun, siyasal-ideolojik aygıtlarının başında gelen sistematik eğitim etkinliği içerisinde neyin aktarılıp aktarılmayacağına ilişkin insiyatif kullanma yetisi ve becerisinin her geçen gün öğretmenin elinden alınmasıdır. 

Bir başka deyişle de çok farklı saik ve kaygılar altında öğretmenin bu yeti, beceri ve insiyatifi kullanmaktan kaçınması, etliye sütlüye bulaşmak istemeyen, “sallabaşını al maaşını” anlayışına yönelmesidir. Elbette bunun, öğretmenin içerisinde yaşadığı toplumsal koşullardan, sendikal mücadele ve örgütlenmeye, sistemle kurduğu ilişkinin siyasal-ideolojik niteliği ve biçimine dek sorgulanması gereken birçok nedeni olabilir. Ancak bu durum, dünya görüşü, etnik kökeni, inancı, sendikası farklı olsa bile her kesimden öğretmenin, sistemin aymaz bir hizmetkârına, gönülsüz ya da “gönüllü kul”una dönüşmesine neden olmuştur. Oysa hangi koşullar altında olursa olsun, öğretmen çok farklı şeyler yapabilir. Başta, kendisinden öğrenciye aktarması istenen bilgiyi hem kendisi sorgulayabilir hem de öğrenciye sorgulatabilir. İkincisi, ders kitaplarındaki bilgiden hareketle toplumsal gerçekliğin farklı boyutları ve alanları arasında sorgulayıcı ve eleştirel düşünmeyi teşvik edici bağlar kurdurtabilir. Bunlara bağlı bir biçimde öğrenciyi araştırmaya, toplumsal gerçekliği olabildiğince bütünsel anlamda kavramaya, farklı alanlar arasında bağlantılar kurmaya yöneltebilir. Elbette bunlar zordur. Ne var ki bunlar yapılmadığında ve kolay olan tercih edildiğinde, öğretmenlik yalnızca bilgi aktarılması gereken bir mesleğe dönüşür. Öğretmen de işi bilgi aktarmakla sınırlı bir özne/nesneye… Sistemin istediği “iyi”, “başarılı” öğretmen de budur zaten. Ondan istenen, okulda ve özellikle de sınıfta, öğrencinin karşısında, kendi aklıyla düşünen soran, sorgulayan, eleştirel değerlendirmeler yapan, çok yönlü ve çok boyutlu bakan biri olması değil, konusuyla ilgili ve ders kitaplarında belirtilen ve ‘uygun görülen’ bilgileri uygun bir biçimde öğrenciye aktarmasıdır.  Öğretmenliğin, bilgi aktarımı, sormaya, sorgulamaya, eleştirel düşünme bilinci kazandırmaya yöneltme dışındaki diğer vasfı ise eğitimdir. Ancak eğitim, ödül ve ceza sistemini gerektirir. Eğitimde cezalandırmanın kabulü ise nerede başlayıp nerede duracağı bilinmeyen bir sürece kapı aralamaktır. Cezalandırmanın eski dozajını yitirmesi ve giderek eğitimde telaffuz edilmez hale dönüşmesi olumlu bir gelişmedir. Bu süreç her geçen gün başta öğretmenler olmak üzere okul idarelerini salt denetleyene –hatta uzaktan denetleyene- dönüştürüyor olsa da bundan yakınmamak gerekir. Sorun olarak algılanması ve itiraz edilmesi gereken, öğrenciye aktarılacak bilginin niteliği, içeriği ve işlevidir. Bu bilginin niteliği ve içeriğinin ne olması ve nasıl öğretilmesi gerektiğine ilişkin veli-öğrenci ve öğretmenin belirleme ve denetleme hakkının talep edilmesi ve bunun bilince çıkarılmasıdır. Eğitim öğrenim hakkı, bu hizmeti düzenleyenin kendi istediğini, kendi siyasal ve ideolojik kabulleri doğrultusunda yapabilme hakkı demek değildir.
2-Öğretmenlik mesleği bir dönüşümden geçti, geçiyor?  Nasıl bir dönüşüm bu?

23 Kasım 2014

TÜRKİYE'DE İSLAMİ HAREKET

“ Türkiye son 200 yılın en gerici dönemini yaşamaktadır... AKP iktidarı ve T. Erdoğan II. Abdülhamit’in bile gerisine düşmüştür”.

Osman Tiftikçi ile söyleşi: Fikret Başkaya


Fikret Başkaya: 1. Son kitabını* zevkle okudum, tebrik ve teşekkür ediyorum. İstersen, genel bir tespitle başlayalım. Son dönemde İŞİD ve benzerlerinin zuhuruyla, bizzat İslam algısıyla ilgili “aşırılıklar” da depreşti, yeniden su yüzüne çıktı. Sanki “işte İslam budur” demeye kadar ileri gidenler çoğaldı. Aslında bu,  Müslüman Arap halklarına dair üretilmiş, Avrupa-merkezli, Oriyantalist önyargıların, kabullerin, basma kalıp düşüncelerin depreşmesi demeye geliyor. Ki bunlar, işte bu toplumların “uygarlık üretme” yeteneğinden yoksun oldukları, modernite ve demokrasi gibi kavramların onların kitabında yazmadığı, Müslüman Arap toplumlarının “özel bir kategoriye” dahil oldukları, ilerleme [progrès] üretemezlikleri, rasyonel düşünce yoksunu oldukları, devrim kavramına yabancı oldukları, eşitsizlik ve adaletsizlik karşısında tepkisiz oldukları... gibi bir dizi bilim ve gerçek dışı kabullere, önyargılara dayanıyor. Tabii bu durumun da dinden, İslam’dan kaynaklandığı, onun doğal sonucu olarak tezahür ettiği ima ediliyor...  Velhasıl, Avrupa-merkezli, Oriyantalist, ırkçı bakış açısının ürünü olan bir İslam-Arap algısı söz konusu...

İşin garip tarafı, bu tür saçma-sapan önyargıların ve kabullerin, sadece bunları üreten Batılılar katında değil, bizzat eğitimli, okumuş Müslüman Araplar tarafından da içselleştirilmiş olması... Oysa ne kadar eski, köklü ve kapsayıcı olursa olsun, din de son tahlilde bir ideolojidir ve bütün mesele onun nasıl yorumlandığı, nasıl algılandığı ve nasıl anlaşıldığıdır. Bu konuda neler söylemek istersin?

Osman Tiftikçi: İslam’ın gelişmeye engel olduğunu iddia eden anlayış 19. Yüzyıl sonlarında Avrupa’da ortaya çıkmıştı. Fransız burjuva aydın Renan’ın şahsında simgeleşmişti bu anlayış. Bu anlayış aynı zamanda bir Hıristiyanlık övgüsüydü. Bu anlayışa göre, İslam gelişmeyi engelleyen bir dindi ve bu anlayış hep var oldu. Müslüman ülke burjuva aydınları katında da rağbet gördü. Bu anlayışa süreç içinde İslam dininin demokrasiyle çeliştiği, kadın haklarıyla çeliştiği, İslam’ın kendi dışındaki inançları zorla yok eden savaşçı, katliamcı bir din olduğu gibi özellikler de eklendi.

Oysa, İslam ülkelerinin geri kalmışlığını, bu ülkelerdeki siyasi düzenleri, İslamı kullanan siyasi oluşumları, bunların kullandıkları yöntemleri dinle açıklamaya kalkmak yanlıştır.  Böyle yapmak özünde dincilerin, dünyayı, evreni, yaşamı dinle açıklamaya çalışmalarından farklı değildir. Toplumsal, tarihi, siyasi olgular dinle değil, günün gerçekleriyle, sınıflar mücadelesi ve bunun ihtiyaçlarıyla açıklanmalıdır. Bu toplumbilimin, tarih biliminin de abcsidir...

Tarihin hiçbir döneminde toplumsal, tarihi gerçeklerden, o dönemin sınıflarından bağımsız bir din anlayışı ve dinî oluşumlar olmamıştır. Ayrıca tarihin her döneminde aynı dinin değişik yorumları hep var olmuştur. Çünkü her sınıf dini kendi ihtiyaçlarına göre yorumlar, biçimlendirir, kendi istemlerini dile getiren bir şekle sokar. Hiçbir zaman iktidardakilerin dini ile ezilenlerin dini aynı olmamıştır. Fransız devrimine kadar bütün halk ayaklanmalarının dini biçimler aldığını unutmamalıyız. Ama bütün savaşlar ve katliamlar ve işkenceler de din adına yapılıyordu. Günümüz için söylersek, emperyalizmin, egemen sınıfların sahiplenip destekledikleri İslami anlayış, kâr için her şeyi mubâh gören, Afganistan’da, Irak’ta, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ülkelerinde olduğu gibi, milyonlarca insanın katledilmesini öngören, faşist insanlık dışı bir anlayıştır. Ama yoksulların İslamı, eşitlikçi, vicdanlı, merhametlidir.

Günümüzdeki İslami oluşumlar ve bunların ideolojileri esas olarak bugüne özgüdür. Bunları 1400 yıl öncesinin sözleriyle fikirleriyle açıklayamayız. Örneğin Asr-ı Saadet diye adlandırılan dönemde mezhepler ve mezhep savaşları yoktu. Daha düne kadar ılımlı İslam, radikal İslam, köktenci İslam, tevhidi hareket gibi ayırımlar da yoktu. El Kaide, Taliban gibi anlayış ve örgütlenmeler 1990’lı yılların ürünüdür. Türkiye’de cemaatler tek parti döneminde filizlenmiş, 1960’lardan sonra toplumsal, siyasi, ideolojik bir güç haline gelebilmişlerdir. Yani İslam hep vardı ama ortaya çıkan siyasi, ideolojik oluşumlar farklı koşulların, sınıflar mücadelesinin farklı ihtiyaçlarının ürünüydüler.

Toplumsal gerçekliklere dini temelde yaklaşım, Türkiye’deki bilimsel birikimin çok gerisinde bir tutumdur. Böyle bir tutum dini sınıfsal çıkarlarına alet eden din tüccarlarının; “bunlar dine düşman, dine hakaret ediyorlar” demagojilerine de pirim vermek olur.

2.  Bu yaklaşım çerçevesinde Taliban, El Kaide, IŞİD gibi oluşumları nereye koyacağız o halde?

Gelinin Kerameti


Gelinin Kerameti
Atalay Girgin

Kevser’in kayınbabası Keramettin Hörgüçlüzade’nin ikindi namazının sonrasında, başında kukuletası, sırtında entarisi, tepeden tırnağa bembeyaz yatak kıyafetlerine bürünüp gündüz uykusuna yatmasından ve rüyasında gördüklerinin etkisiyle kan ter içinde gözlerini açmasından iki gün öncesiydi. Başkent’i kavuran sıcak Haziran günleri daha gelmemişti. Ama eli kulağındaydı. 

 Ankara’da baharın sonunu, yazın başlangıcını müjdeleyen güneşli ve sıcak bir Perşembe günüydü. Kocasının kullandığı lüks otomobille Dikmen Vadisi’ndeki evlerinden Gölbaşı’na doğru hızla yol alan Kevser düşünceli ve sessizdi. Ne var ki görüntüsünün aksine, yola çıktıkları andan beri, bedeni çoktan, zihnindeki esrik ve isterik düşlerin etkisine kapılmıştı. Ayakkabılarına dek uzanan tesettürlü kıyafetinin altındaki çıplak bacaklarından kalçalarına, kasıklarından daha sütü kesilmemiş memelerine dek her geçen an yükselen haz ateşini körükleyen düşlerinin peşi sıra sürüklenmekteydi.

Onun sessizliğini dört beş günlüğüne de olsa ayrılacak olmalarına yoran kocası, teselli etmek istercesine sevecen bir sesle “Canım, üzülme!” dedi, “Allah’ın izniyle göz açıp kapayıncaya dek gelirim. Sen de yokluğumda annenle hasret giderirsin. Annen bebeğe bakarken, sitede yaşayan uzun süredir görüşmediğin arkadaşlarınla vakit geçirir, dertleşir, sohbet edersin. Şehrin gürültüsünden uzak, ağaçların, çiçeklerin arasında, yemyeşil bahçede gezinir, çıplak ayakla toprağa basar, geceleri yıldızları seyredersin. Cıvıl cıvıl kuş sesleriyle uyanırsın sabaha. Fena mı olur?”

O sırada bir başka hayale kendini kaptırmış ve yolun bir an önce bitmesi için sabırsızlanmakta olan Kevser, kocasının söylediklerini işitse de tam olarak ne dediğini algılayamamıştı. Ancak zihninden geçenleri anlayıvereceği kaygısıyla, dikiz aynasından kendisine bakan gözlerden bakışlarını kaçırarak, duyulur duyulmaz bir sesle, “Hı… Hıı” diye karşılık verdi, “Lütfen çabuk gel! Daha fazla özletme kendini!”

Otomobil, Haymana Yolu’ndan lüks villaların bulunduğu sitenin caddesine saptığında, Kevser’in gözleri parlamaya, kalbi yerinden fırlayacakmışçasına hızla atmaya, başörtüsünün açıkta bıraktığı beyaz yanakları pembeleşmeye, dudakları tatlı bir tebessümle kıvrılmaya başladı. Ellerinin arasında tuttuğu cep telefonundan saati kontrol etti. Kendini haz deryasına bırakmaya az bir zamanı kalmıştı.

Dört bir yanı duvarlar ve tel örgülerle çevrili, gün yirmi dört saat kapısında nöbet tutulan, gireni çıkanı kameralarla izlenen siteye varmışlar, sıra sıra dizilmiş büyük bahçeli villaların arasından annesinin yaşadığı villanın kapısına yaklaşmaktaydılar. Gözlerini kocasına çevirip “Allah vere de oyalanmasa bari!” diye düşündü ve hemen ardı sıra tüm şirinliğini takınarak gülümsedi:

- Canım benim! İstersen bizi bırakır bırakmaz sen git. Malum yolun uzun. Annem, bütün kaynanalar gibi biraz sitem edecek olsa da ben onu idare ederim. Ne dersin?

Belli etmek istemese de kaynanasına başlangıçtan beri bir türlü ısınamayan kocası, Kevser’in sözlerini onayladığını belirtmek için, “Canıma minnet” dercesine, dikiz aynasından ona gülümseyerek göz kırptı:

- Olur canım! Sizi ve eşyalarınızı indireyim, kapıdan selamlaşır, elini öper dönerim. Gerisi sana kalmış artık.

Dakikalar hızla azalıyor olsa da her şey Kevser’in istediği gibi gelişmekteydi. Kocası daha bahçe kapısından çıkmadan aceleyle eve girdi. Hemencecik giysilerini aralayıp avuçladığı memelerinin her birinden, bebek için süt sağıp biberona doldurdu. Mışıl mışıl uyumakta olan bebeğe baktı. “İki üç saat daha uyanmaz!” diye düşündü.

Bebeği uyandırmaktan korkarcasına fısıltıyla, “Karnın aç mı kızım? Yiyecek bir şeyler hazırlayayım mı?” diyen annesine, “Yok anneciğim!” karşılığını verdi, “Arkadaşlarla haberleşmiştik öncesinden. Beni bekliyorlardır. Onlarda yerim. Daha fazla gecikmeden gideyim. Bebek de hemen uyanmaz zaten. Bir şey olursa ararsın. Çabucak gelirim.”

Annesinin söylenmesine fırsat vermeden kapıya yönelip ayakkabılarını giydi ve koşar adımlarla çimlerle kaplı bahçeyi geçti. Ardından şangırtıyla kapanan demir bahçe kapısının gürültüsüne bile aldırmadı. Yürümüyor adeta kanatlanmış uçuyordu. Hızından, yerlere dek uzanan dökümlü giysisinin etekleri havalanıyor, çıplak ayak bilekleri gözler önüne seriliyordu. Okullar daha tatile girmediğinden ortalıkta kimsecikler yoktu. Yaz kış sitede kalan az sayıdaki yaşlı erkek ve kadınlar ise bastıran öğle sıcağıyla birlikte ya evlerin içine çekilmişler ya da ağaç gölgesine attıkları koltuklarında uyuklamaktaydılar. Kevser’i telaşla koşar adım yürürken görecek birileri yoktu. İki sıra ötedeki villaya erişip kapı ziline basıncaya dek saç diplerinden, koltuk altlarından, terler fışkırmakta, bedeninin görünür görünmeyen yerlerinden süzülüp, bacaklarının arasındaki ıslaklığa ve yangına eşlik etmekteydi.



İkinci kez basmasına gerek kalmadı zile. Kapı aralandı. Kevser usulca içeri süzülürken, gözleri atletik yapılı, uzun boylu, geniş omuzlu, kıvırcık saçlı, badem bıyıklı erkeğin gözlerindeydi. Kollarını onun boynuna dolayıp, bedenini bedenine teslim edercesine bırakırken, genizden gelen bir sesle, fısıldadı:

- Geldim aşkım! Geldim! Uzun sürdü, aylar aylar geçti, yıl geride kaldı, ama geldim. Hadi, eski günlerdeki gibi uçur beni. Maviliklerden soy, maviliklere uçur.

Erkek, dudaklarını Kevser’in ıslak dudaklarıyla birleştirirken iri ve kemikli ellerinin tüm hoyratlığıyla diri kalçalarını da avuçlamaktaydı. Sıkıp sıkıp bıraktıkça kadının kalçaları ayrılıp ayrılıp yeniden birleşmekte, bedenini kuşatan arzuyu tetiklemekteydi. Erkek soluklanmak için dudaklarını aralar aralamaz, fısıltıyla sordu:

- Mavi misin Gülpembem, mavi misin?

Kevser, başını, sımsıkı sarıldığı erkeğin göğsüne yaslayarak karşılık verdi:

- Hem de tepeden tırnağa her şeyimle! Yalnız senin için giyindim. Her şeyimle masmaviyim aşkım. Hadi maviliklerden soy beni…

19 Kasım 2014

İŞİD Neyin İşareti?

İŞİD Neyin İşareti?
(Fikret Başkaya ile söyleşi...)

Kerem Uslu


Kerem Uslu: Ortadoğu denilen bölgede neden savaşlar, çatışmalar, kargaşa ve kaos bir türlü eksik olmuyor? Size göre ABD ve müttefikleri neden hep gözlerini oraya dikiyor?

Fikret Başkaya: Ortadoğu denilen bölge, başta ABD olmak üzere, NATO’cu cephe için iki bakımdan son derecede önemli: Birincisi, bu bölge siyasi coğrafyası, jeopolitik konumu itibariyle vazgeçilmez; ikincisi de enerji ve maden deposu olarak  hayatî öneme sahip. Bölgede yangının sürekliliği, doğrudan emperyalist çıkarlarla ilgili. Zira enerji (petrol, doğa gaz) kapitalizmin damarlarında dolaşan kan gibi bir şey. Dolayısıyla, kapitalizm için, emperyalizm için vazgeçilmez. Lâkin bu kaynaklar sınırsız değil ve ona sahip olmak isteyen başkaları da var. Mesela Çin... Çin dünya nüfusunun %20’si kadar ama dünyadaki enerjinin sadece %2’sine sahip... Tabii bölgedeki savaşların bir nedeni daha var: Çin ve diğerlerinin sofraya dahil olmasını engellemek. Çin başta olmak üzere, “yükselen ülkeler” de denilen yeni yetme kapitalist güçleri Ortadoğu ve Afrika’ya sokmamak, mümkünse oradan kovmak... Mesela Çin’in Nijerya’da önemli yatırımları var ve bu durum başta ABD olmak üzere, kollektif emperyalizmin diğer bileşenlerini rahatsız ediyor...

ABD ve müttefikleri Nijerya’da da mı savaş çıkaracak demek istiyorsunuz?

Zaten çıkarmış sayılırlar. Boko Haram denilen El- Kaide türevi fanatik dinci örgüt orada neden ve kimler tarafından devreye sokuldu? Taliban Afganistan’da, El-Nusra Suriye’de, İŞİD Irakta ve Suriye’de ne ise, Boko Haram da Nijerya’da aynı şey. Nijerya büyük ekonomik potansiyele sahip bir ülke. Günde 2,5 milyon varil petrol üretiliyor. Çin’in orada daha şimdiden petrol dahil bir çok sektörde önemli yatırımları var. Boko Haram ülkeyi istikrarsızlaştırmak ve Çin’in oradaki büyüyen etkisi kırmak için sahaya sürüldü. Bu dinci fanatik örgütler, Emperyalizm tarafından reel ve potansiyel rakipleri etkisizleştirmek için, rejim değişikliği amacıyla kullanılıyorlar... Bu bakımdan bu savaşlar bildik savaşlardan epey farklı... Dolayısıyla Ortadoğu’da olup-bitenler sadece o bölgeyle ilgili değil.  

Siz yazılarınızda ve konuşmalarınızda sürekli olarak nedensellik hiyerarşisinin önemine vurgu yapıyorsunuz, ve bütün nedenler için asıl nedeni ortaya çıkarmak gerektiğini söylüyorsunuz. Ortadoğu’da olup bitenlerin asıl nedeni ne o halde?

Ortadoğu’nun emperyalist Batı’nın egemenlik alanı olarak kalması ve başka bölgelere de bir atlama tahtası işlevi görebilmesi için, oradaki halkların, ulusların kendi ayakları üstünde durmalarını engellemeleri gerekiyor. Eğer oradaki halklar uluslar, devletler kendi ayakları üzerinde durmayı başarırlarsa, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanırlarsa, bu, kapitalist/emperyalist sömürünün sonu demeye gelir. Oysa biliyorsunuz, emperyalist/kolonyalist/ kapitalist Batı’nın 500 yıllık saltanatı, dünyanın geri kalanının kaynaklarının küstahça sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Mesela İkinci emperyalistler arası savaş (1939-1945) sonrasında Avrupa’nın “şanlı otuz yılından”, işte Alman ve Japon “mucizelerinden” söz ediliyordu... Siz hiç o “şanlı otuz yılın” o “mucizelerin” ne pahasına gerçekleştiğini sorun edene rastladınız mı? “Mucizeler” o yıllarda “Üçüncü Dünya” denilen dünyanın geri kalanının, enerji kaynakları başta olmak üzere, doğal ve beşeri kaynaklarının aşırı sömürüsü sayesinde mümkün oldu. Mesela petrolü sudan ucuz kullanıyorlardı. Stratejik önemi olan diğer madenleri de... Elbet bir gün tarih, yeryüzünün lânetlileri tarafından yeniden yazılacak...