BAŞBAKANIN GÜNLÜĞÜ için hazırlanan afiş...
Eğitim, Toplum, Siyaset, Edebiyat ve Felsefe Üzerine Haber, Yorum ve Eleştiri Yazıları
15 Şubat 2012
07 Şubat 2012
"Bir Öykünüz Olsun!"
"Bir
Öykünüz Olsun!"
Evet! Sizin de bir
öykünüz olsun. İster kadın olun ister erkek, ister genç olun ister yaşlı, ister
öğrenci olun isterse öğretmen, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde sizin de bir
öykünüz olsun.
İster kendiniz yazın isterse
sevdiğiniz bir yazardan bir öykü seçin kendinize… Çünkü yazarı kim olursa
olsun, ne denli kısa ya da uzun olursa olsun, ne kadar acemice ya da ustaca
olursa olsun, her öyküde insan vardır. Her öyküde ötekine açılan bir pencere…
Her öyküde ötekine açılan bir kapı… Elbette bakmasını ve görmesini bile…
Elbette anlayana… Elbette kendinden taşıp ötekine yönelebilene… Haydi!
Kendinden taşıp ötekini anlayan sen ol! Ötekine yönelebilen sen…
Her pencerenin ardında
insan vardır. Önündeki sen ol! Her kapının ardında yaşantılar, acılar, umutlar,
sevinçler, mutluluklar, paylaşımlar, dertler, kederler, tasalar vardır. Kapıyı
çalan sen ol! Paylaşan sen… Çünkü her
öykü insan açısından insan için bir anlatıdır.
Haymana’da
Dünya Öykü Günü
“Bir
öykünüz olsun!” Haymana’da, Nuri Bektaş Anadolu
Lisesi’nde gerçekleştirilecek olan 14 Şubat Dünya Öykü Günü etkinliğinin
sloganı. Haymana’da Dünya Öykü Günü ikinci kez düzenleniyor. İlk etkinlik 2011
yılında yine Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’nde Edebiyatçılar Derneği’nin işbirliği
ve katkılarıyla yapılmıştı.
Bu yıl ki 14 Şubat
Dünya Öykü Günü etkinliği, Nuri Bektaş
Anadolu Lisesi ve Dünyanın Öyküsü
Dergisi’nin işbirliğiyle düzenleniyor. Etkinliğe, Dünyanın Öyküsü Dergisi
adına Çankaya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı
Bölüm Başkanı, dilbilimci-yazar-eleştirmen Prof.
Dr. Aysu ERDEN, öykücü-yazar Tekgül
ARI, öykücü-yazar Esra ODMAN,
öykücü-yazar Müyesser GÜNER katılıyor.
Öğrencilerin aktif katılımıyla gerçekleşecek etkinliğin tarihi ise 17 Şubat 2012.
Haydi! Yalnızca
Haymana’da değil! Dünyanın neresinde olursanız olun siz de katılın bu
etkinliğe! Yazın ya da bir öykü seçin kendinize! 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde
sizin de bir öykünüz olsun!
06 Şubat 2012
Başbakanın Günlüğü Kitabevlerinde!!!
Başbakanın Günlüğü Kitabevlerinde...
Başta D&R Kitabevleri olmak üzere, Kitapyurdu, İdefix ve diğer internet kitap satış sitelerinde...
Atalay Girgin'in "Kemeutopyalılar roman dizisi"nin üçüncü kitabı olan "Başbakanın Günlüğü" adlı romanında, fablın ironik ve politik diline akıcı bir anlatı eşlik ediyor.
Romanın felsefi boyutu, salt etik ilişkiler ve etik problemlerle sınırlanamadığı gibi, toplumsal ve siyasal teşhirle de yanyana, hatta içiçe gidiyor. Bu haliyle karşımızda duran aynı zamanda siyasal bir roman...
Atalay Girgin, dizinin ilk iki romanında olduğu gibi, "Başbakanın Günlüğü"nde de düşsel ve düşünsel olarak yarattığı dünyada, tasarladığı kişiler ve olaylar üzerinden var olanı sorguluyor ve eleştirel bir boyutta okurun değerlendirmesine sunuyor.
Romanda öne çıkan kahramanlardan biri, kitaba adını da veren, başbakan olurken, diğeri de bir savcı... Roman içinde hiç bir araya gelmeyen, birebir ya da yüzyüze herhangi bir ilişkileri olmayan bu iki kahramanı bağlayan ne? Yollarını kesiştiren ne?
Atalay Girgin'in kişi ve olaylarla işlediği ve sergilediği sorunlardan biri de şu: Sıfatlar mı kişileri değerli kılar yoksa kişiler mi sıfatları? Ya da kişilerin değerini belirleyen statüler midir yoksa statüleri değerli ya da değersiz kılan kişiler midir? Geçerli, toplumca önem verilmeyen bir statüye sahip herhangi bir kişi, statünün bu durumundan dolayı değersiz midir?
Başbakanın Günlüğü, hem anlatı üslubu hem de anlattığı ve sergilediği etik problemlerin yanı sıra siyasal ve toplumsal eleştiri, ironi ve sorgulamalarıyla ilgiyi hak eden ve var olanı sormaya, sorgulamaya yönelen her okurun ilgisini bekleyen bir roman...
03 Şubat 2012
"Fabl İronik ve Politiktir"
“Fabl, ironik ve
politiktir”
Gülistan Sinanoğlu
“Yazmak genel olarak kendini ifade etme
çabasıdır. Benim içinse yazmak, (…) bir insanın gördükleri,
bildikleri ve yaşadıkları karşısında hissettiği öfkenin aklını teslim almasına
karşı koyma ve bunun yerine öfkesini edebiyatla terbiye etme girişiminin
ürünüdür” yanıtını veriyor yazar Atalay Girgin “Yazmak nedir”
sorusuna.
1960, Alaşehir doğumlu yazar aslında felsefe
öğretmeni. Uzun yıllardan beri makaleler yazıyor. Bu makaleler Hürriyet Gösteri,
İLE, İnsancıl Dergileri ve Radikal Gazetesi Tartışı-yorum ekinde yayınlanmış.
Henüz yayınlanmamış öykü denemeleri de var.
Yıllardır makalelerle karşımıza çıkan
Atalay Girgin’in, “Kemeutopyalılar” roman dizisinin ilk iki kitabı
geçtiğimiz günlerde yayımlandı: Birincisi, Mehdi ve Mesih, ikincisi ise
Lağımpaşalı. Girgin, “Başbakanın Günlüğü” adını taşıyan
üçüncüsünün matbaadan çıkması içinse gün sayıyor. Dizinin kaç
kitap olacağına ilişkin sorulara, “Şu anda bilemiyorum. Ama ömrüm
yettiği, bedenim aklıma, aklım da bedenime ihanet etmediği
sürece yazmaya devam edeceğim” yanıtını veriyor.
Girgin, kitaplara ilişkin üç yıllık bir zihinsel, düşünsel
hazırlık, mayalanma” sürecinden söz ediyor. Bu süreç yazmaya kıyasla çok daha
uzun ve sancılı olmuş. Romanların ortaya çıkması ise daha
kısa bir sürede...
İronik ve Politik Bir Anlatı
Yazarın romanlarda kullandığı dil, oldukça
ironik. Hatta hem ironik hem de politik. Her iki roman da fabl
olarak tasarlanmış. Bunun nedenini şöyle açıklıyor Atalay Girgin:
“Fabl edebiyatın içindeki anlatı
türlerinden biri… İnsan, çevresinde olup bitenlere ilişkin, tarih boyunca
çok farklı nedenlerle, kaygılarla değişik canlıları, hatta cansız
varlıkları konuşturarak meramını anlatmaya çalışmıştır. Geçmişte
masallarda, günümüze yaklaştıkça öykü ve romanlarda, hatta filmlerde bile…
Örneğin; G. Orwell’in Hayvan Çiftliği roman, Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ı
masal olmasına rağmen ikisini de severek okumuştum. Keza R. Bach’ın Martı’sını
da… Fabl, kendiliğinden ironik, hatta politik bir özelliğe sahip.
Ben de bu özelliklerinden yararlanmak istedim. Bazı açılardan anlatımda
kısıtlamaları beraberinde getirse de yazana daha rahat davranma olanağı veren
bir tür. Ben ikincisinden yararlandım. Çünkü fablla insanlara bir şeyler
anlatmanın daha çarpıcı olabileceğini düşündüm. Bu türü seçmemin nedeni de
bu...”
“Birincisi, bu otobiyografik bir roman değil. “Tumu”
karakterini oluştururken de kendimden esinlenmedim. İkincisi ise romanda gerçek
kişi ve olaylar yoktur. Sadece benim romanımda değil, biyografik olanlar hariç,
hiçbir romanda, öyküde de… Hatta hiçbir kitapta hiçbir gerçek yoktur. Gerçek bir
kişiyi, olayı anlatmaya çalışsanız da anlatamazsınız. Yalnızca anlattığınızı
varsayabilirsiniz. Okur da romanda karşılaştığı bir ya da birkaç kahramanla
gerçeklikte var olan kişiler arasında kurduğu şu ya da bu isim veya karakter
benzerliklerinden dolayı onun / onların gerçek olduğu yanılsamasına kapılabilir.
Ama bu ayan beyan yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Bir edebiyat türü olarak
roman, yazarın anlamlandırmaları, eğretilemeleri, ironi ve yer yer karikatürize
ederek eğip bükmesi temelinde yarattığı, tasarladığı, kurguladığı kahramanlar,
onların ilişkileri, ilişkilenme biçimleri ve olaylar ekseninde düşünsel bir
anlatıdır. Ama bu anlatı, aynı zaman ve mekân koşullarında yaşayan okurda
yarattığı çağrışımlarla onu düşle gerçek arasında gidip gelmeye, bağlantılar
kurmaya yöneltir. Aslında düşle gerçek arasında gidip gelen ve gerçekliği aşan,
aşmak zorunda olan yazardır. Çünkü yazar da aynı koşullar içinde
yaşamakta, okurun fark ettiklerini fark edip tanık olduklarına
tanıklık etmektedir. Her yazar, her sanatçı, her düşünür çağının çocuğudur.
İçerisinde doğup büyüdüğü etkilendiği çağın, toplumun rengini taşır. Bilim
kurgudan fantastik, ütopik roman ya da öykülere, şiirden resim, tiyatro ve
sinemaya dek, felsefe de dâhil olmak üzere, neredeyse tüm düşünsel üretim
süreçlerinde kendini gösterir bu durum. Sözün özü: Benim yazdıklarımda hiçbir
gerçek kişi ya da olay yoktur. Malum; ben farelerin dünyasını anlatıyorum,
insanların değil… Ama farelerin dünyasını insanlar için anlatıyorum. Çünkü
edebiyat, tüm kültürel etkinlikler gibi, insan içindir.”
Okumadan Yazılmaz
“Nelerden esinlenirsiniz” sorusuna ise, bir
fikrin, yaşadığı ya da tanıklık ettiği bir olayın, zaman zaman duyduğu
bir söz ya da okuduğu bir haberin etkisiyle kurgu yaptığını söyleyerek yanıt
veriyor. Dizinin üçüncü kitabı ve yakında yayınlanacak olan Başbakanın
Günlüğü’ndeki bir sorudan hareketle farklı bir roman tasarladığını da
ekliyor.
“Okumadan yazılmaz” diyor Atalay Girgin.
Hatta her okuyanın okuduğundan yeterince yararlanamayacağını ve
okunanlara eleştirel bir bakış açısıyla bakmak gerektiğini de
ekliyor. Okunanların değerlendirilmesi, hayatla bağının kurulması ve
sonuçlara ulaşılması gerektiğini savunuyor. Her ne kadar “Bir kitap okudum
hayatım değişti” gibi sözlerin geçerliliği olmadığını
belirtiyor olsa da okumanın, insanın hayata bakışını olumlu anlamda
etkileyip değiştirebileceğini söylüyor.
Yıllardır yazıyor olmasının tecrübesiyle Girgin,
“yazmak zor değildir” diyor ve devam ediyor: “Aksine,
sözünün sahibi olmak kadar kolaydır. Ya da tam tersi, sözünün
sorumluluğunu taşımamak ona sahip çıkmamak kadar basit. Birincisi,
edebin, etik tutarlılığın; ikincisi ise “Ben söyledim” ya da “Ben yazdım” deyip
geçmenin, ilkesizliğin, etik tutarlılıktan yoksunluğun tezahürü.
Oysa her edipten edepli olması beklenir."
Edebiyatın Amacı ve Görevi
Yoktur
Yalnızca edebiyatla değil, felsefe, siyaset,
tarihle de yoğrulmuş bir yaşam Atalay Girgin’in yaşamı. Felsefeyle ele
alıp sorgulamanın ve değerlendirmenin de etkisi altında,
edebiyatı, kendine özgü özellikleri olan bir anlamlandırma ve
anlatma etkinliği olarak tanımlıyor. Ancak, edebiyatın amacı olduğunu
savunanlara itirazı var. Girgin’e göre edebiyatın amacı yok! Bunu da
şöyle ifade ediyor:
“Bugüne dek, birçok kişi edebiyata amaçlar ve
görevler yüklemiştir. Bunlar edebiyatı neliği ve gerçekliğinden bağımsız
olarak değerlendirme yanılsamasını yaşamaktadırlar. Bu yanılsamanın etkisiyle,
edebiyattan hayatı biçimlendirmesini, onu değiştirip yönlendirmesini
beklemektedirler. Oysa genel olarak edebiyatın böylesi bir gücü ve etkisi hiçbir
zaman olmamıştır ve olamaz da… Çünkü edebiyatın herhangi bir amacı ve
görevi yoktur. Yalnızca yapmak isteyip de kendi yapamadıklarını ona yükleyen
insanlar vardır. Hadi “Edebiyatın amacı vardır” diyenler, ona görev
biçenler alınmasın, kendinde bir şey olarak felsefenin de amacı ve görevi
yoktur.”
Romanlara İçşelleşen Felsefe ve
Etik
Yazmanın doğuştan gelen bir yetenek olamayacağını ve
çalışarak yazar olunabileceğini belirten Atalay Girgin’in her iki
romanında da, felsefe ve bir problem alanı olarak etik
içselleşmiş. Ele aldığı birincil ve ikincil temaların
neredeyse geneli felsefi bir kavrayışla anlamlandırılmış. İktidardan dine dek
değinilen tüm konularda etik problemleri ortaya koyma çabası öne çıkmış.
Yanılsama arttıkça, gerçekliğin hakikatinin sırra
kadem bastığını söyleyen Girgin, günümüzde, yanılsamadan beslenen ve
kutsallık şalına bürünen karanlığın, aklın aydınlığını
boğmasına, onu bir mum ışığına dönüştürmesine karşı mücadelenin
ertelenemez bir önem taşıdığını belirtiyor. Ve bunun
yaşamın her alanında, insanların düşünce, söylem ve davranışlarına
yön veren bireysel ve toplumsal bilinç haline getirilmesi gerektiğini
vurguluyor.
01 Şubat 2012
Edebiyatta Felsefe Sanatta Nesneleştirme
Edebiyatta
Felsefe
Edebiyat felsefe
ilişkisi, antik dönem tragedyaları da dâhil, edebiyatın verili ve olası tüm
türleri için geçerlidir. Felsefi olan, şu ya da bu ölçüde ve biçimde, edebiyata
içseldir, içselleştirilmiştir. Özellikle de bir tür olarak, roman, öykü, şiir, tiyatro
yapıtları, vb. söz konusu olduğunda… Şiir,
Aristoteles’e göre felsefeye en yakın olandır. Melih Cevdet Anday’a göre de,
“şiir felsefeye bitişir.” Bunları bir yana bıraktığımızda, edebiyatta felsefenin
varoluşunu iki boyutta ele almak mümkündür. Bunlardan ilki, bilinçli bir
biçimde içselleştirilişi; diğeri ise kendiliğinden, etik ilişkiler bazında
içselleşişi. İlkinden başlayalım:
Edebiyatta
Felsefenin Bilinçli Var Kılınışı
Edebiyatta felsefe ya
da tek tek edebi türler ve bunlara ait yapıtlarda felsefe, felsefi olan, etik
ilişkiyi şimdilik paranteze alırsak, öncelikle ve esas olarak iki kanaldan var
olur. Bunlardan birincisi, yapıtın yaratıcısı olan sanatçının / yazarın, verili
felsefe akımlarının ya da tek tek filozofların / düşünürlerin, insan anlayışı
başta olmak üzere, şu ya da bu konudaki fikir ve önermelerini, anlatıya edebi
bir biçimde içselleştirmesi; tasarlayıp kurguladığı olay örgüsünde, kişiler ve
kişilerarası ilişkiler bazında etik kişi ve etik ilişkiler olarak sergilemesiyle
gerçekleşir. İster bir olumlamaya isterse bir olumsuzlamaya delalet etsin,
burada felsefe ve felsefi olan esas itibariyle, yazara dışsaldır. Yazar,
kabullensin ya da kabullenmesin, benimsesin ya da benimsemesin, kendisinden
bağımsız olarak var olan / var olmuş bir felsefi düşünüşü, anlayışı yapıtına
içselleştirmektedir. Elbette bunu, bir filozof gibi, adlandırarak, kavramlar
arası ilişkiler kurup neliği ve gerçekliği temelinde kavram çözümlemeleri ve
temellendirmeler yaparak, terminolojik bir anlatımla gerçekleştirmez. Bir
sanatçı olarak yazardan, böyle bir şeyi yapması ne istenir ne de beklenir. Bu
bir anlamda yazarın / “sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı”dır.
Bu bağlamda, İoanna Kuçuradi,
“Kişi değerlerini ve kişilerarası ilişkilerdeki değerleri değerlendirirken
sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı vardır” der ve devam eder: İşi, kişi
yaşantılarını ve sorunlarını göstermek olduğundan, değerleri adlandırmak
zorunda olmadığından, bu yaşantıların zenginliğinden fedakarlık yapmadan
bunları gösterir; kendi görme gücüne göre, kişi yaşantılarında yakalayabildiği
ince ayrılıkları rahatlıkla verebilir. İşi, kişi değerlerinin ve kişilerarası
ilişkilerdeki değerlerin neliğini sadece g ö s t e r m e- k olduğundan, bunu
binbir çeşitte, kendisine en elverişli biçimde göstermekte serbesttir1.
Edebiyatta felsefenin,
daha doğrusu felsefi olanın var olma, var edilme kanallarından ikincisi ise,
filozoflaşan sanatçı yazarlar ya da sanatçılaşan filozoflardır. Burada tek tek
yapıtlara içselleşen felsefe, felsefi düşünüş ya da felsefi olan, yazara dışsal
değildir. Aksine; ister genel olarak varlığa, ister o varlığın bilgisine ve
isterse bu bilginin koşulladığı eyleyişin değerine yönelik olsun, her durumda
yazarın kendi anlama, anlamlandırma ve anlatma etkinliğine içseldir. Çünkü
temeli, onun, varlığın hangi alanına ilişkin olursa olsun, kendi düşünüşü,
söyleyişi ve eyleyişindedir. Bununla koşullanan anlama, anlamlandırma, görme ve
gösterme biçimiyle vücut bulmaktadır.
Varlığın ve “Kişi
yaşantıları yumağının her noktasını adlandırmak veya değerlendirmek olanaksız”2 olsa da, filozoflar bir yana, bu tür
yazarlar, kendilerine özgü bir biçimde, insan ve “insan problemleri üzerinde
kafa yor”maları, onları adlandırabilmeleri, “dolayısıyla görme ve yaşantı
olanaklarını genişlet”meleriyle filozoflaşırlar. Bu nitelikleriyle, aynı tür
içinde yapıtlar ortaya koyan yazarlar arasında billurlaşırlar. Özellikle
böylesi yazarların imzasını taşıyan “Her halis sanat eseri, ister bir roman,
bir oyun veya başka bir eser olsun, bir kişi değerine veya kişilerarası
ilişkilerde ortaya çıkan değerlere işaret eder, bu değerleri bize gösterir;
çeşitli değerleri olduğu kadar aynı değerleri de çeşitli formlarda ifade eder.
Akıp giden kişi yaşamlarının sorunlarındaki değerlere ve değerlendirmelere
sınırlar çizerek, bunları bilinçlendirerek gösterir”3
, başta okuru olmak üzere, insana. Edebi ütopyaların yanı sıra, Sartre gibi
yazar filozofların ya da Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Tahsin Yücel, Melih
Cevdet Anday, Albert Camus gibi, Dünya edebiyatının yerli yabancı filozoflaşan birçok
yazarının yapıtları buna örnektir.
Ancak ister
filozoflaşan yazarlar olsun, isterse yazar / sanatçı filozoflar, her iki
durumda da felsefenin, felsefi olanın edebiyatta var edilmesi, ona içselleşmesi
/ içselleştirilmesi, edebiyatının neliğine uygun olmak durumundadır. Ki bu
felsefenin, felsefi olanın, felsefi düşünüşün yazara içsel, kendisine özgü
olduğunda da ona dışsal, yani bir felsefe akımına ya da bir filozofa ait
olduğunda da geçerlidir.
Felsefenin, daha doğru
bir deyişle, felsefi olanın, felsefi düşünüşün edebiyatta var kılınışının söz
konusu iki kanalı da ortaya çıkan yapıtı felsefe olarak nitelemeye yetmez. Hatta
‘yetmez’in de ötesinde, böylesi bir yapıt felsefe değildir. “Felsefi”lik, ne
denli öne çıksa ya da birilerince çıkarılsa da özellikle roman, öykü, oyun,
nehir şiir, vb. söz konusu olduğunda yapıtın taşıdığı bir dizi özellikten
yalnızca biridir. Çünkü edebiyat yapıtının yazarı, ne denli filozof ya da
filozoflaşmış olma niteliğine sahip olursa olsun, bu noktada edebiyatın
neliğine uygun bir biçimde onun temel araçlarını (anlatımdan olay örgüsüne,
kişi ve kişilerin yaratılmasından kurguya, imgeden betimlemeye, ironiden
karikatürize etmeye, vb. dek) kullanmak ve onlarla iş görmek zorundadır.
Kavramlardan çok sözcüklere sarılmak durumundadır. Hangi konuyu işlerse
işlesin, onun işi, yapıtta felsefe yapmaktan çok, göstermek ya da yapıta
içselleştirmek istediği kendisinin dışındaki veya kendisine özgü felsefi
düşünüşü, bakışı ya da yaklaşımı, bir yandan metnin dokusuna yedirerek, diğer
yandan kişi ve kişilerarası olaylarla nesneleştirip ete kemiğe büründürerek,
edebi bir tarzda algılanır kılmaktır. Ki bu, felsefi olanın, felsefi düşünüşün,
yazarı tarafından bile isteye bir edebiyat yapıtına içselleştirilmesine delalet
eder. Edebiyatta felsefenin var edilişinin ya da var olmasının bir boyutu
budur. Ve burada yazarın, bilinçli bir tercihi vardır; felsefi olanı yapıtta
bilinçle var kılışı.
Edebiyatta
Felsefenin Kendiliğinden Varoluşu
Edebiyatta ve onun
kapsamındaki türler ve tek tek yapıtlarda, felsefi olanın, bilinçli bir biçimde
içselleştirilmiş olmasının yanı sıra, yaygın ve kendiliğinden varoluşu da söz
konusudur. Yaygın ve kendiliğinden varoluşu olanaklı kılan ise etik ilişkidir.
Edebiyatın kapsamında
kalan ve başta biçimsel özellikleri itibariyle edebilik niteliği taşıyan roman,
öykü, oyun türündeki tüm yapıtların ortaklaştığı nokta etik boyuttur, etik
ilişki boyutudur. Söz konusu türlerde yapıtlar ortaya koyan her yazar, felsefi
olanı bile isteye yapıtına içselleştirmeye çalışsın ya da çalışmasın, bunun
farkında olsun ya da olmasın, her koşulda bilinçli ya da bilinçsizce, kişi ve
kişileri aracılığıyla etik ilişkilere yer verir. Özellikle çok katmanlı, çok
yönlü, çok boyutlu ve çok anlamlı bir niteliğe sahip romanda bundan kaçış
yoktur. Etik ilişkiler aracılığıyla değerin ve değerlerin gösterildiği,
olumlama ya da olumsuzlama anlamında kişi değerinin ve değerlerinin yeniden
değerlendirildiği her tür edebi yapıt, yazarın istemesinin niteliği ne olursa
olsun, kendiliğinden felsefi olanı içerir; felsefi bir özellik taşır.
Yazar, roman, öykü,
oyun türünde herhangi bir edebi yapıtı, hangi saik, kaygı ya da kabulden; hangi
insan anlayışı, dünya görüşü ya da siyasal-ideolojik-dinsel düşünceden
hareketle kaleme almış olursa olsun; bu yapıtlarda hem genel olarak metnin
anlatısı hem de olay örgüsü ve kişi ilişkileriyle, olumladığı veya
olumsuzladığı değer ve değerlere işaret eder, onları göstermeye çalışır. Bunu
yaparken, herhangi bir felsefeye, felsefi düşünüşe ya da onların insana,
topluma, değere, vb. ilişkin herhangi bir anlayışına dayanmıyor oluşu, yapıtın
özellikle etik anlamda felsefi olanı içermekte olduğu gerçeği ve hakikatini
ortadan kaldırmaz. Hatta yazarın felsefeyi hiç sevmediği, onu yadsıyıp ondan
nefret ettiği, yok saydığı durumda bile…
Etik
ya da Ahlâk Felsefesi
Felsefenin,
başlangıcından bu yana var olduğu kabul edilen, üç temel alanı / konusu,
varlık, bilgi ve değerdir. Aksiyoloji olarak da adlandırılan sonuncusu, giderek
bağımsız birer felsefe dalı, disiplini haline dönüşmüş olan etik ve estetiği
içerir. Aksiyoloji, insanın insanla ilişkisinde ve onun kendine nesne edindiği
herhangi bir var olana yönelişinde ortaya çıkan eylemleri, bu eylemlerin
değerini; bunun yanı sıra, değerin ve değerlerin neliği ve gerçekliğini konu ve
problem edinip inceleyen bir alandır.
Etik, bir başka deyişle
ahlâk felsefi ise, genel olarak ahlâkın, “Ahlâksal olanın özünü ve temellerini
araştıran (…), insanın kişisel ve toplumsal yaşamındaki ahlâksal davranışları
ile ilgili sorunları ele alıp inceleyen felsefe dalı”4
dır. Hangi insanın, hangi koşullardaki, hangi eylemlerinin ahlâkî olup
olmadığını; bir eylemin ahlakilik değerini taşıyabilmesi için hangi koşulları
haiz olması gerektiğini araştıran, kişi vicdanı karşısında değişmez, bütün
toplumlar, bütün insanlar için, bütün çağlar boyunca geçerli ve uyulması
gereken bir ahlâk yasasının var olup olamayacağını problem edinip sorgulayan
bir felsefe disiplinidir. Öte yandan ahlâkî eylemler karşısında ya da onlara
ilişkin telaffuz edilen, onların değerini belirtmek için kullanılan “iyi” ve
“kötü”nün neliğini sorgulayan bir disiplindir de…
İnsanın, her davranışı,
her eylemi ahlâkî olmadığı gibi ahlâkî bir değere de sahip değildir. Ancak onun
belirli koşullara sahip olan ve o koşullarda yapmayı ya da yapmamayı seçtiği
her eylemi ahlâkîdir. Dolayısıyla etik, insanın hangi koşullarda yapılmış
olursa olsun her tür eylemini konu edinmez. Belli türden ilişki ve
davranışlarını konu edinir. Ki bundan dolayı, her tür ilişki “etik ilişki”
olmadığı gibi, her türden davranış da koşullarından bağımsız olarak ahlâkî
değildir. Bu durumda yanıtlanması gereken temel soru, “Etik ilişki nedir?” ya
da “Etik ilişkinin neliği nedir?” sorusudur.
Etik
İlişki
Etik konusundaki
çalışmalarıyla öne çıkan felsefeci / filozof İoanna Kuçuradi’ye göre, “Etik
ilişki, insanlararası ilişki türlerinden bir tanesi ve en temelde olanı”dır. Her daim “B e l i r l i b ü t ü
n l ü k t e b i r k i ş i nin belirli bütünlükte başka bir
kişiyle ya da en geniş anlamda insanlarla –yüzyüze geldiği veya gelmediği
insanlarla- değer sorunlarının söz konusu olduğu ilişkisidir: eylemde bulunarak
yaşadığı her ilişki.”5
Eylem, yalnızca yapmayı
değil, yapmaktan vazgeçişi, karşılaşılan, tanık olunan bir olay ya da durum
karşısında yapmamayı seçişi de içerir. Dolayısıyla “her etik ilişki hep bir
olay içindedir.”6 Yalnızca “belirli bir
bütünlüğü olan bir kişinin başka insanlarla” kurduğu ilişkilerin değil, aynı
zamanda, “kişinin bir grup üyesi olarak kurduğu bütün ilişkilerin temelinde
etik bir ilişki söz konusudur.”7
Gündelik yaşamın hızla
akan ve hızla değişen yaşantılar yumağı içinde kurulan, başını sonunu, arka
planındaki saik ve kaygıları, amaçları, niyetleri genellikle bilemediğimiz ve
ikinci kez yinelenip yaşanamayan ilişkileri etik boyutuyla değerlendirebilmek
çok güçtür. Bundan dolayı, bu tür ilişkiler, bütünlüklü ve etik açıdan
değerlendirme söz konusu olduğunda, kişiye yeterli veriyi sağlayamaz. Hem
eksiktir hem de kişinin elinden avcundan hızla kayıp gider. En iyi ihtimalle,
kişinin etkilenme düzeyine bağlı olarak, onun zihninde nedenlerini, niçinlerini
bilemediği izler, izlenimler bırakır.
Gündelik yaşantılar ve
olaylar içinde gerçekleşen ve daima biricik olan etik ilişkilerden geriye kalan
izleri izlenimleri, Kuçuradi’ye göre, tamamlayıp birbirine bağlayarak
eksiklikleri gidermemizi “sağlayan başka bir kaynak vardır: yapıtları; roman,
öykü ve oyunlar. Bu yapıtlar, çeşitli eylem olanaklarını çoğu kez temelleriyle
birlikte vererek araştırıcıya adımlarını güvenle atabileceği bir zemin
sağlarlar.”8 Çünkü yapıtlarda ortaya
konan etik ilişkiler, düşsel düşünsel düzeyde tasarlanıp anlatı ve olay boyutunda,
tıpkı kişileri ve yapıtın kendisi gibi yazarı tarafından
nesneleştirilmişlerdir. Artık o andan itibaren var olanlar evrenine yeni bir
var olan ve nesne olarak katılmışlardır. Gerçek yaşamda vuku bulanların aksine,
düşsel düşünsel düzeyde varlık kazandıklarından, nesneleştiklerinden dolayı da
değişmeden aridirler. Araştırıcıya ya da ilgilisine yeniden yeniden üzerine
düşünüp değerlendirmeler yapma, bağlantılar kurup sonuçlar çıkarma olanağı
sunarlar. Bundan dolayı da yalnızca ortaya kondukları zaman dilimindeki değil, daha
sonraki yıllarda, yüzyıllarda yaşayan insanlar için de geçerlidir bu olanak.
Ne yazık ki, bu
olanağın, edebiyat eleştirmenleri ve özellikle de kitap tanıtımcıları
tarafından yeterince ve gereğince değerlendirilebildiğini söyleyebilmek mümkün
değildir. Oysa edebiyatta roman, öykü ve oyun yapıtlarının estetik boyutunun
yanı sıra etik boyutu vardır. Estetik boyut, biçim özellikleri itibariyle
“nasıl anlatıldığı” ile ilgiliyken; etik boyut, ne anlatıldığı, niçin
anlatıldığı, yapıta içselleştirilen sorun ya da sorunlar, ortaya konan olay ve
etik ilişkilerle ilgilidir. Bir yapıtın değerlendirilmesi ya da eleştirisinde
etik boyutun görmezden gelinmesi, üzerinde durulmaması, ortaya konan
değerlendirme veya eleştirinin daha baştan, eksiklik bir yana, sakatlıkla malul
olduğunun delaletidir. Ve bu bir sorundur.
Ancak, özellikle kitap
tanıtımcılarınca ve yayınevlerinin tanıtım bültenlerine dayanarak kalem
oynatanlarca sorun olarak algılanmayan bu sorunun temel nedeni, edebiyat
yapıtlarının değerlendirilme ve eleştirisinde, değer biçme ve değer atfetmenin
sözüm ona bir eleştiri ve değerlendirme biçimi olarak öne çıkması / öne
çıkarılması ve kabul görmesi vardır. Yapıtın değeri ve değerlendirilmesi değil.
Oysa ele aldığı bir
yapıtın değerini saptayamayan, onun insan açısından ortaya koyduğu sorunları,
etik eylem olanaklarını bulgulamayan ya da bulgulayamayan, yalnızca değer
atfetme, değer biçme düzeyinde kalan hiçbir eleştiri veya değerlendirme, yapıta
ilişkin olumlu ya da olumsuz anlamda ne söylemiş olursa olsun, edebiyat
eleştirisi, edebiyat değerlendirmesi vasfı taşımaz. Böylesi bir eleştiri ya da
değerlendirme, en iyi ihtimalle yazanın olumlu ya da olumsuz beğeni duygu ve
düşüncelerinin dışavurumudur. Ancak bunun vahim boyutu, özellikle kitap
tanıtımcıları söz konusu olduğunda, yayınevleri adına bilinçli ya da
bilinçsizce okur avcılığına çıkmak, okura ökse atmaktır.
Sonuç
Edebiyatın neliği,
çağlar boyunca değişen anlamı ve gerçekliği dikkate alındığında, tregadyalardan
bu yana, özellikle roman, öykü ve oyunlar bazında etik boyutuyla felsefi olan
ona içseldir. Bundan dolayı edebiyatta felsefeyi, filozofların düşüncelerinin
ya da felsefe akımlarının anlayışlarının edebi yapıtlarda var olup olmamasına
indirgememek gerekir. Keza bir yapıtta işlenen konunun felsefe konusu olup
olmamasına da… Çünkü felsefi düşünüş konusu yapılamayacak, felsefede konu
edinilemeyecek, neredeyse hiçbir şey yoktur.
Bundan dolayı,
edebiyatta felsefi olanı bulgulayabilmek için etik onun etik boyutuna bakmak,
bunu bulgulayıp kavrayabilmek gerekir. Bunun da yolu, kendinde bir şey olarak
edebiyat yapıtının biricikliği temelinde değerinin saptanıp söylediklerine,
gösterdiklerine uygun değerlendirilebilmesinden geçer. Değer atfetmek ya da
değer biçmekten değil.
**
1 İoanna
Kuçuradi, İnsan ve değerleri, sf. 106, Türkiye Felsefe Kurumu yayınları, 1998.
2 a.g.e. sf.
105.
3 a.g.e. sf.
106.
4 Felsefe
Terimleri Sözlüğü, sf. 68, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1975.
5 a.g.e. sf.
3.
6 a.g.e. sf.
3.
7 a.g.e. sf.
5.
8 a.g.e. sf.
4.
27 Ocak 2012
T.C.'nin Genetiği veya Vicdanı Kirlenmiş Toplum
TC’nin genetiği veya vicdanı
kirlenmiş toplum
Fikret Başkaya
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak
varoldu. Tevatür edildiği gibi bir “kopuş” söz konusu değildi. Osmanlı
İmparatorluğunda devlet kutsaldır. Elbette bu sadece Osmanlı’ya mahsus bir “
özellik” veya “orijinallik” değildi. Bu, premodern dönemin Eski Rejimlerinin genel durumuydu. Devletin kutsal sayılması demek,
devlet dışında hiç bir şeyin bir önemi ve
değeri olmaması demektir. Mevzubahis olan devletse, gerisi
teferrüattır ve orada kendi başına bir değeri, kıymet-i harbiyesi olan başka hiç bir şey
yoktur. Devlet çıkarı her şeyi mübâh kılar. Devletin çıkarı ve bekâsı için her
türlü cinayet, katliam, suikast, komplo, hile, yalan... gerekli ve meşru
sayılır. Bırakın halktan insanları, devletin çıkarı için padişah ailesi
mensuplarının katli de son derece olağan bir şeydir. Kardeş, çocuk, ana, baba,
hepsi devlet çıkarı için katledilebilir. Başka türlü ifade edersek, Osmanlı
İmparatorluğu’nun da dahil olduğu “Eski Devletler ailesinde’ devletin bekâsı, aile içi temizliği varsayar
ve başka türlü yapması mümkün değildir. Zaten herkes padişahın kuludur. Kulun
hakkı yoktur, sadece kulluk yükümlülüğü vardır. Dolayısıyla ilişki yönetenden
yönetilene, efendiden kula ve tebaya doğru ve tek yönlüdür.
Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu ve benzerleri “savaş
devletleridir”. Bu tür devletler varlıklarını savaşa borçludurlar. Varlıkları
düşmanın varlığına bağlıdır. Düşmanın da iç-düşman veya dış-düşman olmasının
bir önemi yoktur. Bu tür devletler savaş yetenekleri aşındığında tarih
sahnesinden silinirler... Savaşla fethedilen yerler yağmalanır, talan edilir,
birikmiş hazinelere el konur ve egemenlik altına alınan topluluk bir haraç
ödemeye zorlanır. Fakat “büyüme-yayılma ” paradoksunun bir sonucu olarak, bir
zaman sonra, üretici sınıf olan köylüden alınan haraç ihtiyacı karşılayamaz
hale gelir. Bu durum hem köylü kitlesi [toplum] üzerindeki baskının artmasını
hem de yeni savaşları dayatır. Devlet kendi iç çelişkileri sonucu zayıflar ve
çöker. Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesine çıkışının, aynı zamanda
kapitalizmin de tarih sahnesine çıktığı tarihsel döneme rastlaması,
imparatorluğun evrimi üzerinde etkili oldu. Kapitalist üretim süreci kendi
dışındaki sosyal formasyonları “biçimlendirme, biçimsizleştirme, şartlandırma,
kendi mantığıyla uyumlandırma” dinamiğine sahiptir. Bu dinamiğin bir sonucu
olarak, Osmanlı sosyal formasyonundaki aşınma derinleştikçe, yönetici elit,
varlığını sürdürmek için kapitalist dünyadan bir dizi kurum, kural, teknik, yöntem,
tarz, vb. ithal etme yoluna gitti. Bu
“ona benzeyerek kendini koruma”, devleti yaşatma refleksiydi... Batıdakinden
farklı olarak, Osmanlı yenilikleri yeninin, yeniyi yaratmanın değil, eskiyi
korumanın ve sürdürmenin hizmetindiydi. Dolayısıyla yenilik denilenler eskinin
üstündeki yamaydı... Yeni ve yenilik denilen düzenlemelerin,
kurumların, söylemlerin bir temeli yoktu. Batı’da yenilikler Eski Rejimle ve onun geleneksel
idieolojisiyle bir hesaplaşmanın araçları ve sonuçlarıyken, bizde “eskiyi nasıl
yaşatabiliriz ” sorusunun cevabı olarak varoldu... Dolayısıyla, eski rejimle ve
onun geleneksel ideolojisiyle gerçek bir hesaplaşma ve eskiyi aşma-yeniyi
yaratma girişimi hiç bir zaman söz konusu olmadı... Başka türlü söylersek,
Cumhuriyet döneminde de devlet Osmanlı İmparatorluğundaki gibi kutsal sayılmaya devam etti. Devletin
kutsandığı bir rejimin modernliği de tabii bir retorik olmanın ötesine
geçemeyecekti ve geçemedi... Velhasıl retorikle realite arasında bâriz bir
uyumsuzluk varlığını sürdürmeye devam etti.
Devletin kutsal sayıldığı yerde “gerisi teferrüat” sayılacağına göre, kullanılan modernist dilin de
bir karşılığı olması mümkün değildi. Devletin kutsal sayıldığı yerde yurttaş
olmaz. Devlet ricâlinin insanlara ‘yurttaşmış’ gibi davranması, öyle bir söylemin varlığı, insanların da kendini
‘yurttaş’ sanmasının reel bir karşılığı yoktur... Orada söz konusu olan
ikiyüzlülüğün içselleştirilmesinden başka bir şey değildir... “Yurttaşlık
durumu” ancak bir mücadele ile kazanılabilir ve korunabilir... Birileri size:
“artık bundan sonra yurttaşsınız” dedi diye yurttaş olunmaz. Zira yurttaşlık,
yurttaş bilincini var sayar... İmparatorluğun reayası 1923 de yurttaş olmadı. O
zamana kadar ‘padişahın kulu’ olan halk kitlesi, 1923’den sonra artık “vatanın
kulu” olacaktı ki, garp cephesinde yeni bir şey yoktu... Vatanın ne olduğu,
sahibinin kim olduğu da bilindiğine göre...
Lâkin “eskiyi” yeniymiş gibi sunmayı, daha doğrusu dayatmayı başardılar.
Bu işi de esas itibariyle okul ve öğretmen, velhasıl eğitim sistemi sayesinde
kotardılar... Dolayısıyla, TC’nin yaklaşık doksan yıldır kolaylıkla irili
ufaklı katliamlar yapabilme ve siyasî cinayetler işleyebilme rahatlığını
anlamak, sözünü ettiğim geri planı dikkate almadan mümkün değildir. Son
on-onbeş yılda, son otuz kırk yılda yapılan katiamları, işlenen siyasî
cinayetleri bir hatırlayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız... Bu durum,
dünün reayasının ve kulunun] bu günün yurttaşı olamayışıyla açıklanabilir.
İnsanlar seçimlerde oy kullanmayı matah bir şey sanıyorlar... Seçimlerin bir
aldatmaca olduğunun farkında değiller. Seçim oyunu aslında insanları oyuna
getirmek için oynanıyor... Oyun kurucular
da mâlûm olduğuna göre...
Hırsızın kabahati...
Bir ülkede yaşayan insanların yurttaş bilincinden yoksun
oluşu, hak, özgürlük, eşitlik ve adalet bilincinin yetersizliği, devletin
katliamlar yapma, insanlık suçu işleme konusunda hareket alanını genişletiyor.
İnsanlar yapılan her katliam veya işlenen her siyasi cinayet karşısında sessiz
ve tepkisiz kaldıklarında, hem gelecek katilamlara ve cinayetlere ‘onay’ vermiş
oluyorlar hem de her katliam ve siyasi cinayetle vicdanları kirleniyor... Bu
vesileyle vicdan kirletmeye memur edilmiş, vicdanları en çok kirlenmiş
politikacı, akademisyen, gazeteci, yazar,
“konunun uzmanı” denilenlerin pis misyonunu da hatırlamamak olmaz. Bu
kesim, yapılan her katliamı, her siyasi cinayeti “haklı” ve “gerekli” göstermek
için seferber oluyor... Son Uludere katliamında ortalama insanın, ortalama
tavrı utanç vericiydi. En utanç verici olanı da her halde bir kısım ‘pişkin
politikacı, hükümet erkanı, televizyonlarda boy gösteren “yorumcu” ve gazete
köşelerine çöreklenmiş akl-ı evvellerdi... Söylediklerinin özeti şuydu: “Devlet
katliam yapmaz... Benim devletim katliam yapmaz. Benim atalarım katliam
yapmaz...” Bu bir kazadır, böyle şeyler olur, zaten her yerde oluyor... ABD
bunu her zaman yapıyor... Eğer bütün bu katliamları, sizin devletiniz
yapmadıysa, eğer tüm bu cinayetleri sizin devletiniz işlemediyse o zaman bunlar
kimin eseridir? Fransa parlamentosunda ‘Ermeni katliamı olmadı’ diyenin
cezalandırılmasıyla ilgili yasa teklifi gündeme geldiğinde, başbakan Erdoğan: “
Ben atalarıma katliam yaptı dedirtmem, asıl Fransızlar Cezayir bağımsızlık
savaşı sırasında yaptıkları katliamın hesabını versinler” demişti. Başbakanın
bu sözleri bana bir şey hatırlatmıştı. 1967 yılında, Pariste, Albert Chatelet
öğrenci restoranında, yemek masasında karşımda oturan iki öğrenciyle sağdan
soldan konuşurken, bana hangi ülkeden olduğumu sordular, Türkiyeliyim deyince,
“biz Cezayirliyiz ve size kırgınız” demişlerdi... “hayırdır, bu da nerden
çıktı” dediğimde, “sizin hükümetiniz Birleşmiş Milletler’de Cezayir’in
bağımsızlığının oylandığı oturumda Fransa lehinde oy kullandı” karşılığını
verince, ben de “kırgın olmakta
haklısınız, lâkin o ayıpta benim bir dahlim yok” karşılığını vermiştim. Sonra
isimleri Muhammed ve Abdu olan bu iki sevimli Cezayirliyle yıllarca sürecek
dostluğumuz başlamıştı... Eğer Fransızlar Cezayir’de katliam yaptıysalar, Türk
hükümeti Fransa’nın tarafını tuttuğunda o katliamı onaylamış, insanlık suçuna
ortak olmuş olmuyor muydu? Fakat bu bir istisna değildir. Ne zaman mazlum
halklar emperyalizme, koloniyalizme karşı ayaklansalar, özgürlük, bağımsızlık
ve haysiyet mücadelesine girişseler, TC
yöneticileri tartışmasız kolonyalistlerin, emperyalistlerin safında yer aldı.
Neden aldığının, neden almak zorunda olduğunun tahliline burada girmeyeceğim...
Uludere katliamını haklı göstermek için büyük çaba gösteren
akl-ı evveller “ sınırın ötesinde işleri neydi” diyorlar. Bu kuş beyinlilerden
bir teki o sınırları kimin çizdiğini sorun ediyor mu dersiniz? Asıl insanlık
suçu bizzat o sınırın varlığı değil miydi? Bir aileyi, bir topluluğu ikiye
bölen bir sınırın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir? İnsanı yaşam
araçlarından mahrum eden, açlığa mahkûm eden bir sınırın meşruiyeti olur mu?
Kaldı ki, hiç bir gerekçe hiç bir katliamı haklı göstermeye yetmez. Adı üstünde
insanlık suçunun gerekçesi olur mu? İnsanlık suçunu gerekçelendirmek ne nemem
bir küstahlık ve alçaklıktır? Bu vahşeti ‘haklı’ göstermek için seferber
olanlar, vicdanları en çok kirlenmiş olanlardır. Kirlenmiş vicdanlılar toplumun
vicdanını da kirletmeyi şimdilik başarıyorlar... Lâkin bu dünyada her şey
sonludur... Katliam ve siyasî cinayet TC için istisna değil, kuraldır ve
rejimin genlerinde mündemiçtir... Osmanlıda en büyük katliamları yapanlar
devlet katında en yükseğe çıkanlardı... Maalesef bu “gelenek”, Cumhuriyet
döneminde de geçerli olmaya devam etti... Lâkin şimdilerde bir yenilik de söz
konusu... Artık katliamın yolu ‘insansız hava araçlarından’ geçiyor ve bu
“yenilik” “çağdaş” Türkiye’ye ne kadar
da yakışıyor... İnsansız araçlar insanlara kimin katledileceğini gösteriyor.
Bundan âlâ modernlik, kalkınmışlık mı olur! Artık Türkiye’yi yönetenler “muasır
medeniyetler seviyesinin üstüne çıktıklarından” emin olabilirler... Şu utanç
verici manzaraya bir bakın. Toplum ne
hallere düşmüş... Görünen o ki, bu kepazelik, bu utanç verici durum, TC bir
operasyonla [devrimle] temizleninceye kadar devam edecek... Kimse kendini aldatmasın,
“hukuk devleti” mavalına aldanmasın... Zaten bu işleri kotarmak için işte böyle
bir “hukuk devleti” gerekiyor... Hukuk devletinin ne olduğunu merak edenler
Hrant Dink davasına baksınlar... Siz ‘hukuk devleti’ denileni ne sanıyorsunuz?
Bütün mesele işlenen cinayetlerin, yapılan katliamların üstünü örtmekten ibaret
değil mi? Bundan âlâ hukuk devleti mi olur? Sevsinler hukuk devletinizi...
Devlet tarafından yapılan katliamların, işlenen siyasi cinayetlerin üstünü
örtmeye çalışanlar insanlık suçu işleyenlerdir ve bu vicdanı kirlenmişlerin
iflah olmaları da, islah olmaları da mümkün değildir...
* http://www.ozguruniversite.org
Zenginlik, yoksulluk ve özel mülkiyete dair(I)
Zenginlik, yoksulluk ve özel
mülkiyete dair [I]
Fikret Başkaya
Neden yoksulluk var? Neden yoksulların sayısı sürekli
artıyor ve artmak zorunda? Göreli ve mutlak yoksulluğun sürekli büyümesinin
sebebi nedir? Neden hep “yoksullukla mücadeleden” söz edildiği halde yoksulluk
çığ gibi büyüyor. Yoksullukla mücadele söylemi neyi gizliyor? Bunun doğrusu
zenginlikle mücadele olması gerekmiyor mu? Eğer öyleyse neden hiç “zenginlikle
mücadele” diye bir şey akıl edilmiyor? Zenginlikle mücadele akla gelmiyor zira
zengin ve zenginlik bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır... Tabu söz
konusu olduğunda, ondan söz etmek yasaklanır. Kimse ağzına almak istemez,
almaya cesaret etmez... “Ayıbı açığa vurmanın âlemi yok” denecektir... Bir şarkıcının iki saatte kazandığını, asgari
ücretle çalışan biri nasıl olup da tam 11 yılda kazanabiliyor? Bir şirket
patronunun veya yöneticisinin [ CEO’su densin] bir saatte kazandığı 2783 dolar
neden sorun edilmiyor? Bu “yetenekli”, “akıllı”, “becerikli”, “işbitirici”
kişi, saatte 2783 dolar kazanırken, çalıştırdığı işçiler de saate 28 cent
kazanıyor... Hesap ortada... Aradaki yetenek, akıl, beceri farkını bir
düşünün... Ve bir tek kişinin 74 milyar dolar servete sahip olduğu bir dünyada
1 milyar insanın açlıkla cebelleşmesine şaşmak niye? Soruları çoğaltmak mümkün ama aslında durum
sanıldığı kadar karmaşık değil!
Mâlûm, kelime ve/veya kavram çifti diye bir şey vardır. Bu,
bir kelimenin veya kavramın, başka bir kelime veya kavrama gönderme yaparak
varlık kazanmasıdır. İşte zenginlik ve yoksulluk
kelimeleri bu gruba dahildir. Zenginlik olmadan yoksulluk olmaz veya yoksulluk olmadan zenginlik olmaz.
Efendi ve köle, zâlim ve mazlûm, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, sıcak ve soğuk,
vb. kelime/kavram çiftine dahildir. Bu tür kelime ve/veya kavram çifti
durumunda, çifti oluşturan kelime veya kavramdan her biri diğerini varsayar,
ona gönderme yapar veya imâ eder. Elbette burada bizi ilgilendiren zenginlik ve
yoksullukla ilgili olarak belirleyicilik ilişkisine açıklık getirmek önemlidir.
İlişkinin yönü, zenginden yoksula doğrudur. Zenginlik olduğu için yoksulluk
vardır. Öyleyse yoksulluğu gerçekten sorun eden birinin çözümü nerede bulacağı
bellidir. Eğer zengin olmasaydı yoksul da olmazdı...
O halde neden zenginlik var sorusuyla başlamak gerekecektir.
Yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyor?
Zenginlik de özel mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer özel mülkiyet diye bir şey
olmasaydı, sözlüklerde zenginlik ve yoksulluk kelimeleri de olmazdı... Eğer
insanlar üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara Faiz Cebiroğlu’nun dediği gibi “ortakça“
sahip olsalardı, özel mülkiyet diye bir musîbet toplum yaşamına musallat
olmasaydı, zenginlik de yoksulluk da olmazdı. Tabii akla, mantığa, izâna, sağduyuya
aykırı kapitalist sistem de geçerli olmazdı.
Doğal yaşam tehdit altında olmazdı... Demek ki, insanlığın ve uygarlığın
şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumun gerisinde, üretmek ve yaşamak için
gerekli araçlara, yaşamı var eden ve sürekliliğini sağlayan kaynaklara küçük
bir azınlık tarafından el konulması keyfiyeti yatıyor. Başka türlü ifade
edersek, bu günkü kepazelik bir sapmanın
sonucu... Herkese ait olması gerekenin, herkesin ortak kullanımına sunulması
gerekenin, küçük bir azınlık tarafından gasbedilmesi de hukuk sistemiyle korunup,
sürekliliği sağlanıyor... Birilerinin herkese ait olması gereken yaşam
araçlarına el koyup, sahiplenmesi, başkalarının kullanımının yasaklanması,
hukuk sistemiyle meşrulaştırılsa da, ne meşrudur, ne haklıdır ve ne
mantıklıdır, ne de mabûl edilebilir bir şeydir... O zaman geçerli hukuk
sisteminin aslında neyi ifade ettiğini de tartışma gündemine getirmek
gerekecektir. Hukukla ilgili tartışmayı şimdilik başka zamana bırakarak, asıl
konumuza dönelim ama geçerken şu “hukuk” denilenin hukukçulara, “konunun uzmanlarına”
bırakılmaması gereken bir şey olduğunu da hatırlatarak...
İnsanlık tarihinin büyük bölümünde özel mülkiyet diye bir
şey bilinmiyordu. İnsanlar ortak üretip, ortak tüketip, ortak yaşamayı
başarıyorlardı. Uygarlık belirli bir eşiği aştığında, gücü ele geçiren
sınıflar, zor ve savaşla insanları köleleştirdi, kendilerine tâbî duruma
getirdiler, herşeyin sahibi oldular, herşeye hükmeder duruma geldiler. Sadece
birikmiş zenginlik, toprağın altı ve üstü değil, insan toplulukları da bir
kralın, hükümdarın, prensin, sultanın, hanın... kulları, köleleri, tebaları
durumuna geldi. Yaratılan zenginlik küçük bir azınlığın elinde toplandı. Bu
güçlü olanın şiddete başvurarak topluluğa ait olması gereken yaşam araçlarına
el koyması demekti. Sistem şiddete ve zora dayalı olarak kendini var ediyordu
ama bir meşrulaştırmaya da ihtiyaç duyuyordu elbette... Bu amaçla ideolojik
kölelik veya gönüllü kulluk devreye sokuluyordu... Geçerli durumun “Tanrı’nın
arzusu olduğu, efendinin de Tanrı’nın iradesinin temsilcisi olduğu düşüncesi
yerleştiriliyordu.
Kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla, önceki dönemdeki
zorun, şiddetin ve kaba kuvvetin yerini para alacaktı. Elbette bu şiddetin
sahneden çekildiği anlamına gelmiyordu. Zira egemenlik, tahakküm ve zulüm
düzeni mutlaka iki şeye ihtiyaç duyar: Şiddet, zor, kaba kuvvet, baskı ve zulüm
ve gönüllü kulluk veya ideolojik egemenlik. Zaten kapitalizmle birlikte ortaya
çıkan burjuva düzeni, Eski'nin mirasçısıydı, önceki dönemde atılmış temeller
üzerinde yükselmişti... Fakat, yeni sistemin paraya dayanması, zora, kaba
kuvvete dayalı sistemden farklı bir nitelik taşıyordu, zira, para parayı
çekiyor... Parası olan her seferinde daha çoğuna sahip oluyor, sürecin her
ileri aşamasında sosyal eşitsizlik büyüyor, zengin-yoksul uçurumu derinleşiyor.
Paraya dayalı düzen reel bir karşılığı olmayan, özgürlük, demokrasi, insan
hakları gibi söylemlerle meşrulaştırma yoluna gidiliyor. Özü itibariyle
anti-eşitlikçi bir sistem olan kapitalizm geçerliyken, adaletten, barıştan,
özgürlükten, insan haklarından, vb. söz etmek ikiyüzlülük değil midir? Herkesi herkese düşman etmeye göre
kurgulanmış, emek sömürüsüne dayalı kapitalist sistemde barış mümkün müdür?
Eğer gerçekten barış amaçlanıyorsa, adaletin amaçlanması, adalet amaçlanıyorsa
da eşitliğin amaçlanması gerekir. Her
kim ki, sosyal eşitlik için mücadele etmiyorsa, barış ve adaletten söz
etmesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur... Kapitalizm geçerliyken özgürlük,
sadece mülk sahibi sınıfların, sermaye sahiplerinin, paraya hükmedenler
sınıfının özgürlüğüdür...
Özel mülkiyetin yüceltilmesinin, kutsanmasının ve
dayatılmasının gerisinde Batı burjuva düşüncesinde içkin [ mündemiç] bir
anlayış bulunuyor ve bu anlayışın kökleri Greko-Romen ve Yahudi- Hrıstiyan [
Judeo-Chretien] ve burjuva gelenekte bulunuyor. Nitekim Eski Ahit de: “Tanrı
insanı kendi suretinde yarattı... "Verimli olun, çoğalın" dedi,
"Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki
kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun” dedi. [Eski Ahit
[Tevrat]. 27-28. ayetler]. Dikkat edilirse, “tüm canlılarla birlikte yaşayın,
varolun” denmiyor, kendi dışınızdaki şeylere “egemen olun” deniyor... O halde
herkese ait olanın özel mülkiyet konusu olması nasıl meşrulaştırılıp/
dayatıldı? Bu işin de bujuva ideolojisinin ve liberalizmin en önemli
teorisyenlerinden biri ve kendisi de bir burjuva olan İngiliz John Locke
tarafından kotarıldığı anlaşıyıyor. J. Locke, “ An Essay Concerning the True
Orijinal Extend and End of Civil Government”, The Second Treatise of Civil
Government, [1690, chapter 5 ] adlı
eserinde, Tanrı’nın insanlığa sunduğu kaynağın bir kısmının özel kullanıma,
özel mülkiyete evrilmesininin, başkalarının kullanımdan dışlanmasının
gerekçesinin ‘o kişinin harcadığı emekle’ açıklıyor. Eğer, diyor John Locke, “
Toprak ve tüm aşağı yaratıklar Tanrı tarafından tüm insanlara bahşedilmişse,
her insanın da kendine ait olması gerekir”.... Eğer doğanın ürünlerine bir emek
harcanarak sahip olunuyorsa, emek ona bir ilave yapıyorsa, kendi emeğiyle elde
edilenden başkalarının hak iddia etmeye hakkı yoktur...” diyor. Bu durumda
bireysel sahiplenme [mülkiyet| dışında kalan da başkalarına ait olacaktır...
Oysa birilerinin ortak olanı sahiplenip/kullanması, başkalarının her türlü
mülkiyetten dışlanması demeye gelir. Eğer özel sahiplenme [mülkiyet] doğanın kaynağını ve geçmişin mirasını yok
ederse, başkalarına ne kalacaktır? Aslında İngiltere'de ve İskoçya'da ortak
kullamın konusu olan toprakların özel mülke dönüştürülmesi, toprak lordu kapitalistler
tarafından gasbedilmesi, Locke’dan önce başlamıştı, vahşi özelleştirme dalgası
ondan sonra da devam etti... Döneme köylü isyanları ve komünist hareketler [
komünist “Diggers” hareketi gibi] damgasını vurmuştu. Artık geçerli burjuva
anlayış, ortak kullanım konusu olan şeyleri değersiz sayıyordu. Bir şeyin
değerli olmasının koşulu, o şeyin özel mülkiyet konusu yapılmasıydı...
Özetlersek, Locke, ‘ birey çalışmasıyla, harcadığı emekle kamuya, topluluğa ait
olan ama bir değeri olmayanı, değerli bir hale getiriyor ve tabii ona sahip
olmayı da hak ediyor...’diyor
İngilizcede işlenmeyen toprak, telef edilmiş toprak [waste land]
sayılıyor ve Locke oradan hareketle de özel mülkiyeti meşrulaştırıyor. Ve
baklayı ağzından çıkarıyor: “Eğer kullandığımız şeyin gerçek değerini lâyıkıyla
tahmin etmek istersek, farklı maliyetleri hesap edersek, emeğe ve doğaya ait
olanı ayrıştırırsak, emeğin payının %99 olduğunu görürüz...” Daha sonra faizin
devreye girmesi ve kapitalist sürecin olgunlaşmasıyla “paranın parayı çekmesi”
süreci de hızlanıp derinleşecek, her şey çığırından çıkacaktı...
Elbette bu tür bir
mantık ve düşünce sistemi geçerli olunca, özel mülkiyetin
meşrulaştırılması, kutsanması, yüceltilmesinde şaşılacak bir şey de olmazdı. O
zaman nasıl olup da bir şarkıcının 2 saatte 80 bin TL “kazandığı” da sorun
edilmezdi... Çünkü bu parayı emeğinin karşılığı olarak kazanmıştır... öyle
ya... Aslında şarkıcının ‘kazandığını’ sandığı ve lüks harcamalarda kullandığı
para, gerçekten bir emek harcanarak yaratılmıştır ama bunda şarkıcının dahli
son derecede önemsizdir. Asıl emeği harcayan işçilerdir ve şarkıcıya ‘yeteneği’
karşılığında transfer edilen emek sömürüsünün sonucu olandır. Mafyanın el
koyduğu için de aynı şey söz konusudur ve emek sömürüsü sonucu yaratılan ve
kapitalist sınıf tarafından el konulan değerin mafya tarafından hileye ve
şiddete başvurularak el konulan kısmıdır, yani bir transfer söz konusudur.
Artık sadede gelebiliriz. Gerçekten John Locke’un iddia ettiği gibi mülkiyet
nerdeyse tamamiyle emeğe, bireyin tekil emeğine mi dayanır? Ya da böyle bir şey
mümkün müdür? Eğer bu mümkün olsaydı, âdil sayılabilir miydi? Farzedelim ki, son derece yetenekli, akıllı,
becerikli, “işbitirici” biri, bir uçak kazası sonucu okyanusa düştü ve şans
eseri ıssız bir adaya çıkmayı başardı. Bu kazazede dışarıyla bağ kurması
imkânsızken neleri ne kadar yapabilir? Yaşamını nasıl sürdürebilir, neye ne
kadar sahip olabilir? Bir kere günün çoğunu balık, salyangoz, yengeç, v.b.
avlayarak ya da yenebilir bitki ve varsa meyveleri toplayarak geçirecektir.
Taşları veya ağaçları birbirine sürterek ateş yakabilirse, avladıklarını
pişirerek yiyebilir, kendine ağaçlardan ve otlardan bir baraka, belki
ağaçlardan bir küçük kayık yapabilir... Zamanla bazı bitkileri sınırlı bir
şekilde yetiştirebilir... Avlayabilirse hayvan derisinden veya bitkilerden
örtünecek bir şeyler yapabilir... Bir gün adadan kurtulma umuduyla sevgilisine,
eşine ve çocuklarına hediye edeceği deniz kabukları biriktirir... Daha
fazlasını yapması pek mümkün değildir... Aynı kişi bir sanayi işletmesinin veya
finans grubunun CEO’su olsaydı nelere sahip olabilirdi... Belki istediği her
şeye... Demek ki, insanın neye sahip olacağı bireysel emek ve çabasından başka
faktörlere bağlı, sadece kendi çabasından, yeteneğinden, ustalığından,
becerisinden neşet eden bir şey değil... Başka türlü ifade edersek, emeğin
hangi koşullarda harcandığı büyük önem taşıyor.
Değerin veya zenginliğin üç kaynağı vardır: 1. Doğanın
katkısı; 2. Geçmiş nesillerin mirası
olan bilgi, beceri teknik yetenek, alet-edevat, kültür, v.b. ; 3. Yaşayan
neslin gerçekleştirdiği işbirliği [sosyal emek]... İşte bu gün emek
verimliliğinin ve yaratılan zenginliğin gerisinde esas itibariyle bu üçü
bulunuyor ve orada bireyin tekil katkısı ihmal edilebilir değilse de son
derecede sınırlıdır. Bu da demektir ki, toplam ortak ürün doğanın, geçmiş ve
mevcut nesillerin ortak çabasının ürünü olarak tezahür ediyor. Eğer öyleyse,
herkese ait olması gerekenin özel sahışlar tarafından ele geçirilmesi,
sahiplenilmesi, özel mülkiyet konusu yapılması, mantıklı, haklı ve âdil, meşru,
dolayısıyla kabul edilebilir değildir... Lâkin hukuka uygundur... Yasaldır...
En zengin Amerikalı Bill Gates’in 59 milyar dolar serveti olduğu biliniyor.
Yukarıda saydığımız üç unsur dikkate alınsaydı, Bill Gates’in sahip olması
gereken en çok ne kadar olabilirdi dersiniz? Bu gün sahip olduğunun kaç
milyonda birini hak ederdi? Elbette ortak zenginliğin özel kişiler
[kapitalistler ve çevresi] tarafından bu şekilde ele geçirilmesi, özel mülk
durumuna getirilmesi, lüks tüketimle yok edilmesi, sadece insânî, sosyal,
politik olumsuzluklar ve kötülükler ortaya çıkırmakla kalmıyor, doğa
tahribatına, ekolojik bozulmaya, velhasıl yaşamın temelinin aşınmasına da neden
oluyor. Bu temel dengesizlik ve eşitsizlik, bir dizi tehlikeli dengesizliğe de
kaynaklık ediyor. Özel mülkiyetin geçerli olduğu üstelik kutsandığı bir
dünyada, ahlâktan söz etmek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır zira özel
mülkiyetle ahlâk bağdaşır değildir. Hem insanlığın ortak çabasının ürünü olan
servet [zenginlik] küçük bir mülk sahibi kapitalist sınıf ve çevresi tarafından
yağmalanacak, bir de oradaki devlete “hukuk devleti” denilecek ve etikten,
insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından söz edilecek...
Bu durumun sürdürebilirliğine kim daha ne zamana kadar inanabilir?
Kaldı ki, belirli bir eşik aşıldığında maddi zenginlik bir
refah unsuru olmaktan çıkar. Sahip olma, her seferinde daha çoğuna sahip olma
tutkusu tarafından rehin alınmış bir insan, aslında sahip olduğu şeyler
tarafından sahip olunan durumuna düşer. Bu, sahip olanın sahip olunması
durumudur... Zira, artık o yola giren bireyin iradesi devre dışı kalmıştır. Bu
bakımdan gerekli olanla, gereksiz ve vazgeçilebilir olan ayrımının yapılması
önemlidir. Sahip olma dürtüsü de , farklı olma isteğinden bağımsız değildir.
İnsanlar başkasının sahip olduğundan fazlasına sahip olmayı bir mârifet
sayıyorlar. Okullarda verilen eğitim de “farklı olma”, “herkes gibi olmama”
bilincini yerleştirmeyi amaçlıyor...
Kapitalist sınıf üç alt-unsurdan oluşuyor: 1. Sermaye
sahipleri, [paraya sahip olanlar, hisse senedi sahipleri, faiz karşılığı borç
verenler]; 2. girişimci [müteşebbis] denilen işletme yönetici ve sahipleri ve;
3. üretilen malları tüketiciye ulaştıran tüccarlar. İşte bu üçü
çevresindekilerle birlikte toplumun üretici gücünü/kapasitesini, toplumsal
servetin de en büyük bölümünü ellerinde tutuyorlar ve burjuva sınıfını
oluşturuyorlar. Bilindiği gibi gibi burjuva sınıfı sadece mülk sahibi
sınıflardan ibaret değildir. Politikacılar, sivil ve militer bürokrasinin
yükseklerindekiler, üniversite üyeleri, medyada etkin kesim, sanatçılar,
eğelence sektörünün kaymak tabakası, vb. burjuva sınıfnı oluşturuyor. Üretim
araçlarının ve yaşam araçlarının özel
mülkiyetine sahip olmaları, mülksüzleştirilmiş, emeklerini satarak geçinen işçi
sınıfının ve bir bütün olarak emekçi sınıfların emeğinin ürünü olana el
koymalarına imkân veriyor.
Bu vesileyle mülkiyete dair kafa karışlığının da aşılması
gerekir: Birincisi, mülkiyetten söz
edildiğinde bir kere özel mülkiyet kastediliyor; ikincisi, insanın yaşamı için
gerekli olan üretim ve tüketim araçları mülk tanımı dışındadır. Arabaya sahip
olmakla o arabayı üreten fabrikaya sahip olmak aynı şey değildir. Mülkiyet
başkasının emeğini sömürmeye, başkasınının emeğinin ürününe el koymaya imkân
veren, üretim ve yaşam araçlarına sahip olmaktır. Bir insanın ihtiyacanı
mütevazı düzeyde sağlayan üretim ve yaşam araçlarına sahip olmak mülkiyet
değildir...
İnsanlığın ortak serveti [zenginliği] ve yaşam kaynağı
olanın özel şahışlar tarafından sahiplenmesini haklı gösterecek hiç bir haklı
ve mantıklı gerekçe yoktur. Öyleyse özel mülkiyetin tasfiyesini amaçlayan,
‘genel toplum yararını’ veya “insanlığın ortak iyilğini” esas alan bir rotaya
girmek için de hiç bir engel yoktur...
Zaten özel mülkiyetin gerekliliği ve vazgeçilmezliğine dair
ileri sürülen bildik argümanların hiçbir bir inandırıcılığı yoktur. Gelecek
yazıda özel mülkiyetin neden ortadan kaldırılması gerektiğine dair tartışmayı
sürdürebiliriz...
* http://www.ozguruniversite.org
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)