17 Ekim 2012

EDEBİYATTA "BESLEME" TARTIŞMASI...


Edebiyatın Beslemesi Eleştiri Mi, Yoksa Eleştirmenler Mi?

Atalay GİRGİN*

Genellemeler soyut düşünmenin, tekilden tümele yükselmenin olmazsa olmazlarıdır. Teorik düşünme ve çıkarımlara yönelen herkes için genellemeler önemli ve kaçınılmazdır. Ancak kaçınılmaz olduğu kadar da tehlikelidir. Özellikle de yersiz, gereksiz ve zamansız yapılmış, nesnesini neliği ve gerçekliği temelinde olabildiğince bütünsel olarak kavrayamamış, sınırları net bir biçimde belirlenmemişse, dahası tekil, tikel, tümel anlamda hedefini şaşırmış ya da hedeften yoksunsa… Bir başka deyişle, ormanla ağaç, ağaçla orman arasındaki ilişkiyi doğru kuramamışsa… Orman hakkında söylemesi gerekeni ağaca, ağaç hakkında söylemesi gerekeni ormana yöneltmişse…

Bu tür genellemeler iki yanı keskin bir bıçak misali, sahibini de muarızını da doğramaya hazırdır. Yalnızca bu da değil; aynı zamanda, “aman kimseye değmesin” dercesine, gerçek kişi ve kuruluşlara sırtını dönerek boşluğa yöneltilmiş seslenişlerdir. Sözüm ona, ilgili herkese ve her şeye söylenen ama tekil anlamda hiç kimseye değmeyen, dokunmayan, ilişmeyen bir sesleniş… Dolayısıyla bu yaklaşım, sahibine, eğer üzerine alınan birileri olursa, “Seni kastetmedim dostum!” diyerek işin içinden sıyrılma kolaylığı da sağlar.

Hal böyle olunca da ele alınan konu, değinilen sorun ne denli önemli ve bunlara ilişkin söylenen, yazılan söz ve çıkarımın değeri ne olursa olsun, muarızları nezdinde en küçük bir yankısı bile olmayacaktır. Çünkü hiç kimse üzerine alınmayacaktır. Hiç kimse umursamayacaktır. Çünkü “gerçek’in görünüm”ü olan hiçbir kişi ya da kuruma değmeyecektir bu söz.  Böylesi genellemelerin ardına sığınarak, Cioran’ın dediği gibi, “Varlığı bile kökünden biçmeye hakkınız vardır.”1 Ama ya bunun hükmü?

İşte sorunumuz da buradadır. Yukarıdaki girişe vesile olan, “Edebiyat Sektöründe Bir Besleme: Eleştiri”2 başlıklı yazıyla yapılan tam da budur. Lekesiz, adı geçen yazısında, tekil ya da tikel gerçek hiçbir kişiye değmeden, yersiz, gereksiz ve nesnesinin neliği ve gerçekliğini dikkate almadan, “eleştiri”nin besleme olduğu hükmünü vererek, onu neredeyse mahkûm ediyor. Oysa bu hükmü verirken kendi yaptığının da bir eleştiri olduğunu anımsaması gerekiyor. Genellemenin azizliklerinden biri olsa gerek! Ne de olsa genelleyen, her daim kendini dışarı aldığını sanma yanılsamasıyla malûldür. Hele hele aynı alanda kalem oynatıyorsa…

Yazıyı dikkatle okuduğunuzda, Lekesiz’in asıl derdinin, gündeme taşımak istediği sorunun, sözde edebiyat eleştirmenleri ve sanki bir reklamcıymışçasına kalem oynatan kitap tanıtımcıları olduğunu fark ediyorsunuz. Ama bunların hiçbirinin zerre adı geçmiyor. Ancak adsız sansız birilerine dayanarak ve toptancı bir yaklaşımla, genel anlamda eleştirinin “bir besleme” olduğu hükmüne varılıyor. Ne “Besleyen”ler belli ne de “Beslenen”ler…  Yaş da kuru da, çürük de çarık da aynı torbanın içine konuluveriyor. Belki de aksi olsa, tekil ya da tikel olarak gerçek kişi ve kuruluşlar belirtilse, edebiyat ve edebiyat eleştirisi alanında yapılabilecek verimli bir tartışma, başlamasına bile fırsat vermeden noktalanmaya, sürüncemeye terk ediliyor3.

Oysa sorun doğru adlandırılsa, genellemelerin ardına sığınılmadan açık seçik ortaya konulsa, muhtemeldir ki herhangi bir sürüncemeyle karşılaşılmaz. Ancak, herkesin malumu olduğu üzre bunu yapmak her insanın harcı değildir. Tıpkı “Eleştiri”, “bir besleme”dir hükmünü vermesine rağmen, yazısında bir Allah’ın kuluna değmemeyi başaran Lekesiz misali4 

Eleştirinin Neliği

Bu noktada, eleştirinin bir besleme olmadığını, olamayacağını belirterek, onun neliğini ortaya koymak gerek. Elbette, eleştirinin, bugüne dek yapılmış onlarca farklı tanımı bulunabilir ve vardır da... Ancak onlardan birine başvurmak yerine genel bir belirleme yapalım:  Neliği temelinde ele alındığında, eleştiri, özellikle de edebiyat eleştirisi, insanın (özel olarak alındığında eleştirmenin) nesnesi karşısında, yeniden bir değerlendirme olarak, bulgulama, gösterme, sorup sorgulama, kavrayıp anlamlandırma, vb. etkinliklerinin genel adıdır. Yapıtı sorguya çekmektir. Her değerlendirme bir eleştiri değilse de her eleştiri, aynı zamanda kendisi de bir değerlendirme olan yapıtın yeniden değerlendirilmesidir. Bir değer atfetmeye ya da bir değer biçmeye indirgenemeyendir.

 Bundan dolayı “şu” diye gösterebildiğimiz eleştirmen(ler)in, kitap tanıtımcısının yaptığını genel olarak eleştiriye yüklemek doğru değildir. Keza, zaman ve mekân üstü değişmez ve her daim kendi kendisiyle aynı kalan bir eleştiriden söz etmek de... Dahası, yine “şu” diye gösterebildiğimiz eleştirmen(ler)e ilişkin söz edebileceğimiz amaç ve görevi, genel olarak eleştirinin amacı ve görevi saymak da… Çünkü ne genel olarak eleştirinin ne de özelde edebiyat eleştirisinin amacı ve görevi vardır. Amaç ve görev, kendi kabulleri temelinde, ortaya bir ürün koyan ya da edebiyat alanında bir yapıtı sorguya çeken eleştirmene aittir. Bu ürünlerin niteliğine ve sahiplerine bakarak, belli türde etkinliklerin adı olan eleştiriye dair genel anlamda “besleme” hükmünü vermek ya da amaç ve görev biçmek, onun neliği ve gerçekliğini gözden kaçırmaktır.

Lekesiz de kendi kabullerini ya da başkasına ait olsa da benimsediği kabulleri hem edebiyat hem de edebiyat eleştirisi alanında veri alarak yazısını kaleme aldığında yersiz ve gereksiz bir genellemede bulunmuştur. Ağaçlara ilişkin vereceği hükmü, ormana tevdi etmiştir. Daha yazının ilk paragrafında belirttiği edebiyata ilişkin tırnak içindeki sözlerini bir yana bırakarak, edebiyat eleştirisi için yazdıklarını anımsayalım. Lekesiz’e göre “edebiyat eleştirisi” esasından sapmıştır. Peki; Lekesiz’e göre bu esas nedir? İşte yanıt: Salt edebiyatı güçlendirme ve cumhuriyet kültürünün yerleşmesinde etkili bir araç olma.

Lekesiz’in “edebiyat eleştirisi”nin esası saydığı bu kabuller her edebiyat eleştirmeninin kabulü müdür? Başkaları, farklı hatta bunun zıddı kabulleri “edebiyat eleştirisi”nin esası sayamaz mı? Elbette sayabilir.

O halde yapılması gereken, kendi kabullerinizi tartışılmaz ve değişmez doğrular olarak ele alıp gereksiz ve yersiz genellemelerin ardına sığınan suçlamalar yöneltmek, hükümler vermek değildir. Aksine; edebiyat, edebiyat eleştirisi ve edebiyat sektörü ilişkisinde sorunu neliği ve gerçekliği temelinde değerlendirerek, kim(ler)in beslenen kim(ler)in besleyen olduğunu ortaya koymaktır. Örneğin; edebiyat sektöründeki hangi kuruluşlar, hangi yayıncılar, kitap tanıtıcı ve eleştirmenlerinden hangilerini beslemektedir? Bunların adları nedir? Sayıları kaçtır? Yoksa eleştiri alanında yer alan, kalem oynatan herkes mi beslemedir? Eğer herkes için bu hüküm kurulamayacaksa, beslenenlerin sayısına bakarak genel olarak eleştirinin “besleme” olduğu hükmü nasıl verilebilir?

Sözün özü: Genel olarak eleştiri bir besleme değildir ve olamaz. Bazı eleştirmenlerin, Lekesiz’in sözünü kullanırsak, “besleme” olması kendine özgü bir etkinlik türü olan eleştirinin bu niteliğini değiştirmez. Bundan dolayı Lekesiz, ele aldığı sorunun ve üzerine yazdıklarının önemine ve değerine inanıyorsa yazdıklarını somutlamalı, edebiyat eleştirisi alanında ciddi bir tartışmanın, sorgulamanın kapılarını aralamalıdır. Yoksa bu yazdıklarının, kendisi açısından bile hükmünün olup olmadığı dikkate alınmadan, dergi sayfalarında unutulması kaçınılmazdır. Ki şu ana kadar da hiç kimse üzerine alınmamıştır ve alınmayacaktır da... Bu haliyle, kendisinden gayrı kimseye, hiçbir kuşa, nesneye değmeyecek, hiçbir yere düşmeyecek bir taştır zaten Lekesiz’in attığı…



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
Bu makale “Eleştiri mi beslemedir? Yoksa…” başlığıyla, aylar öncesi “Dünyanın Öyküsü” dergisine gönderilmişti. Dergide yazılar için ayrılan alanın sınırlı olması nedeniyle de olabildiğince kısa tutulmuştu. Buna rağmen geçen süre içerisinde yayınlanmadı. Yazıda bahsedildiği gibi, eleştiri konusu yazıyı ve önermelerini aynı dergi sayfalarında yazan edebiyat eleştirmenleri bile görmedi, göremedi. Her biri “üç maymunu” oynadı. Zaten Lekesiz de yazısında “gölge boksu” yapan genellemelerin ardına sığınıp salvolar savurmaktaydı. Edebiyat eleştirisinin kendisi başta olmak üzere kapsamındaki herkesi hedefine alan ama hiç kimseye değmemeye özen gösteren salvoları içeren yazıyı sayfalarında yer vermeyi marifet sayan dergi yönetimi, ona yönelen eleştirel bir değerlendirmeyi ise tabiri caizse aylardır yok saydı. Bundan olayıdır ki 0labildiğince kısa tutulmuş bu makaleyi burada yayınlıyorum. Daha geniş bir versiyonunu ilerleyen günlerde, gerekli açılımlara da yer verip, somutlayarak yayınlayacağım.
1 E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, sf. 54, Metis.
2 Ömer Lekesiz, Dünyanın Öyküsü Dergisi, Sayı: 1, sf. 78.
3 Umarım yanılırım ve Ömer Lekesiz’in, içerisinde paylaştığım düşünceler de taşıyan, bu yazısı edebiyat ve özellikle de edebiyat eleştirisi alanında verimli bir tartışmanın fitilini ateşler. 
4 Ömer Lekesiz’in affına sığınarak onun yazıp söyleyemediklerine ilişkin sorularla işini kolaylaştırmak, meseleyi gerçeklik boyutuyla ortaya koymasına vesile olmak mümkün elbette. Ama şimdi ne yeri ne de sırası… Özellikle de dergi sayfalarının sınırını ve yazının olası hacmini düşündüğümde…

14 Temmuz 2012

"Bildiğiniz Bir Yere Hayali Bir Yolculuk!"


SÖYLEŞİ:
“Bildiğiniz Bir Yere Hayali Bir Yolculuk”*
Mustafa SÜTLAŞ

-       S- "Kemeutopyalılar" dizisi sürecek mi? Başbakanın günlüğünü de     okuyabilecek miyiz?

Y- Evet! Eğer uygun bir yayıncıyla karşılaşıp anlaşabilirsem “Kemeutopyalılar” roman dizisini, başlangıçta düşündüğüm hızda sürdürmeyi istiyorum. Ancak ilk üç kitaptan sonra, istemeye istemeye de olsa, bir süredir diziye ara verdim. Dizinin dışında, fabl olmayan, birkaç roman yayınlamanın daha uygun olduğu düşüncesi ağır bastı. Bu doğrultuda şu an üzerinde çalıştığım iki dosya var. Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek, sözünü ettiğiniz, “Başbakanın varlığı inkâr edilen günlüğü”nü ya da bir başka deyişle “Güncesi”ni de şu anda zamanını kestiremiyor olsam da okuyacaksınız. Zaten Ambarca’da yayımlandı. Mesele uygun bir zaman ve yayıncı bulup Türkçe’ye tercümesini gerçekleştirip yayınlamakta… 

S- Böyle bir dizi roman yazma düşüncesi aklınıza nereden geldi?

Y- Ambar’dan… Belki size komik gelecek, belki inanmak istemeyeceksiniz ama ambardan geldi. Meşhur ambardan… Malum; insan içerisinde yaşadığı gerçeklikten, tanık olduklarından etkileniyor. Düşünüyor. Her insan da kendi donanımı, duyarlılıkları oranında çevresinde olup bitenlere ilişkin bağlar, bağlantılar kuruyor. Bunları anlamaya, yeniden anlamlandırmaya çalışıyor. Ve iş bazıları için salt bu aşamada kalmıyor. Benim için de böyle oldu. 2008 yılında, anlamlandırmaları, teorik-politik makaleler dışında ifadeye yöneldiğimde “Ambarya Öyküleri” ortaya çıkmaya başladı. Ancak öyküler o kadar çok ve o kadar iç içe geçmiş bir haldeydi ki, bu işin öykülerle sınırlanamayacağını düşündüm. Ama ötesini de nasıl yapmam gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Kafamda dönüp duran, beni bir türlü rahat bırakmayan düşüncelerle üç yıl geçti. Aslında bu süre, bir olgunlaşma dönemi, fikrin tasarının şekillenme dönemi oldu. Üç yılın sonunda, yeni bir gezegen ve o gezegenin içinde Ambarya fikri oluşuverince, roman dizisi de kendiliğinden ortaya çıkıverdi. Çünkü öylesine çok malzeme var ki, yazılıp anlatılacak, sanki gök delinmiş de yağmur olup akmakta…

S- Dizinin ilk iki bölümünün arkasında, üçüncünün de girişinde yer verdiğiniz tepki ve değerlendirmeler dışında nasıl tepkiler aldınız?

Y- Dizinin üç kitabına ilişkin de aldığım tepkileri üç grupta toplamak mümkün. Bunlardan birincisi, “tamamlanmamışlık hissi” verdiği ki bu doğru. Çünkü adı üzerinde dizi... Her biri göreli olarak bir diğerinden bağımsızmış gibi düşünülse de, hem geniş anlamda mekân hem de kahramanların önemli bir bölümü ortak. Bazı kahramanlar ilerleyen bölümlerde görünmese, yenileri ortaya çıksa da, bazıları baştan itibaren varlıklarını koruyor. Dahası ikinci ve üçüncü bölümde ortalıkta görünmeyen kahramanlardan bazıları sonraki bölümlerde yeniden arz-ı endam eyleyecek. Önceki bölümlerde ikincil olanlardan kimisi, daha sonraki bölümlerde başatlaşacak.

Tepki ve değerlendirmelerden ikincisi ise, kitaplara ve bana ilişkin herhangi bir işlem yapılıp yapılmadığıyla ilgili. Sanırım kitapların siyasal niteliği ve okurun kahramanlara ilişkin algı ve anlamlandırmaları bu değerlendirmenin temel nedeni. Aslında bunu önemli buluyorum. İnsanların yaşananlar karşısında, farkında bile olmadan ne hale geldiklerinin, getirildiklerinin önemli bir göstergesi. Her insan, tek tek bireyleri aşıp topluma sirayet etmeye başlamış olan bu düşünsel algı ve beklentiden rahatsızlık duymalı diye düşünüyorum. Öte yandan korku ve kaygının bireysellikten çıkıp toplumsallaşmaya başlaması, sorunun çözümünün ve panzehirinin de nerede olduğunu göstermesi açısından önemli. Elbette bu kavranıp, düşünce, söylem ve davranışa yön veren bir bilinç kılınabilirse…

Üçüncü grup değerlendirme ve tepki ise, romanın kahramanlarından özellikle ikisine ilişkin: Tumu ve Savcı. Şu ana kadar aldığım değerlendirmeler, “Mehdi ve Mesih”te yer alan Tumu’nun ve “Başbakanın Günlüğü”ndeki Savcı’nın birer roman olarak ortaya konulması doğrultusunda. Gelen tepkilere bakılırsa, Tumu, sevilen ve ileride ne olacağı ne yapacağı beklenen bir karakter oldu. Keza Savcı da…

S- Bu roman dizisi içeriği itibariyle bir hayli "siyasi". Romanda bir muhalif yaklaşım hissediliyor. Siyasi yelpazede kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz?

Y- Doğru! İçerik siyasal. Çünkü dizi siyasal açıdan tasarlandı zaten. Dünyada ve toplumda yaşananlara tanık olup da toplumsal ve siyasal olanın dışına kaçmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Elbette herkesin kendi tercihi ve öncelikleri vardır. Kimi tarihsele sığınır. Kimi aşka ve erotizme… Kimi dinsel olana… Ben de insana, topluma, dünyaya bakışım ve var olan karşısındaki duruşum gereği siyasal olanı seçtim. Bu seçimim, daha önceki yıllardan beri yazdığım, edebiyattan eğitime, felsefeden ekonomiye dek makale ve denemelerimde de belirgindi. Bu itibarla, siyasi yelpazenin solunda olduğumun gizlisi saklısı yok. 

Ancak bu sol, düzenin siyasal bilinç sınırları dışındaki bir soldur. Aynı zamanda da sormaya sorgulamaya kendini kapatmayan, dogmatizme kapılanmayan bir sol. “Amaç için her araç ve her yol mubahtır” demediği gibi, düşünce, söylem ve davranış boyutuyla etik tutarlılığa sahip bir sol.  Kendi dogmatik kavrayış ve anlayışını, kendi yaptıklarını sorgulamak yerine, zevahiri kurtarmak için, “Kitlelerin üzerine ölü toprağı serpilmiştir” teranesine, “Marksizmin bunalımı” lafzına sığınmayan bir sol.    

S- Roman karakterleri gerçek yaşamda tanıdığımız pek çok karakterle çok önemli benzerlikler gösteriyor, onlara dair romanda atfettiğiniz kimi özellikler nedeniyle bir "korku" ya da "kaygı" yaşadınız mı? Doğrudan ya da dolaylı bir tehdit, resmi bir işlem veya buna yönelik bir girişim söz konusu oldu mu? Daha da önemlisi kendi kendinize bir "oto-sansür" uyguladınız mı?

Y- Dizinin ilk iki kitabı olan, “Mehdi ve Mesih” ile “Lağımpaşalı” yoğun bir çalışma ve yazma süreci içinde çıktı. Dolayısıyla romanlarla yatıp kalktığım, kendimi neredeyse duygusal ve düşünsel olarak onlara vakfettiğim bir dönemdi. Onların dışında fazla bir şey düşünüp hissettiğimi söyleyebilmem güç… Ancak romanları okuyan ve değerlendirmelerine güvendiğim bazı insanların söylediklerinin başlangıçta endişelenip kaygılanmama neden olduğunu belirtmeliyim. Bunun dışında şu ana kadar doğrudan bana yansıyan, şimdilik, bir tehdit ya da resmi işlem söz konusu olmadı. Elbette bu bundan sonra olmayacağı anlamına da gelmiyor. Son sorunuza gelince: Yazma sürecinin hiçbir aşamasında oto sansür uygulamasına başvurmadım. Fabl türü anlatıyı seçmemin önemli nedenlerinden biri de buydu zaten. Okurun ya da birilerinin anlamlandırması ne olursa olsun, ben gerçek kişileri değil, kahramanları farelerden oluşan bir toplumu, o toplum içindeki ilişkileri olayları anlatıyordum ve kime neydi ki…

S- Özellikle ana akım medya romanın ana aktörlerinden birisi, somut olay benzerliklerinden yola çıkarak pek çok özellik, nitelik atfediyorsunuz, hatta bazılarını çok bilinir özellikleri ve yaptıklarıyla anlatmışsınız, onlardan herhangi bir "geri dönüş" (karşılık/tepki/tehdit) aldınız mı?

Y-Medya, yaşadığımız dünya ve toplum gerçekliğinde çok önemli bir işleve sahip; hem siyasal ve ideolojik hem de manipülasyonlar boyutuyla. Yalnızca bizim dünyamızda değil elbette… Kemeutopya’da da televizyonların, gazetelerin, gazetecilerin rolü ve etkisi, ne denli tartışmalı olsa da önemli.  Hem iktidarın onlarla ilişkisi hem de onların iktidarla ilişkisi açısından. Dahası toplumu istenen doğrultuda düşündürmek için kullanılabildiği gibi,  aydınlatma ve doğru bilgilendirme için de kullanılabilir bir araç… Ne var ki Kemeutopya ve Ambarya’da medya patronları, genel yayın yönetmenleri ve gazeteciler, istisnaları dışında, film setindeki ışıkçılar gibi davranıyor: Işığı hep yönetmenin gösterilmesini istediği yere tutuyorlar. Yönetmense malum… 

Kitaplara ilişkin, bir-iki istisna dışında, medyanın herhangi bir kesiminden herhangi bir geri dönüş almadım. Çünkü görmediler!!! Kitap eklerinin yeni çıkanlar bölümünde bile… İstisnalarından biri, kitaba ilişkin tanıtım yazısı yayımlayan Taraf Kitap. Keza birinin bir yetkilisi de, kendileriyle iletişime geçen bir arkadaşa, daha kitabı bile okumadan, “Bizimle ilgili bir şey yoksa değerlendiririz” demiş. Ne olacağını sanıyorlarsa… Kitapta anlatılan Türkiye değil ki Ambarya…

S- Bu dizi romanın bir "fabl" denemesi olduğunu ileri sürüyorsunuz. "Fabl" genellikle insanlara bir mesaj ya da bir ders veren hayvan hikâyeleridir. Siz hikâyeden çok bir roman yazmışsınız ve yaşadığımız gerçeği görünür, derli toplu özetler ve yaşadıklarımızın nereye gidebileceğine dair bazı çıkarımlarda bulunacak şekilde kaleme almışsınız. Üç cildi ve varsa sonrakileri okuyan okurlarınızın bu romandan çıkarmasını istediğiniz ders nedir?

Y- Fabl türü anlatının, yalnızca masal ve hikâyelerle sınırlı olarak düşünülüp değerlendirilmesinin doğru olmadığı kanısındayım. Keza G. Orwell’in “Hayvan Çiftliği”, alt başlığında “Bir Peri Masalı” yazıyor olsa da bir roman… Mesaja gelince: Her öykü, her masal ve her şiir gibi, türü ne olursa olsun her romanın da mesajı vardır hem de birden çok… Bu mesaj ya da mesajlar bazen olabildiğince örtükken bazen de apaçık kılınabilir. Siyasal romanda gösterilen şey, yazarın gösterme ve anlatım biçimi kadar, okurun kabulleri, dünya görüşü, vb. doğrultusunda, gösterileni algılama ve gerçeklikle bağ kurup anlamlandırma biçimi, yazardan bağımsız olarak, örtük bir mesajın açık kılınmasına da açık bir mesajın farklı değerlendirilmesine de neden olabilir. Çünkü gerçek ya da düşsel, düşünsel bir var olanı görme ve gösterme biçimi kadar, onu ya da ona dair yazılanı okuyup anlama dahası anlamlandırıp yeniden değerlendirme ve çıkarımlar yapma da farklı kabuller temelinde şekillenmektedir. Bundan dolayı, dizinin yayınlanan kitaplarına ilişkin, hangi dersleri çıkarması gerektiğini okura söylememin uygun olmadığını düşünüyorum. Dahası bu doğru olmadığı gibi, okura da onun zekâsına da haksızlık olur. Çünkü siyasal romanların mesajlarının bir çoğu örtük olsa da bir kısmı da apaçık ortadadır zaten.  

S- Romanı bir filmin "storyboard"ı gibi okumak da mümkün, yazılı bir roman yerine bir çizgi roman ya da gerçek bir düşsel sinema örneği olarak gerçekleştirmeyi düşündünüz mü, böyle bir projeniz var mı?

Y- Bu soru için teşekkür ederim. Kitabı tasarlayıp yazma sürecinde bana eşlik eden düşüncelerimin tercümanı oldunuz. Ki bunu, yalnızca çok yakınımda olan ve dizinin oluşma sürecine tanıklık eden birkaç arkadaşımla konuşmuş ve animasyon bir film yapılabileceği düşüncesini paylaşmıştık. Ancak, şimdilik, salt düşünce düzeyinde kalan sözlerden öteye geçmedi.  Özellikle, “Başbakanın Günlüğü” romanını izleyecek olan günceyi de bir karikatürist ya da çizerin çizgileri eşliğinde, günlük bir gazetede dizi halinde yazmayı tasarlamıştım. Ancak şimdilik bu tasarıyı gerçekleştirebilecek ilişkilerden yoksun olduğumu da itiraf etmeliyim.

S- Dizinin adındaki "utopya"dan yola çıkarak bu diziyi bir "anti-utopya" olarak da nitelemek mümkün mü? Yoksa bu sözcüğün kelimenin gerçek anlamından yola çıkarak bir eleştiriyi ortaya koymak; bu ülkede yaşananların aslında "yok hükmünde" olduğunu belirtmek için mi bu adı koydunuz?

Y- Düşsel, düşünsel bir gezegen ve bir ülkeden söz edilmesi anlamında, ütopik olanı çağrıştırsa da kelimenin gerçek anlamında bir ütopya olmadığını biliyorum. “Anti-ütopya” olarak değerlendirilmesinin de fazlaca uygun olmadığı kanısındayım. “Kemeutopya” kelimesi, her halükarda iki ayrı kelimenin birleşiminden oluşuyor. Birincisi, “Keme” ve “ütopya”; kemelerin, farelerin yaşadığı bir gezegenin adı olarak düşünüldü. İkincisi ise “Kem” ve “eutopya”; kötü bir yer olarak… Yaşananların ise “yok hükmünde” olduğunu ise hiç mi hiç düşünmedim. Aksine değiştirilmesi dönüştürülmesi gerektiğini düşündüm. Hem de yaşatanlara bedeli en ağır biçimde ödetilerek…
   
S- Romanda yazarken en çok keyif aldığınız bölüm ya da tip hangisiydi?    Neden?
Y- Dizinin ilk kitabı, “Mehdi ve Mesih”ten başlayarak yanıtlayacak olursam, yazarken en çok keyif aldığım yer yer hüzünlendiğim tiplerin başında, şu anda anımsadığım kadarıyla, önce Tumu geliyor. Sonra Fistanıbol’un görevden alınan Teşkilat Müdürü Knatta Samso, Meftun-u Kâhya’nın Doktor’u, Nihan ve elbette Mehdilik düşleri kuran Meftun-u Kâhya ile Knatta Samso’nun yerine Teşkilat Müdürlüğüne atanan Hastun Hark. Özellikle son ikisini yazmak oldukça keyifliydi. İkinci kitap “Lağımpaşalı” da ise başta romanın kahramanı olan başbakan, Fistanıkara Belediye Başkanı ve turizm bakanı tiplemeleri… “Başbakanın Günlüğü”ndeyse, yine ülkenin başbakanı, avukatlarından Kehzaw Kahqalach ve elbette Savcı Wargah. Keza başbakana soytarılıkta yarışan genel yayın yönetmenlerini de bunlara eklemeliyim. 

“Neden?” sorunuza gelince: Bu tiplemelerden bazıları, gözlerinde büyüttükleri iktidar ve güç sahipleri karşısında tam bir kişiliksizlik ve tutarsızlık örneği sergileyen, vecd içinde secde eden tipler. Aynı zamanda da fırsatını bulduklarında başkalarını kendi konumlarına düşürmeye çalışan tipler. Hepsi de, kendisini dev aynasında görme yanılsamasına kapıldığında bile, kendi değerini kendisinden başlatamayan ilinek kişilikler. Kendilerini ve karşılarındaki kişileri değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip biri olarak değil, aksine statüleri ve iktidara yakınlığı ya da uzaklığına göre değerlendiren tipler. Bu halleriyle yer yer komik ve acınacak duruma düşmelerine rağmen kof bir böbürlenme düşünce, söylem ve davranışına sahipler. Kendilerini “Efendi” sandıklarında bile bu konumlarını daha büyük bir “Efendi”ye boyun eğişlerine borçlular. Tumu, Savcı Wargah gibi tipler ise doğru ya da yanlış kendi ilkeleriyle tutarlı bir yaşam sürmeye çalışıyor, gerektiğinde doğruları için eğilmektense kırılmayı göze alıyorlar. Doktor ve Knatta Samso tiplemeleri ise önemli bir dönem itaat etmiş olsalar da belli bir noktadan sonra sormaya sorgulamaya girişenlere örnek…



* Yukarıdaki söyleşi, Bianet yazarlarından Sayın Dr. Mustafa SÜTLAŞ tarafından gerçekleştirilmiştir. Burada yalnızca Sayın SÜTLAŞ’ın sorularına ve benim onlara verdiğim yanıtlar yer almaktadır. İlgilenenler, yazının tamamını http://bianet.org/biamag/sanat/139562-bildiginiz-bir-yere-hayali-bir-yolculuk adresinden okuyabilir.

01 Temmuz 2012

Sivas Katliamı; İlinek İnsanın Zaferi...


Sivas Katliamı; İlinek İnsanın Zaferi

Atalay Girgin*

Her acı bireysel yaşanır. Hangi sözcükleri seçerseniz seçin, hiçbir acı anlatılamaz. Olsa olsa yaşanan acıya ilişkin yalnızca bir duygulanım hissettirilebilir yazılanlar ve gösterilenlerle. Boğazınızda bir düğüm, gözlerinizde taştı taşacak bir gözyaşı birikintisidir oluşabilecek olan.

Anlatılara sığmaz hiçbir acı… Yaşanmamışsa bilinmez! Yaşansa da hiç kimsenin acısı bir diğerinin aynı değildir. Diri diri yanmanın… Diri diri yakılmanın, saniye saniye, çevreden yükselen dumanlar ve yanık et kokuları arasında, yana yana öldürülmenin acısı nasıl anlatılabilir ki, dört bir yanı kuşatan alevler içinde kalmamış ve hiç yanmamış olana…

Yananlar, yakılanlar varsa, yakanlar da vardır. Kibriti çakanlar, benzini döküp ateşi tutuşturanlar da… Uzaktan ya da yakından yükselen alevleri izleyen, yükselen canhıraş çığlıkları dinleyenler de… Zafer çığlıkları ve nidaları arasında kendilerinden geçenler, muzaffer bir edayla ortalıkta dolaşanlar da… Yananların bedeninden yükselip dağılan yanık et kokularını içlerine çeke çeke beslenenler de… Onlar hâlâ aramızda dolaşıyor!  

Sivas’tan söz ediyorum. Bu toplumun tarihine som altından harflerle eklenen, Sivas katliamından…  Sivas’ta bir zafer kazanılmıştır. Sivas’ta bir insanlık suçu işlenmiştir. Hem de tüm toplumun gözleri önünde… Zaferin adı; Sivas katliamıdır. Nevi; insanlık suçu…

Atalarının yolundan, insanlık dışı, insanlık düşmanı düşüncelerin, din temelli siyasal-ideolojik anlayışların peşinden gidenler, gelecek nesillere örnek bir zafer bırakmışlardır. Camilerde namazlarını kılıp, Allah’ın takdir ve inayetiyle, zaferlerini mübarek kere mübarek kılarak ateşe vermişlerdir diri diri insanları. Ama insanı ve insanlığı paranteze alarak…

Sivas katliamı, insanın, insanlığın, ilinek insanın karşısındaki makûs talihidir. İnsan ile ilinek insan ya da ilinekleşen insan arasında temel bir fark vardır. Söz konusu makûs talihin nedenlerinin başında da bu fark gelir.

İlinek insan, kendi değerini kendisinden başlatmayan, başlatamayan insandır. Yalnızca kendisinin değil; aynı zamanda karşısındaki insanın değerini de… Bundan dolayı, hem kendisini, hem de karşısındaki insanı, değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip bir birey olarak görmez. İlinek insan, her zaman, değerini, kendi dışındaki bir varlıktan başlatır. Bu değeri onunla ilişkisinin yakınlığı veya uzaklığı temelinde belirler. Kabullerini de reddediş ve yok sayışlarını da belirleyen budur.

Bu varlık kimi ilinek insana göre Allah’tır, dindir, ölü ya da diri dini bir lider, kutsal varsaydığı bir varlıktır. Kimine göre devlettir, millettir. Kimine göre statü, kurum ya da saygın kabul edilen bir kişi, vb.dir. Kimine göre de aynı anda bunların bir kısmı ya da tümüdür. İlinek insan için kendisinin ve karşısındakinin değerini belirleyen bunlarla olan ilişkisinin yakınlığı, uzaklığıdır. Dolayısıyla kişinin değerinin olumluluk veya olumsuzluğunun ölçütü de…

İnsan ise, ilinek insanın tam zıddı bir kabule sahiptir. Temel hareket noktası şudur: Her insanın değeri ve değerleri vardır1. Etnik kökenine, inanıp inanmayışına, diline, dinine, kılığına kıyafetine, statüsüne, vb. bakmaksızın, karşısındaki kişiyi, öncelikle kişi bütünlüğüne sahip değeri ve değerleri olan bir insan olarak değerlendirir. Çünkü o, hem kendisinin hem de karşısındaki kişinin değerini ve değerlerini kendisinden başlatır. Kendisi dışında var olan ya da var olduğu varsayılan, gerçek ya da düşsel, düşünsel varlık ya da varlıklardan değil. Dolayısıyla onlarla ilişki düzeyinin ne olup ne olmadığının hükmü yoktur.

Hiçbir insan yavrusu, anasının karnından ilinek insan olarak doğmaz. Ancak, insanın insanı sömürüsüne dayanan toplumlarda, cinsel, dinsel, siyasal, ideolojik, ekonomik, vb. ilişki, sömürü ve tahakküm mekanizma ve kurumları, insan yavrusunu hızla kuşatır. Onu her geçen gün kendi kabulleri temelinde, insanı, toplumu, dünyayı ve evreni anlamlandırmaya zorlar. Bazıları sormaya, sorgulamaya kapalı, yani dogmatik kabulleri temelinde, iyi-kötü, olumlu-olumsuz, vb. değerler atfedilip nesneleştirilmiş bir dünya sunar.

Bunlar arasında yol alıp, kendi aklıyla düşünen, kendi kabullerini oluşturan, değerini ve değerlerini kendisinden başlatan, kişi bütünlüğüne sahip bir birey, bir insan olabilmek zordur. Ancak, var olan sömürü ve tahakküm sistemini korumak ve varlığını devam ettirmek üzere sunulan kabulleri veri alıp içselleştirerek, değerini ve değerlerini kendi dışındaki bir varlıktan başlatmak, kısacası ilinekleşmek, ilinek insan olmak kolaydır.

İşte bundan dolayıdır ki, ikinciler tarih boyunca toplumların çoğunluğunu oluşturmuştur. Tarih boyunca sürüler halinde güdülmüş, savaşta eğer ölürlerse şehit, öldürür ve zafer kazanırlarsa da kahraman olacaklarına inandırılmışlardır. Hâlâ da buna inanırlar ve bundan sonra da inanmaya devam edeceklerdir. Çünkü ilinek insan, ilinekleştirilen insan, egemenlerin, egemenliklerini sürdürmek isteyenlerin hava gibi, su gibi, yaşam kaynaklarından biridir. İlinek insanın tükenişi onların kâbusudur. Bundan dolayı, dünyanın her yerinde egemenler, dinsel, siyasal, ideolojik, vb. kurumlarıyla seri olarak ilinek insanlar üretir.

İlinek insan her toplumda her dönem vardır. Sinsi bir sırtlan, sinsi bir çakal gibi, büyük ya da küçük efendilerinin işaretini bekler. Dünyanın her yerinde, her toplumda, yerine ve zamanına göre benzer ya da farklı farklı sıfatlar altında arz-ı endam eyler.  Sözüm ona farklı farklı kutsal görevler ifa eder.

Örneğin; zamanın iktidarının ve işbirlikçilerinin tezgâh, tertip ve sözlerinin peşinde, 6/7 Eylül’de, “gavur”ları yıldırıp kovmak üzere, zincirlerinden boşanmışcasına İstanbul sokaklarına salındıklarında, evlerini, işyerlerini talan edip, kadınlarına tecavüz ettiklerinde, ilinek insanın sıfatı,  “Türk ve Müslüman”dı.

Keza; Kahramanmaraş’ta, yüzlerce insanı, alevi ve solcu oldukları için katledip, gözleri görmeyen, bir yerlere kaçamayan yaşlı bir kadının, başını bahçedeki tuvalet çukuruna sokup, sonra da bacaklarının arasına araba okunu yerleştirdiklerinde, Allah ve Türklük yolunda kutsal bir savaş veren ilinek insanın sıfatı, “Müslüman-Sunni-Türk-Milliyetçi-Ülkücü”ydü.

Velhasıl; Sivas’ta, camilerde topluca kıldıkları namazların ardından Madımak’a saldırıp ateşe vererek, içeridekileri diri diri yaktıklarında, ilinek insanın sıfatı,  “Müslüman-Sunni”ydi. 
       
Her birinde zafer ilinek insanın oldu. İnsanın ve insanlığın üstü çizildi. İlinek insanı üreten, insanı kitleler halinde ilinekleştiren kurumlar ve iktidar ilişkileri, varlık koşullarıyla birlikte ortadan kaldırılmadığı sürece de bu gerçek ve gerçeğin hakikati değişmeyecek. Hele hele, her katliamının yıl dönümünde yükselen “UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ!” sözleri, bunu hiç mi hiç değiştirmeyecek.

Çünkü, hangi toplumda olursa olsun, hesabı sorulmayan, bedeli ödetilmeyen her katliam, her insanlık suçu yapanların yanına kârdır. Kurumsal süreklilik anlamında ise bunu yaptıran, güdüleyen, dinlerin, ideolojilerin, etnik toplulukların hanesine yazılan bir zaferdir.

Hesap sorulmadan, bedel ödetilmeden geçen her yıl döneminde yinelenen “UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ!” sözlerininse, beni bağışlayın ama, kıymet-i harbiyesi kendinden menkuldür.

İnsanlık suçları karşısında asıl yapılması gereken, öncelikle hesabın sorulup bedelin ödetilmesi, sonra da bunlarda fail rolünü oynayan ilinek insanı üreten toplumsal kurumları ve toplumsal koşulları ortadan kaldırmaktır. Bundan ötesi laf-ı güzaftır!


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 “İnsanın değeri ve değerleri” konusunda daha geniş bilgi için, İoanna Kuçuradi’nin “İnsan ve Değerleri”, “Etik”, “Çağın Olayları Arasında”, “Uludağ Konuşmaları –Özgürlük, Ahlak, Kültür Kavramları-“ kitaplarına bakılabilir. 

29 Haziran 2012

Devrimci Öğretmen Heyulası ve Hakikatler...


Devrimci Öğretmen Heyulası ve Hakikatler

Atalay GİRGİN*

“Öğretmenlik mesleğinin dönüşümü ve devrimci öğretmen”1 başlıklı yazı, her iki alana dönük belirlemeleri ve özellikle de devrimci öğretmenin “dönüştürücü aydın rolünü oynayabilmesi için” yapması gerekenlere ilişkin önerileriyle, üzerinde düşünüp sorgulamayı, yeniden değerlendirmeleri, hatta üretken tartışmaları gerektiriyor. Elbette gerçeklikten kopmadan…

Devrimci Öğretmen Sorunu

Bunların en önemlisi, başlığa da konu olduğu gibi, devrimci öğretmendir. Önce sorularla başlayalım: Devrimci öğretmen kimdir? Yaşanan toplumsal koşullardan bağımsız olarak, salt nelik düzeyinde bir devrimci öğretmen var mıdır? Devrimci öğretmeni algılanır kılabilecek, temel karakteristik özellikler nelerdir? Düzene muhalif olan her öğretmen devrimci midir? Var olan düzene, siyasal, ideolojik ve sınıfsal-toplumsal anlamda karşıt düşüncelere sahip olmak bir öğretmeni, okulda ve sınıfta devrimci kılmaya yeterli midir? Soruları daha da çoğaltmak, hatta bunlara, daha temel anlamda, “Devrimci kimdir?”, “Öğretmen kimdir?”,  “Öğretmenin amacı ve işlevi var mıdır? Varsa nedir?”, “Öğretmenlik nedir?”, “Zamana ve değişen toplumsal koşullara yenilmeden, her şart altında sıfatını yitirmeden ilanihaye hem devrimci hem de öğretmen olarak kalmak olanaklı mıdır?”  sorularını da eklemek mümkün. Ancak şimdilik bu kadarıyla yetinelim.

Yukarıdaki sorulara, herkes kendi kabulleri temelinde farklı yanıtlar verebilirse de şöylesine bir belirlemeyle başlamak uygundur: Neliği ve gerçekliği temelinde ele alındığında, içerisinde yaşanan toplumsal koşullardan bağımsız olarak, zaman ve mekân üstü bir devrimci öğretmen yoktur. Her çağın, her toplumun devrimci öğretmeni, içerisinde yaşadığı, var olduğu, çağın ve toplumun rengini taşır. Tepkileri, karşı çıkışları, entelektüel anlamda siyasal, ideolojik, felsefi etkilenimleri, talepleri, hatta dünya görüşünün şekillenişi ve içeriği de dâhildir buna.

Bundan dolayı, devrimci öğretmen, yaşadığı zamanın mekânın, çağın ve toplumun çocuğudur. Ancak, zamansal ve mekânsal anlamda verili toplumsal koşullara ve egemen siyasal, ideolojik anlayışa teslim olan da değildir. Fakat bunlara teslim olmamak, bunlara karşı çıkmak, hatta değiştirmeye dönüştürmeye yönelmek, bir insanın ya da öğretmenin, birilerince ya da kendisince “devrimci” diye nitelenmesine yetse de, herhangi bir öğretmeni, hatta herhangi bir insanı çağının devrimcisi kılmaya yetmez. Çünkü çağının devrimcisi, çağının devrimci öğretmeni, salt bunlarla karakterize olamaz. Dahası devrimcilik, her insan ve öğretmen için ilanihaye kaim olan değişmez bir nitelik değildir. Dünün devrimci öğretmeni, mevcut düşünce ve yaklaşımlarını bir biçimde sürdürüyor ya da koruyor olmasına rağmen, şu veya bu nedenler, kaygılar ve saiklerle, bir sonraki dönemin gönüllü ya da gönülsüz aymaz ve cefakâr bir işgüderine dönüşebilir ve dönüşmektedir de...

Buradan hareketle, şu ayrımı yapmak gerekir: Birincisi, ne denli kategorize edilirse edilsin tek bir devrimci öğretmen kategorisinden söz etmek mümkün değildir. İkincisi ise kendisine atfettiği ya da birilerince ona atfedilen “devrimci” sıfatı ve savunduğu düşünceler temelinde her öğretmenin, okulda ve sınıfta devrimci öğretmen olması ve kalabilmesi de... Dahası taşıdığı bu sıfatın gereğini yapabilmesi de… Bu belirleme nelik düzeyinde ne denli çelişik algılanırsa algılansın, yaşanan öğretmen gerçekliğinin de ifadesidir.

Yukarıda söylenenleri daha açık ve algılanır kılabilmek için genellemelerden çıkıp günümüz Türkiye gerçekliğine bakalım: Günümüzde “devrimci”, “sosyalist” sıfatını taşıyan öğretmen çoktur. Öyle çoktur ki “Devrimci Öğretmen” adıyla dergiler çıkarıp binlerce satabilirsiniz. Öyle çoktur ki, yüz binin üzerinde üyeye sahip Eğitim-Sen genel kurul delegasyonu, şube yönetim kurulları hep devrimci ve sosyalist sıfatını taşıyan öğretmenlerden oluşmaktadır. Öyle çoktur ki şube ve genel yönetim kurulu koltuklarına ilişkin pazarlık ve ittifaklar bu sıfatlarla bağlantılı daha özel aidiyetler üzerinden yapılmaktadır. Peki; bu tablonun eğitimin gerçekleştirildiği okullarda ve içerisinde yaşanılan toplumdaki karşılığı nedir? Telaffuz edilen rakamlar ile bunun eğitim başta olmak üzere, toplumsal gerçeklikteki karşılığı arasında, doğrusal anlamda orantısal bir ilişki var mıdır? Eğer yanıtınız “Vardır” ise karşılığı nedir, nerededir? Eğer yanıtınız “Yoktur” ise, bunun anlamı nedir?

Yanıtı herkesçe, en azından konu üzerine düşünen, araştıran, kafa yoran herkesçe aşikârdır yukarıdaki soruların. Bundan dolayıdır ki, şimdilik “Neden?” diye, sormuyorum. Çünkü birçok kişinin malumu olduğu üzere, devrimci, sosyalist sıfatını taşıyanların büyük bir kesimi okulda, sınıfta “devrimci öğretmen” değildir. Ne yazık ki, yalnızca düzenin bir işgüderidir. Bir başka deyişle, yalnızca “düzenin duvarındaki tuğla”lardan biridir. Ve gerçeklikten bağımsız olarak taşınan hiçbir sıfat, hiç kimseyi bu durumdan ari kılmaya kadir değildir. Çünkü, kişinin düşünce, söylem ve davranışını biçimlendiren, yön veren bir bilinç kılınamayan sıfatların, ilinek olmaktan öte bir hükmü yoktur. Öğretmenler açısından da özellikle yapılan iş bağlamında, “devrimci”, “sosyalist” sıfatları ilineğe dönüşmüştür. (Bu durumun aslında yalnızca öğretmenler için geçerli olmadığını da vurgulamak gerekir.) 

Sendikada, evde, eş dost ya da kendisi gibi olanlarla ilişkisinde bu sıfatların gereğini yapan ya da yapma iddiasını taşıyan öğretmen, okulda ve özellikle de sınıfta bölünmüş bir bilinç haliyle arz-ı endam eylemektedir. Bunun nedenleri nelerdir? Bu bilinç haliyle varlığını sürdüren öğretmenin, taşıdığı ya da ona atfedilen sıfat ne olursa olsun, “dönüştürücü aydın rolünü oynayabilmesi” nasıl mümkün olabilir ki…  Bu durumdaki bir öğretmenin, daha başta kendisinin aydın olup olmadığı bir problem değil midir?

Devrimci Öğretmenin Encamı

Öğretmenin, özellikle de günümüzde devrimci öğretmenin hali pür melalini görüp anlayabilmek için Uysal’ın belirleme ve önerilerine kısaca göz atmak bazı aktarımlarda bulunmak yararlı olacaktır. Uysal, 70’li yıllarda, özellikle sosyalist öğretmenlerin, başta öğrencileri olmak üzere, toplumda entelektüel olarak önemli ölçüde dönüştürücü bir rol oynadıklarını belirttikten sonra, “Günümüzde öğretmenin aydınlanmacı ya da entelektüel olarak etkili olduğunu söyleyemeyiz” tespitini yapmaktadır. Ki devrimci öğretmen de bu genel ifadenin içinde yerini almaktadır. Şu tespit daha da ilginç ve üzerine ne denli tartışılabilir olsa da önemli bir hakikati vurguluyor: Günümüzde “eğitime dair bir sözü olmayan, zaman zaman dünya görüşü ve kendine dayatılan liberal değerler arasında savrulan bir öğretmen tipi var. Hatta dünya görüşü bu savrulmada bir fark yaratmıyor.”2 Neden?

“Neden?” sorusuna verilebilecek birkaç temel yanıt var: Bunlardan birincisi, eğitimin ve öğretmenliğin neliği ve gerçekliğiyle ilgili. İkincisi ise toplumsal anlamda ekonomik, sosyal, siyasal ideolojik koşullarla… Üçüncüsü ise devrimci öğretmen bağlamında, onun öznel anlamda siyasal, ideolojik kabulleri, kararlılığı noktasında, düşünce, söylem ve davranış tutarsızlığı ile nesnel anlamda toplumsal ve örgütsel olarak tekbaşınalığıyla ilişkili.

Genel sistematik eğitim, belirleyicilerinin, “Nasıl bir toplum istiyoruz?”, Nasıl bir insan ve nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorularına verdikleri ya da birilerince verilen yanıtlar temelinde içeriğini şekillendirdikleri siyasal-ideolojik, kültürel ve ekonomik olmak üzere üç temel işleve sahiptir. Öğretmen, eğitimin bu işlevlerinin gerçekleştirilmesi sürecinde öğrenciye uzanan son halkadır. Planlanan her şey, ön görülen her davranış ya da kazanım öğretmenden aynen ya da bozularak, değiştirilip dönüştürülerek öğrenciye geçecektir. İşte burası sorunun bam tellerinden biri, hatta en önemli noktasıdır. Uysal’ın, ders kitaplarındaki etkinliklere ve kılavuz kitaplara atıfta bulunarak  “öğretmenin özerkliği”nin ortadan kaldırılmasından söz ettiği sorundur. Ancak sorun salt bunlara indirgenemeyecek denli önemlidir. Çünkü daha temelde öğretmenin memurluğu ve onun profesyonelleştirilmesi vardır.

Daha temel bir çelişki ise öğretmenin memur, memurun öğretmen olmasıdır. Memur olan, bilinçli ya da bilinçsizce, gönüllü ya da gönülsüzce, özerkliğini de amirinin ya da bir hiyerarşi içerisinde amirlerinin ipoteğine vermeyi baştan kabul eylemiş kişidir. Oysa öğretmenden memur olmaz. Memurdan da öğretmen elbette… Öğretmen memurlaştığı oranda, öğretmenliği teknisyenliğe, kendisi de sıradan bir teknisyene ve işgüdere dönüşür. Ve ne yazık ki, devrimci ve sosyalistinden milliyetçi ve İslamcısına dek mevcut öğretmen gerçekliğinin, genel anlamda, hal-i pür meali budur.

Bir başka önemli çelişki ise eğitimin birincil öneme haiz siyasal-ideolojik işlevi ile toplumsal-siyasal bir varlık olarak, kendi kabulleri, ideolojik tercihleri olan öğretmen arasındadır. Bu çelişkinin aşılması hem kolay hem de çok zordur.

Kolay olandan başlayalım: Eğer bireysel anlamda öğretmen, eğitim anlayışı, dünya görüşü, siyasal-ideolojik yönelimi ve inançsal seçimi anlamında, siyasal iktidar ve onun politikalarıyla uyumluysa, mevcut iktidarın eğitimden başlayarak, ekonomik, sosyal, kültürel, vb yaklaşım ve uygulamalarını meşru ve doğru görüyor ve bunları onaylıyorsa,  bir çelişkiden söz etmek bir yana, herhangi bir sorundan söz etmek bile, istisnalar bir yana, abesle iştigaldir. Bundan dolayı, bu tür çelişkiler yapay ve talidir. Aşılması da kolaydır. Çünkü öğretmen temelde, bilinçli ya da bilinçsizce düzenin öğretmenliğini, düzenin temel paradigmalarının kabulü noktasındaki öğretmenliği içselleştirmiştir. Sorunu, düzenle değil; aksine düzenin belirli bir zaman diliminde işgören siyasal iktidardaki partisi ya da hükümetiyledir. Bu tür öğretmenin, öğretmenliğin ve eğitimin işlevini bile sorgulayıp sorgulamadığı apayrı bir tartışma konusudur. 

Aşılması zor olan, belki de hiç aşılamayacak düzeydeki çelişki ise, öğretmenin, düşünsel düzeyde siyasal-ideolojik kabulleri, sınıfsal-toplumsal seçimleri itibariyle, hem düzenin kendisi hem de onun paradigmalarıyla taban tabana zıt, karşıt bir noktada konumlanmış olma durumunda ortaya çıkandır. Bu konumdaki bir öğretmen, ya düzenin ve onun egemenlerinin, eğitim politikalarını belirleyenlerin, öğrenciyi siyasal-ideolojik, kültürel, vb düzeyde biçimlendirmek için, kendisinden aktarmasını istediği kazanım, davranış ve içeriğin önünde bir dalgakıran olup kendi kabullerinin gereğini yapacaktır ya da kendisinden istenenleri öğrenciye aktarıp kazandırarak, hem kendisini ve kabullerini paranteze alacak hem de efendilerin sıradan ve gönülsüz bir işgüderine, hizmetkârına dönüşecektir. Böylesi bir durum, öğretmen açısından, düşünce, söylem ve davranış düzeyinde yaşanan bir bilinç bölünmesidir. Siyasal şizofrenik bir haldir. 

Yalnızca bu da değil; bütünsel anlamda düşünce, söylem ve davranış boyutunda gerçekleşen bu tutarsızlık ve çelişki, o öğretmenin, öğrencileri başta olmak üzere,  başkaları karşısında inandırıcılığını ve kararlılığını gölgelemekten de öte söylediklerinin önemini ve ciddiyetini ortadan kaldıracaktır. Daha da önemlisi, kendi kendisiyle yaşadıkları ve özgüven yitimi olacaktır ki, hangi savunma mekanizmalarının, hangi gerekçelerin, hangi akılsallaştırma girişimlerinin ardına sığınılmak istenirse istensin bundan kaçınılamaz. Ama sonuçta bu çelişki, öğretmenin ruhsal sağlığı açısından bir biçimde aşılmak durumundadır ve yine bir biçimde aşılır. Elbette düzenin lehine… Mevcut siyasal şizofrenik bilinç hali, bilumum nesnel ve öznel gerekçeye dayandırılarak meşrulaştırılıverir.

Eee… Boşuna dememişler “Demokrasilerde çare tükenmez” diye… Okulda ve sınıfta sıradan bir işgüder, dışarıda ise ‘devrimci’ ve ‘sosyalist’ öğretmen… Ne güzel çözüm! Tıpkı; günümüzde ‘devrimci’liğin ve ‘sosyalist’liğin, özellikle Ankara özelinde, kısmen Sakarya’da asıl olarak da Yüksel Caddesi’nde boy göstermeye indirgenivermesi gibi… Eğer buraların dışında, siyasal ve örgütsel anlamda devrimciliğin, sosyalistliğin gereğini yapmaya yeltenirsen yandı gülüm keten helva… 

Velhasıl, günümüzde devrimci öğretmen çoktur, ama “keten helva”yı yakmayı göze alabilecek olanları parmakla sayılacak denli azdır. Ve bu azları, mumla aramayı göze alarak bulmak önemlidir. Çünkü onlar binlerce kırmızı balık arasında birer “kara balık”tır. Yalnızca düzenin efendileri için değil, ne yazık ki, devrimci öğretmenler için de…

Uysal’ın Önerileri 

Uysal’ın, “devrimci öğretmenin dönüştürücü aydın rolünü oynayabilmesi için” yapılması gerekenleri sıraladığı önerilere baktığımızda, aslında var olana ilişkin genel durumu da sergilediğini görüyoruz. Uysal’ın önerilerinin öncesinde yaptığı şu tespit önemli: “Eğitime dair bir sözü olmayan, zaman zaman dünya görüşü ve kendine dayatılan liberal değerler arasında savrulan bir öğretmen tipi var. Hatta dünya görüşü bu savrulmada bir fark yaratmıyor(abç).”.

 Uysal, “bu durum”un, “yeni öğretmen modeline karşı bir direnme potansiyelini içinde taşıyor” olma halinden hareketle, bunu dikkate alarak “direnme mekanizmaları üretilebilir” diyor. Ancak; ne eski ne de var olan öğretmen modellerinin geçerliliği söz konusuyken, hatta hangi sıfatı taşıyan hangi öğretmenin hangi öğretmen modeli ya da modelleri üzerinden kendisine dayatılan “yeni öğretmen modeline karşı bir direnme” hattı üretebileceği bir sorunken, “devrimci öğretmenin dönüştürücü aydın rolünü oynayabilmesi”nden söz etmek, açıklanmaya, temellendirilmeye muhtaç bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Hele hele “devrimci öğretmen”in ne denli entelektüel ve aydın olup olmadığı apayrı bir sorunken…      

“Devrimci Öğretmen”in veri olan gerçekliğinin bir biçimde farkında olan Uysal, önerilerinde de bunu sergiliyor. Yazısının sınırları içerisinde önerilerini, esas olarak, beş noktada toplamış olan Uysal’ın söylediklerinden bir kısmı üzerinde durmak gerek:
1
-    Uysal’ın birinci önerisi ve buna temel teşkil eden tespiti devrimci öğretmenle diğer öğretmenler arasındaki ilişki ve iletişim sorununda düğümleniyor. Uysal şöyle diyor: “Devrimci öğretmenin kendisini koyduğu yer ile diğer öğretmenlerin onu koyduğu yer arasında bir paralellik yok.” Marx yıllar önce söylemişti, bir kişinin, bir partinin kendisi için ne söylediğine ne düşündüğüne değil, ne yaptığına bakmak gerek. “Devrimci öğretmen”ler için de geçerli bu… Onların kendilerine ilişkin ne düşündüklerinin, ne söylediklerinin, dahası kendilerine atfettikleri sıfatların, toplumsal gerçeklik karşısında, çoktan hükmü tatil eylenmiştir. Kavranması gereken temel sorunlardan birisi budur.

Keza Uysal’ın yukarıdaki sözlerinin peşi sıra yazdıkları da öncekiler kadar önemli: Aslında yaşama biçimleri farklı olmasa da devrimci öğretmenlerle diğerleri arasında bir mesafe oluşuyor. Devrimci öğretmenler diğerleri ile ya bir mesafe oluşturuyor ya da okulun geliştirdiği bir alt kültürün içinde savrulup, farklı duruşlarını sergileyemiyorlar. Bu bir dayanışma kültürünün üretilmesini engelliyor. Topyekûn direnme olanaklarını yok ediyor.

Uysal’ın tespitleri gerçeklikte yaşananın ifadesi. Devrimci öğretmenin bu olmaması gerek. Ancak günümüzdeki ‘devrimci öğretmen’ gerçekliği bu. Elbette bunun anlayış düzeyinde siyasal-ideolojik ve daha da önemlisi örgütsel nedenleri var. Ancak asıl sorun ise, aslında ‘devrimci öğretmen’in okuldaki ve sınıftaki duruşunda diğerlerinden farklılığının kalmamasıdır. Lafzi düzeydeki farklılıklarının ise öğretmenler odasına sıkışıp kalması, orada da açıktan ya da gizliden sürdürülen bir gerilim nedeni olmasıdır. Bunlarla bağlantılı bir diğer sonuç ise mücadelenin okulda değil dışarıdaki gösterilere endekslenmesidir. Neredeyse her eylemde ‘devrimci öğretmen’ okulu terk etmeyi seçmekte, diğerlerini en azından kendisiyle vicdani bir hesaplaşmaya zorlamamakta, dahası öğrencileri nezdinde sorgulanır kılmamaktadır. Mücadelenin ve dayanışmanın öncelikli alanının okul olduğu hakikatini unutmakta ya da bir yana bırakmayı seçmektedir. Elbette okul dışı kolay bir seçimdir. Ki asıl değiştirilmesi gereken örgütlenme ve mücadele anlayışlarından birisi budur.

2-    Uysal’ın değindiği ve öneride bulunduğu nokralardan biri de müfredatın belirleyiciliği ve kılavuz kitapların yön göstericiliği. Bu konuda her şeye “rağmen sınıf içi demokratik mekanizmaların üretilmesinin mümkün olduğunu düşünüyorum” diyen Uysal, “Eşit söz hakkı vermenin dışında sınıf içi katılım mekanizmaları üretilebilir. (..) Hiçbir türlü ayrımcılığın olmadığı, ötekilerin oluşturulmadığı bir ortam yarat”manın olanaklı olduğunu dile getiriyor. Siyasal-ideolojik, hiyerarşik, vb. düzeyde düzene muhalif olduğu varsayılan herkesin bunlara itirazının olmaması, hatta bunları yapıyor olması gerek Ancak Uysal’ın bu maddenin sonunda söyledikleri bir başka gerçekliğe işaret ediyor: Devrimci öğretmenlerin bu konuda yeterli duyarlılığı gösterdiğini söylemek olanaklı görünmüyor.

Bu elbette beklenmedik bir durum değil. Yukarıdan beri yazılanlar aslında buna, yani Uysal’ın da belirttiği duruma işaret ediyor. Yalnızca bu da değil, çok daha fazlası var yazılıp konuşulması, sorgulanıp eleştirilmesi, hatta yeniden değerlendirilmesi gereken. Ancak öncelikle şunu bilmeli ya da kabul etmeliyiz: İşin öznesi olduğu düşünülenlerin özneliğinin laf-ı güzâflıktan öte bir hükmü yoktur.

3-    Uysal’ın değindiği noktalardan bir diğeri, hem eğitim hem de sendikal mücadele ve örgütlenme alanında örgütsel ve bireysel düzeyde kararlılığın, inandırıcılığın ve etik tutarlılığın test edileceği bir soruna ilişkin. Uysal, ne denli yumuşatarak söylemiş olursa olsun, aslında bu sorun, bu noktadaki çelişki ve tutarsızlıklar genelde öğretmenin, özelde ise kendisine “devrimcilik”, “sosyalistlik”, vb. sıfatlar atfeden ve aynı zamanda MEB’te çalışan öğretmenlerin suratına vurulmalı. Çünkü dershaneler ve özel dersler bağlamında kurulan ilişkiler, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzenine ve onun her şeyi metalaştırma anlayışının tezahürü altındaki eğitim sistemine karşı mücadele ettiğini söyleyenlerin yalnızca bireysel çelişki ve tutarsızlığı olarak görülmemekte, mücadelenin geneline teşmil edilmektedir.

Uysal, işin bu boyutuna değinmeksizin, olabildiğince esnek bir biçimde, “En azından öğretmenler (ki buradaki kasıt sözü edilen “Devrimci Öğretmen”dir) bu tür çalışmalarını okuldaki çalışmalarına göre ikincilleştirebilirler.” demekte ve bunu makul görmektedir. Ancak sonuç bu esnekliğe bile uygun değildir. Çünkü Uysal da “Gözlemler genelde tersi olduğunu gösteriyor.” demektedir.

Değindiğim bu üç nokta değil yalnızca, Uysal’ın olanla olması gereken, yapılanla yapılmaması gereken ayrımında “Devrimci Öğretmen”in hanesinde ne yazık ki hem negatifler yer almıştır. Bu bir rastlantı ya da kasıtlı bir yaklaşımdan kaynaklanmamaktadır. Aksine bunun temel nedenlerinden biri, bugün ‘devrimci öğretmen’ sıfatını kendisine atfedenlerin düşünce, söylem ve davranışlarını koşullayan siyasal, ideolojik, örgütsel düzeydeki kabulleridir. Söz konusu düşünce, söylem ve davranışlarda açık ya da örtük bir biçimde dışa vuran ise, söylemlerin aksine, mücadele ve örgütlenmede kararsızlık, güvensizlik ve daha da ötesi, etik tutarlılık ve inandırıcılıktan yoksunluktur.

Kısa Bir Sonuç

Uysal’ın yazısına konu olanlar anlamında “devrimci öğretmen” çoktur. Okulda da sendika da onlar vardır. Ancak ortalıkta var olan ise bir “devrimci öğretmen heyulası”dır. Öncekiler bu heyulanın varlığına istinaden arz-ı endam eylemektedir. Ne var ki hiçbir heyulanın gerçekliği değiştirebildiği de görülmemiştir. Bundan dolayı heyulalarla varlık kazanan ya da kazandığını sanan değil, gerçekliği değiştirmeye kadir olabilecek, bunun için kararlı, inandırıcı ve etik tutarlılığa sahip bir biçimde örgütlenip mücadele edecek çağın devrimci öğretmenine ihtiyaç vardır. Ve o bugünün tutarsızlıklar içinde debelenip duran sözüm ona “devrimci öğretmen”i değildir.

“Çağın devrimci öğretmeni kimdir? Çağın devrimci öğretmeni olmak nedir? Çağın devrimci öğretmeninin, devrimci öğretmenden farkı nedir?” mi dediniz? Bunların yanıtları da bir başka yazıda


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Prof. Dr. Meral Uysal, Eleştirel Pedagoji Dergisi, Sy. 19. Sf. 16.
2 Prof. Dr. Meral Uysal, Eleştirel Pedagoji Dergisi, Sy. 19. Sf. 18.

19 Haziran 2012

"İnsanlık Suçu" ve İlinek İnsan


“İnsanlık Suçu” ve İlinek İnsan

Atalay GİRGİN*

“İnsanlık suçu” kavramının, uluslararası sözleşmelerde ve hukuk metinlerinde yer alışının tarihi yakın zamanlara dayanır. Tıpkı soykırım kavramı gibi… Tıpkı pogrom kavramı gibi… İlk kez İngiltere’de ve 19. yüzyıl ortalarında “İnsanlığa karşı suçlar” kavramının kullanıldığı1 aktarılır. Ancak kavram, 2. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) gündemine gelmiştir.

Hem “insanlığa karşı suçlar” hem de “insanlık suçu” kavramı yeni olsa da insanlığa karşı işlenen “insanlık suçları”nın tarihi, insanlık kadar eskidir. Çünkü “insanlık suçu”nun yegâne faili ve mağduru hem ahlaki hem de hukuki açıdan yalnızca insandır, insanlardır. İster tarihsel olsun isterse güncel, her daim belli bir zamanda ve mekânda var olan ve “şu” diye gösterilebilen insan ya da insanlar.

Bu kavramların genel kullanımını dikkate aldığımızda, üzerinde yaşadığımız geniş coğrafyada da uzak geçmişten günümüze dek, birçok farklı saikle, tarih boyunca defalarca “insanlık suçu” işlenmiştir. Örneğin; Sivas katliamından Maraş katliamına, Ermeni tehciri ve kırımından Osmanlı’nın Karaman Devleti halkına yaptıklarına, Trakya Olayları ve 6/7 Eylül Olaylarından Dersim’e, Kerbela’dan Abbasilerin Emevileri bir gecede katledişine,  vb. olaylara dek.  “İnsanlık suçu” kavramının yeni oluşu, tarihte gerçekleşmiş olan bu ve benzeri eylemlerin “insanlığa karşı suç” ya da “insanlık suçu” olarak nitelenmesinin ve değerlendirilmesinin önünde bir engel değildir.

Her “insanlık suçu”, soykırım ya da pogrom değildir. Ancak; “bir insan topluluğunu ulusal, dinsel”2, siyasal, ideolojik, kültürel, ekonomik, vb. nedenlerle yok etmenin ifadesi olan her soykırım, her pogrom; dahası, her türlü köleleştirme, her sürgün, her siyasi veya diğer nedenlerle kovuşturma vb. bir insanlık suçudur. Bu kaplam ve içlem ilişkisinde “insanlık suçu” kavramı diğerlerini de içermektedir.

Peki; yukarıdaki tanımlamaya rağmen, bunlar herkes için her yerde, her zaman ve her koşulda bir insanlık suçu mudur? Bir suç eylemine “insanlık suçu” vasfı kazandıran ya da o eylemin, “insanlık suçu” olarak sınıflandırılmasına, nitelenmesine neden olan temel nitelik ya da unsurlar nelerdir? Bir insanı ya da insan grubunu “insanlık suçu” işlemeye sevk eden nedir? Onu “insanlık suçu”nun aktif ya da pasif faili olmaya iten nedir? Sorun, ulusal ya da uluslararası boyutta salt hukuksal olarak değerlendirilip bir yana konulabilir mi?

İnsanlık Suçu Salt Hukuka İndirgenemez  

“İnsanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar”, salt hukuka indirgenemez. Çünkü daha kavramsal tanımlama boyutunda sorun hukuki olanı aşmaktadır. Belki de şöyle söylemek gerek: Hukukun neliği ve gerçekliğini dikkate aldığımızda, kaçınılmaz olarak onu da içerecek tarzda aslına rücu eylemektedir. Çünkü neyin ve nelerin “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” sayılacağı, tek tek insanlar olarak yasa yapıcıların ya da kavramı tanımlayanların kabullerine göre değişmektedir. Bu da kavramı daha baştan eleştiriye, sorgulama ve tartışmaya açık kılmaktadır.

Bu noktada, birileri “Eğri oturup doğru konuşalım” dese de biz, doğru oturup doğru söyleyerek işe başlayalım: “İnsanlık” kavramı, tüm kavramlar gibi soyuttur. “İnsanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar” kavramı, genelliği ve soyutluğu temelinde bireysel ve grupsal düzeyde insanın, insanların, hangi saiklerle olursa olsun, maruz kaldığı her türden şiddeti, tecavüzü, yok etme eylemini, vb. kapsıyor gibi bir algı yaratsa da bu bir yanılsamadır. Yine bir soyutlama düzleminde, bir insan ya da insan grubunun varlığını ortadan kaldırmaya yönelik her türden saldırının tüm insanlığı kapsadığını, tüm insanlığa yöneldiğini sanmak da… Bu bir çelişki olarak algılansa ve değerlendirilse de gerçekliğe ve eylemi yapanların siyasi, ideolojik, felsefi, dini, etnik vb. kabullerine bakıldığında bir hakikattir. Bir başka deyişle, işimize gelse de gelmese de gerçekliğin ifadesi…

Her iki kavram da hukuk metinlerinden çıkıp yazınsal ve gündelik dile ne denli yerleşmiş ve kabul görmüş olursa olsun neliği ve gerçekliği temelinde kişiden kişiye, bir toplumsal, siyasal, dinsel grup ya da güç odağından diğerine değişmektedir. Hukukun biçimselliği ve genelliği bağlamında söylenen bir yana gerçeklik bir yanadır. Bundan dolayı bir kesime göre “insanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar” kapsamında sayılan bir eylem bir başka kesime göre hiç de bu niteliklere haiz değildir. Örneğin; Suriye’de olup bitenleri düşünelim: Bir yanda iktidarı yitirmek istemeyenlerin, diğer yanda da dış destekli silahlı muhalif grupların kendilerine karşıt olanlara karşı giriştiği, tüyler ürpertici eylemler vardır. Bölgeye ilişkin hesapları doğrultusunda Suriye’deki rejimi ve iktidarı değiştirmeyi hedefleyen ve isteklerini iktidardakilere kabul ettiremeyenler için hükümet güçlerinin eylemleri “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kapsamındadır. Ama silahlı muhalif güçlerinki “insanlık suçu” değildir. Mevcut iktidar güçlerini destekleyenlere göre de tersi geçerlidir.

Bir başka açıdan da, genelde yaşanan ve yaşanmış olan gerçeklik ne olursa olsun ve ona ilişkin farklı gruplar ne söylerse söylesin, eğer söyledikleri egemenlerin kabulleri ve söyledikleriyle çakışmıyorsa, olup bitenler “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kapsamına girmez. Örneğin; savaş… Yerine göre, binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanın katline sebep olan savaşlar, neden, “insanlık suçu” kapsamında değerlendirilmez ve o savaşların karar vericileri ve uygulayıcıları “insanlık karşıtı suçlar”dan yargılanmaz? Ki savaş, yalnızca, uçakların, tankların ölüm kusması, topların, bombaların patlaması, kan ve kurşun sesleri değildir. Aksine açlığın, işsizliğin, yoksulluğun varlığı ve bunun sürdürülmesi de bir savaştır. Bundan beslenmek de… Hadi; salgın hastalıkları, açlığı, kısa bir süre de olsa, bırakın bir yana… Yaşama hakkına rağmen, toplumsal eşitsizlik ve yoksulluk koşullarında, bebeklerin, çocukların temiz su bile içemeden ölmesidir.     

Ne var ki en büyük hukuksuzluklardan, en büyük vahşetlerden biri olan savaşın bile sözüm ona hukukunu yapan egemenler, onu hukuksal ve toplumsal düzeyde meşrulaştırmışlardır. Hem de “savaş suçları” diye bir kategori oluşturarak…  Elbette bu meşrulaştırma yalnızca günümüzün sorunu değildir. Tarihsel bir gerçekliktir. Dün dinsel saikler ve söylemler bu meşruluğun dayanağı ve güdüleyicisiyken, günümüzde hukuk, uluslararası hukuk en önemli araç olmaktadır. Hukukun ve yasaların genelliği ve biçimselliği kimseyi yanıltmasın. Çünkü o ulusal ve uluslararası düzeyde, genelliği ve biçimselliğinin aksine her daim egemenin egemenliğini koruyup sürdürmesinin en önemli meşruluk araçlarından biridir. Yeri ve zamanı geldiğinde onu yapanlar, kendi yaptıklarını kendileri çiğnemekten hiç de geri durmazlar. Çünkü yenilmedikleri sürece bu yaptıklarından dolayı onları yargılayacak birileri yoktur. Hatta bazı durumlarda yenildiklerinde bile…

“İnsanlık”, “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kavramları da nelik ve gerçeklik düzeyinde, egemenlerin bu genel tutumundan nasibini almaktadır. Uluslararası düzlemden yerele inildikçe, kavramların kapsamlarına ilişkin belirlemelerde siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabuller öne çıkmaktadır. Örneğin; bir insanlık suçu sayılan soykırım, hem uluslararası sözleşmelerde hem de TCK’da “ulusal (milli), etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek kastıyla işlenen fiillerden meydana gelmektedir.”3 Doç. Dr. Faruk Turhan’a göre, “Bu sayım sınırlıdır.” Çünkü “sosyal, siyasi, ekonomik veya benzer gruplar soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil edilmemiştir.” (aynı yer). Keza “dinsiz gruplar” da “soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil değildir.” Neden? Dinsizlerin ya da egemenler ve toplum çoğunluğunca kabul görmeyen siyasi grupların soykırıma uğratılmak da dâhil, katli vacip midir? Bu gruplar “insanlık” kavramının kapsamına girmemekte midir? Bu grupların mensupları insan değil midir?

İşte söz konusu kavramlara ilişkin ortaya çıkan sorunlardan biri de budur: İnsan nedir? İnsanlık nedir? Hukuki anlamda tanımlama ne olursa olsun, insan da insanlık da içerisinde yaşanan koşullara, bu koşulların değişimine ve buradan hareketle de toplumsal grupların ve bireylerin, siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabullerine göre değişmektedir. Bu bağlamda bireylerin ve grupların karşılarındaki kişilere yönelik değerlendirme, yaklaşım ve eylemleri de bir anda farklılaşabilmektedir. Genelde hâlâ insan olarak değerlendirseler bile, değişen koşullar ve kabuller temelinde, birilerince atfedilen ya da kendilerinin atfettikleri nitelikler belirleyici olmakta ve bunun doğrultusunda, kendileri gibi olmayanların, yerine ve duruma göre her türlü muameleye maruz bırakılmalarında herhangi bir sakınca görmemektedirler. Dahası bunu meşru bir hak olarak değerlendirebilmektedirler. Eğer tüm insanlar için bunun aksi geçerli olsaydı, Sivas’ta insanlar nasıl yakılabilirdi? Ruanda’da yüzbinlerce insan üç-dört ay içinde nasıl katledilebilirdi? Kahramanmaraş’ta inançlarından ve siyasi düşüncelerinden dolayı insanlar nasıl öldürülebilirdi? Ama yakıldılar, öldürüldüler, katledildiler. Peki; neden? Peki; kimler tarafından?

Ötekileştirme ve Tehdit Algısı

“İnsanlık suçu” ve “insanlığa karşı suçlar” kavramları ne denli problemli ve yerine göre ne denli muğlak olsa da, bunların kapsamındaki fiillere maruz kalan, maruz bırakılan bireyler ya da topluluklar öncelikle ötekileştirilenlerdir. Elbette yalnızca ötekileştirilmemekte, aynı zamanda, ötekileştirenlerce kendi varlıklarına yönelik tehdit olarak algılanmaktadırlar. Öyle bir tehdit algılaması ki, ötekileştirileni ortadan kaldırmayı, yerinden yurdundan etmeyi, vacip, mubah ve meşru gösterecek denli yaşamsal öneme sahip. Böylesi güçlü bir algılamanın temelindeki kabullerin de en az eylemin kendisi kadar yaşamsal olması gerek.

Ötekileştirmenin ve ötekileştirilmenin nesnel ve öznel etmenleri dikkate alındığında, sorunun, onu kavramlaştırmak kadar basit olmadığını fark etmek mümkün... Çünkü felsefi ve teorik boyutta, düşünsel olarak, öteki, ötekileştirme ve ötekileştirilme üzerine önermeler kurmak, bunları temellendirmek fazlaca bir sorun yaratmaz. Ancak yaşanan gerçeklik söz konusu olduğunda aynı durum geçerli değildir.

Bunun temel nedeni, ötekileştirmenin ya da ötekileştirilmenin dünya-evrensel anlamda var olan, ekonomik-sosyal-siyasal varlık koşullarıdır. Yaşanan toplumsal eşitsizliğin de nedeni olan bu koşulları görüp algılayamayan ve dolayısıyla bunları değiştirip dönüştürmeye yönelemeyen tek tek bireyler ya da gruplar ise var olan durumun sorumlusu olarak kendisi gibi olmayanları ya da kendisine ‘düşman’ olarak, öteki olarak işaret edilenleri görmektedir. Bu algı bireylerde belirginleşip toplumsal gruplar nezdinde genelleştirildikçe her şey kuvveden fiile dönüşmeye hazır demektir.

Böylesi dönemlerde bir yanda ‘biz’ vardır, diğer yanda da ‘öteki’ ya da ‘ötekiler’. ‘Öteki’ ise bazen ‘biz’le aynı dinden olmayandır; bazen aynı dinden olsa da aynı mezhepten olmayan… Bazen ‘biz’le aynı dili konuşmayandır, bazen derisinin rengi ‘biz’den farklı olan… Bazen ayrı etnik kökene sahip olandır, bazen ‘biz’den farklı giyinen, düşünen, söyleyen, eyleyen… Bazen aynı etnik kökenden, aynı ulustan olsa da farklı düşünen, farklı inanca sahip olandır. Bazen de yalnızca gözünün üstündeki kaşı eğri olan... Abarttığımı düşünüyorsunuz belki de… Ama bu konuda yargınızı vermeden önce, Ruanda’da yaşananları aktaran iki filmi izlemenizi öneririm. Biri Hotel Ruanda, diğeri ise Kara Nisan… Hatta, “Kelebekler Zamanı”nı da…

Yanılsama, bireylerin ve toplumsal grupların bilinçlerinden taşıp eylemlerine yön veren maddi bir güce dönüştüğünde, gerçekliğe ve hakikate galebe çalmaya başlar. Ve sözüm ona mutlu son, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanan, kuyunun dibindeki kurbağaların, düne kadar birlikte yaşadıkları ama kendilerinden farklı olanları, her türlü şiddeti kullanarak temizlemesi, sindirmesi, yerinden, yurdundan etmesiyle gerçekleşir. Zincirlerinden boşanmış ve kutsanmış bir şiddet, cinnet ve vahşetle… Ötekileştirilmiş olanların yakılmış, öldürülmüş, katledilmiş cansız bedenleri, tecavüz edilmiş kadınları, yıkımları, sürgünleri, yersiz yurtsuz bırakılışlarıyla kazanıldığı sanılan kutsal bir zafer ve uzaklaştırılan tehdit algısı…

Oysa toplumsal eşitsizliğin varlık koşulları ortadan kaldırılmadığı sürece, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, ideolojik, vb. boyutlarıyla öteki hiç bitmez. Tehdit algısı hiç ortadan kalkmaz. Dahası ötekileştirilene ve tehdit algısına ilişkin yanılsamaları besleyip güçlendiren, bu yanılsamayı kutsalın kundağına beleyip büyüten her türden milliyetçilikler, her türden dinsel temelli siyasal ideolojiler ve dahi dinler gibi… Bu koşullar altında bir kısır döngünün sarmalında savrulur durur insan… Bir gün fiilin failiyken bir başka gün benzer bir fiilin failinin kurbanı… İlinek insanın makûs talihidir bu… Çünkü ilinek insanın sığınağı dinlerdir, dinsel temelli siyasal ideolojiler ve milliyetçiliklerdir. Bunların silahı ve gücüyse ilinek insan… Birbirlerini üretip duran yanılsamalarla hayat bulup yanılsamalarla kötürümleşen insanlar ve ideolojiler… Ne hazin… Biri her şeyi kendi rengine boyamaya çalışıyor, birileri de tek bir renkle gökkuşağı çizebileceğine inanıyor hâlâ…     

“İnsanlık Suçu”nun Faili Devlet Değildir

İlinek insan, kendi değerini kendinden başlatmayan, aksine değerini kendi dışındaki bir varlıkla ilintisi temelinde kuran ve belirleyen insandır. Bu varlık, kimine göre Tanrıdır / Allah’tır ve onunla ilişkisi temelinde dindir. Kimine göre, devlettir, örgüttür. Kimine göre statüdür; kendisine verilmiş bir statü ya da statü sahibi birileriyle ilişkilenme hali. Kimine göre etnik ya da ulusal aidiyet ve onunla özdeşleşme. Kimilerine göre de bunların hepsi ya da bir kısmı.

İlinek insan, aklını bunların önceliği temelinde kullanır. Aklını, bilinçli ya da bilinçsizce bunların ipoteğine verir.  Onun düşünüş, söyleyiş ve eyleyişine yön veren kendi dışındaki varlıklardır.  Ne kendisinin ne de karşısındakinin değerini kendisinden başlatır. Aksine bunları belirleyen, bireyin dışında olan ve onun olumlu ya da olumsuz anlamda değer atfettiği varlıklardır. Bundan dolayı karşısındaki kişiyi değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip bir insan olarak görmez. Tıpkı kendisi gibi…

İlinek insan, aklını hizmetine sunduğu kendi dışındaki varlıkların kararlarını sorgulamaz. Onun için, bu varlıkların, kurumların, kişilerin, emirleri, yasakları, günahları, sevapları sorgu sual gerektirmez. İlinek insan mensubiyet duygu ve düşünceleri içinde kendisi gibi olanlarla, kendisi gibi olmayanlara karşı akıntıya kapılıp gitmeye hazırdır. Yeter ki çekip çevirmeye hazır çoban olsun. Sürü bilincini içselleştirmiş tipik bir kişidir ilinek insan. O; Sivas’ta kendisi gibi olmayanları ateşe verip yakan Müslümandır. O; 6/7 Eylül’de Demokrat Parti ve şürekâsının tezgâhına kendini kaptırıp başta Rumlar olmak üzere, azınlıklara ait her şeyi talan eden, yakan yıkan, hatta kadınlarına tecavüz eden, Müslüman ve Türk’tür. O; Kahramanmaraş’ta Alevileri ve solcuları katleden, ülkücü, milliyetçi, faşist, Müslüman’dır. O; tarihte Türkçe’yi ilk devlet dili ilan eden Karaman Devleti’ni ve halkını katleden, kadınlarına tecavüz eden, Osmanlı’nın medar-ı iftiharı, muzaffer askeri, Müslüman-Osmanlı’dır. Velhasıl o, tarihin her döneminde, ötekileştirilenlerin “ak mintanlarına kılıcının kanını silen”, bilinçli ya da bilinçsizce efendileri için öldürürken kahraman, ölürken şehit olacağına inanandır.     

Tüm katliamlarda, savaşlarda insan vardır, öncelikle de ilinek insan. Ama buna rağmen, tüm katliamların, tüm soykırımların, tüm işkencelerin, tüm “insanlık suç”larının ve “insanlığa karşı suçlar”ın sorumlusu olarak ilan edilenler ise devletler ve günah keçisine dönüştürülen örgütlerdir. Oysa devletler de örgütler de suç işlemez. Ne hukuki, ne etik, ne de ahlaki anlamda. Çünkü devletlerin de örgütlerin de ahlakı yoktur. Bunların hiçbiri ahlaki eylemde bulunmaz, etik ilişki kurmaz. Bunların hiçbirinin etiği de hukuku da yoktur. Onlara ilişkin var olduğu yanılsamasına neden olan hukuku belirleyen de etik kuralları oluşturan da insanlardır. Ve bunlar doğrultusunda sormadan sorgulamadan eyleyen, “ne yapayım kurallar, yasalar böyle” diyenler ise konumları ve sıfatları ne olursa olsun ilinek insanlardır.

Saiki ne olursa olursun, ahlaki ve hukuki anlamda ilinek insanın rolünü ve etkisini sorgulamayan ya da dışarıda bırakanlar için, başlangıçta “İnsanlık suçu” ya da “İnsanlığa karşı suçlar” kavramı, devletin insanlara yönelik giriştiği insanlık dışı eylemlerine atıf yapılarak belirtilen bir kavram niteliği taşımıştır. Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın ilanına kadar bu kavram, devletlerin kendi azınlıklarına karşı yürüttüğü insanlık dışı faaliyetleri ifade etmek için kullanılmıştır.”4

Burada temel kabul, eylem yapanın devlet olduğudur. Devlet’in, akıl sahibi bir varlık olarak düşünen, söyleyen, eyleyen, planlayıp buyuran, sevk ve idare eden, vb. bir özne olduğu yaklaşımı ve anlayışı belirleyicidir. Oysa devlet, kendisine atfedilen değer ve nitelikler ne olursa olsun, bir özne değil, aksine yalnızca uzlaşımsal kurumlardan biridir. İnsana dışsal olan tüm toplumsal kurumlar gibi, ahlaki, hukuki eylemlerden, etik ilişkiden aridir. Eylemden ari, yani eylemeyen, söylemeyen kurumların, bir başka deyişle öznelik vasfı olmayanın, herhangi bir sorumluluğu da yoktur. Dolayısıyla, tarihin hiçbir döneminde, yapılan eylemlere ilişkin, devlet ya da örgüt kararından söz edilemez. Alınan her kararın ve o kararlara istinaden yapılan ya da yapılmayan her eylemin ahlaki ve hukuki anlamda yegâne sorumluluğu, “şu” diye gösterilen insana aittir. Bilinçli ya da bilinçsizce kendi dışındaki kurum ya da varlıklara atfettiği değer ya da değerlerle kendini onunla özdeşleştiren, onun ilineğine dönüştüren insana…

 Devletle ilişkilenişleri ya da bir eylem karşısında devlete ilişkin pozisyonları ne denli farklı ve karşıt olursa olsun, bazı insanların “Devlet için yaptım.” deyişleriyle, bazılarının da “Sorumlu devlettir. Devlet hesabını versin! Devlet hesap sorsun!” deyişleri arasında ilinekleşme açısından bir fark yoktur. Saikleri ve kaygıları, hareket noktaları ve beklentileri ne olursa olsun, her iki yaklaşım da insanın kendini, kendi dışında var olan ve olumlu ya da olumsuz anlamda yücelttiği bir varlık karşısında ilinekleştirmesinin ifadesidir. Tıpkı herhangi bir eylemin cezalandırılmasında işin Allah’a / Tanrı’ya havale edilmesinde olduğu gibi… Tıpkı karar yanlış bile olsa “Şeriatın kestiği parmak acımaz” yaklaşımında olduğu gibi… Bu yaklaşım ve anlayış, bir yanıyla olaylar ve durumlar karşısında kişinin kendini paranteze alarak, değerleri yeniden değerlendirmesine engel olurken; diğer yandan da hem kendini hem de doğrudan ya da dolaylı ilişkide bulunduğu kişiyi değeri ve değerleriyle bütünsel bir varlık olarak kavramasına engel olmaktadır. Bu da kaçınılmazdır. Çünkü farkında olsun ya da olmasın, kendini paranteze alan her kişi, aslında insanı paranteze almaktadır.

“İnsanlık suçu”nu yeniden tanımlamak

“İnsanlık suçu”nu, “insanlığa karşı suçlar”ı,  hiçbir boyutta insanı paranteze almadan, ahlaki ve hukuki sorumluluğu bağlamında yeniden tanımlamak gerek. Buradaki hareket noktası da, değeri ve değerleriyle insan ve insan hakları olmalı.  

Elbette, toplumsal eşitsizliğin, insanın insanı sömürüsünün ve tahakkümün, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel vb. düzeylerde yeniden yeniden üretildiği koşullar altında, sınıf sıfatsız bir demokrasi ve sınıf sıfatsız bir insan haklarından söz etmek, nelik ve gerçeklik ilişkisi söz konusu olduğunda, bir yanılsamadır. Ne var ki teorik ve biçimsel olan, genelliği kapsamında bu ayrımı örter, bunun bilince çıkmasının, çıkarılmasının önünde ideolojik bir perde oluşturur. Ancak, genelliğine rağmen felsefeyi, “teorideki sınıf savaşı” olarak niteleyen Althusser’in sözünü unutmadan ve yanılmayı ve eleştirel bir tartışmayı göze alarak, nelik ve gerçeklik ilişkisini de göz ardı etmeden yeni bir tanımlama yapmak, yeni bir tanımlama girişiminde bulunmak mümkün.

Buradan hareketle; resmi görevli veya sivil kişi ve toplulukların, resmi otoritenin ya da gayri resmi grupların yönlendirmesiyle, saikleri ne olursa olsun, kasıtlı ve sistematik olarak, bir bireyin ya da insan topluluğunun, sosyal, siyasal, ekonomik, vb. temel insan haklarını ortadan kaldırmaya, bunların kullanılmasını engellemeye, onların yaşamsal varlığını yok etmeye yönelen, kişi bütünlüklerine zarar veren her türlü eylemi bir insanlık suçudur. Dolayısıyla, “insanlığa karşı suçlar”ın dayanağı ve referans kaynağı da insan haklarıdır. Suçun faili ve yegâne sorumlusu da kasıtlı ve sistematik eylemin, öncesinde ve sonrasında doğrudan ve dolaylı olarak parçası olan insandır, insanlardır.  

“İnsanlık suçu”nun, insan hakları, değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip insan temelinde belirlenmesi, işsiz bırakmaktan herhangi bir sosyal güvenceden yoksun ve sigortasız çalıştırmaya, anadilinde eğitim öğrenim hakkına engel olmaktan soykırım, tehcir, işkence, tecavüz, vb. eylemlere dek her şeyi kapsamına alır. Elbette bu geniş bir çerçeve ve kapsam olarak değerlendirilebilir. Ve elbette bu egemenlerin masa başındaki temsilcilerince kabul görmeyebilir. Çünkü suç tanımının yapıldığı yerde ceza da vardır.

Ceza söz konusu olduğunda, kasıt ve sistematiklik temelinde suçun insanlık ya da “insanlığa karşı” olma vasfı dikkate alındığında, bir eylem silsile yoluyla eylemin doğrudan ve dolaylı faillerini de sorumluluk altına sokar. Bu durumda ceza, yalnızca yakalanan ya da günah keçisi ilan edilen failler için değil; aksine, istihbaratı eksik yapandan, bilgi ve belgeleri, delilleri eksik toplayan, karartan gizleyen, yok eden; elindeki bilgileri doğru değerlendirmeyen savcı ve yargıca, faili saklayandan kasıtlı olarak onu yakalamayana, kararı alandan onu uygulayana, vb. dek süreçle ilintili herkes için geçerli ve kapsayıcı olur. Ki bu durumda, hiç kimsenin “Emir böyleydi. Ben emri uyguladım!” ya da “Ben kuralı uyguladım. Yasada ne yazıyorsa onu yaptım.” diyerek işin içinden sıyrılması, sorumluluktan ve dolayısıyla cezadan kurtulması söz konusu değildir. Keza, onlarca insanın öldürülmesinden, katledilmesinden sonra, kamera karşısına geçip, “Yanlış istihbarat! Bir hata olmuş. Ölenlerin ailelerine tazminat ödenecektir!” diyerek bir insanlık suçunun bedelini tüm toplumun üzerine yıkması da söz konusu olamaz. Çünkü böylesi bir açıklama ve girişim, en hafifinden hem öldürme kararını verenleri, hem de sorgusuz sualsiz kararı uygulayanları koruyup kollamak ve onlarla suç ortaklığı yapmaktır. Dahası, bir insanlık suçunun doğrudan ya da dolaylı, aktif ya da pasif faili oluşun itirafıdır.

Ne var ki, değerleri yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan; kendini bile değeri ve değerleriyle bütünsel olarak değerlendirmekten yoksun olan ilinek insan, statüsü ne olursa olsun, bunun üzerine gitmez, gidemez. Çünkü o “insanlık suçu”nun da yukarıdaki yeniden tanımlama bağlamındaki içerik belirlenmesini de kabul etmez, edemez.

Oysa bir insanlık suçu karşısında, sorumluları korumaya, olayı kapatmaya, geçiştirmeye yönelik açıklamalar yapan bir yetkili, nasıl ki bu işin doğrudan ya da dolaylı failiyse, bu açıklamaları yapana yönelik dava açmayan, onu yargılamaya yönelmeyen savcı ve yargıçlar da eylemin ilintili failine dönüşür. Hukukun öncelikle usul olduğu ileri sürülerek, hukukun biçimselliğinin ardına sığınarak buna karşı çıkmak mümkün olsa da bu ne gerçekliği değiştirir ne de insanı sorumluluktan kurtarır. Aksine yalnızca hakikatin üstüne bir parça daha toprak savurup yanılsamaları güçlendirmeye yarar. İdeolojik körlüğü arttırır. İdeolojik körlerin sayısının arttığı yerde de, gözlerini kendi gözleri kılabilenlerin sayısı azalır.   

Sonuç olarak; ilinek insanı üreten toplumsal yapı ve anlayışlar var olduğu ve onu üreten toplumsal koşullar ortadan kaldırılmadığı sürece, şu ya da bu ölçüde “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” yok olmayacaktır. Keza, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel, vb. boyutlarıyla insanın insanı sömürüsüne ve tahakkümüne dayanan ve bunları yeniden yeniden üreten koşullar dünya-evrensel düzeyde varlığını koruduğu sürece de…

Bundan dolayıdır ki, “İnsanlık suçu”nu “İnsanlığa karşı suçlar”ı top yekûn “asar-ı atika müzesi”ne göndermenin yolu, hem ilinek insandan hem de onu üreten koşullardan kurtulmaktan ve her ikisine karşı da sistemli bir örgütlenme ve mücadeleden geçmektedir. Ve bu mücadele ve örgütlenme de söylendiği kadar basit ve kolay değildir. Aksine kararlılık ve sabırla, düşünce, söylem ve davranış düzeyinde etik bir tutarlılıkla sürdürülen meşakkatli, özverili bir mücadeleyi gerektirmektedir.  Ancak, dünyayı değiştirip dönüştürmek, yeni bir dünya yaratmak isteyenlerin de başka seçeneği yoktur. Elbette, egemene teslim olup, değerleri yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan ilinek insanlar güruhunun safına geçmeyi seçmeyenler için… Elbette, gökkuşağı çizmeyi, gökyüzünü tek bir renge boyamaya indirgemeyenler, kendilerini bu yanılsamaya kaptırmayanlar için… Elbette, aklını ve bilincini birilerinin ipoteğine vermeyi, ideolojik körlüğü seçmeyen ve hâlâ gözlerini kendi gözleri kılmaktan vazgeçmeyenler için…         

                                                                                      17 Haziran 2012







* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 http://sorular.rightsagenda.org/soru-cevap/?g=7, İnsan Hakları Gündemi Derneği. İlgili paragrafın tamamı: "İnsanlığa Karşı Suçlar" kavramı 19. yüzyılın ortasında ortaya çıkmıştır. Bu tür suçların ilk örnekleri Birinci Dünya Savaşının sonunda görülmesine rağmen, 1945'deki Nürnberg Mahkemesi Şartı'na kadar uluslararası bir belgede toplanmadılar. Nürnberg Şartı'nda tanımlandığı haliyle İnsanlığa Karşı Suçlar, takip eden yıllarda BM Genel Kurulu tarafından uluslararası hukukun bir parçası olarak tanındı ve Eski Yugoslavya ve Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemeleri Statüleri de dahil olmak üzere, daha sonraki pek çok uluslararası belgede kapsamı belirlendi. Ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran Roma Statüsü, 17 Temmuz 1998'de kabul edildiğinde İnsanlığa Karşı Suçlar ilk kez uluslararası bir antlaşmada tanımlanmış oldular. 
Statü, insanlığa karşı suçları, sıradan suçlardan sahip olduğu yargılama yetkisinden dolayı üç biçimde ayırır:
Birincisi, insanlığa karşı suçlar başlığı altında işlenen cinayet gibi suç oluşturan eylemler, "geniş ölçekli ve sistematik bir saldırının parçası olarak işlenmiş" olmak zorundadır. Bununla birlikte, buradaki saldırı kelimesi askeri bir saldırı anlamında algılanmamalıdır. Sınır dışı etmek ve zorla yerinden etmek gibi kanunları ve idari önlemleri de kapsayabilir.
İkincisi, eylemler "sivil bir nüfusa karşı yöneltilmek" zorundadır. İnsanlığa karşı suç düzeyine yükselmeyen tek başına, izole, ayrı ya da rasgele eylemler bu sıfatla kovuşturulamaz. Sivil nüfusun arasında çok az sayıdaki askerin varlığı, onları sivil karakterlerinden mahrum etmek için yeterli değildir.
Üçüncüsü, eylemler "bir Devlet ya da organizasyonla ilgili politikaya" uygun bir şekilde gerçekleştirilmiş olmak zorundadır. Bu yüzden, suçlar bizzat devlet görevlileri ya da onların kontrolündeki kişilerin teşvik ettiği eylemler yoluyla ya da onların ittifakı veya rızasıyla işlenebilir, örneğin ölüm mangaları gibi1.
İnsanlığa karşı suçlar, aynı zamanda hükümetle hiçbir bağlantısı bulunmayan, asi gruplar ya da silahlı muhalif örgütler gibi organizasyonların politikalarına uygun olarak da işlenebilir.
2 Türkçe Sözlük, Soykırım maddesi, sy, 1797, 10. Baskı.
3  Doç. Dr. Faruk Turhan, “Yeni Türk Ceza Kanunu’nda Uluslararası Suçlar” makalesi.
4 Dr.Ezeli Azarkan, Uluslararası Hukukta İnsanlığa Karşı Suçlar, başlıklı makale, sf. 1.