18 Ocak 2013

ÖĞRETMENLİK MESLEĞİ DÖNÜŞTÜRÜLÜRKEN...


Öğretmenlik Mesleği Dönüştürülürken  Öğretmenler Neden Susar?

Atalay Girgin*

“Gün doğarken bülbül susar!1 der bir yazar. Bülbülün neden sustuğu, anlamlandırmalara bağlı olarak değişir. Çünkü ne denli sorsanız da bülbül söyleyemez size bunun nedenini.

Ancak öğretmenler, bülbül değildir. Onlar akıl sahibi varlıklar olarak, düşünüp, anlamlandırabilir; sorup sorgulayabilir; dahası bu eylemlerini söze dökerek taçlandırabilir. Elbette düşünme, sorma, sorgulama eylemlerini eleştirel ya da kabullenme anlamında söylemle taçlandırabilme, farkındalıkla mümkündür. Farkındalığın olmadığı, olup biteni sorgulamanın gerçekleşmediği yerde ise ağızdan kelimeler, sözler dökülse bile, aslında derin bir sükûnet hüküm sürer.

Herhangi bir konuda ve yerde, derin bir sessizliğin, derin bir sükûnetin meriliğine ilişkin Türkçe’de birkaç söz vardır. Bunlardan birincisi, “Söz gümüşse sükût altındır.” sözüdür ki bunun konumuzla ilgisi yoktur. İkincisi ise “Sükût ikrardan gelir.” bir diğeri ise “Fırtınadan önceki sessizlik”tir.

Öğretmenliğin dönüştürülmesi bağlamında bizi ilgilendiren son iki sözdür. Öğretmenlik mesleğinin, farkında olunsun ya da olunmasın, 1970’li yıllardan başlayarak önce yavaş yavaş, 2000’li yıllarla birlikte ise hızlı bir biçimde dönüştürülmesi karşısında öğretmenlerin suskunluğunu, sessizliği neye yormalı, nasıl anlamlandırmalı? Belki de daha temel bir soru, öğretmenler, öğretmenlik mesleğinin dönüştürülüşünün farkındalar mı?

Eğer öğretmenler, bu dönüştürülüşün farkındalarsa, var olan sessizliklerini, bir kabullenme olarak anlamlandırıp, dönüştürenlerle aynı paralelde düşündüklerine yormak ve gelişmeleri “Sükût ikrardan gelir” dercesine onayladıklarını söylemek gerek. Bu durumda “Fırtınadan önceki sessizlik” sözünün, öğretmenlik mesleğinin dönüştürülüşü sürecinde hiçbir hükmü yoktur.

Ancak kanaatim odur ki, öğretmenlerin büyük bir çoğunluğu, dönüştürülme sürecinin farkında değildir. Keza neyin, neden, nasıl ve hangi amaçlarla dönüştürüldüğünü de bilmemektedir. Günlük maişet derdi içerisinde kafaları meşgul olan öğretmenlerin, ne olup bittiğini öğrenme çabasına yönelip yönelemedikleri ise apayrı bir sorundur. Dolayısıyla farkında olmadıkları bir sorun hakkındaki sessizliklerinin, yukarıdaki iki sözle de uzaktan yakından bir ilişkisini kurmak olası değildir.

“Öğretmenlik Mesleğinin Dönüşümü”2

Öğretmenlerin büyük bir çoğunluğunun farkında olmadığı için sorun edinmediği, “Öğretmenlik mesleğinin” dönüştürülmesi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Ahmet Yıldız ve yüksek lisans öğrencileri tarafından araştırılma ve inceleme konusu yapıldı. ELEŞTİREL Pedagoji Dergisi’nin de 25. sayısında dosya konusu yapıp yayınladığı bu çalışmada dönüşümün / dönüştürülmenin nedenlerine yer verildi.

Bu kapsamlı çalışmayı burada aktarmak söz konusu olamasa da, bazı tespitlerine satır başlarıyla değinmek ve paylaşmak mümkün. İşte onlardan birkaçı:
70’li yıllarda başlayan dönüşümün, “1980 sonrası eğitimde yaşanan neoliberal” politikalarla ilgili olduğu ve yalnızca Türkiye’de değil, “son otuz yılda küresel düzeyde” etkili olduğu vurgulanmakta.

Buna bağlı olarak, “Tanım ve nitelikleri küresel ölçekte yeniden belirlenen bu öğretmen”in, “öğrencinin bütünsel gelişimiyle ilgilenmek yerine, maaşındaki artışları daha doğrudan etkileyen performans hedeflerine” yöneleceği belirtilmektedir. Bu dönüşümle birlikte ortaya çıkan “mekanik süreçte öğretmen”in “idealist öğretmenden teknisyen öğretmen” haline getirildiğinin ve bunu geçmişten günümüze çekilen filmlerde de izlemenin mümkün olduğunun altı çizilmekte ve filmlere atıfla da şöyle denilmektedir:

İdealist öğretmen, ‘şimdi’ ile bağlantısız, nostaljiyle anımsanan bir geçmişe hapsedilmiştir; yakın dönem filmlerde ise, ya yoksulluğu, geçim sıkıntısı vurgulanarak toplumsal saygınlığını yitirmiş, geçmişte idealleri yüzünden zorluklar çekmiş ve hala zorluk çeken, buruk, mutsuz ve yalnızlaşan bir öğretmen ya da beceriksizliği, paragözlüğü, çıkarcılığı ile alay konusu olan bir öğretmen figürü öne çıkmıştır.”

Yazıdan bir başka tespit: “Neo liberal ideolojiye göre öğretmen sürekli denetim altında tutulması gereken, mesleği üzerinde herhangi bir özerkliğe sahip olmayan bir teknisyendir.” Çünkü ondan istenen ve beklenen, özerk düşünen, özerk inisiyatifler geliştirip eyleyebilen, entelektüel olarak kendisini geliştirip, entelektüel düzeyde de öğrencilerinin düşünsel ufuklarını genişleten bir öğretmen olmak değildir.

Peki; nasıl bir öğretmen olmasıdır? İşte temel soru budur. Bununla bağlantılı bir diğer soru da, “Öğretmen geçmişte nasıl bir öğretmendi ki, neyi, neden, niçin, nasıl ve kimin için yapıyordu?” sorusudur.

Ne hazindir ki, sonuncu soruyu düşünüp, gerçekliğin hakikatine uygun yanıtı veremeyenlerin, öğretmenlik mesleğinin dönüştürülüşünün farkına varıp, temel soru ve sorun karşında ağızlarını açabilmeleri mümkün değildir.

Kim bilir ki belki de öğretmenlik mesleği dönüştürülürken, öğretmenlerin derin bir sessizliğe gömülmelerinin ardındaki asıl neden budur. Kim bilir, belki de öğrenilmiş ve bilinçlerine kazınmış çaresizliktendir suskunlukları. Ya da bir başka ihtimal, işgüderliğin fevkine varıp, “Efendiler neylerse güzel eyler. Bize söz düşmez” diye düşünmelerindendir.

Hangi nedenle olursa olsun, günümüzde öğretmenler, “Gün doğarken bülbül”ün susuşu misali, mesleklerinin dönüştürülüşü karşısında “Dut yemiş bülbül” kesilmişlerdir. 



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Elsa Triolet, Gün doğarken bülbül susar, Çev. Okay Gönensin, Adam Yayınları.
2 ELEŞTİREL Pedagoji Dergisi, sayı 25, sayfa 5.

ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE DAİR


Eleştirel Düşünceye Dair

Fikret Başkaya

“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl   mümkün oldu? Her halde ya  gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!”  
                                                                          Santiago Rámon y Cagal

Bir seferinde bir tanıdığım: “Biz söylüyoruz bir şey olmuyor, sen söylediğinde başın belaya giriyor” demişti. “Neyi, nasıl ve ne amaçla söylüyorsun da başına bir şey gelmiyor” dediğimde, yüzüme şaşkın bakmıştı. Belli ki, ne düşünce, ne düşünce özgürlüğü, ne de eleştirel düşünceye dair hiç kafa yormamıştı... Oysa, öylesine akıldan geçen, günlük yaşamda söylenen sıradan şeyler düşünce değildir. Düşünceden söz edebilmek için, bir amaç için tasarlaması, uygun araçlara ifade edilmesi ve düşüncenin hedefine ulaşması, insanlar tarafından içselleştirilmesi gerekir. Ancak hedefe ulaşıp, kitleye mâl olduğunda düşünceden söz edilebilir ki, ben buna düşüncenin gerçekleşmesi diyorum. Bertold Brecht: “Bir fikrin etkinliğinden söz edebilmek için , kimden kaynaklanıp, kime yöneldiğine bakmak gerekir” derken her halde tam da bunu kastediyordu.

Düşüncenin “gerçek düşünce” olabilmesinin koşulu, onun bu dünyada olup-biten her şeye eleştirel bakabilme istidâdır. Buna kendi de dahildir. Başka türlü söylersek, düşüncenin tutarlı olabilmesi için aynı zamanda oto-kritik olması gerekir. Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında, düşünsel alan iyiden iyiye bayağılaşmış, piyasacı “tek düşünce” neredeyse bir tsunami gibi tüm alanları kaplamış durumda... Eleştirel düşünce radikaldir, öyle olmak zorundadır. Olguları, süreçleri, olup-bitenleri  kavramanın bilince çıkarmanın yolu, radikal olmayı, görüntünün esiri olmamayı, velhasıl görüntünün ötesine geçmeyi varsayar. Başka türlü ifade etmek istersek, radikal olmak, sorunları kaynağında, kökeninde yakalamak, temeline inmektir.. Radikal düşünce için neden sorusunun önceliği vardır. Oysa yaygın bayağı düşünce daha çok nasıl sorusuyla yetinmekten yanadır. Radikal düşünce açıkça ve ikircikli olmayan bir şekilde, yalanı, dolanı ikiyüzlülüğü aşmayı, gerçeğin üstünü örten örtüyü kaldırmayı amaçlar. Bu da şeyleri adıyla çağırmayı gerektirir. Zira adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir... Kapitalizm kavramının geçmediği bir yoksulluk tahlili mümkün müdür? Yoksulluğu yaratan kapitalizm olduğuna göre... 

Mesela bu günün dünyasında hegemonya, emperyalizm, kolonyalizm kavramlarını kullanmadan yapılan savaşla ilgili bir tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Savaşların gerisinde emperyalist hesaplar ve çıkarlar olduğuna göre... Aynı şekilde kapitalizmi ağzına almadan yapılan ekolojik tahlilin bir değeri olur mu? Eğer insanlığın yüz yüze geldiği ekolojik sorunlar kapitalist işleyişin doğrudan sonucuysa...

Eleştirel düşünce tarihselliği esas alır. Şimdilerde kapitalist sistemi, yegane mümkün toplum düzeni, insanlığın normal hâli olarak sunma ve dayatma gayretleri yaygın. İnsanların kafasına sokulmak istenen kabaca şu: Kapitalizm hep vardı, bu gün de var, gelecekte de olacak... Kapitalizm “tarihin sonudur”, alternatifi yoktur, alternatif üretmeye çalışmak da beyhûdedir! Aslında amaç belleği yok etmek, geçmişi unutturup yok saymaktır. Oysa tarih bilinci bize bu günkü durumun [hâlin], karmaşık, kompleks sosyal süreçlerin ve belirleyiciliklerin bir sonucu olduğunu, pekâlâ başka türlü de olabileceğini, bu gün olanın potansiyel olarak “mümkün” olabileceklerden sadece biri olduğunu öğretiyor. Bu gayri insani ve irrasyonel sistemin insanlığın yegane ufku olarak sunulabilmesi, ancak tarih bilincinin yokluğunda mümkün olabilir. Oysa tarih bilincinden yoksun bir insanlık mümkün değildir. Başka türlü söylersek, tüm sosyal süreçler geçicidir, tarihseldir ki, buna kapitalizm de dahildir. Nitekim kapitalizmin beş yüz yıllık, sanayi kapitalizminin ikiyüz yıllık, “neoliberal kapitalizm” denilenin de otuz küsur yıllık geçmişi var. Aslında bu, uzun insanlık tarihinde sadece küçük bir parantezdir... Şeyleri, olguları, toplumsal süreçleri tarihsellik dışında düşünmek saçmadır. Bir zamanlar kapitalizm diye bir üretim tarzı, öyle bir toplumsal düzen yoktu ve bir zaman sonra da olmayacak. Artık tüm sürdürülemezlik emareleri belirmişken bunu söylemek de bir kehânet sayılmaz...

Eleştirel düşünce fıtraten ve doğası gereği anti-kapitalisttir. Alternatifsiz sayılıp,  dayatılan [neoiberal] kapitalizm, ekonominin özel şirketlere bırakılmasını, kamuya ait bu alanda faaliyet gösteren işletmeler varsa özelleştirilmesini, çalışma yaşamının liberalleştirilmesini, işçiyle patron arasına girilmemesini, devletin çalışma yaşamına karışmamasını, sosyal hizmetlerin [eğitim, sağlık, sosyal güvenlik], devletin ve belediyelerin su, elektrik, gaz, konut, ulaşım ve haberleşme, vb. kamusal mal üretiminde ve sağlanmasında rol almamasını, almışsa, bunların acilen özelleştirilmesini, sermayeden [mülk sahibi sınıflardan] alınan vergilerin olabildiğince  azaltılmasını, devlet etkinliğinin sadece güvenlik, yargı ve savunmayla sınırlandırılmasını, kredi sisteminin de özel alana terk edilmesini, bütçenin açık vermeyecek biçimde yönetilmesini, yerli yabancı sermaye ayrımı yapılmamasını ve tüm bunların da sadece teker teker ülkeler düzeyinde değil, uluslararası ilişkilerin de vazgeçilmezi sayılmasını vâaz ediyor...  Yaklaşık otuz yıllık neoliberal ekonomik ve anti-sosyal politikaların sonucu ortada: Zenginlik-yoksulluk uçurumunun tarihte görülmemiş boyutlara ulaşması; birlikte [ortak] yaşamanın giderek daha da sorunlu hale gelmesi; derinleşen ekolojik kriz... Velhasıl tam bir sürdürülemezlik tablosu... Eğer durum böyleyse bu sürecin kurbanları için “alternatifsizlik” mavalı ne demeye gelebilir?  Kaldı ki, insanın olduğu her yerde alternatifler daima vardır. Zaten politikanın bir anlamı da alternatiflerin varlığıdır...

Eleştirel düşüncenin anti-kapitalist olmasının koşulu da, anti-emperyalist ve anti-kolonyalist olmayı varsayar. Zira emperyalizm ve kolonyalizm kapitalizme mündemiç [içkin] eğilimlerdir. Bu da demektir ki, kapitalizm varoldukça emperyalizm de,  kolonyalizm de varolacaktır. Bu arada kolonyalizmin kültürel veçhesini de ciddiye almak gerekir. 1980 sonrasında “Üçüncü Dünya”daki rejimlerin kompradorlaşmasıyla, kolonyalizmin yeni bir versiyonu hortladı. Batı üniversitelerinde üretilen kültür, bizimki gibi dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde büyük tahribata neden oluyor. İdeolojik hegemonyanın araçları olan,  “bilimsellik”, “evrensellik” ambalajlı “moda düşünceler”, sorgusuz sualsiz ithal edilip kullanılıyor... Dolayısıyla, ideolojik egemenliği püskürtmek hayâtî önem taşıyor...

Eleştirel düşünce “ilerlemeciliği” sorun ve mahkûm eder. Geride kalan dönemde sözde “iyimserlik” aşılayan ilerlemeciliğin her türlüsü, özellikle de teknik bilim kültü, büyük insâni, sosyal ve ekolojik yıkımlara neden oldu. Kapitalist üretim tarzının temel eğilimlerinin bir sonucu olan, daha çok üretim, daha çok tüketim, dolayısıyla “sınırsız büyüme” sarmalı, sosyal kötülükleri, ekolojik bozulmayı derinleştirdi ve bir sürdürülemezlik durumu yarattı. Böyle bir tablonun ortaya çıkmasında teknik bilimin yüceltilip, her derdin devası sayılmasının payı büyüktü. Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın içine sürüldüğü çıkmazdan çıkmasının yolu “ilerlemeci felsefesinin” radikal eleştirisinden ve aşılmasından geçiyor. Zira kapitalizmin yarattığı sorunlar, kendinden menkûl bir teknik bilimle aşılabilir değildir... Politik ve sosyal mahiyette çözümler gerekiyor. Elbette bunu söylemek bilim ve teknik karşıtlığı değildir. Kimilerinin alaylı bir şekilde söylemeyi adet edindiği gibi, mağaraya, kara sapana, muma, çıraya... dönmek değildir. Modernite karşıtlığı asla değildir. Şimdilerde bilim ve teknik modernitenin tarihsel rotasından çıkmış, asıl misyonuna ve varlık nedenine bütünüyle yabancılaşmış bulunuyor... Münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindeki bir bilimi ve tekniği yüceltmenin, her derdin devası saymanın ne âlemi var? Velhasıl bu tersliğin aşılması gerekiyor ki, bunu da ancak eleştirel düşünce yapabilir...  

Eleştirel düşüncenin vazgeçemeyeceği bir şey de, tarih boyunca ezilen ve sömürülen sınıfların eşitlik, adalet, özgürlük için yürüttüğü şanlı  mücadele hafızasını canlı tutmaktır. Bu konuda Gunter Holzmann şöyle diyordu: “Yarınlardaki mücadelemiz için, daha özgür, daha âdil, daha eşitlikçi, daha kardeşçe ve dayanışmacı bir dünya için, mücadele hafızamızı canlı tutmalıyız”. Zira şimdilerde sinsi ve açık bir bellek kaybı yaratma çabası, unutturma kampanyası yürütülüyor. Oysa geçmişin müthiş bir mücadele mirası var. İnsanlık tarihi en zor koşullarda bile ezilenlerin nasıl isyan ettiklerinin, nasıl itiraz ettiklerinin, nasıl baş kaldırdıklarının destansı mücadele öyküleriyle dolu. İşte o soylu mücadelelerdir ki, insanlık onurunu bu günlere taşımıştır... Aslında sosyal eşitsizliğin olduğu her yerde eşitlik için, ayrımcılığın olduğu her yerde ayırmcılığa karşı, sömürünün olduğu her yerde sömürüye karşı mücadele, insan fıtratında mündemiç olan bir şeydir. O kadar ki, toplumun sınıflara bölündüğü dönemden beri eşitlik ve özgürlük mücadelesinin hiç ara vermeden devam ettiğini söylemek mümkündür. Bu yüzden tarihe avcılar tarafından değil de aslanlar tarafından bakıldığında, tarihin aynı zamanda köle isyanları, köylü isyanları, işçi isyanları, boyunduruk altına alınmış hakların isyanları velhasıl tüm ezilenlerin başkaldırı tarihi olduğu görülecektir... Bu, mitolojide başı her kesildiğinde tekrar canlanan ejderha gibi, yenilgiyi asla kabullenmeyen bir mücadele geleneğidir. Söylemek istediğimizi her halde en iyi Spartakus’un: “isyan ediyorum, o halde varım” özdeyişi ifade edebilir... Elbette geçmişin soylu mücadelelerini unutmamak, belleği sürekli canlı tutmak son derecede önemlidir ama bu, geçmişte yapılan hataları yok saymak anlamına da gelmez. Aksi halde yukarıda söylediğimiz, eleştirel düşünce “bu dünyada olup-biten her şey karşısında eleştireldir” tespitinin bir değeri kalmazdı. 

Eleştirel düşüncenin gerçekten adına lâyık olabilmesi için, reel dünyadaki sorunlarla doğrudan bağ kurması ve sürekli olarak kendini yenilemesi gerekir. Zira insanlığın başına gelen belalar ekseri ölü bilgilerin bir sonucu olarak tezahür ediyor. Başka türlü ifade edersek, düşüncenin dönüştürücü bir praksis olması gerekiyor ve bu niteliğinden ötürü de angaje olma zorunluluğu vardır... Bu anlamda entelektüel bir düşünce işçisidir. Şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi amaçlar ve Antonio Gramsci’nin veciz bir şekilde ifade ettiği ğibi “devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir”. Nasıl çiftçi buğday üretiyorsa, fırıncı ekmek üretiyorsa, insanların ihtiyacı olanı yaratıyorsa, entelektüel de mücadele için gerekli olan fikirleri üretendir. Gerçeğin safında ve peşinde olduğu için de, ister istemez ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında, egemenler blokunun karşısındadır. Bu yüzden egemenler katında muteber sayılmaz, düşmanı çoktur... Unutmamak gerekir ki, bu dünyada yalanla gerçek arasında bir orta yol mümkün değildir. Biraz yalan biraz gerçek mümkün olamayacağına göre... Bu da demektir ki, gerçekten ve açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların safında olmayan bir düşünür, istediği kadar bilgili olsun entelektüel sayılamaz. Zira haksız ve adaletsiz bir durum [ilişki] söz konusuysa, taraftara eşit mesafede durmak, “tarafsız kalmak” mümkün değildir. Entelektüel eleştireldir ama eleştiri de kendi başına bir amaç değildir. Eleştirinin misyonu ve varlık nedeni, varolanı eşeleyip-deşelemek, görünür ve anlaşılır kılmak, oradan hareketle de dönüştürmeyi ve değiştirmeyi potansiyel bir olasılık haline getirmektir. Başka türlü söylersek, eleştirel düşünce alternatif düşüncedir, mevcut olanı aşmayı amaçlar...

Şimdilerde az sayıda dev sermaye tekeli insanlığın kaderini belirler durumda. Sermayenin saldırısı karşısında insanlar da sessiz ve tepkisiz değil. Saldırının olduğu her yerde elbette tepkinin olması da kaçınılmazdır ama bu kadarı sorunun çözümü için yeterli değildir. Bölük- pörçük, birbirinden kopuk, ortak bir vizyona ve perspektife sahip olmayan, bir alternatif toplum projesinden mahrum “sosyal hareketlerin”, “sivil toplum örgütü” denilenlerin taşı yerinden oynatması mümkün değildir. Elbette şimdilerde eksik olan eleştirel düşünce değil. Asıl eksik olan, eleştirel düşünceyle kitle eylemleri arasında tutkal işlevi görecek bütünlüklü bir perspektif, bütünleştirici bir politik proje ve örgütlülüktür. Dolayısıyla, apolitik “sivil toplum” ve “sivil toplum örgütleri“ [STK] söyleminin aşılması gerekiyor. Zira sivil toplum söylemi dahilinde faaliyet gösterenler, karşı oldukları, mücadele ettikleri, şikayet ettikleri durumu yaratan gerçek nedenleri sorun etmiyorlar. Oysa, şeylerin  gerçek nedenlerini sorun etmeden, bölük- pörçük, “kısmî” mücadelelerle bir şeyler kazanmak, taşı yerinden oynatmak mümkün değildir…

Neoliberal saldırı insan haklarının temelini hızla aşındırmaya devam ederken, bu saldırıyı sorun etmeyen bir insan hakları mücadelesi ne kadar etkili olabilir?  Kapitalizmi sorun etmeden işsizlikle mücadele edilebilir mi? Hayır kurumlarıyla yoksulluğun üstesinden gelinebilir mi? Bu tür çabalar sadece sorunu ertelemeye, insanları oyalamaya yarar. Radikal yaklaşımsa, işe neden yoksulluk var sorusunu sorarak başlar... Militarizme, neokolonyalizme, emperyalizme ve bunların gerisindeki kapitalizme karşı çıkmadan “ben savaş karşıtıyım”, “barış istiyorum” demenin bir anlamı olabilir mi? Savaşı çıkarmakta çıkarı olanlardan barış beklemek abes değil midir? Son on yıllarda hükümetlere ve burjuva partilerine yapılan “barış” çağrılarından bir sonuç alındı mı? Mesela son dönemde dayatılan iş piyasasındaki taşeronlaştırmayı, neoliberal kapitalizmi sorun etmeden defetmek mümkün müdür? Neoliberal saldırıyı sorun etmeden şimdilerde “iş kazası” denilen cinayetleri önlemek mümkün müdür? Toplumun varı yoğu özelleştirme adı altında yağmalanır, talan edilirken, nerdeyse her dereye HES’ler kurulurken, bu saldırı hukuk yoluyla, danıştaya dava açılarak püskürtülebilir mi? Politik bir saldırıyla karşı karşıya olunduğuna göre... Yasaları yapanlarla çekleri imzalayanlar aynı güç ve iktidar odakları olduğuna göre... O halde sosyal mücadelelerin politikleştirilmesi, yeniden sınıf mücadelesi rotasına oturtulması, kapitalizmi aşmaya yönelik radikal bir perspektif dahilinde bütünleştirilmesi gerekiyor...

http://www.ozguruniversite.org 


13 Ocak 2013

ÖĞRETMEN OKUL İLİŞKİSİ AŞKSIZ EVLİLİĞE BENZER!


Öğretmen Okul İlişkisi Aşksız Evliliğe Benzer!

Atalay Girgin*

Şaşırmadım. Öğretmenler yine beklentilere, tahminlere uygun sözler ettiler. “Öğretmenler neden okulu sevmez?” başlıklı yazıya kimi okuyup yorum yazan, kimi yalnızca başlığa bakıp ne yazılıp yazılmadığını bile okuyup anlamadan görüş bildirenler beni şaşırtmadı. Keza bu durum ön görülemez değildi.

Öte yandan yorum yazmadan, görüş belirtmeden yazıyı paylaşan ve beğenen sessiz çoğunluğun varlığı ise kimse tarafından görmezden gelinemeyecek bir gerçeklik. Bu gerçekliği değiştirmenin yolu, var olanı kavrayıp anlamaktan, onun hakikatine ulaşmaktan geçiyor. Çünkü anlamadığınız hiçbir şeyi ne kabul etmenizin ne de karşı çıkmanızın bir hükmü vardır. Keza anlamadığınız bilmediğiniz bir gerçekliği değiştiremezsiniz de…

Bunun yanı sıra bir de yazıyı okumasına rağmen, tespitlerin ve onlara dayanan önermelerin üzerine düşünüp sorgulama zahmetine girmeden, kimisi hakaretamiz, küçümseyici sözler eden; kimisi ise eleştirel değerlendirmeleri bile harimi-i ismetine bir saldırı sayma yanılsamasına kapılıp, hırsla savunmaya geçenler var.

Siz yukarıda yapılan genel ayrımdan hangisine dâhilsiniz bilemiyorum. Ancak bildiğim ve inandığım bir şey var ki, hiç kimse benim gibi düşünmek, görüp algıladığı gerçeklikleri benim gibi anlamlandırıp değerlendirmek zorunda değil. Ne var ki bu hakikat, gerçekliğin varlığını ortadan kaldırmaya yetmiyor.

Görmezlikten gelmek, var olan ve yaşanan gerçekliğin görülmediğine, görmediğinize delalet etmiyor. Çünkü içerisinde yaşayıp da görmüyorsanız, bilmiyorsanız, eğer kör değilseniz ve bilme, anlama yetinizi yitirmediyseniz ve hâlâ düşünebiliyorsanız, “derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar” misali yaşıyorsunuz demektir. Ya da görüyor, üzerine düşünüyor, ama gördüğünüzü ve düşündüğünüzü, hissettiğinizi, bilumum saik, neden ve kaygıdan dolayı, dile getiremiyor, hatta kendinize bile itiraf etmekten korkuyor, çekiniyorsunuz demektir. Tıpkı aşksız evlilikler gibi…

Devlet memurluğu evliliğe benzer

Aşksız evliğin tarafı haline gelmiş olan kadınlara ve erkeklere, “Mutlu musunuz?” sorusunu yöneltirseniz, alacağınız yanıt, yere, zamana, sorana, kişinin sorandan beklentilerine, vermek istediği mesaja, çizmek istediği imaja, vb.’ne göre değişir. Bu soruya verilen yanıtların değişkenliği, “Okulu seviyor musunuz?” sorusuna verilen yanıtların değişkenliğiyle aynılık, özdeşlik taşımasa da analojik anlamda benzerlik, paralellik taşır.

Oysa aşksız evlilik, bir ilişkiyi sevgisizce sürdürmeye çalışmaktır. Kendine bile söylemekten korkarak mutsuzluğu, katlanmayı seçmektir. Bu ise sevgiye değil, alışkanlıklara teslim olmuş bir ilişkidir. Elbette yalnızca alışkanlıklara değil, aynı zamanda toplumsal kabullerin ve kurumsallığın getirdiği, bilinçli ya da bilinçsizce içselleştirilmiş dayatmalar, beklentiler, çocuklar ve onların geleceği, eş-dost-akraba ve yakın çevrenin ne diyeceği gibi kaygılara da… Öte yandan ne yapacağını bilememek, gerekli ya da gereksiz, doğru ya da yanlış, vicdani hesaplaşmalar, suçluluk duyguları da girer devreye.

Bundan dolayı olsa gerek ki, “Devlet memurluğu evliliğe benzer, ekstrem işler yapmazsan, emeklilik garantidir” derler. Belki de evlilik devlet memurluğuna...Yani, hangi soruya, ne zaman, nerede ne yanıtı vereceğini, kime ne diyeceğini; neyi görüp, neyi görmezlikten geleceğini; neyi düşünüp düşünmeyeceğini, neyi sorup sorgulamayacağını, nerede ve kimin yanında nasıl davranacağını, vb. bildiğin ve gereğini yaptığın sürece hedefe varmak kesindir.

Aşksız da olsa bir evlilik ilişkisi söz konusu olduğunda, ne yapılıp yapılmadığı, neyin seçilip seçilmediği, ne söylenip söylenmediği tarafların kişisel inisiyatifleri dâhilindedir, denilip geçilebilir. Ancak sorun eğitim ve okul olduğunda, sorun salt kişisel olarak görülemez. Çünkü bunun sonuçları toplumsaldır.

Toplumun hem bugününü hem de geleceğini ilgilendirir. Toplumun yalnızca bugününü değil, aynı zamanda geleceğini ilgilendiren bir konu ve sorun karşısında, öğretmenlerin, hayırhah bir tutumla sürdürülen aşksız bir evliliğin tarafları gibi davranmaları söz konusu olamaz. Belki yanılıyorumdur, belki öğretmenlik anlayışımız farklıdır ama, böyle bir yaklaşım ve anlayış öğretmenlere yakışmaz; kelimenin gerçek anlamında öğretmen olmakla da bağdaşmaz.

Bundan dolayı, var olan gerçekliğe ilişkin yapılan tespitleri ve eleştirel değerlendirmeleri, hiç kimsenin harim-i ismetine bir saldırı saymadan, ilgilenenlerin “Öğretmenler neden okulu sevmez?”1 başlıklı yazıyı bir kez daha okumalarını ve eğer gerek duyarlarsa, başta eleştirileri olmak üzere, öneri ve düşüncelerini paylaşmalarını isterim. Herkese aşkla varlığını sürdüren evlilikler ve tüm öğretmenlere, aidiyet bilinciyle sevilen okullar dileğiyle…


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 http://atalaygirgin.blogspot.com/2013/01/ogretmenler-neden-okulu-sevmez.html  İsteyenler bu yazıyı, “Okullar İmalathane Öğretmenler Tekniker; Ya Öğrenciler?” başlıklı yazı eşliğinde de değerlendirebilir.

11 Ocak 2013

ÖĞRETMENLER NEDEN OKULU SEVMEZ?


Öğretmenler Neden Okulu Sevmez?

Atalay Girgin*

Başlıktaki sorunun hükmü birçok kişiyi şaşırtacaktır. Birçoklarını yadırgatacak… Birçok kişi için de gerçekliğin hakikati olacaktır: Öğretmenler okulu sevmez.

Biliyorum, her genelleme tehlikelidir. Ve yine biliyorum ki, tek tek yanıtları alınıp tespitleri yapılmamış her genellemenin istisnaları vardır. Bu anlamda “Öğretmenler okulu sevmez!” genel hükmünün de istisnaları söz konusudur. Ve bu istisnalar, yani her şeye rağmen okulu sevenler, adı üzerinde genelin kapsamı dışındadır.

Bu kısa açıklamanın ardından konumuza dönelim: Öğretmenlere, “Okulu seviyor musunuz?” diye bir soru yöneltirseniz. Özü sözü bir, sözünü sakınmayan az sayıdaki öğretmen dışında, hiçbir öğretmen “Hayır!” demeyecek, diyemeyecek, hayırhah bir tutumla “Evet!” yanıtını verecektir.

Ancak gerçekliğin hakikati hiç de öyle değildir. Bunu anlamak için, “idealist” diye nitelenip küçümsenen öğretmenlerle, okul dışında var olmayı başaramamış ve oradan çıktığında kendini çırılçıplak ve savunmasız hisseden öğretmenler dışındakilerle samimi bir biçimde konuşmanız, onların hal ve hareketlerini gözlemeniz, yaşamlarını nasıl kurguladıklarına bakmanız yeterlidir.

Bu söylenenleri yaptığınızda, sorunun yanıtı, sorana, soruluş biçimine, yere, zamana, koşullara ve ortama göre değişecektir. “Evet! Seviyorum!” yanıtlarının büyük bir çoğunluğu “Hayır!”a dönüşecektir. Neden?

“Öğretmenler neden okulu sevmez?” sorusu önemli. Hem mevcut gerçekliği ve onun hakikatini anlayabilmek, hem de var olan gerçekliği değiştirebilmek açısından önemli. Kapsamlı bir çalışmanın ilk taslağına dayanan bu yazıda her şeyi ayrıntılı bir biçimde dile getirme olanağı yok. Ancak potansiyel olarak yanıtını içinde barındıran bazı soruları yönelterek kısa bir değerlendirme yapmak mümkün.

 Elbette bu açıklamanın ardından birçok kişi, yanıtlarını çok farklı saiklerle verecek ya da vermeye çalışacaktır. Birçoğu yanıtının ardı sıra, “Ama…” ya da “Ancak..” diyen açıklamalara yeltenecektir. Tüm bunları göze alarak ve “Ama…”larla, “Ancak…”larla başlayan gerekçeleri ön görerek sorularımı yöneltiyorum.

İşte Sorulardan Birkaçı

Öğretmenler, her okulun en önemli kararlarının alınması beklenen “Öğretmenler Kurulu” toplantılarına severek ve isteyerek mi katılır? Önemli tartışmaların yapılıp toplantının uzamak durumunda kalmasına sevinir, bundan mutlu olurlar mı? Yoksa bir an önce bitse de gitsek kaygısıyla mı davranırlar? Gündeme ilişkin konuşmaya yeltenip toplantının uzamasına neden olanlara yerine göre tatlı sert bakışlar fırlatıp, yerine göre de homurdanırlar mı?

Öğretmenler, dersleri biter bitmez okulu bir an önce terk etmenin yoluna mı bakarlar? Yoksa dersleri bitse bile okulda kalıp kendilerini orada gerçekleştirmeye mi çalışırlar? Veyahut da görevleri olmadığında ya da zorunlu tutulmadıklarında okulun semtine bile uğramazlar mı?

Okul öğretmenler için kendilerini gerçekleştirdikleri bir varoluş alanı mıdır yoksa para kazanmak için gelmek zorunda kaldıkları bir işyeri mi? Okula aidiyet bilincinin gerektirdiği sorumluluk bilinciyle mi gelirler, zorunluluğa dayanan görev bilinciyle mi?

“Neden?” Sorusunun Kısa Yanıtı

Yukarıdaki soruların yanıtları, öğretmenlerin neredeyse geneli denilebilecek bir çoğunluğunun “Okulu sevmiyor” olmalarının da gerekçelerini ortaya koyacaktır. Hatta bir adım daha ileri gidip, şu da söylenebilir: Öğretmenlerin yine ezici bir çoğunluğu, haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış, okuldaki işleri angarya olarak görür. 

Gelelim, “Öğretmenler neden okulu sevmez?” sorusundaki hükmün gerekçelerinden birkaçına:

Bunlardan birincisi, öğretmenlerin büyük bir çoğunluğunun çalıştıkları okula aidiyetleri yoktur. Okul onlar için kendilerini gerçekleştirdikleri varoluş alanlarından biri değildir. Aksine para kazanmak için geldikleri bir işyeridir. Bundan dolayı, aidiyete dayanan bir sorumluluk bilinciyle değil, zorunluluktan kaynaklanan ve para kazanmak için yapılması gereken bir iş, bir görev bilinciyle gelinen yerdir. İş biter bitmez de terk edilmesi gereken bir yer.

İkincisi, okulların ve okul idarelerinin geneli, öğretmenin aidiyet bilinci oluşturmasının, geliştirmesinin önünde engeldir. Her öğretmenin kendi rengini ortaya koyarak, bir renk harmonisi, bir gökkuşağı oluşturabileceği koşulların ortaya çıkmasını istemez. Öğretmenlerin, bir tekniker ya da teknisyen edasıyla işlerini yapmasını, verilen görevlerin dışında etliye sütlüye karışmamasını, tabir-i caizse “eski köye yeni adetler getir”ip başlarına gereksiz işler çıkarmamalarını ister. Bunun yanı sıra, öğretmenlerin “angarya”, “gereksiz” ya da “kırtasiyecilik” olarak gördüğü raporları, evrakları zamanında teslim etmeleri yeterlidir.

Bunları daha da uzatmak olası, ancak şimdilik gerek yok. Sözün özü, öğretmenin, kendini gerçekleştirme alanlarından birine dönüşmeyen / dönüştürülemeyen, aidiyet bilinciyle taçlanmayan hiçbir okulu, öğretmenden sevmesini beklemek ve istemek de doğru değildir.



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

03 Ocak 2013

TERK EDİLEN BİR MÜCADELE ALANI: OKUL


Terk Edilen Bir Mücadele Alanı: Okul

Atalay GİRGİN*

Eğitime ilişkin tüm teorik tasavvurların, kararların uygulama alanı okuldur. Eğitimin başat niteliği ve temel işlevi olan siyasal-ideolojik boyutunu (ki diğerleri kültürel ve ekonomik işlevdir) dikkate aldığımızda, teorik ve pratik kararlarını uygulama olanağına sahip olan güç, öncelikle ve asli olarak, egemen sınıf ya da sınıflar kompozisyonunun temsilcisi, işgüderi olan siyasal iktidardır. 

Siyasal iktidarların eğitime ilişkin kararlarını koşullayan ise öncelikle üzerinde var oldukları, varlık kazandıkları ekonomik, sosyal, siyasal yapıdır. İkincisi ise Althusser’e atıfla söylendiğinde, onların siyasal ve ideolojik anlamdaki göreli özerklikleridir. Siyasal iktidarlar, kitleleri peşlerine takmanın, onları var olan sisteme tabi kılmanın aracı olan siyasal ve ideolojik söylemin gereklerini, şu ya da bu ölçüde, toplumsal yapıyı ve sınıfsal güç ilişkilerini değiştirmeksizin, hatta yeni bir düzlemde, eskinin simge ve sembolleriyle de oynayıp, aşındırarak var olan sınıfsal hâkimiyeti pekiştiren bir meşruluğa yönelirler.

Bir siyasal iktidarın, kendisinden önceki dönemlerin simge ve sembolleriyle oynayabilmesi, onları tamamen değiştirip ortadan kaldırabilme aşamasına gelemese de, aşındırmaya yönelebilmesi, bir boyutuyla “Eski rejim”in miadını dolduruşunun üzerine “tüy dikme” girişimidir. Diğer boyutuyla da, ister hüsnü kuruntu ve kof, gereksiz böbürlenme olarak görülsün isterse gerçeklik, ne denli güçlü olduğunu içerde ve dışarda tüm dostlarına ilan etmesidir.

Günümüz koşullarında böylesi bir süreç, ülke ve dünya genelinde verili toplumsal, sınıfsal güç ve iktidar ilişkilerini, ekonomik ve siyasal anlamda toplumun ezilen sömürülen, tabii olan sınıfları lehine değiştirmeye, dönüştürmeye yönelmediği sürece, kısmi itirazlar ve ayar vermeye dönük eleştirel yaklaşımlar dışında, egemen kesimlerin ve temsilcilerinin karşı duruşlarına maruz kalmaz. Toplumun farklı sınıf ve kesimlerinden benzer kaygıları taşıyan grupların siyasal ve ideolojik temelli itiraz ve açıklamalarının ise, hangi kisve ve sıfat altında yapılmış olursa olsun, kıymet-i harbiyesi yoktur. Özellikle de bu politikaların uygulama alanı olan okullarda fiili bir karşılığı söz konusu değilse.

“Eski rejimin” simge ve sembolleriyle oynamaya, siyasetin ve ideolojinin göreli özerkliği temelinde davranmaya başlayan bir siyasal iktidarın, düşündüklerini ve kararlarını uygulama alanına sokup hem var olan düzene tabiliğini sağladığı kitleleri hoşnut edeceği hem de her kesimden siyasal ve ideolojik muarızını, toplumsal olarak daha da sindireceği alanların başında eğitim gelir. Eğitim, yani genel sistematik eğitim, siyasal iktidarlar için hem “Eski rejime” karşı yapılanların hem de siyasetin ve ideolojinin göreli özerkliği temelinde alınan kararların, toplumun yeni yetişen genç nesilleri ve dimağları nezdinde kuvveden fiile dönüştürülüp, düşünce, söylem ve davranış boyutuyla bilinç kılınarak, ete kemiğe büründürüldüğü, billurlaştırıldığı bir alandır. Ki bu işlemin sistemli bir biçimde yapıldığı alanın adı, okuldur.

Okul Değiştirir ve Dönüştürür

Genel sistematik eğitimin yapıldığı her okul, girdisi ve çıktısı belli olan, tipik bir açık örgüttür, tipik bir açık imalathane. Meşruluğunu ve dayanağını, yapacağı eğitimi planlayıp programlayan siyasal iktidardan, devletten alan, onun kendisine yüklediği işlevleri yerine getirmek üzere tasarlanıp kurgulanmış bir alt örgüt, bir alt işletme. Temel işlevi, gönüllü ya da gönülsüz, çatısı ve yapısı içerisine giren herkesi, hem biçim hem de içerik düzeyinde belirlenmiş kabuller temelinde, düşünmeye, söylemeye ve davranmaya yöneltmektir. Bunu gerçekleştirmek için cezanın da ödülün de kullanıldığı bir örgüt. Kendi özelinde bu örgütün temel yapıtaşları, okul idaresi, öğretmenler, hizmetlilerdir. Bu yapıtaşlarının işlemek ve “istendik davranışlar kazandırarak”, işbirliği içinde biçimlendirmeye yöneldikleri, bir başka deyişle mamul bir ürüne dönüştürmeye çalıştıkları malzeme de öğrencilerdir.

Okulda eğitim ya da değiştirme, dönüştürme, biçimlendirme faaliyetinin içeriği ve biçimi, onu oluşturan yapıtaşlarınca belirlenmez. Bir başka deyişle, bu faaliyetin özneleri ne idaredir, ne de öğretmenler ve hizmetlilerdir. Onlar özelde birbirlerine, genelde ise öğrencilere karşı, kendilerine tanınan hak, sorumluluk ve yetkiler çerçevesinde göreli ve yanılsamalı bir hiyerarşik iktidara sahip oluşun sakatlanmış bilinç haliyle, kendilerinden istenenleri, beklenenleri yapmak ve yaptırmakla yükümlüdürler. Bazen yaptıklarıyla gururlanıp haz duyarak, bazen ise içsel ya da dışsal çatışmalarla savrulup acı çekerek. Çünkü, bazen yaptıkları yapmak istedikleridir. Bazen ise yaptıkları, söyledikleri, asla yapmak ve söylemek istedikleri değildir. Ama bile isteye ya da hayırhah bir yaklaşımla yapmışlardır.

Belirlenen işleyişi temelinde okul, hangi toplumsal kesimden gelirse gelsin, hangi siyasal-ideolojik, sınıfsal tercihlere, hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun, öğrenciden önce, yapıtaşlarını ve onların içerisinde de öncelikle öğretmeni değiştirip dönüştürmeye ve biçimlendirmeye yönelir. Öğrenciden önce öğretmen, farkına bile varmadan bazen Pavlov’un köpeği deneyinde olduğu gibi davranır. Anımsayın, yalnızca öğrenciler için değil, öğretmenler için de zil çalar. Bazen Skinner’in faresi gibi davranır. Ödüle ulaşmak ya da istediği bir şeyin olmasını sağlayabilmek için, idarenin ve üst yöneticilerin hoşuna gidecek uygun davranışı bulmaya ve onu gerçekleştirmeye yönelir. Çünkü bunu yapmazsa, cezaya kadar uzanan sürecin başlayabileceğini bilir. Tıpkı sınıftaki, öğretmen karşısında, uyarıdan, azarlanmadan ya da cezadan kaçınmak isteyen veyahut da öğretmenin gözüne girmek, onun lütfuna, övgüsüne mazhar olmaya çalışan öğrenci misali... Dolayısıyla, sistemin egemenlerinin “Nasıl bir toplum, nasıl bir gençlik, nasıl bir insan istiyoruz?” sorularına verdikleri yanıtlar temelinde belirledikleri içerik doğrultusunda, klasik ve edimsel koşullanma yoluyla öğrenerek, düşünme, söyleme ve davranışa yönelme hem öğrenci hem de öncelikle öğretmen için geçerlidir. Çünkü öğrenciyi biçimlendirmesi bekleneni biçimlendiremeyen hiçbir sistem başarılı olamaz. Ki bunu da en iyi bilenler, sistemin efendileri ve onların her düzeydeki işgüderleridir.

Okul Mücadele Alanıdır

Toplumun hangi kesiminden olursa olsun, öğrencinin gönüllü ya da gönülsüz bir biçimde, var olan ya da iktidarların istediği bir toplumsal, siyasal-ideolojik sistem için değiştirilip dönüştürüleceği ve biçimlendirileceği bir mücadele alanıdır okul. Bu mücadelenin ön safında da öğretmenler vardır.   

Öğretmen, birilerince belirlenmiş ve eline tutuşturulmuş bir içerik doğrultusunda, öğrenciyi biçimlendirmesi, ona davranışlar kazandırması ya da son zamanların deyişiyle, belli kazanımları edindirmesi gereken kişidir. Görevi, ne kendisinden isteneni, ne de içeriği sorgulayıp eleştirmektir. Bu tür eylemleri, hele hele sınıf ortamında ve öğrencinin karşısında yapmak ve onları şu ya da bu biçimde etki altında bırakmak asla onun işi değildir. Çünkü bunun adı, “siyaset yapmak” olarak konulmuştur. Öğretmen sistemce ya da siyasal iktidarca belirlenen ve elindeki içeriğe içsel kılınanın dışında siyaset yapmamalıdır. Zaten sisteme ya da siyasal iktidara uygun olanı dile getirmenin, anlatmanın adı da siyaset değildir. Velhasıl bu konuda asli olarak ondan beklenen iki tür davranış vardır:

Bunlardan biri, okulda, sınıfta, profesyonel bir işgüder ya da hizmetkâr gibi davranması, kendisine aykırı gelse bile isteneni uygun bir biçimde yapması, öğrenciye belirlenen kazanımları başarıyla kazandırmasıdır. İkincisi ve daha ideali ise profesyonel hizmetkârlığını, belirlenmiş içeriği siyasal ve ideolojik anlamda da benimseyerek, onu düşünüş, söyleyiş ve eyleyişini biçimlendiren, zenginleştiren bir bilinç haliyle taçlandırması, görevini de bu bilinçle sahiplenip şevkle yapmasıdır.

İkinci davranış kalıbına uyan öğretmen, dünyanın her yerinde, sistemin efendileri ve siyasal iktidarca tadından yenmeyecek olandır. Çünkü bu, “Gönüllü kul”luğun ve “ideolojik esir”liğin zirvesidir. Ne denli zeki ve çalışkan olursa olsun, tüm bilinciyle varlığını, var olan düzene ve onun efendilerine “armağan etmeye” hazır öğretmen tipidir. Ve kendisiyle barışık bir biçimde işgüderliğini, hizmetkârlığını sürdürür.

Birinciler için ise sorun büyüktür. Kendilerinden istenen profesyonel davranış ile yaptıkları işin siyasal-ideolojik içeriği ve kendi kabulleri arasında sıkışırlar. Sıkıştıkça bir bilinç yarılmasına, bir bilinç bölünmesine doğru savrulurlar. Bir tercih yapmak durumundadırlar. Ya kendi kabulleriyle çelişen siyasal-ideolojik içeriği karşılarındaki öğrencilere kazandırmaya ve onları biçimlendirmeye devam edeceklerdir ya da işlerini kaybetmeyi göze alıp onu sorup sorgulayarak, eleştirel bir tavır alarak görevlerini sürdüreceklerdir. Elbette başka seçenekler de var: Örneğin, okulda ve sınıfta, kendilerinden istenen profesyonelliğin gereğini yapıp, okul dışında bu yaptıklarının tam tersini savunmak, dillendirmek; ya da içerisine düştüğü, yaşadığı açmazın ruh haliyle giderek kendi kendini yiyip tüketen sinizme sürüklenmek. Bir başka seçenek ise bu çatışma halini, bir biçimde meşrulaştıracak, yanılsamalı gerekçeler bulup rahatlamak.

Birinci tür öğretmenler arasında, yukarıda sayılan seçeneklerden herhangi birini seçen çok sayıda öğretmen bulmak mümkün. Ama neredeyse genelinde gözlenen ortak özellik, okulun dışına çıkmak, okulu terk etmektir. Sendikalısından sendikasızına, en radikalinden en pasifistine bu tür öğretmenlerin karakteristik özelliği okulu terk etmek, düşünsel düzeyde kendini ifade ve gerçekleştirme alanını dışarıda aramak oluşturmaktadır.

Oysa okul bir mücadele alanıdır. Değiştiren ve dönüştüren bir mücadele alanı. Her alan, kendi kabulleri ve işleyişi temelinde, kapsamına aldığı her insanı, ne denli gönülsüz ve istemeye istemeye de olsa bir kalıba sokar. Hele o alanda mücadeleyi seçmiyor ya da erteliyorsanız. Hele o alan, siyasal-ideolojik bir faaliyetin sistematik olarak gerçekleştirildiği bir alansa… Bir insan böylesi bir alanda değiştirme ve dönüştürme mücadelesini bıraktığı an, kendisi (ne denli aksini söylerse söylesin) onun tarafından şu ya da bu ölçüde değiştirilir, dönüştürülür. Bundan kaçış yoktur. Ne yazık ki okullar, bir mücadele alanı olarak çoktan terk edilmiştir. “Devrimci öğretmen”i uzun yıllardır “heyula”ya dönüştüren nedenlerden biri de budur.

Tahakkümün ve İtirazın Alanı

Genel olarak sistematik eğitim ve özel olarak da onun faaliyet alanı olan okullar, “düzene uygun kafalar”ın yetiştirildiği, siyasal-ideolojik anlamda tahakkümün üretildiği ve egemen kılındığı alanlar olmasının yanı sıra, değiştirme, dönüştürme mücadelesinin de alanlarıdır. Tüm mesele eğitimin neden, nasıl yapıldığı ve hangi amaçlar için hangi içerikle donatıldığıdır.

İçeriğine ve gerçekleştiriliş biçimine göre tahakkümün aracı olan, günümüzde dünya-evrensel olarak, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzenini üreten eğitim sistemi ve okullar, buna karşıt olanın bayraklaştığı alanlara da dönüşebilir. Dünyanın her yanında toplumsal olarak varlığını sürdüren, insanın insana sömürüsüne, eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı çıkışın adı olan “Özgürlük çığlığı”nın yükseldiği alanlar da olabilir. Elbette bunun yolu, bilumum neden ve gerekçenin ardına sığınıp bu alanları terk etmemekten geçmektedir. Bu alanlarda kararlı, ilkeli bir biçimde ve dayanışma içinde, değiştirme dönüştürme eylemliğinden vazgeçmeksizin, sorarak, sorgulayarak, eleştirel bir tavır alışla var olmayı gerektirmektedir.

Ancak, 12 Eylül’den bu yana söz konusu alanlar, başlangıçta sessiz sedasız olmak üzere terk edilmiştir. 1990 başlarında kısmen kendini gösteren yeniden var olma, kıpırdanma süreci ise, ne yazık ki, bilinçli ya da bilinçsizce, sendikal oluşumların ve çoğu grubun, medyatik olma ve “kitlesellik” gösterisi yarışına girmesinin de etkisiyle hızla okul dışına taşınmıştır. Ve giderek sevkli ya da sevksiz okul dışı eylemlerinde boy göstermek her şey olup çıkmıştır. Bir zamanlar birçok öğretmenin okuduğu ve paylaştığı “Barbiana Öğrencilerinden Mektup” hızla unutulup, anımsanmaz olmuştur. Velhasıl, düzenin gönüllü işgüderi ve “ideolojik esiri” olmak istemeyen ya da olmadığını düşünen öğretmenleri, okullardan sırra kadem basmışlardır; oralarda canlı cenazelere dönüşmüşlerdir. Hiçbir grup ya da sendika aksini savunmaya ya da iddia etmeye kalkmasın. Çünkü gerçekliğin hükmü, o iddiaları da iddia sahiplerinin de hükmünü çoktan tarih kıldı. Bugün yapılması gereken, dünya-evrensel düzeyde, yeniden okulları değiştirme ve mücadele alanı kılmaya yönelmek ve kılmaktır. Bunu gerçekleştirmenin dışında söylenecek her söz laf-ı güzaftır.





* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com