05 Nisan 2012

EĞİTİM REFORMU: NEDEN ve KİMİN İÇİN?

Eğitim Reformu: Neden  ve Kimin İçin?
Fikret Başkaya
Eğitim sistemi her zaman egemen sınıfların ihtiyacına cevap verir. Tarihsel süreç içinde eğitimin işlevleri değişebilir ama değişmeyen şey eğitim sisteminin mutlaka mülk sahibi  egemenlerin ihtiyaçlarına cevap vermesidir. Kapitalizm öncesinin sosyal formasyonlarında eğitimin amacı, egemen ideolojiyi üretmek ve yaymak ve devlet aygıtının yönetici-bürokratik kadrolarını yetiştirmekti. Kapitalizmin egemen üretim tarzı haline geldiği dönemde, yukarıdaki iki işleve bir de sermaye sınıfının ihtiyacı olan “yetişkin” işgücünü yetiştirme işlevi eklendi. Son dönemde, neoliberal kürelileşmeyle birlikte eğitimin hızlı bir tempoyla paralılaşması, metalaşması, şeyleşmesi, bir kamu hizmet alanı olmaktan çıkıp özelleştirilmesiyle, artık eğitim bir kâr alanı ve aracı haline de dönüşmüş bulunuyor. Başka türlü söylersek, eğitim artık her hangi bir mal gibi alınıp-satılan bir metaya dönüşmekte. Değerlenme sıkıntısı çeken sermaye için bir kâr alanı haline gelmekte.
Eğitimin eğitilenler bakımından işleviyse, belirli düzeyin üstünde eğitim görmüş olan diplomalılara “sınıf değiştirme” yolunu açmasıdır. Böylece eğitim, emekçi sınıfların çocuklarının, mütevazı kesimden gelen çocukların egemen sınıf katına, şimdilerde burjuva sınıfına katılmasını sağlıyor. Tabii onları içinden çıktıkları sınıfa yabancılaştırmak kaydıyla... Başka türlü söylersek, onları ezen tarafın unsurlarına dönüştürüyor. [ Elbette eğitilmiş olanlar arasından az da olsa içinden çıktıkları sınıfa ihanet etmeyenler de çıkabiliyor. İyi ki de çıkıyor, aksi halde durum daha da vahim olurdu...] 
Eğitim sisteminin her zaman ve mutlaka hâkim sınıfların ihtiyacına göre şekillendiğinden habersiz olanlar, ekseri sorunu yanlış bir zemin üzerinde “tartışma” eğilimindedirler. Sanki bir şeyler yapılırsa eğitimin daha iyi olacağı yanılsaması söz konusudur. Başka türlü söylersek, daha iyisi yapılabilirken ve yapılamadığı için sistemin kötü olduğu, kötü işlediği, ihtiyaca cevap vermediği düşüncesi geçerlidir... Oysa egemenler ihtiyaçlarına cevap vermeyen sistemi anında değiştirirler. Bu tür yanlış anlayışlar eğitimin toplumun tamamı için tasarlandığı, oluşturulduğu düşüncesinden kaynaklanıyor.
AKP hükümeti tarafından dayatılan son eğitim reformu – 4+4+4- modeliyle ilgili tartışmanın tarafları, yapılmak isteneni kavramaktan uzak oldukları için, asıl kaygının ve amacın pedagojik, entelektüel ve “bilimsel” olduğunu, amacın eğitimi yaygınlaştırmak olduğunu sanıyorlar... Öyle olunca da tartışma “kesintili mi yoksa kesintisiz mi olmalı” biçiminde yürüyor. Dolayısıyla operasyonun ne amaçla ve neden yapıldığı gözden kaçıyor. Yeni modelin başlıca iki amacı var: Birincisi, sermayenin, özellikle de küçük ve orta boy sermayenin ucuz emek ihtiyacını karşılamak, bu amaçla da çocuk emeği sömürüsünü derinleştirmek; ikincisi, eğitimdeki özelleştirme sürecini hızlandırmak. Bir taraftan sermayenin ihtiyacı olan ucuz işgücü meslek okullarında üretilirken, diğer taraftan da eğitimin tüm aşamalarını özelleştirmek. Lâkin kesintili mi, kesintisiz mi? tartışmasının tarafları eğitimin muhtevasını hiç gündeme getirmiyorlar... Dolayısıyla tartışma sorunun esasını angaje etmiyor. Türkiye’de ilkokuldan üniversiteye, eğitim ve okul sistemi oldum olası “düşük yoğunluklu” militer bir yapı arzediyor. Bunlara yarı-askerî kurumlar demek mümkündür. Eğitim sisteminin birinci başat niteliği budur. İkincisi, eğitim baştan sona bağnaz bir resmi ideolojiyi [devlet yalanlarını] genç nesillerin kafasına enjekte etmek üzere kurgulanmıştır. Yarı-militer kurumlar olan okullarda çocukların bilinci resmi ideoloji enjeksiyonuyla daha baştan köreltiliyor. Böyle bir yapıdan özgür bireylerin çıkması mümkün müdür? İşte Türkiye’deki eğitim sisteminin asıl misyonu ve varlık nedeni budur ve sistem tam bir etkinlikle toplumsal bilinci köreltmeyi, toplumu köleleştirmeyi başarıyor. Dolayısıyla egemen sınıflar bakımından eğitim sistemi son derecede başarılıdır. Velhasıl, Türkiye’nin “modern” okul ve eğitim sistemi böyle bir amaca hizmet ediyor.
Fakat eğitilenlerin bilincini köleleştirmek, körleştirmek, köreltmek, genç nesilleri ufuksuzlaştırmak, bilinci köreltilmiş/köleleştirilmiş eğiticileri varsayar... Dolayısıyla eğitim kadrosu da son derece başarılıdır. Tam da gerekeni yapıyorlar, özgür düşüncenin yeşermesini, filizlenmesini daha baştan engellemeyi başarıyorlar. Civcivi yumurtadayken eziyorlar... Yarı-askerî kurumların eğiticileri, öğretmenleri, tek tip bağnaz egemen/resmi ideolojiyi büyük bir başarıyla kafalara sokmayı başarıyorlar. İşte Türkiye’nin kolay yönetilen bir ülke oluşunun, demokratikleşme zaafının gerisindeki başlıca nedenlerden biri budur. Genç nesiller özgür düşüncenin ve özgürlük bilincinin gelişmesini önleyen bir eğitim sürecinden geçiyorlar...
Son eğitim reformu yangından mal kaçırırcasına oldu bittiye getirilse de epey zamandır egemenler katında mayalandırılmaktaydı. 1999 yılında yapılan 16. Milli Eğitim Şûrası’nın temel gündem maddesi ‘Meslekî ve Teknik Eğitim’di. Söz konusu şûrada alınan kararlardan birinde: “ İlköğretimin bütün sınıflarında meslek alanını tanıtıcı etkinliklere yer verilmelidir” deniyordu... 2010 yılında yapılan şûradaysa, ilk yılı okul öncesi eğitim olmak üzere, dörder yıllık üç aşamalı 13 yıllık zorunlu eğitim öneriliyordu. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği [TOBB] başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, 2010 genel kurul açış konuşmasında ne yapılması gerektiğini söylüyordu: Eğitim sistemini piyasanın [sermaye sınıfının densin] ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn etmek... Hisarcıkloğlu şunları söylüyordu: “Eğitim sistemindeki sorunlara çare bulmalıyız. Ülkemizin mesleki eğitim altyapısını komple elden geçirmeliyiz. Kısır tartışmaları bir yana bırakıp, mesleki eğitim sistemimizi piyasanın taleplerine duyarlı hale getirmeliyiz”. Ve iki yıl sonra, 2012 de “kısır tartışmalara da pek yer vermeden” eğitim sistemi talebe “duyarlı hale getiriliyor...

Camiyi okula taşımak: AKP’nin son harikası.

TC baştan itibaren iki temele dayandı: Okul ve Cami. Durum böyleydi ama Laik Türkiye söylemi hiç dillerden düşmedi. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum devletin tam da göbeğine yerleşmişken, Milli Eğitim Bakanlığı içinde “Din Eğitimi Genel Müdürlüğü” diye bir birim varken, vb. bu ne menem laiktir dendiğinde, cevap hazırdır: Bu Türkiye’ye özgü bir laikliktir... Yani alaturka laiklik... Ve başta okullu-diplomalı kesimler olmak üzere insanlar rejimin laik olduğu yalanına inandırıldı. Türkiye’nin laik olduğuna inanların başında da “en eğitimli” kesimler geliyor... Tabii bu da şaşırtıcı değil zira okullu olmak demek resmi ideolojinin rahle-i tedrisatından geçmiş olmak demektir. Ve okulluluk ne kadar uzunsa, resmi ideolojinin “içselleştirilmesi” de o ölçüde büyük oluyor... Dolayısıyla bilinci en çok köreltilmiş kesim en eğitimli kesimdir... Bu kesim Türkiye’nin laik olduğuna o kadar samimiyetle inanır ki, yerli yersiz, Türkiye laiktir laik kalacak... sloganına sarılırlar... Aslında yalanı üretenlerle ona inanalar aynı kesimlerdir demek daha doğrudur. Oysa din-devlet ilişkisi özü itibariyle Osmanlı İmparatorluğunda geçerli olanın miras alınmasıydı. Zaten Osmanlıdaki din-devlet ilişki biçimi de Bizans’tan kopya edilmişti. “Laik Cumhuriyet” uyduruk resmi ideolojisine dayanarak yönetemezdi. İdeolojik temelini güçlendirmek için camiye ihtiyacı vardı ve bu amaçla dini duruma göre manipüle etti ve kullandı. 12 Eylül 1980 sonrasında din, Türk-İslam sentezinin bir gereği olarak zorunlu din dersiyle eğitim sistemine sokulmuştu. İmam Hatip Okullarının  ve Kuran Kurslarının varlığı da, bir bakıma din Müslümanlara bırakılmayacak kadar önemlidir demeye geliyordu. AKP hükümeti güya 28 Şubat’ın rövanşını alıyormuş görüntüsü altında iki şey yapmak istiyor: Birincisi seçmene selam yolluyor; ikincisi, Seçmeli ‘Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin Hayatı” dersleriyle camiyi, yani devlet dinini okula sokuyor... Fakat seçmeli söylemini nüanse etmek gerekir. Bu ikisi herkesin seçmesi mümkün olmayan dersler. Mesela ateistlerin, Hıristiyanların, Musevilerin, vb. bu dersleri seçmeleri mümkün değil. Demek ki sadece bir kesim için seçmeli dersler söz konusu... Seçme işi de tabii öğrencinin değil, öğretmenin ve okul müdürünün işi olmak kaydıyla... Dolayısıyla seçmeli ders söylemi sadece işi kılıfına uydurmak için...

Aslında kanunlar sadece yolu açar. Asıl uygulama yönetmeliklerle, tüzüklerle ve talimatnamelerle gerçekleşir. Bakanlık gerisini getirecektir. Mesela her okulda bir mescit ve abdest alma mekânları, Hz. Muhammed köşesi, vb. zamanla kotarılır... Bir sonraki aşama mesela artan okul ihtiyacını karşılamak için camilerin de “Laik eğitim”e açılması olabilir... Camiyle okul arasındaki ayrım artık iyice silikleştiğine göre...  Aslında tartışmaların bir anlam taşıyabilmesi için yapılacak şey gayet basit: Devlet dinden elini çeksin. Buna var mısınız? Aksi halde ikiyüzlülüğün bir âlemi yok. Eğitim sistemi tartışmalarına katılan “ilmi kendilerinden menkûl zevât,  “birbirinden değerli uzman konuklar” ve “her konunun uzmanlarının” ağzından hiç böyle bir şey duydunuz mu? Peki bu ne demektir? Eğitim sisteminden önce rejimin niteliğini tartışmaya cüret etmek demektir...

Kapitalizm geçerliyken “demokratik eğitim” mümkün değildir.
Demokratik eğitim, her sınıfsal kökenden çocukların eğitim kurumlarından eşit yararlanmaları anlamındadır. Eğitimin demokratikleşmesiyse eğitimin özgürlük ve demokrasi ilkeleri temelinde yürütülmesi demeye gelir. Şimdilerde özelleştirme dalgası pupa yelken yol alırken, artık “demokratik eğitim” diye bir şey retorik olarak bile gündemde değildir. Yoksul kesim çocuklarına burs vermek gibi yöntemlerle eğitim eşitsizliğini gidermek mümkün değildir. Bir küçük köylü çocuğunun veya bir işçi çocuğunun, bir işportacının veya işsiz çocuğunun, eğitim sistemi karşısındaki konumu, bir büyük kapitalist patronun, yüksek yargı üyesinin, baro başkanının, profesörün, müsteşarın, siyasi parti başkanının, ünlü bir şarkıcının veya sinema oyuncusunun, vb. çocuğuna göre son derecede dezavantajlıdır. Elit sınıfın çocukları elit okullarında eğitim görürler ve o kadarı sistemin ihtiyacını az-çok karşılar. Emekçi sınıftan da elit okullarına veya “iyi üniversitelere” tırmananlar olsa da bunlar istisnadır. Zaten şimdilerde eğitimin paralılaşması-özelleştirilmesiyle o dar yol da kapanmaktadır. Osmanlı döneminde “reaya oğlu reaya olur” denirdi. Şimdilerde artık işçi/emekçi oğlu işçi/emekçi olur denecektir ama bir iş bulabilme ihtimali de zorlaşmak kaydıyla... Dolayısıyla artık geçerli slogan: Parası olan/ parayı veren eğitim hizmetini satın alır şeklindedir. Oysa eğitimin bir hak ve kamu tarafından sunulması gereken bir hizmet olması gerekir... Eğitimin bir kâr aracına dönüştürülmesi demek bu hakkın yok sayılması demektir... Neden sevgili “uzmanlarınız” bu sorunu tartışma zahmetine katlanmıyor? Eğer eğitim hizmetleri özelleştiriliyorsa, sağlık hizmetleri özelleştiriliyorsa, belediye hizmetleri özelleştiriliyorsa, velhasıl akla gelen her şey özelleştiriliyorsa, parayla alınır-satılır birer metaya dönüştürülüyorsa, o zaman insanlar neden vergi veriyorlar? Vergiler ne için denmeyecek midir? Bir soru daha: Bu ülkede vergiyi kim veriyor ve/veya ne kadarını kim veriyor? Söz konusu olan vergi mi yoksa haraç mı? İki- üç yüzyıl kadar önce Batı Avrupa’da bir slogan şöyleydi: Temsil yoksa vergi de yok... Bu gün de şöyle bir slogan gerekmiyor mu: Kamu hizmeti/sosyal hizmet yoksa vergi de yok... Elbet bir gün asıl sorunlar da tartışma gündemine gelecektir, mesela mülkiyet sorunu gibi...

02 Nisan 2012

İdeolojik Denklem: 4+4+4=?


İdeolojik Denklem: 4+4+4=?

Atalay GİRGİN*

Yaşamın hangi alanında olursa olsun, ideolojik sorunların teknik taktik çözümleri yoktur. İdeolojik-siyasal bir sorunun çözümü de ideolojik ve siyasal olmak zorundadır. İdeolojik bir soruna teknik-taktik çözüm arayışı, çalınan minareye kılıf aramaktan ya da ona uygun bir kılıf biçip dikme ve bu arada da küçük makyajlarla toplumsal meşruiyeti genişletme, bir başka deyişle yanılsamayı güçlendirme arayışından öte bir değer taşımaz. Tıpkı eğitime ilişkin olup bitenler gibi…

Eğitimde son yaşanan sorun da ideolojik bir sorundur. Kamuoyuna ve basına yansıyan adıyla, ister “4+4+4” densin, isterse “4x3”, bu hakikatin hükmü meridir. Çünkü gündeme getirilen bu politika ve bunun yasalaştırılması girişimi, gençliğin yeni bir ideolojik-siyasal biçimlendirme sürecinin nesnesi kılınması için mevcudu bozmaktır.

“Mevcudu bozmaktır” derken, var olanın siyasal ve ideolojik olmadığını ve mükemmel, olması gereken olduğunu da söylemiyorum. Aksine; yürürlükteki eğitim uygulaması da en az getirilmek istenen kadar siyasal ve ideolojiktir. Çünkü eşyanın tabiatı gereği, eğitimin de siyasal ve ideolojik olmaması düşünülemez. Bunu iddia edenler, kendini akıllı, âlemi aptal yerine koymaya çalışan akl-ı evvellerdir.

Eğitimle uzaktan yakından bir biçimde ilgilenmiş, onun üzerine birazcık düşünüp sorgulamış ve hem felsefi hem de bilimsel anlamda okuyup araştırma yapmış herkes bilir ki, sistematik eğitimin üç temel amacı ve işlevi vardır. Bunlardan birisi siyasal-ideolojik, ikincisi kültürel, diğeri de ekonomiktir. Uzun uzadıya bunların ayrıntısına girip yazıyı uzatmaya gerek yok. Ancak bunların içinde asıl ve başat olanın ne olduğunu belirtmeden geçmenin gereği de… O belirleyici amaç ve işlev de siyasal-ideolojik olandır.

Dünyanın neresinde olursa olsun, eğitim politikalarında değişikliğe giden egemen güç her daim yeni politikayı şu sorulara verdiği yanıtlara dayandırır: Nasıl bir toplum istiyoruz? Nasıl bir insan istiyoruz? Güncel tartışmalarla bağlantılı bir son soruyla bağlayalım: Nasıl bir gençlik istiyoruz?

Hangi mizansen ya da hangi anlatım ve sunum kompozisyonu içerisine yerleştirilmiş, hangi renge boyanmış, hangi ambalajla pazarlanmış olursa olsun, yukarıdaki soruların yanıtları, günümüz dünyasında, her şart altında ideolojiktir. Bir adım daha ileri gidelim: Sözüm ona hangi bilimsel, hangi akademik, hangi pedagojik açıklamalara sığınılmaya çalışılırsa çalışılsın, verilen ve verilecek yanıtların ideolojik olmadığını ileri sürmek, eğer safdillik değilse, düpedüz şarlatanlıktır; düpedüz kamuoyunu yanıltmaya, aldatmaya yöneliktir. En hafif deyimiyle, bunu söyleyen kişi saflar âleminden bir saf değilse, düpedüz yalancıdır.

Milli Eğitim Bakanı Haklı

Milli Eğitim Bakanı Dinçer, yeni uygulamaya dönük tepki ve eleştiriler karşında, “tereddütler ideolojik”tir açıklamasını yaparken yerden göğe kadar haklıdır. Ancak; getirmeye çalıştıkları uygulamanın, ideolojik olmadığını ima ederken, hatta artık eğitimde hiçbir ideolojinin olmadığı ve olmayacağı mesajını verirken de yerden göğe kadar haksızdır. Dahası, gerçekliğe aykırı bir biçimde kamuoyunu yanıltmaktadır. Çünkü ideolojik yaklaşım ve açılımlar karşısında verilen tepkilerin, gösterilen tereddütlerin, yapılan açıklamaların ideolojik olmaması mümkün değildir. Tıpkı kendisinin söylem ve yaklaşımları, önerdiği ve yaptığı eğitimdeki politika ve açılımlar gibi.

Ancak bunların hiçbirinin önemi yok. Çünkü bir toplumda siyasal iktidarı şu ya da bu biçimde ele geçiren, kullanan güçler, sahip oldukları siyasetin ve ideolojinin göreliği özerkliği içinde bazen uluslararası güçlere yaslanarak, onların destekleri ve yönlendiriciliğiyle bazen de kendilerine aşırı güvenlerinden dolayı pervasızlaşırlar. Bu süreçte el atılacak en önemli başat alanlardan biri olarak da eğitimi seçerler. Çünkü gençliği ve toplumun geleceğini biçimlendirmenin en etkili yolu eğitim alanıdır. Şairin “Her ömür kendi gençliğinden vurulur” deyişi gibi, her toplum da kendi gençliğinden teslim alınır.

Komünizmle Mücadele, Amerikan Ford Vakfı ve Eğitimde İlk Operasyon

Ne yazık ki bu durum Türkiye için yeni değildir. Bundan önce de benzerleri yaşanmış ve meyveleri, egemenlerce başarıyla alınmıştır. Örneğin; eğitim alanında, Cumhuriyet dönemi itibariyle, gerçekleştirilen ilk değişikliğin tarihi 1956’dır. İktidarda Demokrat Parti vardır ve Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunda oturan kişi Celal Yardımcı’dır. ABD Kongresi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve 1947 yılında Truman Doktrini çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’yi Komünizm’le mücadelenin “iki kale”sine dönüştürme kararı alır. Bu karar doğrultusunda da yapılacak harcamalara ilişkin kongre kararıyla mali fonlar ayrılır ve kullanıma açılır. Çok geçmeden de 1948 yılında Türkiye’de Komünizmle Mücadele Derneği1’nin kuruluşu için ilk başvuru yapılır ve faaliyetlerine başlar. Komünizmle Mücadele Derneği adıyla ikinci kez İstanbul’da başvurusu yapılan ve faaliyetlerine başlayan kuruluşun tarihiyle ilköğretim programında gerçekleştirilen değişikliğin tarihi ise aynıdır: 1956. Eğitimde gerçekleştirilen bu değişikliğin finansörlüğünü ve fikri yönlendiriciliğini üstlenen ise Amerikan Ford Vakfı’dır.

Türkiye’yi Komünizmle mücadelenin “kale”lerinden birine dönüştürme kararının kâğıt üzerinde kalmasını istemeyen ve işini şansa bırakmayı beklemeyen ABD ve devşirmeleri kısa zamanda harekete geçerler. Hem de üç koldan… Bir yandan farklı tarihlerde kuruluşları gerçekleşen Komünizmle Mücadele Dernekleri, bir yandan eğitim programlarındaki değişiklikler, diğer yandan da ordu içinde Sivil Harp ve Seferberlik Daireleri, dahası NATO şemsiyesi altında Amerika’da eğittikleri subayları da kullanarak gerçekleştirdikleri Kont-Gerilla örgütlenmesiyle bu süreci örmüşlerdir. Günümüzde, bu sürecin ürünü olan ve üniversiteden siyasete, dinden ekonomiye dek değişik alanlardan devşirmeler aracılığıyla kurulan ve yeni devşirmeler derleyip yetiştiren kurumlar, cemiyetler, cemaatler, vakıflar hâlâ varlığını ve faaliyetini sürdürmektedir. Keza “Ergenekon” adıyla tezgâhlanan sürecin kökleri de o günlere dek uzanır. Belki de bugün yaşananlar gecikmiş bir iç hesaplaşmanın tezahürleridir. 

Avrupa Birliği ve Eğitimde İkinci Operasyon

Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından, şatafatlı bir biçimde “Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiş” denilerek sunulan ve sözüm ona “Devrim” olarak nitelenen ikinci ve kapsamlı operasyon Avrupa Birliği patentini taşır. Değişikliği, televizyon kameraları karşısında bayrak direği metaforuyla anlatmayı seven Çelik, bu değişikliğin siyasal ve ideolojik boyutuna, uluslararası siyasal ve ekonomik güçlerin, politika yapıcıların etkisine hiç değinmemiştir. Tıpkı bakanlıkta yıllardır var olan ve görev yapan, artık kolonyal şapkasız dolaşan uluslararası uzmanların görev ve yetkilerinin neler olduğuna değinmediği gibi. Tıpkı bu değişikliğin, kapitalizmin gelişiminin, onun egemen sınıflarının ihtiyaçlarının bir gereği olarak siyasal ve ideolojik olduğundan hiç söz etmediği gibi.

Bu değişiklikle, öğrencileri bir küp misali doldurmanın ifadesi olan “davranış kazandırma” sözü, yerini “kazanıma” bırakmış. Eğitim de akşamdan sabaha “öğrenci merkezli” oluvermişti. Elbette bu, değişikliğin, basında yer alan, açıklamalarda öne çıkan, kamuoyuna yansıyan boyutuydu. Tıpkı, günün teknolojik gelişmeleri gereği okullarda kullanılmaya başlayan teknik donanım, internet olanağı,  öğretmenlere de banka kredisi karşılığı sağlanan bilgisayarlar, vb. gibi.

Ancak bu değişiklik sürecinin zihinlerde ve davranışlarda kendisini gösteren siyasal ve ideolojik boyutundan doğru dürüst söz edilmedi. Oysa okulların önemli gün ve haftalarına “Avrupa Günü” giriverdi önce. Sonra “Avrupa Birliği Bilgi Yarışması” eklendi buna. Ve bunların yanı sıra işleyen Sokrates, Leonardo da Vinci ve Erasmus eğitim programları doğrultusundaki uygulamalar. Özellikle sonuncusu, yani eğitim programları doğrultusunda, okul idarelerinin de katkı ve yönlendirmesiyle, dünün, “Batı Kulübü” sözünü ağzından düşürmeyen milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı öğretmenlerini; “vatan millet Sakarya” nutukları atıp milliyetçilikte üzerlerine toz kondurtmayan eğitimcilerini; hatta “Kahrolsun Emperyalizm! Bağımsız Türkiye!” diye bağıran solcu, devrimci öğretmenlerini Avrupa Birliği Projesi peşinde kafa yoran, onun peşinde koşuşturan elemanlara dönüştürüverdi. Hazırladıkları projelerin kabul edilmesiyle fonlardan gelecek olan paralar sayesinde Avrupa Birliği ülkelerini gidip görme hayalleri kurmaya yöneltti2.

Yıllar önce okuduğum bir romanda “Önce hayaller ölür” diyordu yazar. “Önce hayaller ölür”, sonraysa teslim oluş gelir, çözülene çürüyene… Ya da öncekinin yerine yeni hayaller, düşler verene… Yeni hayaller, düşler kurdurtana… Adlarının önüne hangi siyasal, ideolojik, dinsel, etnik sıfatı ekliyor olurlarsa olsunlar, bu düşleri görmeye, bu hayalleri kurmaya ve bunlar doğrultusunda düşünüp davranmaya başlamış olanlar, farkına bile varamadan emperyalizmin “ideolojik esir”lerine, yeni devşirmelerine, yeni ve gönüllü devşirme adaylarına dönüşmüşlerdir. Bu durumdan kurtulmadıkları sürece kendilerine atfettikleri sıfatların hükmü meri değildir artık.

ABD ve AB emperyalizminin politika yapıcıları ve yerli devşirmeleri bir kez daha başarmışlardır. Toplumu kendi gençliğinden teslim alacak ana gövdeyi yakalamışlar ve onun nabzını tutmuşlardır. Bunların büyük bir çoğunluğunun öğretmen statüsünü taşıyor olması ise sorunu hem daha vahim kılmakta hem de yeni politika değişiklikleri karşısında ne olup biteceğini anlamanın işaretini vermektedir. Elbette anlayanlar ve öğretmenlere dair ham hayaller kurup uyanık düşlere dalmayanlar için.

“Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla”dır

Bunu yine de kısaca birkaç maddeyle açayım: Birincisi, öğretmenler, iktidarların memurudur. Ve bu memurluğu yitirmemenin kaygısı bilinçlerine içselleşmiştir.  Kendi başlarına kaldıklarındaki ya da dışarıdaki atıp tutmalarına, bağırıp çağırmalarına bakmayın.  İktidar ellerine ya da ağızlarına hangi düdüğü verirse, ayak sürüyen birkaçı dışında, geneli, her zaman onu öttürür. Büyük bir çoğunluğu siyasal ve ideolojik işlevlerinin bile farkında değildir. Marx, yıllar öncesinden, “İnsanların, grupların, partilerin kendileri için ne düşündüklerine, ne söylediklerine değil yaptıklarına bakmak gerek”tiğini, boşuna yazmamıştı. Bundan dolayıdır ki, eğer iktidar kararlı bir biçimde bastırırsa, bırakın “4+4+4”ü, karikatürize ederek yazıyorum, “3x4”ü de “2x6”yı da hayata geçirir ve başarıyla uygular öğretmenler. Çünkü onların görevi, ne denli gönülsüz olurlarsa olsunlar, düzenin duvarında işgal ettikleri ve iktidarın kendilerinden beklediği, siyasal ve ideolojik “tuğla”lık işlevini yerine getirmektir.

İkincisi, bu süreçte öğretmen sendikalarının ne hükmü vardır ne de esemesi okunur. Kimse onlara, hatta en elle tutulur sayılabilecek olanına bile bel bağlamamalıdır. Çünkü neredeyse tamamının ipi iktidarın ellerindedir. Ve ne yazık ki onlar iplerini kendi elleriyle iktidara teslim etmişlerdir. Bu aşama, kendilerine atfettikleri siyasal ve ideolojik sıfat ne olursa olsun, memurluğun ve amirliğe ram eyleyişin zirvesidir. Üyelerinin aidatlarını işverene toplatıp, onun ellerine bakar hale gelmek nasıl bir anlayışın ve hangi zihniyetin tezahürüdür ki… Gerçi bu süreçle birlikte, her bir sendikanın malı mülkü artmış, her biri az ya da çok zenginleşmiştir. İşin ucunda para varken ipin kimin elinde olduğunun hükmü mü sorulur? Her güzelin bir kusuru vardır, dedikleri bu olsa gerek.          

Devrim Mi? Biçimsizleştirip Bozma Mı?        

AKP’nin on yıllık iktidarı döneminde eğitimde yapılanlar iki kez “Devrim” diye sunuldu. Birincisini, AB’ye uyum adı altında “Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına” geçiş olarak sunup pazarlamışlardı. Bu sürece paralele olarak, sıra sözüm ona ikinci “Devrim”e gelinceye dek, kel başa şimşir tarak misali akıllarına esen karar ve uygulamalarla yol aldılar.

Makyaj kabilinden “Davranış”ı “kazanım” olarak ifade etmeyi, “öğrenci merkezli eğitim”, vb. sözlerini geçiyorum. Önce öğretmenlere rütbe ve onlar arasında hiyerarşi sevdasına tutuldular. Sözüm ona öğretmenleri “Başöğretmen” “Uzman öğretmen” ve “öğretmen” olarak kademelendireceklerdi. Buna ilişkin yaptıkları sınav sonucu, “uzman öğretmen”leri belirlediler. Ya sonra? Büyüklere masal anlatılacak değil ya… Gerisi hikaye…

Sonra Anadolu vb. Liselere öğretmen geçişi için sınavlar düzenlediler. Başlangıçta baraj 70’ti. Baktılar ki olmuyor. Barajı 40’a düşürdüler. Düşünün bir kez: Sınavla öğrenci alınan kurumlara 40 baraj puanına bile ulaşamayan öğretmenler atanmaya başladı. Herhangi bir dersten 45 alamayan öğrenciyi sınıfta bırakan sistem sınavdan 40 alan öğretmeni ödüllendirmeye girişti. Ne var ki bu da yetmedi. Hangi zihniyetin, nasıl bir anlayışın ürünüyse, bir sabah barajı sıfıra indiriverdiler.

Yasaymış, hukukmuş, kazanılmış hakmış kimin umurunda? “Ben yaptım oldu” diyen bir Deli Dumrul zihniyetinin tebdil-i kiyafet arz-ı endam eylediği bir zamanda soru mu şimdi bu? Elbette aklına eseni, estiği zaman yapacak değil mi? Yaptı da… Anadolu Lisesi’ne sınav sonucu atanmış bir öğretmenin çalıştığı okula, sınava girmemiş ya da sınavda yeterli puanı alamamış, ama hizmet yılı ve puanı yüksek bir öğretmeni atayıverdiler. Sonuç: Sınav puanıyla atanan öğretmenin norm fazlası ilan edilip başka okula görevlendirilmesi.

Yukarıdaki örnek, AKP’nin Milli Eğitim’de yaptıklarının yandaş ve stepne basın yayın organları tarafından bir kez daha “Devrim” diye nitelenerek göklere çıkartıldığı Bakan Dinçer dönemine ait. Ne devrim ama… Böylesi “dam üstünde saksağan” türü uygulamaların bazıları şimdilik mahkemelerden dönüyor, bu örnek olayda olduğu gibi. En azından, yine şimdilik, uygulama durduruluyor. Mevcut toplumsal koşullar içinde ve mahkemelerin hal-i pür meali karşısında yarının ne olacağı ise ne yazık ki belirsiz. Umutsuzluğa teslim olmak gerekmese de karamsar olmak için yeterince neden var ortada. Çünkü taraf olan da karşı çıkan da ne olup bittiğini bütünsel olarak anlamaya ve kavramaya çalışmaksızın önlerine yuvarlanan taşın peşi sıra koşturmakla meşgul.

Örneğin; Dinçer’in bakan olur olmaz yaptıklarından ve “devrim” diye nitelenen işlerinden biri, bakanlığın görevleriyle ilgili “laiklik ve Atatürkçülük”le ilgili pasajlardan birinin yerine “küreselleşme, insan hakları”, vb. ifadelerin yer aldığı bir pasajı koymasıydı. Ve sonrasında bunun, bir yanda “devrim”, diğer yanda “karşı devrim” olduğuna dair sözler havada uçuştu. Ardı sıra da ilk günlerin ateşli sözlerinden eser kalmadı geriye.

Oysa ortada ne “devrim” diye sunulacak bir şey vardı, ne de “karşı devrim” diye ortalığı velveleye verecek. Çünkü Milli Eğitim temel Kanunu da Milli Eğitim Bakanlığı’nın görev ve yetkilerini düzenleyen metinler de eklektisizmle malul yamalı bohçalardı. Herhangi bir pasaj değişikliğiyle metnin yapısını değiştirmek kabil değildir. Eğer toplumsal ve siyasal koşullar uygunsa, her iki metnin de virgülüne dokunmaksızın, içerik olarak tepeden tırnağa, hatta taban tabana birbirine zıt eğitim politikalarını farklı dönemlerde uygulamak mümkündür. Çünkü özellikle Milli Eğitim Temel Kanunu, her kesime mavi boncuk dağıtırcasına hazırlanmış, her iktidarın rengine ve meşrebine uymaya hazır ve nazır bir metindir.

Asıl sorgulanması, eleştirilmesi ve değiştirilmesi gerekenlerden biri bu kanundur. Ancak AKP bile kısmi değişiklikler dışında buna yanaşmaz ve on yıldır da yanaşmamıştır. Çünkü onlar da getirmek istedikleri eğitim anlayışını, “Nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorusunun yanıtını, Milli Eğitim temel Kanunu’na dayandıracaktır ve dayandırmaktadır da. Bunun temel nedeni, söz konusu kanunun, içerik itibariyle hem bütünüyle çağın gereklerine uygun çağdaş-bilimsel-laik bir eğitim yapmaya hem liberal, piyasacı, küreselleşmeci bir eğitim uygulamaya hem de eğer istenirse bunun tam tersi yönde, dinsel, muhafazakâr, mukaddesatçı, ırkçı, milliyetçi bir eğitim yapmaya da olanak vermesidir. Ya da aynı anda bunların karması veyahut da unsurlardan birkaçının öne çıktığı ve kuşatıcı olduğu bir içerikle eğitim yapılmasına…

Dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanması içinde, bunlardan hangisinin uygulanıp uygulanmayacağına karar veren görünür merciler, her daim, öncelikle siyasi iktidarlardır. Keza karar da her zaman siyasal ve ideolojiktir. Dahası, söz konusu karar, mevcut iktidarların siyasal ve ideolojik tercihlerinin göreli özerkliğinin etkisini taşır. Ancak bir de doğrudan görünmeyen merciler vardır: Efendiler ve o efendilerin işgüderleri.

“Efendiler”, eğitimde siyasetin ve ideolojinin göreli özerkliğinin, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzeninin kendini yeniden üretimine, hiyerarşik yapının sekteye uğramasına neden olmayacağına ve kendi ihtiyaçlarına da denk düştüğüne inandıklarında ya da bunu bildiklerinde herhangi bir müdahalede bulunmazlar. Aksi bir durumda ise dünyanın neresinde olursa olsun, onların efelenmelerine bakmaksızın, devşirmelerin kulaklarına yapışıverirler. Ya da devşirme olduklarını unutanların yerine bazen akşamdan sabaha bazen de kısa bir süre sonra yeni devşirmeleri allayıp pullayıp gerekli statülere kavuşturuverirler. Karikatürize ettiğime bakmayın, elbette işler bu denli basit olmasa da çok fazla da karmaşık değildir. Ve bu gün siyasi iktidar Türkiye’de bir karar vermiştir. Ancak bu kez, ilk iki operasyonda olduğu gibi uluslararası hamiler doğrudan işin içinde yok. En azından görünürde yok. Dahası “ben yaparım olur” pervasızlığı sürece damgasını vurmakta. Bakalım nereye kadar?

Kininin ve Öcünün Sahibi Gençlik  

Hangi kin? Hangi öç? Daha doğmamış, daha okula başlamamış, okula başlasa bile ABC’den ötesine geçmemiş çocuklar; ergenliğe yeni yeni adım atan gençler, kimin kininin sahibi olacak? Kimin öcünün sahibi? Yanıtını 21.yüzyıldan alan, yanıtı 21.yüzyıldan verilen sorular değil bunlar. Aksine yanıtını Necip Fazıl’ın “Gençliğe hitabesi”nden alan sorular. Devşirmelerin ve onların devşirdiklerinin Komünizmle Mücadele dernekleri çatısı altında, ABD emperyalizminin yeşil dolarlarıyla ve örtülü ödenekten aktarılan paralarla yaydıkları gerçekliğe aykırı düşüncelerin, yalan ve iftiralar döneminin bilinçlere sinmiş ve uygun ortamı bulduğunda yeniden nüksetmiş bir tezahürü. Hakkında yazılan ve aktarılan parlatma, yıkayıp cilalama cümlelerine rağmen, Başbakanın ağzına yakışıveren dizelerin sahibi olan Necip Fazıl da söz konusu kaynaklardan, özellikle örtülü ödenekten beslenen bir zevat.  Söz konusu kesimlerin bülbülü… Onların bir işgüderi… Onların kalemşörü… ABD’nin ve yerli devşirmelerinin işbirliği içinde Türkiye’nin başına sardıkları Komünizmle Mücadele Derneği tezgâhının bir “ideolocya” unsuru…  “Nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorusuna yanıtın, Necip Fazıl’dan verilmiş olması, bundan dolayı hiç de tesadüf değildir.

Sorun tepeden tırnağa siyasal ve ideolojiktir. Toplumsal yaşamın her alanında bu sorunla bu açıdan hesaplaşmak gerekir. Hatta bir adım daha atıp bütünsel anlamda kapitalizmle hesaplaşmaya, onunla mücadeleye dönüştürmek gerek süreci. Yoksa meseleyi “kesintili mi kesintisiz mi? Parçalı mı yekpare mi? Ya da kaç artı kaç olmalı? 4+4+4 eğitim pedagojik ve akademik olarak uygun mu?” türünden sorulara indirgemenin, karşı çıkışı buna endekslemenin herhangi bir hükmü yoktur.

Pedagojik ve Akademik Uygunluk Yanılsaması

Kamuoyunda yer alan bu açıklamalardan bazılarının tepkiselliğin, çaresizliğin ifadesi oluşunu, bazılarının ise “ne sizinki olsun ne de bizimki hadi arada bir yerde uzlaşalım” tarzı utangaçça yaklaşımları, anlamak mümkün.  Ancak eğitimde “4+4+4” düzenlemesinin “pedagojik ve akademik açıdan uygun olup olmadığını” araştırma girişimlerini anlamak mümkün değil.

Çünkü toplumsal koşullardan, siyasal-ideolojik tercihlerden bağımsız bir biçimde, her derde çare, zaman ve mekân üstü geçerliliğe sahip bir pedagojik ve akademik yaklaşım yoktur. Keza her akademik yaklaşım ya da açıklamanın da bilimsel değeri… İktidarın akademisinde, her daim iktidarın siyasal ve ideolojik tercihlerine uygun pedagojik yöntemleri, formülleri üretmek ve bunları akademik içeriğe büründürmek mümkündür.

Özellikle de iktidarların hizmetine koşulmuş, her iktidarın hizmetine amade akademiler ve akademisyenlerce, uygulanmak istenen eğitim politikalarına uygun, bilimselliği tartışmalı da olsa, pedagojik ve akademik proje ve çözümler üretilir. Sonra da bunu üretenlerin adlarının önündeki akademik unvanlara atıfla bunlar bilimsel diye sunulur. Oysa akademilerin, akademisyenlerin, akademik formelliğe uygun olarak üretip servis ettikleri her bilgi her daim bilim niteliğine, bilimsellik vasfına sahip değildir.

Velhasıl, adına ister “4+4+4” denilsin, ister “2x6”, ister kesintili isterse kesintisiz; pedagojik ve akademik ‘uygun’luk kriteri, hiçbir koşulda mevcut eğitim uygulamasının da AKP iktidarının getirmek istediği eğitim uygulamasının da ideolojik ve siyasal niteliğini ve içeriğini ortadan kaldırmaz. Sorunun hem bu boyutunu hem de asıl olarak sınıfsal temelli ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda bir sistem sorunu olma niteliğini kavramadan ortaya konan tepkiler ve sözüm ona arayışlar, hakikatin üzerine çekilen ve yanılsamayı güçlendiren bir perde olma işlevinden öte gitmez. Aksine; mevcut haliyle kaldığı sürece, insanın insanı sömürüsüne dayanan, cinsel, dinsel, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. boyutuyla bunu üreten tahakküm düzeninin hangi ideolojik makyaj ve kılıflar altında sürdürülüp sürdürülmeyeceğinin çekişmesine dönüşür. Elbette her iki tarafın da bunu açıkça telaffuz etmeye yanaşmadığı bir çekişme…

Zaten yaşanan süreç de bu minval üzre seyretmektedir. İktidarın ve bilumum kesimlerdeki yandaşlarının malzemesi, “biz toplumun isteklerine duyarlı, ideolojik olmayan bir düzenleme yapıyoruz. Ama bize karşı çıkanlar ideolojik davranıyor” olurken; buna karşı çıkanların malzemesi ise, “pedagojik akademik olarak uygun olmamak”tan, gericiliğe, dini eğitim getirmeye; Atatürkçülük ve çağdaş, bilimsel eğitim anlayışına karşı olmaya, vb. dek değişiyor. İtirazları duyar duymaz, yalandan kim ölmüş sözünü anımsatırcasına, birinciler atağa geçiyor: Eğitimde ideoloji olmayacak. Tereddütler ve eleştiriler ideolojiktir. Artık tek boyutlu düşünen gençlik yetiştirmeyeceğiz. Dindar gençlik yetiştireceğiz. Ateist gençlik yetiştirmeyeceğiz.

Akl-ı selim hiçbir insanın yaşananlara ve bu hay huy içinde söylenenlere bakıp da “breh… breh… Bu yaşta bu zekâ… Tenakuz abidesi mübarekler!” dememesi mümkün değil. Sonuçta kim mi kazanacak dersiniz? Elbette insanın insanı sömürüsüne dayanan sistem ve efendileri. Eğitimde hangi uygulama gelirse gelsin, AKP’nin yasa önerisine hangi makyaj yapılırsa yapılsın, sistemin ve efendilerinin, vecd içinde secde etmenin adabını bilen, huşu içinde el etek öpmeyi öğrenmiş nur topu gibi, itaati meziyet bilen münevverleri olacak!

“Münevver”i de bir halt sanmayın sakın! Münevver dediğin, altı üstü kendisine verileni yansıtan, aksettiren bir ayna zevattır. Kendi aklıyla aydınlanmış, soran sorgulayan, eleştirel düşünen entelektüel bir birey değil. Yalanı bir siyasal söylem yöntemine dönüştürmüş ve tenakuz abidesi yöneticileri olan herhangi bir toplumun da entelektüel aydınlar, düşünen sorgulayan eleştirel yaklaşım sahibi bir gençlik nesine gerek ki zaten… Beyni yıkanmış, namazında niyazında bir “Münevver” olsun önce… Gerisi Allah Kerim!!!       


NOT: Yukarıdaki yazı, Öğretmen Dünyası Dergisi'nin 388. sayısında yayınlanmış olan son halidir.


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Komünizmle Mücadele Derneği’nin, adının önüne “Türkiye”yi ekleyerek üçüncü kez kuruluş tarihi ise 1963’tür. Türk milliyetçiliğinin sözüm ona şanlı ve şahlanışının tarihi olarak da anılan bu dönem, ABD dolarlarıyla yemlenen ve devşirilip yetiştirilen kadrolar dönemidir. Keza Allah ve din yolunda şehadete erme hülyalarıyla devşirdikleri gençlerin vesveseye düşmemesi için “çok iyi beyin yıkamanın lüzumuna inanıyorum” (Küçük Dünyam, sf. 67-68) diyen, camilerde verdiği vaazlarda Komünistlerin ihbar edilmesini buyuran Fethullah Gülen’in de bu sürecin unsurlarından biri olması tesadüf değildir. Mukadderat işte; devşirmeleriyle ünlü Osmanlı’nın ‘torunları’nın da devşirildiği günler gelip çatmıştı. Ve bu toruncukların, tosuncukların siyasal ve ideolojik kimliklerinde Türk milliyetçiliği, Müslümanlık, “vasati muhafazakâr” yazıyordu.      
2 Bu konuyu, “ÖĞRETMEN; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabımdaki makalelerde olabildiğince ve yeri geldikçe değindim. Yazıyı daha fazla genişletmemek için üzerinde durmuyorum. İlgilenenler söz konusu kitaba bakabilirler.
ideolojik denklem: 4+4+4=?

21 Mart 2012

Eğitimdeki Değişim İdeolojiktir!


İdeolojik Denklem: 4+4+4=?

Atalay GİRGİN*

Yaşamın hangi alanında olursa olsun, ideolojik sorunların teknik taktik çözümleri yoktur. İdeolojik-siyasal bir sorunun çözümü de ideolojik ve siyasal olmak zorundadır. İdeolojik bir soruna teknik-taktik çözüm arayışı, çalınan minareye kılıf aramaktan ya da ona uygun bir kılıf biçip dikme ve bu arada da küçük makyajlarla toplumsal meşruiyeti genişletme, bir başka deyişle yanılsamayı güçlendirme arayışından öte bir değer taşımaz. Tıpkı eğitime ilişkin olup bitenler gibi…

Eğitimde son yaşanan sorun da ideolojik bir sorundur. Kamuoyuna ve basına yansıyan adıyla, ister “4+4+4” densin, isterse “4x3”, bu hakikatin hükmü meridir. Çünkü gündeme getirilen bu politika ve bunun yasalaştırılması girişimi, gençliğin yeni bir ideolojik-siyasal biçimlendirme sürecinin nesnesi kılınması için mevcudu bozmaktır.

“Mevcudu bozmaktır” derken, var olanın siyasal ve ideolojik olmadığını ve mükemmel, olması gereken olduğunu da söylemiyorum. Aksine var olan, yürürlükteki eğitim uygulaması da en az getirilmek istenen kadar siyasal ve ideolojiktir. Çünkü eşyanın tabiatı gereği, eğitimin de siyasal ve ideolojik olmaması düşünülemez. Aksine; bunu iddia edenler, kendini akıllı, âlemi aptal sanan, aptal yerine koymaya çalışan akl-ı evvellerdir.

Eğitimle uzaktan yakından bir biçimde ilgilenmiş, onun üzerine birazcık düşünüp sorgulamış ve hem felsefi hem de bilimsel anlamda okuyup araştırma yapmış herkes bilir ki, sistematik eğitimin üç temel amacı ve işlevi vardır. Bunlardan birisi siyasal-ideolojik, ikincisi kültürel, diğeri de ekonomiktir. Uzun uzadıya bunların ayrıntısına girip yazıyı uzatmaya gerek yok. Ancak bunların içinde asıl ve başat olanın ne olduğunu belirtmeden geçmenin gereği de… O belirleyici amaç ve işlev de siyasal-ideolojik olandır.

Dünyanın neresinde olursa olsun, elbette bu Türkiye’de şu an yapılmak istenen için de geçerlidir, eğitim politikalarında değişikliğe giden egemen güç her daim yeni politikayı şu sorulara verdiği yanıtlara dayandırır: Nasıl bir toplum istiyoruz? Nasıl bir insan istiyoruz? Güncel tartışmalarla bağlantılı bir son soruyla bağlayalım: Nasıl bir gençlik istiyoruz?

Hangi mizansen ya da hangi anlatım ve sunum kompozisyonu içerisine yerleştirilmiş, hangi renge boyanmış, hangi ambalajla pazarlanmış olursa olsun, yukarıdaki soruların yanıtları, günümüz dünyasında, her şart altında ideolojiktir. Bir adım daha ileri gidelim: Sözüm ona hangi bilimsel, hangi akademik, hangi pedagojik açıklamalara sığınılmaya çalışılırsa çalışılsın, verilen ve verilecek yanıtların ideolojik olmadığını ileri sürmek, eğer safdillik değilse, düpedüz şarlatanlıktır; düpedüz kamuoyunu yanıltmaya, aldatmaya yöneliktir. En hafif deyimiyle, bunu söyleyen kişi saflar âleminden bir saf değilse, düpedüz yalancıdır.

Milli Eğitim Bakanı Haklı

Milli Eğitim Bakanı Dinçer, yeni uygulamaya dönük tepki ve eleştiriler karşında, “tereddütler ideolojik”tir açıklamasını yaparken yerden göğe kadar haklıdır. Ancak; getirmeye çalıştıkları uygulamanın, ideolojik olmadığını ima ederken, hatta artık eğitimde hiçbir ideolojinin olmadığı ve olmayacağı mesajını verirken de yerden göğe kadar haksızdır. Dahası, gerçekliğe aykırı bir biçimde kamuoyunu yanıltmaktadır. Kim bilir, belki de yanılan Dinçer değil de benimdir. Eğer yaşadığımız Dünya, yaşadığımız Türkiye aynı Dünya, aynı Türkiye değilse, yanılmayan Bakan Dinçer’dir. Ancak bunun aksi geçerliyse de yanılan,  ne tepki gösteren ve eleştirilerini yönelten kesimlerdir ne de bu satırların sahibi. Çünkü ideolojik yaklaşım ve açılımlar karşısında verilen tepkilerin, gösterilen tereddütlerin, yapılan açıklamaların ideolojik olmaması mümkün değildir.

Ancak bunların hiçbirinin önemi yok. Çünkü bir toplumda siyasal iktidarı şu ya da bu biçimde ele geçiren, kullanan güçler, sahip oldukları siyasetin ve ideolojinin göreliği özerkliği içinde bazen uluslararası güçlere yaslanarak, onların destekleri ve yönlendiriciliğiyle bazen de kendilerine aşırı güvenlerinden dolayı pervasızlaşırlar. Bu süreçte el atılacak en önemli başat alanlardan biri olarak da eğitimi seçerler. Çünkü gençliği ve toplumun geleceğini biçimlendirmenin en etkili yolu eğitim alanıdır. Şairin “Her ömür kendi gençliğinden vurulur” deyişi gibi, her toplum da kendi gençliğinden teslim alınır.

Komünizmle Mücadele, Amerikan Ford Vakfı ve Eğitimde İlk Operasyon

Ne yazık ki bu durum Türkiye için yeni değildir. Bundan önce de benzerleri yaşanmış ve meyveleri, egemenlerce başarıyla alınmıştır. Örneğin; eğitim alanında, Cumhuriyet dönemi itibariyle, gerçekleştirilen ilk değişikliğin tarihi 1956’dır. İktidarda Demokrat Parti vardır ve Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunda oturan kişi Celal Yardımcı’dır. ABD Kongresi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve 1947 yılında Truman Doktrini çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’yi Komünizm’le mücadelenin iki kalesine dönüştürme kararı alır. Bu karar doğrultusunda da yapılacak harcamalara ilişkin kongre kararıyla mali fonlar ayrılır ve kullanıma açılır. Çok geçmeden de 1948 yılında Türkiye’de Komünizmle Mücadele Derneği1’nin kuruluşu için ilk başvuru yapılır ve faaliyetlerine başlar. Komünizmle Mücadele Derneği adıyla ikinci kez İstanbul’da yapılan kuruluşun tarihiyle ilköğretim programında gerçekleştirilen değişikliğin tarihi ise aynıdır: 1956. Eğitimde gerçekleştirilen bu değişikliğin finansörlüğünü ve fikri yönlendiriciliğini üstlenen ise Amerikan Ford Vakfı’dır.

Türkiye’yi Komünizmle Mücadele’nin “kale”lerinden birine dönüştürme kararının kâğıt üzerinde kalmasını istemeyen ve beklemeyen ABD ve devşirmeleri kısa zamanda harekete geçerler. Hem de üç koldan… Bir yandan farklı tarihlerde kuruluşları gerçekleşen Komünizmle Mücadele dernekleri, bir yandan eğitim programlarındaki değişiklikler, diğer yandan da ordu içinde Sivil Harp ve Seferberlik Daireleri, dahası NATO şemsiyesi altında Amerika’da eğittikleri subayları da kullanarak gerçekleştirdikleri Kont-Gerilla örgütlenmesiyle üç koldan bu süreci örmüşlerdir. Günümüzde, bu sürecin ürünü olan ve üniversiteden siyasete, dinden ekonomiye dek değişik alanlardan devşirmeler aracılığıyla kurulan ve yeni devşirmeler derleyip yetiştiren kurumlar, cemiyetler hâlâ varlığını sürdürmektedir. Keza “Ergenekon” adıyla tezgâhlanan sürecin kökleri de o günlere dek uzanır. Belki de bugün yaşananlar gecikmiş bir iç hesaplaşmanın tezahürleridir. Kim bilir, belki de sorunu bu açıdan da ele almak araştırıp incelemek gerekir.

Avrupa Birliği ve Eğitimde İkinci Operasyon

Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından, şatafatlı bir biçimde “Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiş” denilerek sunulan ve sözüm ona “Devrim” olarak nitelenen ikinci ve kapsamlı operasyon Avrupa Birliği patentini taşır. Değişikliği, televizyon kameraları karşısında bayrak direği metaforuyla anlatmayı seven Çelik, bu değişikliğin siyasal ve ideolojik boyutuna, uluslararası siyasal ve ekonomik güçlerin, politika yapıcıların etkisine hiç değinmemiştir. Tıpkı bakanlıkta yıllardır var olan ve görev yapan, artık kolonyal şapkasız dolaşan uluslararası uzmanların görev ve yetkilerinin neler olduğuna değinmediği gibi. Tıpkı bu değişikliğin, kapitalizmin gelişiminin, onun egemen sınıflarının ihtiyaçlarının bir gereği olarak siyasal ve ideolojik olduğundan hiç söz etmediği gibi.

Bu değişiklikle, öğrencileri bir küp misali doldurmanın ifadesi olan “davranış kazandırma” sözü, yerini “kazanıma” bırakmış. Eğitim de akşamdan sabaha “öğrenci merkezli” oluvermişti. Elbette bu, değişikliğin, basında yer alan, açıklamalarda öne çıkan, kamuoyuna yansıyan boyutuydu. Tıpkı, günün teknolojik gelişmeleri gereği okullarda kullanılmaya başlayan teknik donanım, internet olanağı,  öğretmenlere de banka kredisi karşılığı sağlanan bilgisayarlar, vb. gibi.

Ancak bu değişiklik sürecinin zihinlerde ve davranışlarda kendisini gösteren siyasal ve ideolojik boyutundan doğru dürüst söz edilmedi. Oysa okulların önemli gün ve haftalarına “Avrupa Günü” giriverdi önce. Sonra “Avrupa Birliği Bilgi Yarışması” eklendi buna. Ve bunların yanı sıra işleyen Sokrates, Leonardo da Vinci eğitim programları doğrultusundaki uygulamalar. Özellikle sonuncusu, okul idarelerinin de katkı ve yönlendirmesiyle, dünün, “Batı Kulübü” sözünü ağzından düşürmeyen milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı öğretmenlerini; “vatan millet Sakarya” nutukları atıp milliyetçilikte üzerlerine toz kondurtmayan eğitimcilerini; hatta “Kahrolsun Emperyalizm! Bağımsız Türkiye!” diye bağıran solcu, devrimci öğretmenlerini Avrupa Birliği Projesi peşinde kafa yoran, onun peşinde koşuşturan elemanlara dönüştürüverdi. Hazırladıkları projelerin kabul edilmesiyle fonlardan gelecek olan paralar sayesinde Avrupa Birliği ülkelerini gidip görme hayalleri kurmaya yöneltti2.

Yıllar önce okuduğum bir romanda “Önce hayaller ölür” diyordu yazar. “Önce hayaller ölür”, sonraysa teslim oluş gelir, çözülene çürüyene… Ya da öncekinin yerine yeni hayaller, düşler verene… Yeni hayaller, düşler kurdurtana… Adlarının önüne hangi siyasal, ideolojik, dinsel, etnik sıfatı ekliyor olurlarsa olsunlar, bu düşleri görmeye, bu hayalleri kurmaya ve bunlar doğrultusunda düşünüp davranmaya başlamış olanlar, farkına bile varamadan emperyalizmin “ideolojik esir”lerine, yeni devşirmelerine, yeni ve gönüllü devşirme adaylarına dönüşmüşlerdir. Bu durumdan kurtulmadıkları sürece kendilerine atfettikleri sıfatların hükmü meri değildir artık.

ABD ve AB emperyalizmin politika yapıcıları ve devşirmeleri bir kez daha başarmışlardır. Toplumu kendi gençliğinden teslim alacak ana gövdeyi yakalamışlar ve onun nabzını tutmuşlardır. Bunların büyük bir çoğunluğunun öğretmen statüsünü taşıyor olması ise sorunu hem daha vahim kılmakta hem de yeni politika değişiklikleri karşısında ne olup biteceğini anlamanın işaretini vermektedir. Elbette anlayanlar ve öğretmenlere dair ham hayaller kurup uyanık düşlere dalmayanlar için.

“Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla”dır

Bunu yine de kısaca birkaç maddeyle açayım: Birincisi, öğretmenler, iktidarların memurudur. Ve bu memurluğu yitirmemenin kaygısı bilinçlerine içselleşmiştir.  Kendi başlarına kaldıklarındaki ya da dışarıdaki atıp tutmalarına, bağırıp çağırmalarına bakmayın.  İktidar ellerine ya da ağızlarına hangi düdüğü verirse, ayak sürüyen birkaçı dışında, geneli, her zaman onu öttürür. Büyük bir çoğunluğu siyasal ve ideolojik işlevlerinin bile farkında değildir. Marx yıllar öncesinden, “İnsanların, grupların, partilerin kendileri için ne düşündüklerine, ne söylediklerine değil yaptıklarına bakmak gerek”tiğini, boşuna yazmamıştı. Bundan dolayıdır ki, eğer iktidar kararlı bir biçimde bastırırsa, bırakın “4+4+4”ü, karikatürize ederek yazıyorum, “3x4”ü de “2x6”yı da hayata geçirir ve başarıyla uygular öğretmenler. Çünkü onların görevi, ne denli gönülsüz olurlarsa olsunlar, düzenin duvarında işgal ettikleri ve iktidarın kendilerinden beklediği, siyasal ve ideolojik “tuğla”lık işlevini yerine getirmektir. Sözün özü, onların bireysel anlamda kendilerine ya da üçü beşi bir araya geldiğinde topluluğa ilişkin ne söyledikleri değil, ne yaptıklarıdır.

İkincisi, bu süreçte öğretmen sendikalarının ne hükmü vardır ne de esemesi okunur. Kimse onlara, hatta en elle tutulur sayılabilecek olanına bile bel bağlamamalıdır. Çünkü neredeyse tamamının ipi iktidarın ellerindedir. Ve ne yazık ki onlar iplerini kendi elleriyle iktidara teslim etmişlerdir. Bu aşama, kendilerine atfettikleri siyasal ve ideolojik sıfat ne olursa olsun, memurluğun ve amirliğe ram eyleyişin zirvesidir. Üyelerinin aidatlarını işverene toplatıp, onun ellerine bakar hale gelmek nasıl bir anlayışın ve hangi zihniyetin tezahürüdür ki… Gerçi bu süreçle birlikte, her bir sendikanın malı mülkü artmış, her biri az ya da çok zenginleşmiştir. İşin ucunda para varken ipin kimin elinde olduğunun hükmü mü sorulur? Her güzelin bir kusuru vardır, dedikleri bu olsa gerek.          

Devrim Mi? Biçimsizleştirip Bozma Mı?        

AKP’nin on yıllık iktidarı döneminde eğitimde yapılanlar iki kez “Devrim” diye sunuldu. Birincisini yukarıda AB’ye uyum adı altında “Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına” geçiş olarak sunup pazarlamışlardı. Bu sürece paralele olarak, sıra sözüm ona ikinci “Devrim”e gelinceye dek, kel başa şimşir tarak misali akıllarına esen karar ve uygulamalarla yol aldılar.

Makyaj kabilinden “Davranış”ı “kazanım” olarak ifade etmeyi, “öğrenci merkezli eğitim”, vb. sözlerini geçiyorum. Önce öğretmenlere rütbe ve onlar arasında hiyerarşi sevdasına tutuldular. Sözüm ona öğretmenleri “Başöğretmen” “Uzman öğretmen” ve “öğretmen” olarak kademelendireceklerdi. Buna ilişkin yaptıkları sınav sonucu, “uzman öğretmen”leri belirlediler. Ya sonra? Büyüklere masal anlatılacak değil ya… Gerisi hikaye…

Sonra Anadolu vb. Liselere öğretmenlik geçişi için sınavlar düzenlediler. Başlangıçta baraj 70’ti. Baktılar ki olmuyor. Barajı 40’a düşürdüler. Düşünün bir kez: Sınavla öğrenci alınan kurumlara 40 baraj puanına bile ulaşamayan öğretmenler atanmaya başladı. Herhangi bir dersten 45 alamayan öğrenciyi sınıfta bırakan sistem sınavdan 40 alan öğretmeni ödüllendirmeye girişti. Ne var ki bu da yetmedi. Hangi zihniyetin, nasıl bir anlayışın ürünüyse, bir sabah barajı sıfıra indiriverdiler.

Yasaymış, hukukmuş, kazanılmış hakmış kimin umurunda? “Ben yaptım oldu” diyen bir Deli Dumrul zihniyetinin tebdil-i kiyafet arz-ı endam eylediği bir zamanda soru mu şimdi bu? Elbette aklına eseni, estiği zaman yapacak değil mi? Yaptı da… Anadolu Lisesi’ne sınav sonucu atanmış bir öğretmenin çalıştığı okula, sınava girmemiş ya da sınavda yeterli puanı alamamış, ama hizmet yılı ve puanı yüksek bir öğretmeni atayıverdiler. Sonuç: Sınav puanıyla atanan öğretmenin norm fazlası ilan edilip başka okula görevlendirilmesi.

Yukarıdaki örnek, AKP’nin Milli Eğitim’de yaptıklarının yandaş ve stepne basın yayın organları tarafından bir kez daha “Devrim” diye nitelenerek göklere çıkartıldığı Bakan Dinçer dönemine ait. Ne devrim ama… Böylesi “dam üstünde saksağan” türü uygulamaların bazıları şimdilik mahkemelerden dönüyor, bu örnek olayda olduğu gibi. En azından, yine şimdilik, uygulama durduruluyor. Mevcut toplumsal koşullar içinde ve mahkemelerin hal-i pür meali karşısında yarının ne olacağı ise ne yazık ki belirsiz. Umutsuzluğa teslim olmak gerekmese de karamsar olmak için yeterince neden var ortada. Çünkü taraf olan da karşı çıkan da ne olup bittiğini bütünsel olarak anlamaya ve kavramaya çalışmaksızın önlerine yuvarlanan taşın peşi sıra koşturmakla meşgul.

Örneğin; Dinçer’in bakan olur olmaz yaptıklarından ve “devrim” diye nitelenen işlerinden biri, bakanlığın görevleriyle ilgili “laiklik ve Atatürkçülük”le ilgili pasajlardan birinin yerine “küreselleşme, insan hakları”, vb. ifadelerin yer aldığı bir pasajı koymasıydı. Ve sonrasında bunun, bir yanda “devrim”, diğer yanda “karşı devrim” olduğuna dair sözler havada uçuştu. Ardı sıra da ilk günlerin ateşli sözlerinden eser kalmadı geriye.

Oysa ortada ne “devrim” diye sunulacak dişe dokunur bir şey vardı, ne de “karşı devrim” diye ortalığı velveleye verecek. Çünkü Milli Eğitim temel Kanunu da Milli Eğitim Bakanlığı’nın görev ve yetkilerini düzenleyen metinler de eklektisizmle malul yamalı bohçalardı. Herhangi bir pasaj değişikliğiyle metnin yapısını değiştirmek kabil değildir. Eğer toplumsal ve siyasal koşullar uygunsa, her iki metnin de virgülüne dokunmaksızın, içerik olarak tepeden tırnağa, hatta taban tabana birbirine zıt eğitim politikalarını farklı dönemlerde uygulamak mümkündür. Çünkü özellikle Milli Eğitim Temel Kanunu, her kesime mavi boncuk dağıtırcasına hazırlanmış, her iktidarın rengine ve meşrebine uymaya hazır ve nazır bir metindir.

Asıl sorgulanması, eleştirilmesi ve değiştirilmesi gerekenlerden biri bu kanundur. Ancak AKP bile kısmi değişiklikler dışında buna yanaşmaz. Çünkü onlar da getirmek istedikleri eğitim anlayışını, “Nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorusunun yanıtını, Milli Eğitim temel Kanunu’na dayandıracaktır ve dayandırmaktadır da. Bunun temel nedeni, söz konusu kanunun, içerik itibariyle hem bütünüyle çağın gereklerine uygun çağdaş-bilimsel-laik bir eğitim yapmaya hem liberal, piyasacı, küreselleşmeci bir eğitim uygulamaya hem de eğer istenirse bunun tam tersi yönde, dinsel, muhafazakâr, mukaddesatçı, ırkçı, milliyetçi bir eğitim yapmaya da olanak vermesidir. Ya da aynı anda bunların karması veyahut da unsurlardan birkaçının öne çıktığı ve kuşatıcı olduğu bir içerikle eğitim yapılmasına…

Dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanması içinde, bunlardan hangisinin uygulanıp uygulanmayacağına karar veren görünür merciler, her daim, öncelikle siyasi iktidarlardır. Keza karar da her zaman siyasal ve ideolojiktir. Dahası, söz konusu karar, mevcut iktidarların siyasal ve ideolojik tercihlerinin göreli özerkliğinin etkisini taşır. Ancak bir de doğrudan görünmeyen merciler vardır: Efendiler.

“Efendiler”, eğitimde siyasetin ve ideolojinin göreli özerkliğinin, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü sisteminin kendini yeniden üretimine, hiyerarşik yapının sekteye uğramasına neden olmayacağına ve kendi ihtiyaçlarına da denk düştüğüne inandıklarında ya da bunu bildiklerinde herhangi bir müdahalede bulunmazlar. Aksi bir durumda ise dünyanın neresinde olursa olsun, onların efelenmelerine bakmaksızın, devşirmelerin kulaklarına yapışıverirler. Ya da devşirme olduklarını unutanların yerine bazen akşamdan sabaha bazen de kısa bir süre sonra yeni devşirmeleri allayıp pullayıp gerekli statülere kavuşturuverirler. Karikatürize ettiğime bakmayın, elbette işler bu denli basit olmasa da çok fazla da karmaşık değildir. Ve bu gün siyasi iktidar Türkiye’de bir karar vermiştir. Ancak bu kez, ilk iki operasyonda olduğu gibi uluslararası hamiler doğrudan işin içinde yok. Dahası “ben yaparım olur” pervasızlığı sürece damgasını vurmakta. Bakalım nereye kadar?

Kininin ve Öcünün Sahibi Gençlik  

Hangi kin? Hangi öç? Daha doğmamış, daha okula başlamamış, okula başlasa bile ABC’den ötesine geçmemiş çocuklar; ergenliğe yeni yeni adım atan gençler, kimin kininin sahibi olacak? Kimin öcünün sahibi? Yanıtını 21.yüzyıldan alan, yanıtı 21.yüzyıldan verilen sorular değil bunlar. Aksine yanıtını Necip Fazıl’ın “Gençliğe hitabesi”nden alan sorular. Devşirmelerin ve onların devşirdiklerinin Komünizmle Mücadele dernekleri çatısı altında, ABD emperyalizminin yeşil dolarlarıyla ve örtülü ödenekten aktarılan paralarla yaydıkları gerçekliğe aykırı düşüncelerin, yalan ve iftiralar döneminin bilinçlere sinmiş ve uygun ortamı bulduğunda yeniden nüksetmiş bir tezahürü. Hakkında yazılan ve aktarılan parlatma, yıkayıp cilalama cümlelerine rağmen, Başbakanın ağzına yakışıveren dizelerin sahibi olan Necip Fazıl da söz konusu kaynaklardan, özellikle örtülü ödenekten beslenen bir zevattır.  Söz konusu kesimlerin bülbülü… Onların bir işgüderi… Onların kalemşörü… ABD’nin ve yerli devşirmelerinin işbirliği içinde Türkiye’nin başına sardıkları Komünizmle Mücadele Derneği tezgâhının bir “ideolocya” unsuru…  “Nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorusuna yanıtın, Necip Fazıl’ın, dönemin halet-i ruhiyesine uygun ama şairliğiyle örtüşmeyecek bir biçimde, bir örtülü ödenek işgüzarının aldığı paranın hakkını verme gayretkeşliğiyle alt alta yazılıp sonra “şiir” diye servis edilen dizelerinden verilmiş olması, bundan dolayı hiç de tesadüf değildir.

Sorun tepeden tırnağa siyasal ve ideolojiktir. Toplumsal yaşamın her alanında bu sorunla bu açıdan hesaplaşmak gerekir. Hatta bir adım daha atıp bütünsel anlamda kapitalizmle hesaplaşmaya, onunla mücadeleye dönüştürmek gerek süreci. Yoksa meseleyi “kesintili mi kesintisiz mi? Parçalı mı yekpare mi? Ya da kaç artı kaç olmalı? 4+4+4 eğitim pedagojik ve akademik olarak uygun mu?” türünden sorulara indirgemenin, karşı çıkışı buna endekslemenin herhangi bir hükmü yoktur.

Pedagojik ve Akademik Uygunluk Yanılsaması

Kamuoyunda yer alan bu açıklamalardan bazılarının tepkiselliğin, çaresizliğin ifadesi oluşunu, bazılarının ise “ne sizinki olsun ne de bizimki hadi arada bir yerde uzlaşalım” tarzı utangaçça yaklaşımlara denk düştüğünü, anlamak mümkün.  Ancak eğitimde “4+4+4” düzenlemesinin “pedagojik ve akademik açıdan uygun olup olmadığının” yanıtını bulma girişimlerini anlamak mümkün değil.

Çünkü toplumsal koşullardan, siyasal-ideolojik tercihlerden bağımsız bir biçimde, her derde çare, zaman ve mekân üstü geçerliliğe sahip bir pedagojik ve akademik yaklaşım yoktur. Keza her akademik yaklaşım ya da açıklamanın da bilimsel değeri… Dolayısıyla, iktidarın akademisi / akademinin iktidarında, arada ne denli aykırı ve çatlak sesler çıksa da, esas olarak, her daim iktidarın siyasal ve ideolojik tercihlerine uygun pedagojik yöntemleri, formülleri üretmek ve bunları akademik içeriğe büründürmek mümkündür.

Özellikle de iktidarların hizmetine koşulmuş, her iktidarın hizmetine amade akademiler ve akademisyenlerce, uygulanmak istenen eğitim politikalarına uygun, bilimselliği tartışmalı da olsa, pedagojik ve akademik proje ve çözümler üretilir. Sonra da bunu üretenlerin adlarının önündeki akademik unvanlara atıfla bunlar bilimsel diye sunulur. Oysa akademilerin, akademisyenlerin, akademik formelliğe uygun olarak üretip servis ettikleri her bilgi her daim bilim niteliğine, bilimsellik vasfına sahip değildir.

Velhasıl, adına ister “4+4+4” denilsin, ister “2x6”, ister kesintili isterse kesintisiz; pedagojik ve akademik ‘uygun’luk kriteri, hiçbir koşulda mevcut eğitim uygulamasının da AKP iktidarının getirmek istediği eğitim uygulamasının da ideolojik ve siyasal niteliğini ve içeriğini ortadan kaldırmaz. Sorunun hem bu boyutunu hem de asıl olarak sınıfsal temelli ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda bir sistem sorunu olma niteliğini kavramadan ortaya konan tepkiler ve sözüm ona arayışlar, hakikatin üzerine çekilen ve yanılsamayı güçlendiren bir perde olma işlevinden öte gitmez. Aksine mevcut haliyle kaldığı sürece, insanın insanı sömürüsüne dayanan, cinsel, dinsel, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. boyutuyla bunu üreten tahakküm düzeninin hangi ideolojik makyaj ve kılıflar altında sürdürülüp sürdürülmeyeceğinin çekişmesine dönüşür. Elbette her iki tarafın da bunu açıkça telaffuz etmeye yanaşmadığı bir çekişme…

Zaten yaşanan süreç de bu minval üzre seyretmektedir. İktidarın ve bilumum kesimlerdeki yandaşlarının malzemesi, “biz toplumun isteklerine duyarlı, ideolojik olmayan bir düzenleme yapıyoruz. Ama bize karşı çıkanlar ideolojik davranıyor” olurken; buna karşı çıkanların malzemesi ise, “pedagojik akademik olarak uygun olmamak”tan, gericiliğe, dini eğitim getirmeye, Atatürkçülük ve çağdaş, bilimsel eğitim anlayışına karşı olmaya, vb. dek değişiyor. İtirazları duyar duymaz, yalandan kim ölmüş sözünü anımsatırcasına, birinciler atağa geçiyor: Eğitimde ideoloji olmayacak. Tereddütler ve eleştiriler ideolojiktir. Artık tek boyutlu düşünen gençlik yetiştirmeyeceğiz. Dindar gençlik yetiştireceğiz. Ateist gençlik yetiştirmeyeceğiz.

Akl-ı selim hiçbir insanın yaşananlara ve bu hay huy içinde söylenenlere bakıp da “breh… breh… Bu yaşta bu zekâ… Tenakuz abidesi mübarekler!” dememesi mümkün değil. Sonuçta kim mi kazanacak dersiniz? Elbette insanın insanı sömürüsüne dayanan sistem ve efendileri. Eğitimde hangi uygulama gelirse gelsin, efendilerin, vecd içinde secde etmenin adabını bilen, huşu içinde el etek öpmeyi öğrenmiş nur topu gibi, itaati meziyet bilen münevverleri olacak!

“Münevver”i de bir halt sanmayın sakın! Münevver dediğin, altı üstü kendisine verileni yansıtan, aksettiren bir ayna zevattır. Kendi aklıyla aydınlanmış, soran sorgulayan, eleştirel düşünen entelektüel bir birey değil. Yalanı bir siyasal söylem yöntemine dönüştürmüş ve tenakuz abidesi yöneticileri olan herhangi bir toplumun entelektüel aydınlar nesine gerek ki zaten. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali, bu kapak ile tencerenin birbirini bulmasının da iki günün işi olmadığını unutmamak gerek.

Devşirmeleri, devşirenleri, devşirilenleri, Komünizmle Mücadele Derneklerinden Yeşil Kuşak Projesine ve hizmetlerine mukabil efendisinin ayakları dibinde huzur içinde oturup vaaz eyleyen kırık testiye dek yetiştirilen her soydan ve boydan çemişleri, eşbaşkanlıktan şeşbaşkanlığa ve ılımlı İslam’a dek uzanan yarım asırdan fazla süren süreci ve bu süreçte başta Amerika olmak üzere uluslararası ve yerel kaynaklarca fonlanan ve harcanan her türden emeği, göz ardı etmemek ve haklarını da yememek gerek.Madem ki “Emek en yüce değerdir”, alın size emek… Vatana millete, köre sağıra, takkeli takkesiz çemişe, aklınıza gelen gelmeyen herkese ve her şeye hayırlı uğurlu olsun.         

      









* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Komünizmle Mücadele Derneği’nin, adının önüne “Türkiye”yi ekleyerek üçüncü kez kuruluş tarihi ise 1963’tür. Türk milliyetçiliğinin sözüm ona şanlı ve şahlanışının tarihi olarak da anılan bu dönem, ABD dolarlarıyla yemlenen ve devşirilip yetiştirilen kadrolar dönemidir. Keza Allah ve din yolunda şehadete erme hülyalarıyla devşirdikleri gençlerin vesveseye düşmemesi için “çok iyi beyin yıkamanın lüzumuna inanıyorum” (Küçük Dünyam, sf. 67-68) diyen, camilerde verdiği vaazlarda Komünistlerin ihbar edilmesini buyuran Fethullah Gülen’in de bu sürecin unsurlarından biri olması tesadüf değildir. Mukadderat işte; devşirmeleriyle ünlü Osmanlı’nın ‘torunları’nın da devşirildiği günler gelip çatmıştı. Ve bu toruncukların, tosuncukların siyasal ve ideolojik kimliklerinde Türk milliyetçiliği, Müslümanlık, “vasati muhafazakâr” yazıyordu.    
2 Bu konuyu, “ÖĞRETMEN; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabımdaki makalelerde olabildiğince ve yeri geldikçe değindim. Yazıyı daha fazla genişletmemek için üzerinde durmuyorum. İlgilenenler söz konusu kitaba bakabilirler.

17 Mart 2012

Ya Yarın Olmasaydı...


Siyasal ve Felsefi Bir Roman: Başbakanın Günlüğü

Ya Yarın Olmasaydı

Demeter TOPRAK*

“Yarın; en güzel umutların kendisine ertelendiği ülke…”

“Yarın; yaşanmayan, yaşanması umulan en güzel sevdaların, küçüğünden büyüğüne beklentilerin, fethedilemeyen yurdu…”

“Yarın; beklenen zaferin, o mutlu günün adresi…”

“Yarın… Yarın… Yarın…”

“Ya yarın olmasaydı?”

Elimden bırakamadan bir oturuşta okuduğum romanın son cümlesiydi: Ya yarın olmasaydı?

Roman bitmişti. Esrik bir hüzün ve eksiklik bırakarak… Oturduğum koltuktan kalkmadan, gözlerimi kapadım. Düşündüm: O son cümleyi, o son soruyu düşündüm. İçerisinde yaşadığımız ülkeyi… Her gün tanık olduğumuz, tüm toplumun gözleri önünde yaşanan siyasal-ideolojik hesaplaşmaları… Özel mahkemeleri… Mahkemelerde yaşananları düşündüm. Sorular birbiri ardına sökün ediyordu.

Sahi! Yarın olmasa, yarın umudu, yarın beklentisi olmasa, ne yapardık? Bunca haksızlığa, bunca adaletsizliğe, acıya, şiddete, açlığa katlanır mıydık? Yoksa bir an bile beklemeden, nasıl olsa bu günler de geçer diye düşünmeden, geleceğe ertelemeden, hadsize haddini bildirir miydik? Yoksa, bir gün daha fazla yaşayalım da nasıl yaşarsak yaşayalım mı, derdik? Tanık olduklarımız karşısında, bana bulaşmasın da ne olursa olsun mu, derdik? Toplumsal varlığımıza inat, sesimizi kesip, boynumuzu eğerek, hâlâ bireyselliğimize mi sığınırdık? Dağlar, taşlar, yollar gibi suskunluğa mı gömülürdük?

Ve dünyayı düşündüm: Anlamak bilmekten daha acıdır, demişler ya… Tek başınalığın çaresizliğiyle, acıyan yüreğimi, acıyan bilincimi bastırıp, bilgisayarıma yöneldim, “Hiçbir şey yapamasam da yazabilirim” diyerek…

Düşle Gerçek Arasında

“Başbakanın Günlüğü” Atalay Girgin’in üçüncü romanı… Kendi sözleriyle, “Öfkesini edebiyatla terbiye etmeye girişen” bir yazarın romanı. “Kemeutopyalılar Roman Dizisi” adını verdiği serinin son kitabı. Girgin’in romanında anlatılanlar “Kemeutopya” adını verdiği bir dünyada geçiyor. Kemeutopya’nın ve adı geçen tüm ülkelerin sakinleri, Anadolu’nun bazı kesimlerindeki adıyla “keme” ya da “fare”… Elbette yöneticileri de…

Girgin’in fabl türü dizisinin son romanı olan “Başbakanın Günlüğü”nde, fablın ironik ve politik dili her aşamada kendini gösteriyor. Romanın son cümlesine dek düşten gerçeğe, gerçekten düşe savrulup duruyorsunuz. Bir an geliyor, kahramanların o denli bilindik olduğunu düşünüp, tam “Evet! Bu şudur” derken, bir de bakıyorsunuz ki tanımadığınız biri çıkıyor karşınıza.

Danışmanlarının hazırladığı konuşma metinlerine bağlı hareket eden, entelektüel bir görüntü çizmeye çalışan bir başbakanın içler acısı halini de sergiliyor Girgin. Gündem değiştirme, gündem belirleme sevdasıyla, eline tutuşturulan metindeki “ontolojik, epistemolojik, aksiyolojik” kavramlarının büyüsüne kapılıveren başbakanın içine düştüğü duruma da ironik bir anlatı eşlik ediyor.

“Başbakanın Günlüğü” baştan sona anlatısı, olay örgüsü ve kişileriyle siyasal çağrışımlar içeriyor. Okuru düşle gerçek arasında düşündüren, sorgulatan bir yolculuğa çıkarıyor. Bir macera, bir polisiye romanı olmamasına rağmen, anlatının akıcılığı, söz dizimleri ve yer yer uzunluğuna rağmen cümlelerin yapısı okuru sürüklüyor.

Romanda öne çıkan unsur, yalnızca siyasal çağrışımlar, ironik ve politik anlatı değil. Aynı zamanda olayların kurgulanışı ve olaylar karşısında kişiler arası ilişkiler de belirgin. Keza kişiler arası ilişkilerin etik boyutu, değer sorununu da bir problem olarak tartışma gündemine taşıyor. Özellikle etik tutarlılık, etik ilişki açısından, kişilerin ve davranışlarının sergilendiği anlatım ve diyaloglar, bunların yanı sıra, iktidara yakınlık ve statü karşısında kişilerin durumlarının, Tanrı’nın neliğinin betimlendiği bölümler, romanın genelini sarıp sarmalayan felsefeyi billurlaştırıp daha da belirgin kılıyor.

Dahası alttan alta arka planda sınıfsal olanı, sınıfsal, siyasal-ideolojik çelişkileri, bağırmadan, slogan atmadan hissettiriyor Girgin. Çünkü Girgin, dizinin ilk iki romanında olduğu gibi, “Başbakanın Günlüğü”nde de Erol Toy’un “Sınıf bilinci yok” dediği yazarlardan biri olmadığını sergiliyor. Bir öğretmen olmasına rağmen, gizlemeye saklamaya gerek de duymadan.  

Felsefi ve siyasal olan “Başbakanın Günlüğü”nde birbirinden koparılamayacak denli, iç içe geçmiş iki unsur. Siyasal roman diye sunulup “etliye sütlüye” dokunmayanlardan değil, “Başbakanın Günlüğü”. Alınsalar da alınmasalar da düşle gerçek arasında, çok ama çok kişiye dokunan bir roman. Çok ama çok kişiyi kızdıracak… Ancak çatlasalar da patlasalar da, öfkeden kudursalar da yapacak bir şey yok. Çünkü nihayetinde Girgin’in anlattıkları da, kişileri de fareler dünyasına ait. O ne bu dünyadan, ne de bu ülkeden ve yöneticilerinden söz ediyor. Kime ne değil mi?

Zaten Atalay Girgin de, “Kemeutopyalılar roman dizisi”ne ilişkin “Kısa meramım” başlıklı bir açıklamasında şöyle yazmıştı:  Bu çalışma, bir insanın, gördükleri, bildikleri ve yaşadıkları karşısında hissettiği öfkenin, aklını teslim almasına karşı koyma ve bunun yerine, öfkesini edebiyatla terbiye etme girişiminin ürünüdür. Yüzme bilmemesine rağmen, okyanusun orta yerinde kaldığında bile boğulma pahasına boy verip derinliği bilmek istemesi ve boy vermişken de dalıp onun dibinden bir avuç kum çıkarabilme girişimi…

Yazıyı sonlandırırken belirtmeliyim ki şimdiden merak ve sabırsızlıkla beklemeye başladım: Acaba Girgin, yeniden boy verip daldığında okyanusa, bakalım hangi kum tanelerini avuçlayıp çıkaracak? Ve hangi kum tanelerini bırakacak avuçlarımıza yeniden?



    





* Dr. Psikolog,; demetertoprak@yahoo.com
1- Başbakanın Günlüğü, 160 sayfa, Vesta Yayınları.