01 Şubat 2012

Edebiyatta Felsefe Sanatta Nesneleştirme


Edebiyatta Felsefe

Edebiyat felsefe ilişkisi, antik dönem tragedyaları da dâhil, edebiyatın verili ve olası tüm türleri için geçerlidir. Felsefi olan, şu ya da bu ölçüde ve biçimde, edebiyata içseldir, içselleştirilmiştir. Özellikle de bir tür olarak, roman, öykü, şiir, tiyatro yapıtları, vb. söz konusu olduğunda…  Şiir, Aristoteles’e göre felsefeye en yakın olandır. Melih Cevdet Anday’a göre de, “şiir felsefeye bitişir.” Bunları bir yana bıraktığımızda, edebiyatta felsefenin varoluşunu iki boyutta ele almak mümkündür. Bunlardan ilki, bilinçli bir biçimde içselleştirilişi; diğeri ise kendiliğinden, etik ilişkiler bazında içselleşişi. İlkinden başlayalım:

Edebiyatta Felsefenin Bilinçli Var Kılınışı

Edebiyatta felsefe ya da tek tek edebi türler ve bunlara ait yapıtlarda felsefe, felsefi olan, etik ilişkiyi şimdilik paranteze alırsak, öncelikle ve esas olarak iki kanaldan var olur. Bunlardan birincisi, yapıtın yaratıcısı olan sanatçının / yazarın, verili felsefe akımlarının ya da tek tek filozofların / düşünürlerin, insan anlayışı başta olmak üzere, şu ya da bu konudaki fikir ve önermelerini, anlatıya edebi bir biçimde içselleştirmesi; tasarlayıp kurguladığı olay örgüsünde, kişiler ve kişilerarası ilişkiler bazında etik kişi ve etik ilişkiler olarak sergilemesiyle gerçekleşir. İster bir olumlamaya isterse bir olumsuzlamaya delalet etsin, burada felsefe ve felsefi olan esas itibariyle, yazara dışsaldır. Yazar, kabullensin ya da kabullenmesin, benimsesin ya da benimsemesin, kendisinden bağımsız olarak var olan / var olmuş bir felsefi düşünüşü, anlayışı yapıtına içselleştirmektedir. Elbette bunu, bir filozof gibi, adlandırarak, kavramlar arası ilişkiler kurup neliği ve gerçekliği temelinde kavram çözümlemeleri ve temellendirmeler yaparak, terminolojik bir anlatımla gerçekleştirmez. Bir sanatçı olarak yazardan, böyle bir şeyi yapması ne istenir ne de beklenir. Bu bir anlamda yazarın / “sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı”dır.

Bu bağlamda, İoanna Kuçuradi, “Kişi değerlerini ve kişilerarası ilişkilerdeki değerleri değerlendirirken sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı vardır” der ve devam eder: İşi, kişi yaşantılarını ve sorunlarını göstermek olduğundan, değerleri adlandırmak zorunda olmadığından, bu yaşantıların zenginliğinden fedakarlık yapmadan bunları gösterir; kendi görme gücüne göre, kişi yaşantılarında yakalayabildiği ince ayrılıkları rahatlıkla verebilir. İşi, kişi değerlerinin ve kişilerarası ilişkilerdeki değerlerin neliğini sadece g ö s t e r m e- k olduğundan, bunu binbir çeşitte, kendisine en elverişli biçimde göstermekte serbesttir1.

Edebiyatta felsefenin, daha doğrusu felsefi olanın var olma, var edilme kanallarından ikincisi ise, filozoflaşan sanatçı yazarlar ya da sanatçılaşan filozoflardır. Burada tek tek yapıtlara içselleşen felsefe, felsefi düşünüş ya da felsefi olan, yazara dışsal değildir. Aksine; ister genel olarak varlığa, ister o varlığın bilgisine ve isterse bu bilginin koşulladığı eyleyişin değerine yönelik olsun, her durumda yazarın kendi anlama, anlamlandırma ve anlatma etkinliğine içseldir. Çünkü temeli, onun, varlığın hangi alanına ilişkin olursa olsun, kendi düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişindedir. Bununla koşullanan anlama, anlamlandırma, görme ve gösterme biçimiyle vücut bulmaktadır.  

Varlığın ve “Kişi yaşantıları yumağının her noktasını adlandırmak veya değerlendirmek olanaksız”2 olsa da, filozoflar bir yana, bu tür yazarlar, kendilerine özgü bir biçimde, insan ve “insan problemleri üzerinde kafa yor”maları, onları adlandırabilmeleri, “dolayısıyla görme ve yaşantı olanaklarını genişlet”meleriyle filozoflaşırlar. Bu nitelikleriyle, aynı tür içinde yapıtlar ortaya koyan yazarlar arasında billurlaşırlar. Özellikle böylesi yazarların imzasını taşıyan “Her halis sanat eseri, ister bir roman, bir oyun veya başka bir eser olsun, bir kişi değerine veya kişilerarası ilişkilerde ortaya çıkan değerlere işaret eder, bu değerleri bize gösterir; çeşitli değerleri olduğu kadar aynı değerleri de çeşitli formlarda ifade eder. Akıp giden kişi yaşamlarının sorunlarındaki değerlere ve değerlendirmelere sınırlar çizerek, bunları bilinçlendirerek gösterir”3 , başta okuru olmak üzere, insana. Edebi ütopyaların yanı sıra, Sartre gibi yazar filozofların ya da Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Tahsin Yücel, Melih Cevdet Anday, Albert Camus gibi, Dünya edebiyatının yerli yabancı filozoflaşan birçok yazarının yapıtları buna örnektir.

Ancak ister filozoflaşan yazarlar olsun, isterse yazar / sanatçı filozoflar, her iki durumda da felsefenin, felsefi olanın edebiyatta var edilmesi, ona içselleşmesi / içselleştirilmesi, edebiyatının neliğine uygun olmak durumundadır. Ki bu felsefenin, felsefi olanın, felsefi düşünüşün yazara içsel, kendisine özgü olduğunda da ona dışsal, yani bir felsefe akımına ya da bir filozofa ait olduğunda da geçerlidir.

Felsefenin, daha doğru bir deyişle, felsefi olanın, felsefi düşünüşün edebiyatta var kılınışının söz konusu iki kanalı da ortaya çıkan yapıtı felsefe olarak nitelemeye yetmez. Hatta ‘yetmez’in de ötesinde, böylesi bir yapıt felsefe değildir. “Felsefi”lik, ne denli öne çıksa ya da birilerince çıkarılsa da özellikle roman, öykü, oyun, nehir şiir, vb. söz konusu olduğunda yapıtın taşıdığı bir dizi özellikten yalnızca biridir. Çünkü edebiyat yapıtının yazarı, ne denli filozof ya da filozoflaşmış olma niteliğine sahip olursa olsun, bu noktada edebiyatın neliğine uygun bir biçimde onun temel araçlarını (anlatımdan olay örgüsüne, kişi ve kişilerin yaratılmasından kurguya, imgeden betimlemeye, ironiden karikatürize etmeye, vb. dek) kullanmak ve onlarla iş görmek zorundadır. Kavramlardan çok sözcüklere sarılmak durumundadır. Hangi konuyu işlerse işlesin, onun işi, yapıtta felsefe yapmaktan çok, göstermek ya da yapıta içselleştirmek istediği kendisinin dışındaki veya kendisine özgü felsefi düşünüşü, bakışı ya da yaklaşımı, bir yandan metnin dokusuna yedirerek, diğer yandan kişi ve kişilerarası olaylarla nesneleştirip ete kemiğe büründürerek, edebi bir tarzda algılanır kılmaktır. Ki bu, felsefi olanın, felsefi düşünüşün, yazarı tarafından bile isteye bir edebiyat yapıtına içselleştirilmesine delalet eder. Edebiyatta felsefenin var edilişinin ya da var olmasının bir boyutu budur. Ve burada yazarın, bilinçli bir tercihi vardır; felsefi olanı yapıtta bilinçle var kılışı.

Edebiyatta Felsefenin Kendiliğinden Varoluşu

Edebiyatta ve onun kapsamındaki türler ve tek tek yapıtlarda, felsefi olanın, bilinçli bir biçimde içselleştirilmiş olmasının yanı sıra, yaygın ve kendiliğinden varoluşu da söz konusudur. Yaygın ve kendiliğinden varoluşu olanaklı kılan ise etik ilişkidir.

Edebiyatın kapsamında kalan ve başta biçimsel özellikleri itibariyle edebilik niteliği taşıyan roman, öykü, oyun türündeki tüm yapıtların ortaklaştığı nokta etik boyuttur, etik ilişki boyutudur. Söz konusu türlerde yapıtlar ortaya koyan her yazar, felsefi olanı bile isteye yapıtına içselleştirmeye çalışsın ya da çalışmasın, bunun farkında olsun ya da olmasın, her koşulda bilinçli ya da bilinçsizce, kişi ve kişileri aracılığıyla etik ilişkilere yer verir. Özellikle çok katmanlı, çok yönlü, çok boyutlu ve çok anlamlı bir niteliğe sahip romanda bundan kaçış yoktur. Etik ilişkiler aracılığıyla değerin ve değerlerin gösterildiği, olumlama ya da olumsuzlama anlamında kişi değerinin ve değerlerinin yeniden değerlendirildiği her tür edebi yapıt, yazarın istemesinin niteliği ne olursa olsun, kendiliğinden felsefi olanı içerir; felsefi bir özellik taşır.

Yazar, roman, öykü, oyun türünde herhangi bir edebi yapıtı, hangi saik, kaygı ya da kabulden; hangi insan anlayışı, dünya görüşü ya da siyasal-ideolojik-dinsel düşünceden hareketle kaleme almış olursa olsun; bu yapıtlarda hem genel olarak metnin anlatısı hem de olay örgüsü ve kişi ilişkileriyle, olumladığı veya olumsuzladığı değer ve değerlere işaret eder, onları göstermeye çalışır. Bunu yaparken, herhangi bir felsefeye, felsefi düşünüşe ya da onların insana, topluma, değere, vb. ilişkin herhangi bir anlayışına dayanmıyor oluşu, yapıtın özellikle etik anlamda felsefi olanı içermekte olduğu gerçeği ve hakikatini ortadan kaldırmaz. Hatta yazarın felsefeyi hiç sevmediği, onu yadsıyıp ondan nefret ettiği, yok saydığı durumda bile…  

Etik ya da Ahlâk Felsefesi

Felsefenin, başlangıcından bu yana var olduğu kabul edilen, üç temel alanı / konusu, varlık, bilgi ve değerdir. Aksiyoloji olarak da adlandırılan sonuncusu, giderek bağımsız birer felsefe dalı, disiplini haline dönüşmüş olan etik ve estetiği içerir. Aksiyoloji, insanın insanla ilişkisinde ve onun kendine nesne edindiği herhangi bir var olana yönelişinde ortaya çıkan eylemleri, bu eylemlerin değerini; bunun yanı sıra, değerin ve değerlerin neliği ve gerçekliğini konu ve problem edinip inceleyen bir alandır.

Etik, bir başka deyişle ahlâk felsefi ise, genel olarak ahlâkın, “Ahlâksal olanın özünü ve temellerini araştıran (…), insanın kişisel ve toplumsal yaşamındaki ahlâksal davranışları ile ilgili sorunları ele alıp inceleyen felsefe dalı”4 dır. Hangi insanın, hangi koşullardaki, hangi eylemlerinin ahlâkî olup olmadığını; bir eylemin ahlakilik değerini taşıyabilmesi için hangi koşulları haiz olması gerektiğini araştıran, kişi vicdanı karşısında değişmez, bütün toplumlar, bütün insanlar için, bütün çağlar boyunca geçerli ve uyulması gereken bir ahlâk yasasının var olup olamayacağını problem edinip sorgulayan bir felsefe disiplinidir. Öte yandan ahlâkî eylemler karşısında ya da onlara ilişkin telaffuz edilen, onların değerini belirtmek için kullanılan “iyi” ve “kötü”nün neliğini sorgulayan bir disiplindir de…   

İnsanın, her davranışı, her eylemi ahlâkî olmadığı gibi ahlâkî bir değere de sahip değildir. Ancak onun belirli koşullara sahip olan ve o koşullarda yapmayı ya da yapmamayı seçtiği her eylemi ahlâkîdir. Dolayısıyla etik, insanın hangi koşullarda yapılmış olursa olsun her tür eylemini konu edinmez. Belli türden ilişki ve davranışlarını konu edinir. Ki bundan dolayı, her tür ilişki “etik ilişki” olmadığı gibi, her türden davranış da koşullarından bağımsız olarak ahlâkî değildir. Bu durumda yanıtlanması gereken temel soru, “Etik ilişki nedir?” ya da “Etik ilişkinin neliği nedir?” sorusudur. 

Etik İlişki

Etik konusundaki çalışmalarıyla öne çıkan felsefeci / filozof İoanna Kuçuradi’ye göre, “Etik ilişki, insanlararası ilişki türlerinden bir tanesi ve en temelde olanı”dır.  Her daim “B e l i r l i   b ü t ü n l ü k t e  b i r  k i ş i nin belirli bütünlükte başka bir kişiyle ya da en geniş anlamda insanlarla –yüzyüze geldiği veya gelmediği insanlarla- değer sorunlarının söz konusu olduğu ilişkisidir: eylemde bulunarak yaşadığı her ilişki.”5

Eylem, yalnızca yapmayı değil, yapmaktan vazgeçişi, karşılaşılan, tanık olunan bir olay ya da durum karşısında yapmamayı seçişi de içerir. Dolayısıyla “her etik ilişki hep bir olay içindedir.”6 Yalnızca “belirli bir bütünlüğü olan bir kişinin başka insanlarla” kurduğu ilişkilerin değil, aynı zamanda, “kişinin bir grup üyesi olarak kurduğu bütün ilişkilerin temelinde etik bir ilişki söz konusudur.”7  

Gündelik yaşamın hızla akan ve hızla değişen yaşantılar yumağı içinde kurulan, başını sonunu, arka planındaki saik ve kaygıları, amaçları, niyetleri genellikle bilemediğimiz ve ikinci kez yinelenip yaşanamayan ilişkileri etik boyutuyla değerlendirebilmek çok güçtür. Bundan dolayı, bu tür ilişkiler, bütünlüklü ve etik açıdan değerlendirme söz konusu olduğunda, kişiye yeterli veriyi sağlayamaz. Hem eksiktir hem de kişinin elinden avcundan hızla kayıp gider. En iyi ihtimalle, kişinin etkilenme düzeyine bağlı olarak, onun zihninde nedenlerini, niçinlerini bilemediği izler, izlenimler bırakır.

Gündelik yaşantılar ve olaylar içinde gerçekleşen ve daima biricik olan etik ilişkilerden geriye kalan izleri izlenimleri, Kuçuradi’ye göre, tamamlayıp birbirine bağlayarak eksiklikleri gidermemizi “sağlayan başka bir kaynak vardır: yapıtları; roman, öykü ve oyunlar. Bu yapıtlar, çeşitli eylem olanaklarını çoğu kez temelleriyle birlikte vererek araştırıcıya adımlarını güvenle atabileceği bir zemin sağlarlar.”8 Çünkü yapıtlarda ortaya konan etik ilişkiler, düşsel düşünsel düzeyde tasarlanıp anlatı ve olay boyutunda, tıpkı kişileri ve yapıtın kendisi gibi yazarı tarafından nesneleştirilmişlerdir. Artık o andan itibaren var olanlar evrenine yeni bir var olan ve nesne olarak katılmışlardır. Gerçek yaşamda vuku bulanların aksine, düşsel düşünsel düzeyde varlık kazandıklarından, nesneleştiklerinden dolayı da değişmeden aridirler. Araştırıcıya ya da ilgilisine yeniden yeniden üzerine düşünüp değerlendirmeler yapma, bağlantılar kurup sonuçlar çıkarma olanağı sunarlar. Bundan dolayı da yalnızca ortaya kondukları zaman dilimindeki değil, daha sonraki yıllarda, yüzyıllarda yaşayan insanlar için de geçerlidir bu olanak. 

Ne yazık ki, bu olanağın, edebiyat eleştirmenleri ve özellikle de kitap tanıtımcıları tarafından yeterince ve gereğince değerlendirilebildiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Oysa edebiyatta roman, öykü ve oyun yapıtlarının estetik boyutunun yanı sıra etik boyutu vardır. Estetik boyut, biçim özellikleri itibariyle “nasıl anlatıldığı” ile ilgiliyken; etik boyut, ne anlatıldığı, niçin anlatıldığı, yapıta içselleştirilen sorun ya da sorunlar, ortaya konan olay ve etik ilişkilerle ilgilidir. Bir yapıtın değerlendirilmesi ya da eleştirisinde etik boyutun görmezden gelinmesi, üzerinde durulmaması, ortaya konan değerlendirme veya eleştirinin daha baştan, eksiklik bir yana, sakatlıkla malul olduğunun delaletidir. Ve bu bir sorundur.      

Ancak, özellikle kitap tanıtımcılarınca ve yayınevlerinin tanıtım bültenlerine dayanarak kalem oynatanlarca sorun olarak algılanmayan bu sorunun temel nedeni, edebiyat yapıtlarının değerlendirilme ve eleştirisinde, değer biçme ve değer atfetmenin sözüm ona bir eleştiri ve değerlendirme biçimi olarak öne çıkması / öne çıkarılması ve kabul görmesi vardır. Yapıtın değeri ve değerlendirilmesi değil.

Oysa ele aldığı bir yapıtın değerini saptayamayan, onun insan açısından ortaya koyduğu sorunları, etik eylem olanaklarını bulgulamayan ya da bulgulayamayan, yalnızca değer atfetme, değer biçme düzeyinde kalan hiçbir eleştiri veya değerlendirme, yapıta ilişkin olumlu ya da olumsuz anlamda ne söylemiş olursa olsun, edebiyat eleştirisi, edebiyat değerlendirmesi vasfı taşımaz. Böylesi bir eleştiri ya da değerlendirme, en iyi ihtimalle yazanın olumlu ya da olumsuz beğeni duygu ve düşüncelerinin dışavurumudur. Ancak bunun vahim boyutu, özellikle kitap tanıtımcıları söz konusu olduğunda, yayınevleri adına bilinçli ya da bilinçsizce okur avcılığına çıkmak, okura ökse atmaktır.

Sonuç

Edebiyatın neliği, çağlar boyunca değişen anlamı ve gerçekliği dikkate alındığında, tregadyalardan bu yana, özellikle roman, öykü ve oyunlar bazında etik boyutuyla felsefi olan ona içseldir. Bundan dolayı edebiyatta felsefeyi, filozofların düşüncelerinin ya da felsefe akımlarının anlayışlarının edebi yapıtlarda var olup olmamasına indirgememek gerekir. Keza bir yapıtta işlenen konunun felsefe konusu olup olmamasına da… Çünkü felsefi düşünüş konusu yapılamayacak, felsefede konu edinilemeyecek, neredeyse hiçbir şey yoktur.

Bundan dolayı, edebiyatta felsefi olanı bulgulayabilmek için etik onun etik boyutuna bakmak, bunu bulgulayıp kavrayabilmek gerekir. Bunun da yolu, kendinde bir şey olarak edebiyat yapıtının biricikliği temelinde değerinin saptanıp söylediklerine, gösterdiklerine uygun değerlendirilebilmesinden geçer. Değer atfetmek ya da değer biçmekten değil.



**
1 İoanna Kuçuradi, İnsan ve değerleri, sf. 106, Türkiye Felsefe Kurumu yayınları, 1998.
2 a.g.e. sf. 105.
3 a.g.e. sf. 106.
4 Felsefe Terimleri Sözlüğü, sf. 68, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1975.
5 a.g.e. sf. 3.
6 a.g.e. sf. 3.
7 a.g.e. sf. 5.
8 a.g.e. sf. 4.
Edebiyatın Amacı Üzerine Bir Sorgulama

27 Ocak 2012

T.C.'nin Genetiği veya Vicdanı Kirlenmiş Toplum


TC’nin genetiği veya vicdanı kirlenmiş toplum

Fikret Başkaya

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak varoldu. Tevatür edildiği gibi bir “kopuş” söz konusu değildi. Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldır. Elbette bu sadece Osmanlı’ya mahsus bir “ özellik” veya “orijinallik” değildi. Bu, premodern dönemin Eski Rejimlerinin genel durumuydu. Devletin kutsal sayılması demek, devlet dışında hiç bir şeyin bir önemi ve değeri olmaması demektir. Mevzubahis olan devletse, gerisi teferrüattır ve orada kendi başına bir değeri,  kıymet-i harbiyesi olan başka hiç bir şey yoktur. Devlet çıkarı her şeyi mübâh kılar. Devletin çıkarı ve bekâsı için her türlü cinayet, katliam, suikast, komplo, hile, yalan... gerekli ve meşru sayılır. Bırakın halktan insanları, devletin çıkarı için padişah ailesi mensuplarının katli de son derece olağan bir şeydir. Kardeş, çocuk, ana, baba, hepsi devlet çıkarı için katledilebilir. Başka türlü ifade edersek, Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu “Eski Devletler ailesinde’  devletin bekâsı, aile içi temizliği varsayar ve başka türlü yapması mümkün değildir. Zaten herkes padişahın kuludur. Kulun hakkı yoktur, sadece kulluk yükümlülüğü vardır. Dolayısıyla ilişki yönetenden yönetilene, efendiden kula ve tebaya doğru ve tek yönlüdür.

Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu ve benzerleri “savaş devletleridir”. Bu tür devletler varlıklarını savaşa borçludurlar. Varlıkları düşmanın varlığına bağlıdır. Düşmanın da iç-düşman veya dış-düşman olmasının bir önemi yoktur. Bu tür devletler savaş yetenekleri aşındığında tarih sahnesinden silinirler... Savaşla fethedilen yerler yağmalanır, talan edilir, birikmiş hazinelere el konur ve egemenlik altına alınan topluluk bir haraç ödemeye zorlanır. Fakat “büyüme-yayılma ” paradoksunun bir sonucu olarak, bir zaman sonra, üretici sınıf olan köylüden alınan haraç ihtiyacı karşılayamaz hale gelir. Bu durum hem köylü kitlesi [toplum] üzerindeki baskının artmasını hem de yeni savaşları dayatır. Devlet kendi iç çelişkileri sonucu zayıflar ve çöker. Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesine çıkışının, aynı zamanda kapitalizmin de tarih sahnesine çıktığı tarihsel döneme rastlaması, imparatorluğun evrimi üzerinde etkili oldu. Kapitalist üretim süreci kendi dışındaki sosyal formasyonları “biçimlendirme, biçimsizleştirme, şartlandırma, kendi mantığıyla uyumlandırma” dinamiğine sahiptir. Bu dinamiğin bir sonucu olarak, Osmanlı sosyal formasyonundaki aşınma derinleştikçe, yönetici elit, varlığını sürdürmek için kapitalist dünyadan bir dizi kurum, kural, teknik, yöntem, tarz, vb. ithal etme yoluna gitti.  Bu “ona benzeyerek kendini koruma”, devleti yaşatma refleksiydi... Batıdakinden farklı olarak, Osmanlı yenilikleri yeninin, yeniyi yaratmanın değil, eskiyi korumanın ve sürdürmenin hizmetindiydi. Dolayısıyla yenilik denilenler eskinin üstündeki yamaydı... Yeni ve yenilik denilen düzenlemelerin, kurumların, söylemlerin bir temeli yoktu. Batı’da yenilikler Eski Rejimle ve onun geleneksel idieolojisiyle bir hesaplaşmanın araçları ve sonuçlarıyken, bizde “eskiyi nasıl yaşatabiliriz ” sorusunun cevabı olarak varoldu... Dolayısıyla, eski rejimle ve onun geleneksel ideolojisiyle gerçek bir hesaplaşma ve eskiyi aşma-yeniyi yaratma girişimi hiç bir zaman söz konusu olmadı... Başka türlü söylersek, Cumhuriyet döneminde de devlet Osmanlı İmparatorluğundaki gibi kutsal sayılmaya devam etti. Devletin kutsandığı bir rejimin modernliği de tabii bir retorik olmanın ötesine geçemeyecekti ve geçemedi... Velhasıl retorikle realite arasında bâriz bir uyumsuzluk varlığını sürdürmeye devam etti.

Devletin kutsal sayıldığı yerde “gerisi teferrüat” sayılacağına göre, kullanılan modernist dilin de bir karşılığı olması mümkün değildi. Devletin kutsal sayıldığı yerde yurttaş olmaz. Devlet ricâlinin insanlara ‘yurttaşmış’ gibi davranması, öyle bir söylemin varlığı, insanların da kendini ‘yurttaş’ sanmasının reel bir karşılığı yoktur... Orada söz konusu olan ikiyüzlülüğün içselleştirilmesinden başka bir şey değildir... “Yurttaşlık durumu” ancak bir mücadele ile kazanılabilir ve korunabilir... Birileri size: “artık bundan sonra yurttaşsınız” dedi diye yurttaş olunmaz. Zira yurttaşlık, yurttaş bilincini var sayar... İmparatorluğun reayası 1923 de yurttaş olmadı. O zamana kadar ‘padişahın kulu’ olan halk kitlesi, 1923’den sonra artık “vatanın kulu” olacaktı ki, garp cephesinde yeni bir şey yoktu... Vatanın ne olduğu, sahibinin kim olduğu da bilindiğine göre...  Lâkin “eskiyi” yeniymiş gibi sunmayı, daha doğrusu dayatmayı başardılar. Bu işi de esas itibariyle okul ve öğretmen, velhasıl eğitim sistemi sayesinde kotardılar... Dolayısıyla, TC’nin yaklaşık doksan yıldır kolaylıkla irili ufaklı katliamlar yapabilme ve siyasî cinayetler işleyebilme rahatlığını anlamak, sözünü ettiğim geri planı dikkate almadan mümkün değildir. Son on-onbeş yılda, son otuz kırk yılda yapılan katiamları, işlenen siyasî cinayetleri bir hatırlayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız... Bu durum, dünün reayasının ve kulunun] bu günün yurttaşı olamayışıyla açıklanabilir. İnsanlar seçimlerde oy kullanmayı matah bir şey sanıyorlar... Seçimlerin bir aldatmaca olduğunun farkında değiller. Seçim oyunu aslında insanları oyuna getirmek için oynanıyor... Oyun kurucular da mâlûm olduğuna göre...

Hırsızın kabahati...

Bir ülkede yaşayan insanların yurttaş bilincinden yoksun oluşu, hak, özgürlük, eşitlik ve adalet bilincinin yetersizliği, devletin katliamlar yapma, insanlık suçu işleme konusunda hareket alanını genişletiyor. İnsanlar yapılan her katliam veya işlenen her siyasi cinayet karşısında sessiz ve tepkisiz kaldıklarında, hem gelecek katilamlara ve cinayetlere ‘onay’ vermiş oluyorlar hem de her katliam ve siyasi cinayetle vicdanları kirleniyor... Bu vesileyle vicdan kirletmeye memur edilmiş, vicdanları en çok kirlenmiş politikacı, akademisyen, gazeteci, yazar,  “konunun uzmanı” denilenlerin pis misyonunu da hatırlamamak olmaz. Bu kesim, yapılan her katliamı, her siyasi cinayeti “haklı” ve “gerekli” göstermek için seferber oluyor... Son Uludere katliamında ortalama insanın, ortalama tavrı utanç vericiydi. En utanç verici olanı da her halde bir kısım ‘pişkin politikacı, hükümet erkanı, televizyonlarda boy gösteren “yorumcu” ve gazete köşelerine çöreklenmiş akl-ı evvellerdi... Söylediklerinin özeti şuydu: “Devlet katliam yapmaz... Benim devletim katliam yapmaz. Benim atalarım katliam yapmaz...” Bu bir kazadır, böyle şeyler olur, zaten her yerde oluyor... ABD bunu her zaman yapıyor... Eğer bütün bu katliamları, sizin devletiniz yapmadıysa, eğer tüm bu cinayetleri sizin devletiniz işlemediyse o zaman bunlar kimin eseridir? Fransa parlamentosunda ‘Ermeni katliamı olmadı’ diyenin cezalandırılmasıyla ilgili yasa teklifi gündeme geldiğinde, başbakan Erdoğan: “ Ben atalarıma katliam yaptı dedirtmem, asıl Fransızlar Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında yaptıkları katliamın hesabını versinler” demişti. Başbakanın bu sözleri bana bir şey hatırlatmıştı. 1967 yılında, Pariste, Albert Chatelet öğrenci restoranında, yemek masasında karşımda oturan iki öğrenciyle sağdan soldan konuşurken, bana hangi ülkeden olduğumu sordular, Türkiyeliyim deyince, “biz Cezayirliyiz ve size kırgınız” demişlerdi... “hayırdır, bu da nerden çıktı” dediğimde, “sizin hükümetiniz Birleşmiş Milletler’de Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı oturumda Fransa lehinde oy kullandı” karşılığını verince, ben de  “kırgın olmakta haklısınız, lâkin o ayıpta benim bir dahlim yok” karşılığını vermiştim. Sonra isimleri Muhammed ve Abdu olan bu iki sevimli Cezayirliyle yıllarca sürecek dostluğumuz başlamıştı... Eğer Fransızlar Cezayir’de katliam yaptıysalar, Türk hükümeti Fransa’nın tarafını tuttuğunda o katliamı onaylamış, insanlık suçuna ortak olmuş olmuyor muydu? Fakat bu bir istisna değildir. Ne zaman mazlum halklar emperyalizme, koloniyalizme karşı ayaklansalar, özgürlük, bağımsızlık ve  haysiyet mücadelesine girişseler, TC yöneticileri tartışmasız kolonyalistlerin, emperyalistlerin safında yer aldı. Neden aldığının, neden almak zorunda olduğunun tahliline burada girmeyeceğim...

Uludere katliamını haklı göstermek için büyük çaba gösteren akl-ı evveller “ sınırın ötesinde işleri neydi” diyorlar. Bu kuş beyinlilerden bir teki o sınırları kimin çizdiğini sorun ediyor mu dersiniz? Asıl insanlık suçu bizzat o sınırın varlığı değil miydi? Bir aileyi, bir topluluğu ikiye bölen bir sınırın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir? İnsanı yaşam araçlarından mahrum eden, açlığa mahkûm eden bir sınırın meşruiyeti olur mu? Kaldı ki, hiç bir gerekçe hiç bir katliamı haklı göstermeye yetmez. Adı üstünde insanlık suçunun gerekçesi olur mu? İnsanlık suçunu gerekçelendirmek ne nemem bir küstahlık ve alçaklıktır? Bu vahşeti ‘haklı’ göstermek için seferber olanlar, vicdanları en çok kirlenmiş olanlardır. Kirlenmiş vicdanlılar toplumun vicdanını da kirletmeyi şimdilik başarıyorlar... Lâkin bu dünyada her şey sonludur... Katliam ve siyasî cinayet TC için istisna değil, kuraldır ve rejimin genlerinde mündemiçtir... Osmanlıda en büyük katliamları yapanlar devlet katında en yükseğe çıkanlardı... Maalesef bu “gelenek”, Cumhuriyet döneminde de geçerli olmaya devam etti... Lâkin şimdilerde bir yenilik de söz konusu... Artık katliamın yolu ‘insansız hava araçlarından’ geçiyor ve bu “yenilik”  “çağdaş” Türkiye’ye ne kadar da yakışıyor... İnsansız araçlar insanlara kimin katledileceğini gösteriyor. Bundan âlâ modernlik, kalkınmışlık mı olur! Artık Türkiye’yi yönetenler “muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıktıklarından” emin olabilirler... Şu utanç verici manzaraya bir bakın. Toplum  ne hallere düşmüş... Görünen o ki, bu kepazelik, bu utanç verici durum, TC bir operasyonla [devrimle] temizleninceye kadar devam edecek... Kimse kendini aldatmasın, “hukuk devleti” mavalına aldanmasın... Zaten bu işleri kotarmak için işte böyle bir “hukuk devleti” gerekiyor... Hukuk devletinin ne olduğunu merak edenler Hrant Dink davasına baksınlar... Siz ‘hukuk devleti’ denileni ne sanıyorsunuz? Bütün mesele işlenen cinayetlerin, yapılan katliamların üstünü örtmekten ibaret değil mi? Bundan âlâ hukuk devleti mi olur? Sevsinler hukuk devletinizi... Devlet tarafından yapılan katliamların, işlenen siyasi cinayetlerin üstünü örtmeye çalışanlar insanlık suçu işleyenlerdir ve bu vicdanı kirlenmişlerin iflah olmaları da, islah olmaları da mümkün değildir...
* http://www.ozguruniversite.org

Zenginlik, yoksulluk ve özel mülkiyete dair(I)


Zenginlik, yoksulluk ve özel mülkiyete dair [I]

Fikret Başkaya

Neden yoksulluk var? Neden yoksulların sayısı sürekli artıyor ve artmak zorunda? Göreli ve mutlak yoksulluğun sürekli büyümesinin sebebi nedir? Neden hep “yoksullukla mücadeleden” söz edildiği halde yoksulluk çığ gibi büyüyor. Yoksullukla mücadele söylemi neyi gizliyor? Bunun doğrusu zenginlikle mücadele olması gerekmiyor mu? Eğer öyleyse neden hiç “zenginlikle mücadele” diye bir şey akıl edilmiyor? Zenginlikle mücadele akla gelmiyor zira zengin ve zenginlik bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır... Tabu söz konusu olduğunda, ondan söz etmek yasaklanır. Kimse ağzına almak istemez, almaya cesaret etmez... “Ayıbı açığa vurmanın âlemi yok” denecektir...  Bir şarkıcının iki saatte kazandığını, asgari ücretle çalışan biri nasıl olup da tam 11 yılda kazanabiliyor? Bir şirket patronunun veya yöneticisinin [ CEO’su densin] bir saatte kazandığı 2783 dolar neden sorun edilmiyor? Bu “yetenekli”, “akıllı”, “becerikli”, “işbitirici” kişi, saatte 2783 dolar kazanırken, çalıştırdığı işçiler de saate 28 cent kazanıyor... Hesap ortada... Aradaki yetenek, akıl, beceri farkını bir düşünün... Ve bir tek kişinin 74 milyar dolar servete sahip olduğu bir dünyada 1 milyar insanın açlıkla cebelleşmesine şaşmak niye?   Soruları çoğaltmak mümkün ama aslında durum sanıldığı kadar karmaşık değil!

Mâlûm, kelime ve/veya kavram çifti diye bir şey vardır. Bu, bir kelimenin veya kavramın, başka bir kelime veya kavrama gönderme yaparak varlık kazanmasıdır.  İşte zenginlik ve yoksulluk kelimeleri bu gruba dahildir. Zenginlik olmadan yoksulluk  olmaz veya yoksulluk olmadan zenginlik olmaz. Efendi ve köle, zâlim ve mazlûm, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, sıcak ve soğuk, vb. kelime/kavram çiftine dahildir. Bu tür kelime ve/veya kavram çifti durumunda, çifti oluşturan kelime veya kavramdan her biri diğerini varsayar, ona gönderme yapar veya imâ eder. Elbette burada bizi ilgilendiren zenginlik ve yoksullukla ilgili olarak belirleyicilik ilişkisine açıklık getirmek önemlidir. İlişkinin yönü, zenginden yoksula doğrudur. Zenginlik olduğu için yoksulluk vardır. Öyleyse yoksulluğu gerçekten sorun eden birinin çözümü nerede bulacağı bellidir. Eğer zengin olmasaydı yoksul da olmazdı...

O halde neden zenginlik var sorusuyla başlamak gerekecektir. Yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyor? Zenginlik de özel mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer özel mülkiyet diye bir şey olmasaydı, sözlüklerde zenginlik ve yoksulluk kelimeleri de olmazdı... Eğer insanlar üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara  Faiz Cebiroğlu’nun dediği gibi “ortakça“ sahip olsalardı, özel mülkiyet diye bir musîbet toplum yaşamına musallat olmasaydı, zenginlik de yoksulluk da olmazdı. Tabii akla, mantığa, izâna, sağduyuya aykırı kapitalist sistem de geçerli olmazdı.  Doğal yaşam tehdit altında olmazdı... Demek ki, insanlığın ve uygarlığın şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumun gerisinde, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara, yaşamı var eden ve sürekliliğini sağlayan kaynaklara küçük bir azınlık tarafından el konulması keyfiyeti yatıyor. Başka türlü ifade edersek, bu günkü kepazelik bir  sapmanın sonucu... Herkese ait olması gerekenin, herkesin ortak kullanımına sunulması gerekenin, küçük bir azınlık tarafından gasbedilmesi de hukuk sistemiyle korunup, sürekliliği sağlanıyor... Birilerinin herkese ait olması gereken yaşam araçlarına el koyup, sahiplenmesi, başkalarının kullanımının yasaklanması, hukuk sistemiyle meşrulaştırılsa da, ne meşrudur, ne haklıdır ve ne mantıklıdır, ne de mabûl edilebilir bir şeydir... O zaman geçerli hukuk sisteminin aslında neyi ifade ettiğini de tartışma gündemine getirmek gerekecektir. Hukukla ilgili tartışmayı şimdilik başka zamana bırakarak, asıl konumuza dönelim ama geçerken şu “hukuk” denilenin hukukçulara, “konunun uzmanlarına” bırakılmaması gereken bir şey olduğunu da hatırlatarak...

İnsanlık tarihinin büyük bölümünde özel mülkiyet diye bir şey bilinmiyordu. İnsanlar ortak üretip, ortak tüketip, ortak yaşamayı başarıyorlardı. Uygarlık belirli bir eşiği aştığında, gücü ele geçiren sınıflar, zor ve savaşla insanları köleleştirdi, kendilerine tâbî duruma getirdiler, herşeyin sahibi oldular, herşeye hükmeder duruma geldiler. Sadece birikmiş zenginlik, toprağın altı ve üstü değil, insan toplulukları da bir kralın, hükümdarın, prensin, sultanın, hanın... kulları, köleleri, tebaları durumuna geldi. Yaratılan zenginlik küçük bir azınlığın elinde toplandı. Bu güçlü olanın şiddete başvurarak topluluğa ait olması gereken yaşam araçlarına el koyması demekti. Sistem şiddete ve zora dayalı olarak kendini var ediyordu ama bir meşrulaştırmaya da ihtiyaç duyuyordu elbette... Bu amaçla ideolojik kölelik veya gönüllü kulluk devreye sokuluyordu... Geçerli durumun “Tanrı’nın arzusu olduğu, efendinin de Tanrı’nın iradesinin temsilcisi olduğu düşüncesi yerleştiriliyordu.

Kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla, önceki dönemdeki zorun, şiddetin ve kaba kuvvetin yerini para alacaktı. Elbette bu şiddetin sahneden çekildiği anlamına gelmiyordu. Zira egemenlik, tahakküm ve zulüm düzeni mutlaka iki şeye ihtiyaç duyar: Şiddet, zor, kaba kuvvet, baskı ve zulüm ve gönüllü kulluk veya ideolojik egemenlik. Zaten kapitalizmle birlikte ortaya çıkan burjuva düzeni, Eski'nin mirasçısıydı, önceki dönemde atılmış temeller üzerinde yükselmişti... Fakat, yeni sistemin paraya dayanması, zora, kaba kuvvete dayalı sistemden farklı bir nitelik taşıyordu, zira, para parayı çekiyor... Parası olan her seferinde daha çoğuna sahip oluyor, sürecin her ileri aşamasında sosyal eşitsizlik büyüyor, zengin-yoksul uçurumu derinleşiyor. Paraya dayalı düzen reel bir karşılığı olmayan, özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi söylemlerle meşrulaştırma yoluna gidiliyor. Özü itibariyle anti-eşitlikçi bir sistem olan kapitalizm geçerliyken, adaletten, barıştan, özgürlükten, insan haklarından, vb. söz etmek ikiyüzlülük değil midir?  Herkesi herkese düşman etmeye göre kurgulanmış, emek sömürüsüne dayalı kapitalist sistemde barış mümkün müdür? Eğer gerçekten barış amaçlanıyorsa, adaletin amaçlanması, adalet amaçlanıyorsa da eşitliğin amaçlanması gerekir.  Her kim ki, sosyal eşitlik için mücadele etmiyorsa, barış ve adaletten söz etmesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur... Kapitalizm geçerliyken özgürlük, sadece mülk sahibi sınıfların, sermaye sahiplerinin, paraya hükmedenler sınıfının özgürlüğüdür...

Özel mülkiyetin yüceltilmesinin, kutsanmasının ve dayatılmasının gerisinde Batı burjuva düşüncesinde içkin [ mündemiç] bir anlayış bulunuyor ve bu anlayışın kökleri Greko-Romen ve Yahudi- Hrıstiyan [ Judeo-Chretien] ve burjuva gelenekte bulunuyor. Nitekim Eski Ahit de: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı... "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun” dedi. [Eski Ahit [Tevrat]. 27-28. ayetler]. Dikkat edilirse, “tüm canlılarla birlikte yaşayın, varolun” denmiyor, kendi dışınızdaki şeylere “egemen olun” deniyor... O halde herkese ait olanın özel mülkiyet konusu olması nasıl meşrulaştırılıp/ dayatıldı? Bu işin de bujuva ideolojisinin ve liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri ve kendisi de bir burjuva olan İngiliz John Locke tarafından kotarıldığı anlaşıyıyor. J. Locke, “ An Essay Concerning the True Orijinal Extend and End of Civil Government”, The Second Treatise of Civil Government, [1690, chapter 5  ] adlı eserinde, Tanrı’nın insanlığa sunduğu kaynağın bir kısmının özel kullanıma, özel mülkiyete evrilmesininin, başkalarının kullanımdan dışlanmasının gerekçesinin ‘o kişinin harcadığı emekle’ açıklıyor. Eğer, diyor John Locke, “ Toprak ve tüm aşağı yaratıklar Tanrı tarafından tüm insanlara bahşedilmişse, her insanın da kendine ait olması gerekir”.... Eğer doğanın ürünlerine bir emek harcanarak sahip olunuyorsa, emek ona bir ilave yapıyorsa, kendi emeğiyle elde edilenden başkalarının hak iddia etmeye hakkı yoktur...” diyor. Bu durumda bireysel sahiplenme [mülkiyet| dışında kalan da başkalarına ait olacaktır... Oysa birilerinin ortak olanı sahiplenip/kullanması, başkalarının her türlü mülkiyetten dışlanması demeye gelir. Eğer özel sahiplenme [mülkiyet]  doğanın kaynağını ve geçmişin mirasını yok ederse, başkalarına ne kalacaktır? Aslında İngiltere'de ve İskoçya'da ortak kullamın konusu olan toprakların özel mülke dönüştürülmesi, toprak lordu kapitalistler tarafından gasbedilmesi, Locke’dan önce başlamıştı, vahşi özelleştirme dalgası ondan sonra da devam etti... Döneme köylü isyanları ve komünist hareketler [ komünist “Diggers” hareketi gibi] damgasını vurmuştu. Artık geçerli burjuva anlayış, ortak kullanım konusu olan şeyleri değersiz sayıyordu. Bir şeyin değerli olmasının koşulu, o şeyin özel mülkiyet konusu yapılmasıydı... Özetlersek, Locke, ‘ birey çalışmasıyla, harcadığı emekle kamuya, topluluğa ait olan ama bir değeri olmayanı, değerli bir hale getiriyor ve tabii ona sahip olmayı da hak ediyor...’diyor  İngilizcede işlenmeyen toprak, telef edilmiş toprak [waste land] sayılıyor ve Locke oradan hareketle de özel mülkiyeti meşrulaştırıyor. Ve baklayı ağzından çıkarıyor: “Eğer kullandığımız şeyin gerçek değerini lâyıkıyla tahmin etmek istersek, farklı maliyetleri hesap edersek, emeğe ve doğaya ait olanı ayrıştırırsak, emeğin payının %99 olduğunu görürüz...” Daha sonra faizin devreye girmesi ve kapitalist sürecin olgunlaşmasıyla “paranın parayı çekmesi” süreci de hızlanıp derinleşecek, her şey çığırından çıkacaktı...

Elbette bu tür bir  mantık ve düşünce sistemi geçerli olunca, özel mülkiyetin meşrulaştırılması, kutsanması, yüceltilmesinde şaşılacak bir şey de olmazdı. O zaman nasıl olup da bir şarkıcının 2 saatte 80 bin TL “kazandığı” da sorun edilmezdi... Çünkü bu parayı emeğinin karşılığı olarak kazanmıştır... öyle ya... Aslında şarkıcının ‘kazandığını’ sandığı ve lüks harcamalarda kullandığı para, gerçekten bir emek harcanarak yaratılmıştır ama bunda şarkıcının dahli son derecede önemsizdir. Asıl emeği harcayan işçilerdir ve şarkıcıya ‘yeteneği’ karşılığında transfer edilen emek sömürüsünün sonucu olandır. Mafyanın el koyduğu için de aynı şey söz konusudur ve emek sömürüsü sonucu yaratılan ve kapitalist sınıf tarafından el konulan değerin mafya tarafından hileye ve şiddete başvurularak el konulan kısmıdır, yani bir transfer söz konusudur. Artık sadede gelebiliriz. Gerçekten John Locke’un iddia ettiği gibi mülkiyet nerdeyse tamamiyle emeğe, bireyin tekil emeğine mi dayanır? Ya da böyle bir şey mümkün müdür? Eğer bu mümkün olsaydı, âdil sayılabilir miydi?  Farzedelim ki, son derece yetenekli, akıllı, becerikli, “işbitirici” biri, bir uçak kazası sonucu okyanusa düştü ve şans eseri ıssız bir adaya çıkmayı başardı. Bu kazazede dışarıyla bağ kurması imkânsızken neleri ne kadar yapabilir? Yaşamını nasıl sürdürebilir, neye ne kadar sahip olabilir? Bir kere günün çoğunu balık, salyangoz, yengeç, v.b. avlayarak ya da yenebilir bitki ve varsa meyveleri toplayarak geçirecektir. Taşları veya ağaçları birbirine sürterek ateş yakabilirse, avladıklarını pişirerek yiyebilir, kendine ağaçlardan ve otlardan bir baraka, belki ağaçlardan bir küçük kayık yapabilir... Zamanla bazı bitkileri sınırlı bir şekilde yetiştirebilir... Avlayabilirse hayvan derisinden veya bitkilerden örtünecek bir şeyler yapabilir... Bir gün adadan kurtulma umuduyla sevgilisine, eşine ve çocuklarına hediye edeceği deniz kabukları biriktirir... Daha fazlasını yapması pek mümkün değildir... Aynı kişi bir sanayi işletmesinin veya finans grubunun CEO’su olsaydı nelere sahip olabilirdi... Belki istediği her şeye... Demek ki, insanın neye sahip olacağı bireysel emek ve çabasından başka faktörlere bağlı, sadece kendi çabasından, yeteneğinden, ustalığından, becerisinden neşet eden bir şey değil... Başka türlü ifade edersek, emeğin hangi koşullarda harcandığı büyük önem taşıyor.

Değerin veya zenginliğin üç kaynağı vardır: 1. Doğanın katkısı; 2. Geçmiş nesillerin  mirası olan bilgi, beceri teknik yetenek, alet-edevat, kültür, v.b. ; 3. Yaşayan neslin gerçekleştirdiği işbirliği [sosyal emek]... İşte bu gün emek verimliliğinin ve yaratılan zenginliğin gerisinde esas itibariyle bu üçü bulunuyor ve orada bireyin tekil katkısı ihmal edilebilir değilse de son derecede sınırlıdır. Bu da demektir ki, toplam ortak ürün doğanın, geçmiş ve mevcut nesillerin ortak çabasının ürünü olarak tezahür ediyor. Eğer öyleyse, herkese ait olması gerekenin özel sahışlar tarafından ele geçirilmesi, sahiplenilmesi, özel mülkiyet konusu yapılması, mantıklı, haklı ve âdil, meşru, dolayısıyla kabul edilebilir değildir... Lâkin hukuka uygundur... Yasaldır... En zengin Amerikalı Bill Gates’in 59 milyar dolar serveti olduğu biliniyor. Yukarıda saydığımız üç unsur dikkate alınsaydı, Bill Gates’in sahip olması gereken en çok ne kadar olabilirdi dersiniz? Bu gün sahip olduğunun kaç milyonda birini hak ederdi? Elbette ortak zenginliğin özel kişiler [kapitalistler ve çevresi] tarafından bu şekilde ele geçirilmesi, özel mülk durumuna getirilmesi, lüks tüketimle yok edilmesi, sadece insânî, sosyal, politik olumsuzluklar ve kötülükler ortaya çıkırmakla kalmıyor, doğa tahribatına, ekolojik bozulmaya, velhasıl yaşamın temelinin aşınmasına da neden oluyor. Bu temel dengesizlik ve eşitsizlik, bir dizi tehlikeli dengesizliğe de kaynaklık ediyor. Özel mülkiyetin geçerli olduğu üstelik kutsandığı bir dünyada, ahlâktan söz etmek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır zira özel mülkiyetle ahlâk bağdaşır değildir. Hem insanlığın ortak çabasının ürünü olan servet [zenginlik] küçük bir mülk sahibi kapitalist sınıf ve çevresi tarafından yağmalanacak, bir de oradaki devlete “hukuk devleti” denilecek ve etikten, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından söz edilecek... Bu durumun sürdürebilirliğine kim daha ne zamana kadar inanabilir? 

Kaldı ki, belirli bir eşik aşıldığında maddi zenginlik bir refah unsuru olmaktan çıkar. Sahip olma, her seferinde daha çoğuna sahip olma tutkusu tarafından rehin alınmış bir insan, aslında sahip olduğu şeyler tarafından sahip olunan durumuna düşer. Bu, sahip olanın sahip olunması durumudur... Zira, artık o yola giren bireyin iradesi devre dışı kalmıştır. Bu bakımdan gerekli olanla, gereksiz ve vazgeçilebilir olan ayrımının yapılması önemlidir. Sahip olma dürtüsü de , farklı olma isteğinden bağımsız değildir. İnsanlar başkasının sahip olduğundan fazlasına sahip olmayı bir mârifet sayıyorlar. Okullarda verilen eğitim de “farklı olma”, “herkes gibi olmama” bilincini yerleştirmeyi amaçlıyor...

Kapitalist sınıf üç alt-unsurdan oluşuyor: 1. Sermaye sahipleri, [paraya sahip olanlar, hisse senedi sahipleri, faiz karşılığı borç verenler]; 2. girişimci [müteşebbis] denilen işletme yönetici ve sahipleri ve; 3. üretilen malları tüketiciye ulaştıran tüccarlar. İşte bu üçü çevresindekilerle birlikte toplumun üretici gücünü/kapasitesini, toplumsal servetin de en büyük bölümünü ellerinde tutuyorlar ve burjuva sınıfını oluşturuyorlar. Bilindiği gibi gibi burjuva sınıfı sadece mülk sahibi sınıflardan ibaret değildir. Politikacılar, sivil ve militer bürokrasinin yükseklerindekiler, üniversite üyeleri, medyada etkin kesim, sanatçılar, eğelence sektörünün kaymak tabakası, vb. burjuva sınıfnı oluşturuyor. Üretim araçlarının ve yaşam araçlarının  özel mülkiyetine sahip olmaları, mülksüzleştirilmiş, emeklerini satarak geçinen işçi sınıfının ve bir bütün olarak emekçi sınıfların emeğinin ürünü olana el koymalarına imkân veriyor.

Bu vesileyle mülkiyete dair kafa karışlığının da aşılması gerekir: Birincisi,  mülkiyetten söz edildiğinde bir kere özel mülkiyet kastediliyor; ikincisi, insanın yaşamı için gerekli olan üretim ve tüketim araçları mülk tanımı dışındadır. Arabaya sahip olmakla o arabayı üreten fabrikaya sahip olmak aynı şey değildir. Mülkiyet başkasının emeğini sömürmeye, başkasınının emeğinin ürününe el koymaya imkân veren, üretim ve yaşam araçlarına sahip olmaktır. Bir insanın ihtiyacanı mütevazı düzeyde sağlayan üretim ve yaşam araçlarına sahip olmak mülkiyet değildir...

İnsanlığın ortak serveti [zenginliği] ve yaşam kaynağı olanın özel şahışlar tarafından sahiplenmesini haklı gösterecek hiç bir haklı ve mantıklı gerekçe yoktur. Öyleyse özel mülkiyetin tasfiyesini amaçlayan, ‘genel toplum yararını’ veya “insanlığın ortak iyilğini” esas alan bir rotaya girmek için de hiç bir engel yoktur...

Zaten özel mülkiyetin gerekliliği ve vazgeçilmezliğine dair ileri sürülen bildik argümanların hiçbir bir inandırıcılığı yoktur. Gelecek yazıda özel mülkiyetin neden ortadan kaldırılması gerektiğine dair tartışmayı sürdürebiliriz...
* http://www.ozguruniversite.org




03 Aralık 2011

UYGARLIK KRİZİ


Bu bir uygarlık krizidir...

Fikret Başkaya



1. Bu günün burjuva toplumlarının gerisinde, her ikisi de az-çok eşzamanlı olarak XVIII. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmış iki devrim veya ‘kopuş’ bulunuyor:  İngiliz sanayi Devrimi ve Büyük Fransız Devrimi. Bunlardan birincisi kapitalist ekonominin üzerinde yükseldiği teknolojik temeli oluştururken, ikincisi de  politikanın nasıl yapılacağının kurallarını vaz ediyordu. Elbette kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı daha önceye rastlıyor. Genel bir çerçevede, yeni ve orijinal bir üretim tarzı veya uygarlık modeli olan kapitalizmin, Kristof Kolomb’un macerasıyla [1492] başladığını söylemek mümkündür. Başka türlü ifade edersek, kapitalizmin tarihi yaklaşık beş yüz yol kadar gerilere gidiyor.

İngiliz sanayi devrimi geleneksel üretim ve yaşam koşullarını tasfiye edip kapitalizmi dünyanın geri kalanına dayatırken, Fransız devrimi de geleneksel egemenlik biçimlerini ve politika yapma yöntem ve kurumlarını tasfiye etti. Artık egemenlik miras yoluyla devam etmeyecek, geleneğe ve dine dayalı sistem geçerli olmayacaktı. İnsan haklarına ve ‘genel iradeye’ dayalı bir yönetim tarzı geçerli olacaktı. Geride kalan iki yüzyılı aşkın dönemde, insan haklarını güvence altına almak üzere yürütülen özgürlük ve eşitlik mücadelesiyle, mülk sahibi [sermaye sahibi] sınıfların burjuva egemenliğini dayatma ve sürdürme mücadelesi devam etti. Esasen kapitalizmle demokrasinin, özgürlüklerin ve insan haklarının uyuşması zaten mümkün değildir. Zira, sermayenin büyümesi, ancak geniş toplum kesimlerini mülksüzleştirerek, yoksullaştırarak, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksunlaştırarak, proleterleştirerek mümkündür. Dolayısıyla yaşam araçları küçük bir mülk sahibi [sermaye] sınıfının elinde toplandıkça ve aradaki uçurum da zorunlu olarak derinleşmeye devam ettikçe, Fransız Devriminin temel sloganları olan “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik [fraternité] içi boşluktan kurtulamazdı ve kurtulamadı. Zaten eşitliğin olmadığı yerde özgürlük, mülk sahibi ve/veya güç ve iktidar sahibi sınıfların özgürlüğüdür. Zira özgürlük, adâlet ve demokrasi, zorunlu olarak eşitliği varsayar. Eğer bir sistem eşitsizlik temeli üzerinde yükseliyor ve kendini ancak eşitsizlikleri daha çok derinleştirerek var edebiliyorsa, orada demokrasiden, özgürlükten, adâletten, insan haklarından söz etmek abestir...

Gerçi kapitalizmin “yaratıcı yıkıcılık” olduğu söylendi [J. Schumpeter ve başkaları] ama sistemin yıkıcılığı her dönemde yaratıcılığına baskındı. Her aşamada yaptığından daha çoğunu yıkarak yola devam edildi ama insanlara yıkılan, yok edilen değil, yapılan gösterildi. İnsanlar daha çok yapılanı görmeyi ‘yeğlediler...’ Velhasıl, burjuva egemenliğinin demokrasi, özgürlük ve insan hakları... söylemiyle meşrulaştırılması geride kalan yaklaşık iki yüzyılın rahatsız edici çelişkisiydi...

2. Kapitalizm, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kriz üretmeye mahkûmdur. Başka türlü söylersek, kapitalizm krizsiz yol alamaz. Zira, kapitalizm koşullarında üretimle tüketim arasındaki doğrudan bağ kopmuş durumdadır. Üretim kararları anarşik bir ortamda binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insan [müteşebbis] tarafından veriliyor. Her bir kapitalis toplam artı-değerden daha çok pay almak zorunda. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye, sermayesini büyütmeye zorluyor. Belirli bir eşik aşıldığında üretilen mal stoğu satılamıyor ve sistem krize giriyor. Aşırı sermaye birikimi oluşuyor. İşte kriz, bu sermaye fazlasını yok etme işlevi görüyor. Eğer kriz yeterli tasfiyeyi yapamaz ise, savaş devreye giriyor. Dolayısıyla krizler de, savaşlar da kapitalizmde içerilmiş [mündemiç] durumdadır. Bu yüzden kapitalizmin tarihi krizlerin ve savaşların, başka türlü ifade edersek, yıkımın tarihidir... Krizler de iki şekilde tezahür ediyor: Yaklaşık 3-5-7 yıllık aralıklarla ortaya çıkan devrevi krizler ve 20-25-30 yıla yayılan yapısal krizler. XIX. yüzyılda devrevi krizler daha sık ortaya çıkıyordu. Zira o dönemde işçi sınıfı tüketimi köylü üretimine ve aile içi üretime dayanıyordu. Bu durum sürekli bir talep yetersizliği durumu ortaya çıkarıyordu. XX. yüzyılda bir dizi yeni unsurun devreye girmesiyle- işçi sınıfının kapitalist işletmelerin mallarını daha çok tüketmesi, kamu personeli sayısının artmasıyla talebin görece istikrara kavuşması, pazarlama ve reklam endüstrisinin devreye sokulması, tüketici kredileri, vb. devrevi krizlerin hem sayısını azalttı hem de yoğunluğunu küçülttü. Elbette kriz üreten temel dinamik ve eğilimler var oldukca, bütün bunlar kapitalist krizleri ortadan kaldırmak için yeterli olmazdı... 

3. II. Emperyalistler arası savaş sonrasında kapitalizm üç odak tarafından “uyumlanmaya” zorlandı. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfının pazarlık gücü faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla arttı. Reel ücretler yükseldi, sermayeden alınan vergiler dolayısıyla kamu hizmetleri ve sosyal amaçlı harcamalar büyüdü. Bunun anlamı sermayenin kâr oranlarının düşmesiydi. Mâlûm, ücret seviyesi yüksekse kâr oranı düşüktür... İkincisi, sömürge halkları kolonyalizme baş kaldırmışlardı ve bir aktör olarak tarih sahnesinde ilk defa boy gösteriyorlardı. Üçüncüsü de ‘planlı ekonomilerin’ veya Sovyet sisteminin varlığıydı. Bu üçünün yarattığı baskı, sermayeyi ödünler vermeye zorlamıştı. Savaşın ortaya çıkardığı yıkımın sonucu olan genişleme 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde sınırına ulaştı ve kapitalizm 1974-1975 de yeniden krize girdi ama söz konusu olan sadece bir ‘devrevî kriz‘ değildi. Artık kapitalist dünya sistemi yapısal krize girmişti. Neoliberal saldırı sonucu söz konusu üç odak etkisizleştirildi ve sermaye önceki dönemde kaybettiği mevzileri birer birer geri almayı başardı. Reel ücretler düştü, sosyal harcamalar kısıldı, hantal, çevre kirlenmesi yaratan, kapitalist işletmelerin çoğu ‘ucuz işçi cenneti‘ denilen Çevre ülkelere taşındı,  borç faiz ödemeleri, kâr transferleri ve eşit olmayan ticaret sayesinde değer transferi, yani Güneyin yağması derinleştirildi, bizde bir zamanlar KİT denilen Kamuya ait ekonomik işletmeler özelleştirildi, daha sonra özelleştirme tam bir tsünami gibi tüm kamu ve sosyal hizmet alanlarını da [eğitim, sağlık, iletişim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb.] kapsar hale geldi... Artık sermayenin bir kâr alanı ve aracına dönüştürmediği hiçbir şey kalmamıştı... Dünyanın her yerinde işçi örgütleri etkisizleştirildi, tabii kâr oranları yükseldi... Gelir dağılımı mülk sahibi [sermaye] sınıflar lehine daha da bozuldu. Yukarda sözünü ettiğimiz tüm bu nedenlerin sonucunda kârlar yükseldi ama bir bütün olarak talep de daraldı. Kapitalist rasyonelliğe uygun olarak yatırılması [değerlenmesi] mümkün olmayan devasa bir “sermaye fazlası” ortaya çıktı. Bunun anlamı sermayenin değersizleşme riskiyle karşı karşıya gelmesidir... İşte finanslaşma ve spekülasyon bu duruma bir çözüm olarak peydahlandı. Bu, parayla para kazanma çılgınlığıydı ama ‘bilimsel’ söylem başka dili konuşuyordu...

Krizin genelleştiği ve tüm ekonomileri etkisi altına aldığı 1974-75 sonrasında sermaye lehine yapılanlar, kâr oranlarını restore etmeyi başarsa da, bunu ekonominin temelini aşındırma pahasına gerçekleştirebildi. Peşi sıra gelen bir dizi finansal krizin ardından, 2007’de sistemin sürdürülebilir olmadığı  ABD’deki subprime kriziyle gözler önüne serildi. Kapitalist devletler sermayenin imdadına yetişti, kamu kaynakları oligopollere [büyük sermaye gruplarına] transfer edildi ve edilmeye devam ediyor...

Söz konusu olan sadece finansal-ekonomik kriz değil

4. Artık kapitalizmin derinleşen krizi, bildik ekonomik krizden ibaret değil, sadece sermayenin dar anlamda kendini yeniden üretmekte zorlanmasıyla ilgili bir durum da söz konusu değil. Kriz sadece ekonomik veçheyle sınırlı olsaydı, kapitalizmin öncekiler gibi bu son krizin de üstesinden gelebileceği söylenebilirdi. Lâkin kriz toplumsal yaşamın tüm veçhelerini kapsar hâle gelmiş durumda... Sadece finansal-ekonomik kriz değil, aynı zamanda ekolojik kriz, iklim krizi, enerji krizi, gıda maddeleri [beslenme] krizi, insan ilişkileri krizi, politik kriz, kent krizi, eğitim krizi, aile krizi, vb... Velhasıl “krizler”, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini kapsar duruma gelmiş bulunuyor... Netice itibariyle bir uygarlık krizi ki, uygarlık krizi söz konusu olduğunda, geçerli durumu tanımlamak, adlandırmak için uygun kavram veya kelime de artık kriz değil, dekadans olabilir. Bilindiği gibi latince cadere’den türetilmiş bir kavram olan décadence, çöküş başlangıcı anlamındadır. Ekseri Roma İmparatorluğunun uzun zamana yayılmış çöküşüne gönderme yapılıyor. Eğer hastalık bünyenin tamamını sarmışsa, o durumu anlatmak için kriz kelimesi artık yeterli değildir. Zira kriz, genellikle normal durumdan bir sapma, arizî, ekseri geçici ve beklenmedik bir durumu ifade eder. Geçerli denge durumundan bir sapmayı ifade eder ve krizin sonunda eski duruma dönüş imkân dahilindedir. Ortaya çıkan yeni durum décadence kelimesiyle ifade edildiğindeyse, artık onu eski haline [ normal hale] döndürmenin mümkün olmadığı bir durumdan söz ediliyor demektir... Biyolojiden bir metafor yapmak istersek, bunama haline gönderme yapabiliriz. Bunama bir çöküş başlangıcıdır ve geri dönüşü yoktur. Süreç hafifletilebilir, belki belirli sınırlar içinde yavaşlatılabilir ama asla geri döndürülemez... Zira söz konusu olan zamana yayılmış bir çöküştür... Şimdilerde burjuva uygarlığının içine sürüklendiği durumdan çıkış artık mümkün değil. Zira burjuva uygarlığının kendi çelişkilerini aşma yeteneği yok, üstelik insanlığa teklif edeceği bir şey de yok... Zaten uygarlıkların kendi iç çelişkileri sonucu tarih sahnesinden silindikleri bilinen bir gerçektir [Arnold J. Toynbee].

Elbette bunu söylemek ölümün an meselesi olduğunu söylemek değildir. Toplum yaşamı insan yaşamından daha uzundur. Söylemek isteğimiz şu: artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir ve bir belirsizlik durumu söz konusudur. Kesin olan çöküş olmakla birlikte, sürecin nasıl seyredeceği, egemenler cephesiyle, egemenlik altındakilerin, yeryüzünün efendileriyle yeryüzünün lânetlilerinin bu durum karşısında alacakları tavra bağlı olacaktır. Bu süreçten zarar görenler, yaşamı savunmakta ve kurtarmakta çıkarı olanlar, durumun bilincinde olsalar, bilinçli ve örgütlü olsalar, alternatif bir toplum perspektifine sahip olsalardı, dekadans durumu  aşılabilir, araç ve rotası vakitlice değiştirilebilirdi. Zaten dekadans tam da bu durumun yokluğunu ifade ediyor. Yeryüzünün efendilerinin, burjuva aristokrasilerinin dayattığı çürümekte olan düzeni aşma iradesinin yokluğu veya yetersizliği,  dekadansın varlık nedenini oluşturuyor. Ne yazık ki, gönüllü kölelik durumu şimdilik aşılmış değil. İnsanlar hâlâ çürüyen ve çürüten burjuva uyarlığı dahilinde durumlarının iyileşeceğini sanıyor. Hiç değilse öyle düşünenler çoğunlukta... Oysa, acele etmeyi gerektiren bir durum söz konusu... Eğer geç kalınırsa, ekolojik dengenin daha da bozulması kaçınılmaz ki, bunun anlamı canlı yaşamın temelinin hızla aşınmasıdır. Zaten kritik eşiğin aşılıp-aşılmadığı tartışmalı ama henüz aşılmamış bile olsa, bu yolun sonunda aşılması mukadder... Bu kadarını yapan neden sonunu getirmesin?   

İki seçenekten biri...

5. İnsanlığın ve uygarlığın ulaştığı ‘kritik eşik’ ortadayken, ufukta sadece iki seçenek görünüyor: Birincisi, bu günkü eğilimlerin ve süreçlerin devam etmesidir ki, maalesef şimdilik hakim eğilim bu yönde. Bunun sonucu, başta ekolojik yıkım ve sosyal kötülükler olmak üzere, her türden krizin derinleşmesi, müzminleşmesi olabilir. Zira sistemin kendi yarattığı sorunları çözme, krizleri aşma yeteneği yok. Üretimin yönü, tüketim alışkanlığı, yaşama tarzı,  doğaya ve insana bakışın radikal olarak değişmediği koşullarda, aracın beklenmedik, tehlikeli bir rotaya girmesi kaçınılmazdır. Bu da bu gün tahayyül etmekte bile zorlanacağımız XXI. yüzyıl faşizmleri, her türden otoriter rejimler, sıkı yönetimin sıradanlaşması, emekçi sınıflara yönelik katliamların, kıyımların ve şiddetin derinleşmesiyle sonuçlanabilir. Elbette daha kötüsü de ihtimal dışı değildir. Zira, kitle imha silahları çoktan insanlığı ve uygarlığı yok edecek büyüklüğe ulaşmış bulunuyor. Velhasıl, insanlık ve uygarlık kitle imha silahlarının [nükleer kazalar, nükleer savaş riski başta olmak üzere], son dönemde sayıları ve yoğunluğu artan ekolojik felâketlerin, sorun çözme yeteneğinden yoksun rejimlerin girdabında koyu bir barbarlığa sürüklenebilir...

İkinci seçenek, sistemin krizini bir şansa ve olanağa dönüştürmekte çıkarı olan geniş emekçi kitlelerin, yeryüzünün lânetlilerinin sürecin yönünü değiştirmek üzere sahneye çıkmasıdır.  Başka türlü söylersek, sosyal-politik-ideolojik mücadelelerin iflas etmiş geçerli paradigmanın dışında alternatif bir uygarlık projesi ortaya koymasıdır... Eğer bu başarılırsa - ki, imkân dahilindedir- kapitalist olmayan, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği, dayanışmayı, doğaya saygıyı, bölüşme ve paylaşma bilincini esas alan, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplum düzenine giden yol aralanabilir. Elbette bu, bugünden yarına gerçekleşecek bir şey değildir. Ancak uzun bir geçiş döneminden söz edilebilir. Uygarlık krizi derinleştikçe, bu süreçten zarar görenlerin duruma müdahale şansı ve yeteneği de artabilir ama müdahalenin vakitlice yapılması da büyük öneme sahip olmak kaydıyla... Solun şimdilik bir alternatif toplum ve uygarlık projesi olmasa da, dünyanın her yerindeki sisteme yönelik tepkiler, itirazlar, isyanlar, ayaklanmalar, devrimler... alternatifin oluşması yönündeki arayışlara bir temel oluşturuyor diyebiliriz. Geçiş döneminin başlangıcında özgürlükler alanını genişletmek ve özgürlüğü bir retorik olmaktan çıkarmak, bu amaçla yeni yöntemler ve araçlar keşfetmek, sosyal eşitlik ilkesini bir olmazsa olmaz durumuna getirmek, dayanışmayı ete-kemiğe büründürmek, insan-merkezli [ antropocentrist] olmayan bir bilinç oluşturmak, hiyerarşik olmayan, demokratik işleyişi esas alan yatay örgütlenme modelleri geliştirmek, demokrasiyi içselleştirmek, burjuva uygarlığının unutturduğu doğada yaşadığımızı hatırlamak ve gereğini yapmak, uzun geçiş için iyi bir başlangıç olabilir... Tabii inandırıcı, uygulanabilir, güven veren projelerle insanların karşısına çıkmak gerekiyor. Aksi halde solun ekseri yaptığı gibi “biz gelirsek işler yoluna girer” aymazlığının bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Dönüştürücü kapasitenin sürekli yenilenmesi gerekir. Bu da ancak pratik mücadele sayesinde kazanılabilir. Tabii politika yapmanın yeni araç ve yöntemlerinin de keşfedilmesi şartıyla... İtibar edilmemesi gereken bir şey de, geleneksel solun tüm sorunların çözümünü iktidarın ele geçirilmesi anına erteleme aymazlığıdır. Değiştirme ve dönüştürme, yeniyi yaratma, belirli sınırlar içinde kapitalist düzen dahilinde de pekâlâ mümkündür. Eskinin içinde yeniyi yaratmaya gerçekten bir engel var mı? Bu da, kapitalizmen çıkışın bu günden başlatılmasının mümkün ve gerekli olması demektir...

İşte size bir örnek...

6. Şimdilerde insanlık, sürekli olarak derinleşen, çeşitlenen ve birbirlerini azdıran bir krizler sarmalına hapsolmuş durumda. Gıda krizi bunların özel bir öneme sahip olanı, zira insan yaşamını doğrudan angaje ediyor. Neoliberal küreselleşme çağında insan haklarından çok söz ediliyor. Beslenme, karnını doyurma hakkı insan haklarına dahil değil mi? Görünen o ki, bu bir temel hak sayılmıyor... Aksi halde her beş saniyede on yaşın altında bir çocuk açlıktan ölmezdi... Bir milyar insan da açıkça açlık sınırında yaşamazdı... Öyleyse neden insanlar açlıktan ölüyor? Yeteri kadar yiyecek maddesi üretilemediği için mi? Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü [ FAO], dünya tarımının 12 milyar insanı besleyebileceğini ileri sürüyor. Ve dünyada her 7 kişiden biri açlıkla cebelleşiyor! Neden? Nedeni çok açık, emperyalist ülkeler tarımsal dumping uygulayarak, dünyanın geri kalanındaki [Güneydeki] tarımsal temeli çökertiyorlar. Bu ülkeler geçtiğimiz yıl kendi tarımlarına [ üretim ve ihracat aşamasında] tam 345 milyar dolar sübvansiyon yaptılar. Bu sübvansiyonlu tarım ürünleri [besin maddeleri] Afrika’da ya da başka bir Güney ülkesinde nasıl bir manzara ortaya çıkarıyor? Bu Avrupa-Amerika kökenli besin maddelerinin yerli üretim maliyetlerinin üçtü biri fiyattan satılması demektir. Yerli tarım bu saldırı karşısında varlığını sürdürebilir mi? Afrika’daki açlığın birinci nedeni bu. İkincisi, sanki doğrudan kolonyalizm dönemine geri dönülmüş gibi, Afrika toprakları çokuluslu tekeller, oligopoller ve Güney Kore gibi devletler tarafından ya satın alınıyor ya da 99 yıllığına kiralanıyor ve insanlar topraklarından kovuluyor... Geçen yıl 41 milyon hektar verimli toprağın satıldığı veya kiralandığı söyleniyor... Aç ve çaresiz insanlar can havliyle Kuzey’e geçmeye tevessül ettiklerinde karşılarında silahlı güçleri, askerleri, polisleri buluyorlar... Topraklarından kovulan bu insanların “barınabileceği” yegane yer kentlerin gecekondu bölgeleri. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları 2009 yılı sonunda 2100 milyar dolardı ve ihracattan sağladıkları gelirin nerdeyse tamamı faiz ödemelerine gitti... Tunus’ta devrim öncesinde ekmek fiyatı üç kat artmıştı... Gıda maddeleri fiyatlarının yükselmesinin gerisinde sadece büyük hububat üreticisi ülkelerde [ Rusya, Avusturalya] meydana gelen kuraklık yoktu. Bu nedenlerden biriydi sadece ve asıl neden de değildi. Asıl iki neden, gıda maddeleri üzerinde sürdürülen spekülasyon ve biyo-yakıt [ agrocarburants] üretimiydi. Spekülatörler finansal kriz günlerinde gıda fiyatlarını %37 oranında yükselttiler. Geçen yıl sadece Amerikalılar 144 milyon ton mısırdan ve bir kaç yüz milyon ton buğdaydan biyo-dizel ve biyo- etanol ürettiler. 2010 yılında ABD’de hububat üretiminin %35’i biyo-yakıt üretmek için kullanıldı ki, dünya hububat üretiminin %14’üne eşit... Bu, gıda maddesini yakmaktan başka nedir? Eğer bunlar her 5 saniyede bir çocukun açlıktan öldüğü, her 7 kişiden biri açlığa mahkûm edildiği bir dünyada yapılıyorsa, hangi insan haklarından söz ediliyordur?

Gıda maddeleri mülk sahibi sınıfların elinde bir meta, bir kâr ve spekülasyon aracı olmaya devam ettikçe, sermayenin çıkarı  insanların temel ihtiyaçlarının tatmin edilmesinden ve yaşamdan daha önemli sayıldıkça, açların sayısının artmasıyla, egemen sınıfların sürdürülebilir kalkınma ve demokrasi söylemi birlikte varolmaya devam edecektir...

7. Kapitalizm, iki eğilime göre işliyor: Birincisi, mülk sahibi sınıflarla mülksüzleştirilmiş sınıflar arasındaki farkı her seferinde daha çok büyütüyor, derinleştiriyor; İkincisi, sermaye sınıfı içinde de rantiye sermayesinin, finans sermayesinin el koyduğu kaynağı büyütüyor. Bunun anlamı, sistemin ‘denge durumundan’ uzaklaşması, başka türlü ifade edersek, krizin kaçınılmaz olmasıdır. Mülkiyet sorun edilmeden, öyle bir sorun yokmuş gibi yapılarak, üzerinden atlayarak olup-bitenleri kavramak mümkün değildir. Geçerli düşünce sisteminde mülkiyet bir tabudur, dolayısıyla ‘yasaklanmış, korunmuş’ alandaki bir şeydir. Bu da mülkiyet kavramının bulanıklaştırılmasıyla sağlanıyor. Sırtımdaki ceket, üzerinde oturduğum sandalye, cebinizdeki çakı, bir çiftçinin küçük toprağı, bir çift öküzü veya traktörü, kap-kacakla... bir çok devletin sahip olduğundan daha çok servete sahip olan bir kapitalistin sahip olduğu üretim araçları sanki aynı şeymiş gibi bir algı yaratılmış durumda... Oysa, yaşam için gerekli olan şeyler mülkiyet tanımına dahil edilemez.  Mülkiyet başkasının emeğinin ürününe el koymaya, sömürüye imkân veren araçlara sahip olmaktır... Mülkiyetin kutsandığı, üstelik bir tabu mertebesine yükseltildiği bir dünyada, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten söz etmek insanlarla alay etmek değil midir? Sosyal eşitliğin olmadığı yerde adaletten söz etmek tam bir ikiyüzlülük değil midir? Deniyor ki, senin özgürlüğün, benim özgürlüğümün bittiği yerde başlar! Üçyüz bin dönüm verimli toprağa sahip olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter, üçyüz metre kare toprağı olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter? Dünyanın en zengin ‘işbitirici’ kapitalisti Meksikalı Carlos Slim Helu’nun 74 milyar dolarlık serveti var. İyi de sadece 74 doları olanın özgürlüğü nerede başlayıp nerede bitiyor dersiniz? Zenginlik demek aynı zamanda güç ve iktidar demektir ve mülkiyetin sorun edilmediği yerde, bir dizi insânî ilkeyi dillendirmek ikiyüzlülükten başka bir şey değildir, dolayısıyla bir kıymet-i harbiyesi de yoktur... Demek ki, işe, şeyleri adlarıyla çağırarak ve şeylere dair gerçeği söyleyerek başlamamız gerekiyor...  


"Felsefi Roman" Üzerine


Gürsel Aytaç’ın Yeni Kitabı: 
Felsefi Roman

Atalay GİRGİN*

Edebiyat alanında, genellikle Alman Dili ve Edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalarıyla bilinen ve tanınan bir insan Prof. Dr. Gürsel Aytaç. Son yayınlanan, Felsefi Roman1 adlı çalışması ile genel olarak edebiyata, onun içerisinde de özel olarak romana felsefeyle bakmaktan söz etmiyor. Aksine bir kategori olarak felsefi romana vurgu yapıyor.    

“Edebiyat ile felsefe ilişkisi, hayat felsefesi anlamında hep var olagelmiştir.” tespitini yapan Aytaç’a göre, “Ciddi anlamda felsefeyi sanat katında ele almak ise ‘felsefi’ olarak niteleyebileceğimiz edebiyat eserlerinde, daha belirgin olarak da felsefi romanlarda söz konudur.” Ancak Aytaç’a göre, romanlar içerik ve konuları açısından sınıflandırılmalarına rağmen, “felsefi roman kategorisi üzerinde pek durulmuyor.”

Felsefi Romanın Neliği

Roman türünde, bağımsız bir kategori olarak ‘felsefi roman’dan söz edildiğinde karşımıza yanıtlanması gereken birçok sorunun çıkması da kaçınılmaz oluyor. Bunların başında yer alan da “Felsefi roman nedir?” ya da “Felsefi romanın neliği nedir?” sorusudur. Keza peşi sıra gelen, “Felsefi olanı felsefi olmayandan ayıran nedir?”, “Konusu ve içeriği açısından ele alındığında, hangi konunun, hangi içeriğin felsefi sayılıp sayılmayacağının ölçütü nedir? Bu ölçütün belirleyicisi kim ya da kimlerdir?”, “Konusunun felsefiliği, bir romanı felsefi kılmaya yeter mi?”, vb. türden sayıları çoğaltılabilecek sorular da yanıtlanmaya muhtaçtır. Ancak ne yukarıdaki soruların hepsini ne de olası yeni soruları bu yazının sınırları içinde yanıtlamak mümkündür.

Bundan dolayı, Aytaç’ın “Felsefi Roman”ı bağlamında, yalnızca birinci soruyu, yani “Felsefi roman nedir?” sorusunu yanıtlamakla yetineceğim. Felsefi roman örnekleri olarak ele alıp incelediği “eserlerde biçim olgusunu önemsediği”ni özellikle vurgulayan Aytaç’a göre, “felsefi roman, felsefi görüşleri ete kemiğe bürüye”n, “onlara adeta can ver”en, “ruh kat”an romandır.Dolayısıyla “felsefi romanlar, felsefi düşüncelerle beslenmiş yaratıcılık (sanat) ürünleridir.”

Aytaç çalışmasında, felsefi romanın neliğine ilişkin ayrıntılı, kuramsal açıklamalar ve ölçütler ortaya koymuyorsa da, biçim olgusuna verdiği önem gereği, J. J. Rousseau’nun Emile’sini felsefi roman örnekleri arasına almayışını açıklarken, şunu vurguluyor: Felsefeyle uğraştığı, araştırma alanı felsefe olup da romancılığı deneyenlerin sanatçılığı sürdüremedikleri söylenebilir, aynı iyi romancı olduğu halde felsefede öğrenciliği aşamayanlar olduğu gibi.

Aytaç’ın Felsefi Romanlarından Birkaç Örnek

Aytaç, kitabında, felsefi roman örneği olarak seçtiği on beş romana yer veriyor. Yeni soruları ve beraberinde konu üzerine tartışmayı beraberinde getirmesi olası olan bu örneklerin başında, 12. Yüzyılda İbn Tufeyl tarafından kaleme alınmış, Hayy Bin Yakzan yer alıyor. Genel olarak tarih, özel olaraksa düşünce ve edebiyat tarihi çalışmalarının sağladığı veriler ışığında, roman vasfına sahip olan ilk yapıtın hangisi olup olmadığı tartışmalı (ki bazıları için ilk örnek Cervantes’in Don Kişot’udur) olmasına rağmen, Aytaç, “Literatürde ilk felsefi roman olarak geçen” bu yapıtı, “Giriş” ile “Son Söz” arasında yer alan kurmaca özelliğinden dolayı, ilk sıraya yerleştiriyor. Ki peşi sıra sormak gerekiyor: Bu durumda Hayy Bin Yakzan, aynı zamanda ilk roman mıdır? Eğer ilk roman değilse ve ondan öncesi varsa, onların felsefi olmamalarının ölçütü nedir?  Her roman kurmacadır, ama her kurmaca roman mıdır?

Kitapta incelenen bir diğer felsefi roman örneği ise Alman Edebiyatı’ndan Chistoph Martin Wieland’ın, “Agathon’un Hikayesi”. Aytaç, söz konusu incelemesinde, ilk felsefi roman olarak Hayy Bin Yakzan’ı kabul etmesinden dolayı, “Agothon’un Hikayesi”ni değil ama, yazarı Wieland’ı “Yalnız felsefi romanın değil, yeni Alman romanının” da “ilk temsilcisi” olarak niteliyor. Felsefi romanın ilk temsilcisi, neden ilk felsefi romanın da yazarı değil? Ya da ilk felsefi romanı yazan, neden felsefi romanın ilk temsilcisi değil?

Aytaç’ın felsefi roman örnekleri arasında, Thomas Mann’ın “Büyülü Dağ”ından, Zamyatin’in “Biz”ine; Sarte’ın “Bulantı”sından Peyami Safa’nın “Yalnızız”ına; Hikmet Temel Akarsu’nun “Nihilist”inden Ahmet Ümit’in “Bab-ı Esrar”ı ve Elif Şafak’ın “Aşk”ına dek bir dizi roman var. Keza konusunun felsefiliği bağlamında da Gürsel Korat’ın “Rüya Körü” ile Max Frisch’in “Bin ya da Peking’e Seyahat” adlı romanları.

Bu noktada bir genelleme düzeyinde şunu belirtmek gerek: Her roman, şu ya da bu düzeyde felsefi olanı içerir. Bazılarında yazarların olumlu ya da olumsuz anlamda etkilendiği filozofların düşüncelerine, onların izlerine rastlanır. Bazılarında filozoflaşan yazarların kendilerine özgü felsefi düşünce ve çıkarımlarına… Çünkü A. Galip’in “Tartışılan Roman”2 adlı çalışmasında da belirttiği gibi, her romanın şu ya da bu ölçüde, “etik ve estetik” boyutu vardır. Romanda ortaya konan, kurgulanan her etik ilişki, tasarlanan her etik problem, onun, yani romanın özelde etik genelde ise felsefi niteliğine işaret eder. Peki; bunların varlığı, bir romanı kendi başına felsefi roman kategorisine yerleştirmeye yeter mi? Ya da ortaya konan problemlerin, ele alınan konunun felsefiliği, kimi filozofların düşüncelerine dayanması, bir romanın felsefi roman kategorisinde yer alması için yeterli midir? Eğer yanıtınız “Evet!”se, bu durumda söylenebilecek yegâne söz şudur: Hiçbir romancı üzülmesin, hangi başlık altında sınıflandırılmış olursa olsun, her roman felsefidir.    

Aytaç’ın, felsefi romanın neliğine ilişkin, kuramsal anlamda yeterince açımlanıp temellendirilmemiş önerme ve düşüncelerinin olanaklı kıldığı sorular ve olası yanıtlar, “Felsefi Roman” kitabının sınırları dışına taşacak tartışmaları beraberinde getirecek gibi görünüyor. Yalnızca bu da değil, sanırım, Aytaç’ın felsefi roman örnekleri de bu tartışmalardan olumlu ya da olumsuz anlamda payını alacak.          



* Felsefe Öğretmeni, Yazar; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Gürsel Aytaç, Felsefi Roman, 132 sf. Phoenix Yayınları, Ankara.
2 A. Galip, Tartışılan Roman, Algı Yayın.