05 Eylül 2011

"Edebiyatın Amacı..." Üzerine Bir Sorgulama

Edebiyatın amacı …” üzerine bir sorgulama

Atalay GİRGİN

Uzun zamandır, zihnimi meşgul eden bir konu “edebiyatın amacı...”. Özellikle edebiyat dergilerinde ya da edebiyat üzerine yazılmış kitaplarda, yerli yersiz, gerekli gereksiz, “edebiyatın amacı…” ile başlayan cümlelerle, sözlerle, önermelerle karşılaştıkça daha da çok depreşiveriyor bu meşguliyet. Hele hele buna ilişkin önermelerin, temellendirilme; gerekçelerinin ortaya konulma gereğinin bile hissedilip düşünülmediğini ve “ben söyledim oldu” dercesine yazılıp geçiştirildiğini görüp okuduğum durumlarda…

Örneğin; işte “edebiyatın amacı…”ndan söz eden yazarlardan birkaçı: “Gerçekçiliğin Tarihi”nde, edebiyatın “amacı yaşamı anlamak, onun bir bilgisini edinmek”tir dedikten sonra, bir de onun “temel ideolojik estetik görevi”nin “toplumsal ilişkileri incelemek”1 olduğunu yazıveren Boris Suçkov’u anlamak mümkün. Çünkü Suçkov, edebiyata ilişkin temel bir nelik ve gerçeklik sorgulamasından çok, sorgulamaya bile yeltenmediği kendisi için veri olan siyasal-ideolojik kabulden ve edebiyat anlayışından hareketle, genel olarak edebiyata hem amaç hem de görev biçmektedir.
Ancak Hürriyet Gösteri’nin 287. sayısında, edebiyat “yaşamı biçimleme ve yönlendirme gücüne de sahiptir”2 hükmünü verdikten sonra, “edebiyatın kendine özgü amaç”ından söz eden Metin Cengiz’i anlamak kolay değil. Çünkü Cengiz, ne “edebiyatın kendine özgü amaç”ının “ne olduğu”na ilişkin bir tek söz etmektedir ne de edebiyatın, yaşamı nasıl biçimlendireceği ve yönlendireceğini belirtmektedir.

Keza “Yazın Gene Yazın” adlı yapıtında Tahsin Yücel, Roland Barthes’ın, Essais critiques’de yer alan bir söyleşide “Yazın nedenden ve amaçtan yoksun bir araçtır; hatta onu tanımlayan da budur” dediğini aktardıktan sonra, “Yazını nedenden ve amaçtan yoksun bir araç olarak nitelemek zordur”3 diye yazar. Ancak hemen ardı sıra, “yazının amacı”nı ortaya koymak, bunu göstermek, bunun ne olduğunu yazıp söylemek yerine, bireysel olana yönelerek, “her yazarın bir yazma nedeni, bir yazma amacı vardır” hükmüyle yetinmektedir. Sanki edebiyatın amacı, tek tek her yazarın yazma nedeni ve amacına içselmiş gibi… Ya da tek tek her yazarın yazma nedeni ve amacının toplamı, sanki edebiyatın amacıymış gibi…

Önce Sorular

Pedagojik olarak algılanma ve nitelenme pahasına önce sorularla başlayarak adım adım gidelim: Edebiyatın amacı var mıdır? Edebiyatın, edebiyat alanında yer aldığı kabul edilen tek tek her yapıta apriori olarak kendiliğinden içkinleşen ya da bu alanda yer alabilmesi için bir yapıta mutlaka içkinleştirilmesi gereken, aşkın ve değişmez olan bir amacı var mıdır? Eğer varsa, bir yapıtın edebiliğinin ölçütü, bu amaçtan ne denli pay alıp almadığı mıdır? Eğer böyle bir amaç varsa, bu amacı bilen ya da bilmeye yetenekli olanlar kimlerdir? Şairler, öykücüler, romancılar, edebiyat eleştirmenleri, v.b. mi? Edebiyat üzerine düşünen, soran, sorgulayan ve bütünsel anlamda onu kendisine konu edinen düşünürler, filozoflar mı? Yoksa bunların hepsi mi? Ya da tüm bunların içinden, hangisi olduğunu bilemediğimiz az sayıda bazı ‘seçilmiş’ler mi? Bu durumda, kerameti kendinden menkul olan, bu ‘seçilmiş’leri seçen ya da bilen, bilmeye kadir olan kimdir? Soruları daha da çoğaltmak mümkün elbette. Hatta “Edebiyat nedir?”, “Amaç nedir?”, “Var olan nedir?” diyerek ayrıntılandırmak da… Ama şimdilik, şu an için gerek yok daha fazlasına.

Edebiyatın Amacı Var Mıdır, Yok Mudur? Varsa Aşkın mıdır, Yoksa İçkin mi?

Ontolojik ve epistemolojik boyutuyla, üzerine düşünen ve sorgulayanları Platon ve Aristoteles’e kadar geri götürebilecek olan yukarıdaki soruları, şair, öykücü, romancı, eleştirmen, v.b.’den oluşan, bir edebiyatçılar topluluğuna yöneltmiş olsanız, daha ilk soruda, onların genel olarak, istisnalar hariç, ikiye ayrıldığını görürsünüz: Bunlardan ezici bir çoğunluğu “vardır” yanıtını verirken, azınlıkta kalan bir kısmı ise “yoktur” yanıtını verecektir. Hadi haksızlık yapmayalım, belki bunların içinden, istisnai olarak birkaçının, utana sıkıla da olsa, “Ben edebiyatçı olarak nitelensem de edebiyatın amacının var olup olmadığı bilinemez” diyebilme cesaretini gösterebileceklerini de varsayalım. Böylece, daha ilk soru karşısında edebiyatçılar topluğu kendi içerisinde ayrışır. Ki bu ayrışmayla birlikte, söz konusu topluluğun bir kısmı, yani “yoktur” ve “bilinemez” diyenler, “Edebiyatın amacı nedir?” sorusu karşısında muafiyet kazanırlar.

Bu durumda, “Edebiyatın amacı nedir?” sorusunun tek muhatabı olarak, “vardır” yanıtını verenler kalır. Ancak bunlardan da, “Edebiyatın amacı …dır” diye tek bir yanıt alamazsınız. Her biri, kendi edebiyat anlayışına, bireysel ve toplumsal seçimlerine, inançlarına, siyasal ve ideolojik tercihlerine, felsefi düşüncesine, insana, topluma, dünyaya bakışına ve anlamlandırışına göre, amaç belirlemesi dile getirir. Daha ikinci soruya geçmeden, edebiyatın amacının olduğunu söyleyenler de kendi aralarında ayrışmaya başlar. Hem de ilk soru karşısında olduğu gibi yalnızca ikiye üçe değil, çok daha fazla sayıda grup ya da kişiye tekabül eden bir ayrışmadır bu.

Ancak ikinci soru, yani “Edebiyatın, edebiyat alanında yer aldığı kabul edilen tek tek her yapıta apriori olarak kendiliğinden içkinleşen ya da bu alanda yer alabilmesi için, bir yapıta mutlaka içkin kılınması gereken, aşkın ve değişmez olan bir amacı var mıdır?” sorusu karşısında ise, “Edebiyatın amacı vardır” yanıtını veren ve bu amacı, birbirine benzer ya da karşıt bir anlam ve içerikle belirlemeye çalışan topluluğun tüm bireyleri arasında daha keskin bir ayrışma yaşanır. Çünkü sorun, edebiyatı da kapsayan ve aşan ontik bir boyut kazanmaya başlar. Felsefi düzeyde ontolojik bir tartışmanın kapısı aralanır. Buna rağmen topluluğun, “vardır” hükmünü veren kısmı, “edebiyatın amacının ne olduğu”na ilişkin yanıtları ne olursa olsun, kendi kendileriyle tutarlılıklarını sürdürürler.

Bunların dışındakilerden, “yoktur” hükmünü bildirenler ise, daha ikinci temel soruda kendilerini nakzetmekle karşı karşıya kalırlar. Çünkü ana hatlarıyla izlediğimizde, “yoktur” hükmü, öncelikle edebiyatın “aşkın ve değişmez” bir amacının olmadığını bildirir. Ki bu durumda, ilk soruya verilen “vardır” yanıtının geçerliliği hükmünü sürdürüyorsa, amacın “aşkın”lığı değil, “içkin”liği söz konusudur. Kendilerini nakzetmemek ve kendi kendileriyle tutarlılıklarını sürdürebilmek için de tıpkı “aşkın” bir amacın varlığını kabul edenler gibi, bunlar da “içkin” olduğunu ileri sürdükleri amacın “değişmez”liğini de kabul etmek durumundadırlar. Aksi takdirde, yani hem “aşkın” hem de “içkin” ve “değişmez” bir amacın olmadığını ya da amacın “içkin” olduğunu ama bunun sürekli değiştiğini ileri sürdüklerinde, tutarlılıklarını yitirir ve tenakuza düşerler. Çünkü “var” dedikleri ve edebiyata içkin olduğunu söyledikleri “amaç”, zamandan zamana, toplumdan topluma, hatta aynı zaman ve toplumdaki şair, öykücü, romancı, vb.’den oluşan edebiyatçılar topluluğundan topluluğuna, edebiyat akımından akımına, dahası tek tek edebiyat yazarından yazarına değişen ve bu haliyle “edebiyata özgü” olarak nitelenip belirlenebilen bir “amaç” olma özelliğini yitirir ve kendiliğinden “yoktur” hükmüne bürünüverir. Bu son nokta, ilk soruya verilen “vardır” hükmünü ortadan kaldırmaya yönelmek ya da “yoksa da var, varsa da var” türünden abesle iştigal bir inatlaşmayla karşı karşıya bırakır bu “yoktur”cuları.

Öte yandan, “yoktur” yanıtı ve hükmü, ikincil olarak, “aşkın” bir amacın olmadığını, aksine bu amacın “içkin” ve “değişmez” olduğunu da bildirir. Bu bildirim, edebiyatın amacının “içkin” ve “değişmez” olduğunu ileri süren “yoktur”cuları kendi kendileriyle tutarlı kılarken, onları şöyle bir sorunsalla karşı karşıya bırakır: Hangi çağda, hangi koşullarda, hangi kaygılarla yazılmış ve söylenmiş; neyi, neden ve nasıl anlatmış olursa olsun, edebiyatın içerisinde varolan her yapıtı, “içkin” ve “değişmez” olduğu söylenen aynı şeyle, yani aynı amaçla ıralamak. Ki aslında bu durumda asıl yapılan, dünya görüşleri, inançları, siyasal-ideolojik düşünceleri, sınıfsal ve toplumsal tercihleri, bireysel istek ve özlemleri ne olursa olsun, edebiyat alanında yapıtlar ortaya koyan gelmiş geçmiş tüm yazarları aynı amaçla ıralamaktır. Çünkü, “şu” diye gösterdiğimiz herhangi bir kitabın amacı yoktur. Amacı olan ve onu “şu” diye gösterilen bir yapıta içkinleştiren yazardır. Bir edebiyat yazarı, yazar olmadan önce de bir insandır. O halde sormak gerek: Edebiyatın “içkin” ve “değişmez” olduğu kabul edilen ve her edebiyat yapıtına içkin kılınan amacını, bir insan olarak tüm edebiyat yazarları daha doğuştan mı bilmektedir? Yoksa sonradan, yazmaya söylemeye başladıklarında kendilerine vahiyle mi bildirilmekte (ki bu durumda bir içkinlikten değil aşkınlıktan, dışında bulunmaktan söz etmek gerek) ya da sezgisel olarak mı bilincine varmaktadırlar? Dahası, “içkin” ve “değişmez” olduğu söylenen bu amacı belirleyen kimdir, nedir, nasıl bir varlıktır?

Edebiyatın “içkin” ve “değişmez” bir amacının olduğunu ileri süren “yoktur”culara yöneltilen bu son soru, küçük bir değişiklikle, “vardır” yanıtıyla, edebiyatın “aşkın ve değişmez” bir amacı olduğunu söyleyenler için de geçerlidir. Çünkü “aşkın”lık ve “değişmez”lik kabulü, amacın edebiyata dışsallığını, onun dışında bulunduğunu daha baştan dile getirir. Dolayısıyla, bu aşkın ve değişmez olan amacı kimin ya da hangi türden bir varlığın belirlemiş olduğu sorununu da…

Edebiyatı da aşan ontik bir sorun

Sorun bütünsel olarak ele alınmaya başlandığında edebiyatı da kapsayan ve onu aşan bir boyuta ulaşır. Çünkü ister aşkın isterse içkin ve değişmez bir amaç söz konusu edilsin, bunu belirleyen bir varlığın kabulü, onu edebiyata dışsal kılar. Bu noktada, dışsal bir varlığın belirleyiciliği altında gerçekleştiği, onun belirlediği amaçla vücut bulduğu kabul edilen edebiyatın neliği de gerçekliği de bir başka sorun olarak ortaya çıkar. Yalnızca bu da değil. Aynı zamanda yazarın, sanatçının işlevi de… Dahası bir yapıtın değeri sorunu da…

Sorun bu boyutlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, edebiyatın var olduğu ileri sürülen, aşkın ya da içkin ve değişmez olduğu kabul edilen amacının, ona dışsal bir varlıkça belirlendiği yaklaşımı, anlayışı, ontolojik anlamda metafizik problemlerin yanı sıra, mistifikasyondan epistemolojik ve aksiyolojik alana dek uzanan yeni sorunsalları beraberinde getirir. Kendine özgü özellikleri temelinde, insan açısından insan için bir anlama, anlamlandırma ve anlatma etkinliği olan edebiyatı, kendi gerçekliğinden koparıp yanılsamalı bir biçimde, kutsallık zırhına büründürür. Bir insan olarak yazara, insanüstü vasıflar yüklemeye, atfetmeye neden olur. Genel olarak sanatın ve edebiyatın, özel olarak ise yapıtın aksiyolojik değerini, kendisinden çok dışsal olanla ilişkisinde aramaya ve onunla belirlemeye yöneltir. (Edebiyatın amacı ve aksiyolojik değerlendirme ilişkisini bir başka yazıda ele alacağım.)

Görünürde, bilinçli ya da bilinçsizce verilmiş, küçücük bir “vardır” yanıtıyla başlayan bu sorunların temel nedeni, idealizmle malul erekçi düşüncedir. Kendini erekçi düşüncenin sarmalına kaptıran insanlar için amacı olmayan hiç bir şey yoktur. Onlar, her şeye bir amaç biçer; her şeyde bir amaç bulur. Dahası bu amaç dışsal bir varlık tarafından belirlenmiştir. Bunun mantıksal boyutlarını izlediğinizde, daldan düşen kuru bir yapraktan, yolda yürürken ayağınıza takılan taşa, tepenize düşen saksıdan üzerinize düşen kuş pisliğine dek her şey için geçerlidir bu.

Kabuller Varlığı Olarak İnsan


İnsan kabuller varlığıdır. Kabullerinin doğruluğunu yanlışlığını, gerçekliğe uygun olup olmadığını sorgulayan insanların sayısı ne geçmişte ne de günümüzde çok olmuştur. Çünkü kabullerle ve onları sorgulamadan yaşamı sürdürmek daha kolaydır. Kabulleri sorgulamak, hele hele eleştirip değiştirmeye, yerine yenisini koymaya çalışmak çok zordur. Yalnızca bireysel insan yaşamı açısından değil, bilimden felsefeye dek tüm alanlarda geçerlidir bu. Düşünün bir kez; bugün kolayca ve hiçbir kaygı taşımadan telaffuz ettiğimiz “Dünya dönüyor” önermesi ve kabulünü bile bir zamanlar söyleyebilmek hiç de kolay değildi. Bedeli vardı. Ve birileri ödedi bu bedeli.

Kabuller; insanı, toplumu, dünyayı, daha ötesinde evreni anlayıp anlamlandırmanın, açıklama girişimlerinin ana hatlarını, bir biçimde çerçevesini sunar. Kabuller gerçekliğe uygun olduğu sürece, olup biteni olabildiğince doğru bir biçimde anlamaya yardımcı olur. Gerçekliğe uygun olmadığı sürece de yanılsamalar üzerinde yükselen sorunlarla boğuşup durmanın, yel değirmenleriyle savaşmanın kapısını aralar. Kabullerinizi değiştirdiğinizde insan, toplum, dünya ve onun içerisinde yaşanan tüm gerçeklik yeniden ve bambaşka bir anlam kazanır.

Aynı şey edebiyat için de geçerlidir. Edebiyatı kendi değişen gerçekliği ve neliği temelinde kavramaya yönelip kabulleri bunun üzerinden belirlemek gerek. Eğer bunun yerine ve bundan bağımsız olarak, doğruluğu ve yanlışlığını sorgulamadığımız dinsel, siyasal, felsefi kabullerle edebiyata anlam, görev ve amaç biçmeye yeltenirsek yanılırız. Yanılmakla kalmaz, yanılsamalarımızı gerçeklik ve hakikat saymaya yöneliriz.

Sözün özü: Kabullerimizi sorgulamak, eleştirel olarak değerlendirmek ve gerektiğinde bunları gerçekliğe uygun olanlarla değiştirip var olanı yeniden anlamlandırabilmek gerekir. Bu yapılabildiğinde görülecektir ki kendinde bir şey olarak, genel anlamda edebiyatın amacı yoktur. Yalnızca edebiyatın değil, kendinde bir şey olarak, genel anlamda felsefenin de amacı yoktur. Dolayısıyla bunlardan bütünsel anlamda hayatı değiştirip biçimlendirmesini beklemek, yanılsamadan öte, hayal dünyasına kapılanmak, uyanık düşler görmektir. Dünyayı değiştirmek isteyen herkes tez zamanda bu düşlerden ayılmalıdır.

• Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Boris Suçkov, Gerçekçiliğin Tarihi, sf., 193, Çev. Aziz Çalışlar, Adam Yayıncılık, Eylül 1982.
2 Metin Cengiz, “Gerçeklik olarak globalizm ve edebiyat ilişkisi”, Hürriyet Gösteri Sayı 287, sf. 21.
3 Tahsin Yücel, Yazın Gene Yazın, sf., 24, Can Yayınları, 2005.

11 Haziran 2011

MEHDİ ve MESİH

Mehdi ve Mesih
Tekgül Arı


“Mehdi ve Mesih” Atalay Girgin’in ilk romanı. Genellikle ilk romanlar için biyografik romanlar denilse de yazarın bunu aştığı görülmektedir. Akıcı bir dil kullanan Girgin’in, kitabın konusu gereği kullandığı Arapça ve Farsça sözcükler okuyucuyu zorlamadığı gibi romanı daha da gerçekçi kılmakta.

“Bir rivayettir dolaşıyordu ortalıkta.  Müritlerine göreyse, her an işaret edilmeyi bekleyen peygamber kıvamında biriydi. Kemeutopya’nın bir yarısında Mesih, diğer yarısında Mehdi’ydi. İkisinin de kendisinde hercümerç olduğu bir Ambar. Hem Mesih hem Mehdi… Her şeyin doğrusunu El-ilah bilirdi elbette, belki de vakti saatinin gelmesini bekleyen bir peygamberdi.”

Atalay Girgin, romanında yeni bir dünya kurmuş gibi görünse de aslında içinde bulunduğumuz yaşamda bildik, ama fazla konuşulmayan, hatta üzerine gidilmesi sakıncalar yaratacak bir sistemi tüm açıklığıyla gözler önüne sermiş. Girgin’in düş gücüyle Ambarya diye inşa ettiği ülkenin sakinleri farelerdir. En büyük düşmanları kedidir.  Efendi vardır, bir de efendinin efendisi. Onun da efendisi var mı, bu henüz bilinmez. Ama bilinen bir şey varsa, efendinin belirlediği kurallar birer kanundur. Bu kanunlarda sözüm ona dine göre düzenlenmiştir.

Roman, sayrılı bir karakter olan Efendi’nin üç katlı kırk bir odalı fakirhane diye adlandırılan villasında başlar. “Efendi”nin bir dediğini iki etmeyen ve etrafında dolanan önemli müritleri “Şeyh”, “Doktor” ve “Abla” ile sonradan bu sistem içine dahil edilen Nihan’dır.  Sık sık nöbetler geçiren Efendi’nin bu sayrılı hali bile hayra alamettir. Bir de fakirhane dışında ayrı bir dünya vardır ve oradaki kişiler bazı bölümlerde başat kişiler kadar öne çıkar. Düzeni sorgulayanlar, doğru yoldan gitmek isteyenlerin başına gelen felaketler öyle bir anlatılır ki, sizde okuyucu olarak birden bir roman kişisi oluverirsiniz. Öfkelenirsiniz…

Roman kişileri hakkında detaylı bir şekilde psikolojik tahliller yapılmamasına karşın diyaloglarda verilen ipuçlarıyla bu karakterlerin özelliklerini az çok tahmin edebiliyorsunuz. Kahramanların birine/birilerine ait olma duygusuyla bu rejimin içinde yer aldıklarının ayırımına varabiliyorsunuz. Atalay Girgin’in karakterleri öyle bildik yoksul ve okumamış kişiler değil aslında. Tam tersine ekonomik kaygıları neredeyse olmayan, üniversite oku(yan)muş kişiler oldukları göze çarpıyor. Aslında bu kişilerin içlerindeki yitiklikten çıkmak için sığındıkları bir liman oluyor, bu aldatıcı düzen.

Elbette romanda yoksul bir kesimde var, onlar yaşamı iyileştirme mücadelesine fark katan ama en büyük acıları da göğüsleyen kişiler.

Kitabın sayfaları ilerledikçe “Koşulsuz bir mutlulukla prangalara bağlanmak…” duygusu ürkütür insanı.  İnsanların kendi hapishanelerini yaratması en büyük tutsaklıktır. Bir bedeni hapis edebilirsiniz ama ruhu hapsedemezsiniz.  Ama sistemde bedenin yanı sıra ruhun  hapisliği de istenmektedir.  Roman kişisi “Doktor” bunu fark ettiğinde ölümü de göze alarak kaçmaya çalışır. Nihan da rahatsızdır artık. Terk ettiği sevgilisini düşünür, her ne kadar “kızıl-komünist” olsa da onun insani yaklaşımı onu öylesine etkilemiştir ki, sıcaklığını arar. Oysa gönüllülükle geldiği bu evde kadının sadece cinsel bir meta olarak kullanılması, Efendi’nin ve başkalarının yatağına ikram edilmesi sonradan sonraya acı vermeye başlar. Gerçekte sistem din adına yapılan her şeyi mübah kılmaktadır.  

Dünyanın oluşumundan bugüne kadar kurulmuş her düzende en büyük acıyı çeken kadınlardır. Girgin’in kitabında erkeğin tasarrufuna sunulmuş kadınlar vardır. “Abla” da bu kadınlardan biridir. Ama Nihan’dan bir farkı vardır. Efendi’nin ateşli bir bakışı ruhunu yüceltmektedir. Sabırlıdır Abla, sırasını bilmektedir. Hiç şikayet etmez, hatta Efendi için kardeşi Doktor’u bile harcar. Gerçekte bu sistem, bilinçli olarak bünyesine aldığı bu yitik kişilikleri, tekdüze bilgilerle ruhlarını sağaltmaya çalışacağına inandırmaktadır. Onları önceden bulundukları yaşamın içinden sıyırıp kendilerinin belirledikleri  kurallarla; sözde mutlulukla tutsak ettiklerinin farkında(mı)dır aslında! İçine aldığı bu mutluluğu bir süre sonra öylesine sömürmeye başlar ki,  bu da bireylerde derin bir sızıya dönüşür.

Çoğalan müritleriyle her geçen gün güçlenmiştir sistem. Ülkenin en kilit noktalarında artık düzeni kuranların yetiştirdiği insanlar vardır.  Bir makinenin dişlilerini oluşturan bu kişiler bir süre sonra bu dişlilerin arasında ezilenlerin kendilerine benzeyen insanlar olduğunu da görürler. Ama makine kimseye aldırmadan görevini tıkır tıkır sürdürür. Dişliden çıkma çabasında olanları ise sessizce yok eder. 

 Atalay Girgin, romanında “korkudan korkmamak” gerektiğini de vurguluyor. Her ne kadar bu kişiler sessizce yok edilmeye, sindirilmeye çalışılsa da her zaman bir umut vardır. İnsandan umudu kesmemek gerekir. Bu sistemi değiştirecek olan yine insandır.

Felsefe öğretmeni olan Atalay  Girgin,’in makalelerinden oluşan ilk kitabı “Düzenin Duvarındaki Tuğla: Öğretmen”de okuyucuyu sorgulamaya iten yanı, “Mehdi ve Mesih” romanında daha vurucu olarak ortaya çıkar.

Romanın sonuna geldiğinizde  “ama..? neden bitti?” diye sorular çoğalırken usunuzda, en altta bir not ;

“Birinci kitabın Sonu.”  İkinci kitap ise “Lağımpaşalı”dır!



* "Mehdi ve Mesih" üzerine değerlendirmeleri için "Tekgül Arı"ya teşekkür ederim.

06 Haziran 2011

YENİ ANAYASA

Yeni anayasa
veya
“hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek”
Fikret Başkaya
AKP, 12 Haziran seçimleri sonrası için yeni bir anayasa vâdediyor, bu amaç için insanlardan oy istiyor ve tek başına anayasayı değiştirecek bir meclis çoğunluğu arzuluyor. Yeni anayasanın ‘sivil’ bir anayasa olacağı söyleniyor. Eğer öyleyse, bu mevcut anayasanın ‘sivil’  olmadığı demeye gelir... Tabii AKP yeni bir anayasa vaadederse diğerleri de boş duracak değil, onlar da kendilerince yeni anayasadan söz ediyorlar. Lâkin yeni anayasa isteyen sadece burjuva partileri değil, kapitalist patronlar ve bir bütün olarak egemenler cephesi de artık yeni bir anayasanın gerekliliği konusunda ısrarlı görünüyorlar. Bu arada akademideki anayasa uzmanları ve her şeyi bilen köşe yazarları ve medyatik ‘aydınlar’ da yeni anayasacılar kervanına katılmış görünüyorlar... Bir de Kürtlerin yeni anayasa talebi var ki, onlarınki haklı ve yerinde bir talep, zira, artık bir şeylerin gerçekten değişmesini istiyorlar...
Kimse ‘sivil anayasa’ ne menem bir şeydir, sivil anayasa diye bir şey olur mu, ya da neden anayasa kelimesinin önüne bir niteleme sıfatı ekleme gereği duyuluyor, neden böyle bir ideolojik manipülasyona baş vuruluyor sorusunu sormayı akıl etmiyor. Söylenmek istenen her halde şu: mevcut anayasa askerler tarafından yapıldı, militer bir anayasadır, dolayısıyla sivil ve tabii demokratik değildir. Bu sefer anayasa siviller tarafından yapılacak ve ‘sivil’ ve ‘demokratik’ olacak... Sivil olmak veya olmamak, kıyafet farklılığına indirgenecek bir şey midir? Tipik bir ‘disiplin yönetmeliğine’ benzeyen 1982 anayasasının arkasında, bir NATO ordusu olan TSK olsa da, anayasayı hazırlayanlar üniformalı değildi... Akademinin anlı-şanlı anayasa profesörleri ve cunta tarafından tayın edilmiş sivil giyimli Danışma Meclisi’nin ‘seçkin’ üyeleriydi... Üstelik referanduma sunulup, halkın ‘onayı’ da alınmıştı... Sanırsınız ki, anayasayı askerler kendileri için yaptı! Diyelim ki, 1982 anayasasını üniformalı unsurlar yaptı ama ondan sonra  defalarca TBMM’ye seçilen üniformasızlar 30 yıl boyunca bu anayasayı neden sorun etmedi? Neden anayasanın askerî üniformasını çıkarmak için kılını kıpırdatmadı? Neden anayasayı ‘sivilleştirme’, ‘demokretikleştirme’  gereği duymadılar? Bir şey daha, cunta anayasasının yürürlüğe girdiği 1982’den bu yana 17 defa anayasa değişikliği yapıldı ve geçiçi hükümler dahil 177 maddelik anayasanın tam  119 maddesi değiştirildi... Demek ki, geçen zamanda anayasanın yaklaşık %70’i ‘yenilenmiş’... Eğer değişiklik ve ‘yenilik’ olumlu bir anlam taşıyorsa, bu, %70 oranında bir ‘sivilleşme’, ‘demokratikleşme’, velhasıl ‘iyileşme’ anlamına gelmez miydi?  Eğer yapılan değişiklikler [yenilikler!] demokratikleşme demeye geliyorduysa, o zaman yeni anayasa yapmak yerine geri kalan 58 madde de gözden geçirilerek Türkiye ‘sivil’ ve ‘demokratik’ bir anayasaya kavuşmaz mıydı...
O halde üç şey: Birincisi, bir rejimin anayasal olması, anayasasının olması, onun demokratikliğinin güvencesi değildir. Esasen anayasalar demokrasiyle değil, nasıl yönetebiliriz, nasıl aldatıp-oyalayabiliriz, sorusuyla, velhasıl ‘Teşkilat-ı Esâsiye ile ilgilidir. Bu soruların kimler tarafından sorulduğu da bellidir... Bu tür sorular daima mülk sahibi sınıflar tarafından sorulur... Söz konusu olan basbayağı sınıfsal bir meseledir. Dolayısıyla belirleyici olan bir yasayı veya anayasayı kimin yaptığı değil, kimin/kimlerin çıkarına yapıldığı, arkasında kimin/kimlerin olduğu ve durduğudur... 1982 anayasasını cuntacı generaller yaptı ama mülk sahibi sınıflar adına ve onlar için  yaptı... Tabii bal tutanın parmağını yalaması da işin doğası gereğidir; ikincisi, bir anayasa için önemli olan hangi maddeleri içerdiği değil, bunların pratik politikada, uygulamada ne şekil aldığı, nasıl yorumlandığı ve uygulandığıdır; üçüncüsü de, bir anayasanın demokratikliğinin asgari koşulu yapılış sürecinde hangi toplum sınıflarının ne ölçüde dahlinin olup-olmadığıdır. Eğer mülksüzleştirilmiş sınıflar, işçiler, işssizler, topraksız köylüler ve küçük çiftçiler, mütevazı toplum kesimleri, velhsalı demokrasiye asıl ihtiyacı olanlar, sürece aktif ve etkin bir şekilde müdahale etmiyorsa, edemiyorsa, politikleşmiş halk çoğunluğunun etkin dahli söz konusu değilse, oradan çıkacak bir anayasanın anti-demokratikliği tartışmasız bir kesinliktir. Kaldı ki, Kadir Cangızbay’ın isabetli tespindeki gibi: “Demokratikleşme, bir süreçtir; doğrudan yasa ve anayasayla gerçekleşmez; başka bir ifadeyle, yolu önceden çizilmez; karşılaştığı engeller kaldırılarak yolu açılır”.[1]
Bir maddenin anayasada yer alması yeterli değildir. Anyasanın varlık nedeni egemen sınıfların nasıl yönetebiliriz, haklar alanını nasıl daraltabiliriz, nasıl aldatıp-oyalayabiliriz... sorusuyla ilgili olduğu sürece, istediğiniz kadar anayasada ‘demokrasiyle uyumlu’ maddeler bulunsun, pratikte bunların hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bilindiği gibi, anayasalar birer üst metindirler. Uygulama alanına kanunlar yoluyla inerler ve anayasada tanınan veya formüle edilen hakların kanunlarla geri alınması yaygın bir gelenektir. Bu, burjuva yasallığının vazgeçilmez kuralıdır. Fakat verilen bir hakkı geri alma operasyonu ekseri bizzat anayasada kotarılır. Anayasanın bir maddesinde ifade edilen bir hak, ikinci veya üçüncü paragrafta ancakla başlayan bir cümleyle  geri alınır/ içi boşaltılır, işlevsiz hale getirilir... Ya da ilerdeki bir maddede ortadan kaldırılır...  Mesela yürürlükteki anayasının üniversitelerle ilgili 130’uncu maddesi şöyle: “Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. ancak, bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve ülkenin ve milletin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhine faaliyette bulunma serbestliği vermez”. Dikkat edilirse tanınan hak aynı cümlede geri alınıyor. Hakları kullanılmaz hale getiren ve yasaklayan ikinci yaygın uygulama, maddenin sonuna eklenen kanunla düzenlenir ibaresidir. Ekseri anayasada tanınan bir hak yasayla ortadan kaldırılır. Eğer yasayla halledilemezse, yönetmelikler imdada yetişir...   Başka bir yöntem de asla yapılmayacak bir şeyin ifade edilmesidir. Mesela anayasanın 49’uncu maddesinde: “ Çalışma herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları korumak, çalışmayı desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır” deniyor... Böyle bir maddenin varlığının bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi?  En doğal hakları için mücadele eden işçilerin başına nelerin geldiği, ne tür koşullarda çalıştıkları, işssizliğin ne düzeyde olduğu bilinmiyor mu? Devletin kimi nasıl koruduğu mâlum değil mi?  Son otuz yılda sendika kurmak için harekete geçen on binlerce işçinin nasıl işten atıldığı herkesin mâlumu değil mi? Cunta anayasasının 26’ıncı maddesi düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetiyle ilgili: “ Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. deniyor, ve devamı şöyle: “ Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni güvenliği, cumhuriyetin temel ilkeleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü.... amaçlarıyla sınırlanabilir”. Ve sınırlanıyor... O kadar çok sınırlanıyor ve öyle sınırlayıcı bir yasa stoğu var ki, istenirse her söylediğinizden kendinizi önce mahkeme kapısında, sonra da mahpusane koğuşunda bulmanız son derecede mümkündür... Eğer öyleyse böyle bir ikiyüzlülüğe neden başvuruluyor? Niyet ve amaç mâlûm değil mi?
Aslında kapitalizm dahilinde anayasaların demokrasinin önkoşulu olduğu tartışmalıdır ama demokrasinin önünü kesmek için gerekçe oluşturdukları kesindir.  Böylece, demokratik talepler, hak talepleri  ‘anayasa’ gerekçe gösterilerek geri çevrilebiliyor veya savsaklanabiliyor. Tabii anayasada değişiklik yapmak da zorlaştırılır ki, egemen sınıfların işine gelmeyen muhtemel bir değişikliğin önü kesilsin... Oysa, istenirse, anayasaya dokunmadan da, kanunlarda yapılacak  değişikliklerle kısmî bir demokratikleşme pekâlâ mümkündür.
O halde sadede gelebiliriz. Egemen sınıfların çıkarı, demokratik haklar alanının, genel olarak da haklar alanının olabildiğince daraltılmasını gerektirir. Egemen sınıflar hiçbir şeyden eşitlik, özgürlük ve demokrasiden korktukları kadar korkmazlar ama söylem farklıdır... Sözcülerinin ve akıl hocalarının dilinden demokrasi kavramı hiç düşmez... Siz sermaye sınıfının, oligarşinin bir mensubu olsaydınız, demokratik haklar alanının genişlemesini ister miydiniz? Böyle bir şey eşyanın tabiatine aykırı değil midir? Zira demokratik haklar alanının gerçekten genişlemesi demek, sömürünün sınırlandırılması demektir ve sömürünün ve baskının sınırlandırılması mülk sahibi sömürücü sınıfların, ülkenin beşeri ve doğal zenginliğini yağmalayan azınlığın ve şürekasının asla arzu etmeyeceği, katlanamayacağı bir şeydir. Eğer öyleyse egemenler cephesinin ve onun sözcülerinin teklif ettiği, edeceği ‘yeni anayasa’ ne kadar ‘yeni’olabilir?  Bir anayasanın yeniliğini  marifet saymanın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir?
Anti-demokratik bir şekilde oluşmuş bir parlamento demokratik bir anayasa yapabilir mi? Herşey tepeden tırnağa anti-demokratik iken, hangi mucizenin sonucu demokratik bir anayasa ortaya çıkacak. Söz konusu siyasi partilerin kendilerinin demokratik bir yapısı ve işleyişi söz konusu mu? Bu partiler essasen parti başkanlarının birer şirketine benzemiyor mu? Bunlar tek kişi tarafından yönetilen siyasi yapılar değiller mi? Kimlerin nereden milletvekili olcağına parti başkanları karar vermiyor mu? Meclis %10 barajı ayıbının gölgesinde oluşmuyor mu? Siyasi partiler yasası 12 Eylül rejiminin eseri değil mi? Eğer öyleyse ve bu siyasi partilerin mensuplarından oluşan parlamentonun bizzat kendisi anti-demokratik iken, oradan demokratik bir anayasa çıkacağına sanmak abesle iştigal etmek değil midir? Denilebilir ki, milletvekillerini halk seçiyor... Önlerine gelene oy vermek seçmek midir? Aslında seçimin gerçek anlamda seçmekle bir ilgisi yok. Orada söz konusu olan, birileri [Parti patronları] tarafından tayın edileni onaylamaktan ibarettir... Zira, asıl seçenler başkaları, dolayısıyla söz konusu olan sefil bir sirk oyunundan başka bir şey değil... Seçim sandığına giden önceden birileri tarafından tayin edileni onaylıyor sadece... Kaldı ki, geçerli sistemde zaten gerçek bir temsil asla mümkün değildir. Politika yapmanın profesyonelleşmiş ayrıcalıklı bir elitin işi olmaya devam ettiği koşullarda yapılan seçimler, ancak seyirciyi oyalamaya yarayabilir ki, zaten yapılan da odur... Netice itibariyle siyasi partilerin varlığı ve belirli aralıklarla [ 4-5 yıl] seçimlerin yapılması bir rejimin demokratikliğinin garantisi değildir. O halde soruyu şöyle sorabiliriz: Siyasi partiler niye var ve seçimler neden yapılıyor? Besbelli ki,  kitleleri aldatıp / oyalamak için...
Gerçekten demokratik bir anayasa, ancak anayasa yapma sürecine demokrasiye ihtiyacı olan toplum sınıflarının etkili ve kalıcı katılımı ve müdahalesiyle mümkün olabilir. Bunun için de her kesimin ağırlıyla orantılı bir kurucu meclisin oluşturulması gerekir. Bu da kitle hareketinin yükselmesini ve politikleşmiş bir tartışma ortamını varsayar. Bu önkoşulların oluşmadığı koşullarda yapılan ve yapılacak hiçbir anayasanın demokratikliğinden söz edilemez. Aksi halde mevcut parlamentodan demokratik bir anayasa beklentisi içine girmek olsa olsa liberal medyatik aydınların bir kuruntusu olabilir...
Son bir soru da şu olabilir: Yeni anayasa neden şimdilerde gündeme getiriliyor? Rejimin yeni bir yapılanmaya ve yeni bir meşruluk zeminine, tabi zaman kazanmaya ihtiyacı olduğu için... Böylece eski şarabı yeni şişede sunma imkânına kavuşmayı umuyorlar... Eğer öyleyse, yapılacak ‘yenilik’, hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmenin ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir...
[1] Bkz: “ ‘Sivil anayasa’ işportacıları”, Birgun.net,  9 Nisan 2011.                                                                      

10 Mayıs 2011

KEMEUTOPYALILAR

Kemeutopyalılar
Roman dizisine ilişkin kısa bir meram
Atalay GİRGİN

Birkaç kitaplık bir çalışma değil bu. Ömrüm yettikçe, bedenim aklıma, aklım bedenime ihanet etmedikçe sürecek uzun erimli bir çalışma… Daha birinci kitapta ilk işaretleri verilen Kemeutopya ve onun içindeki ülkelerden biri olan Ambarya, çalışmanın evrenini belirliyor.

Yalnızca Ambarya bile birbirini izleyen romanların ortaya çıkması için yeterinden fazla malzeme barındırıyor. Hiçbiri tek bir kitapta tüketilemeyecek ve birbiriyle bağlantılı malzemeler.

Bir ada olan Ambarya’nın sahip olduğu hem toplumsal-siyasal ilişkiler ve geçmişi hem de jeo-politik konumu ve geçmişten bu yana kurduğu ya da kurmak zorunda kaldığı uluslar arası ilişkiler, çalışmanın kesintiye uğramaksızın sürekliliğini sağlaması ve kendini yenileyerek üretmesini koşulluyor.

Ambarya’nın ve ilişkilerinin değişen gerçekliği, giderek roman dizisinin evrenini Ambarya’yla sınırlamayı olanaksızlaştırıyor. Bu durum yazma açısından hem avantajlar hem de dezavantajlar barındırıyor. Ben şimdilik avantajlarından yararlanıyorum. Ve bunları fablın sunduğu olanaklarla birleştirip yazmayı sürdürüyorum. Dezavantajlarıyla yüzleşme ve aşmayı ise, şimdilik, geleceğe ertelediğimi söylemeliyim.

Bu roman dizisinde yer alan / alacak olan her kitabın, öne çıkan kahramanı ekseninde hem bağımsız hem de kahramanlarının ve mekânlarının ortaklığı, geçişkenliği ve ilişkilenmesi temelinde, birbirinin devamı niteliğinde olmasını bilinçli bir biçimde öngördüm. Arada Kemeutopya ve Ambarya ekseninde bunlardan bağımsız iki üç kitap çıkabilme olasılığı şimdiden beliriyor olsa da “Mehdi ve Mesih”le başlayan dizi özellikle ikinci çalışmayla birlikte kendi yolunu açmış durumda…

Son olarak şunu söylemem gerek: Bu çalışma, bir insanın, gördükleri, bildikleri ve yaşadıkları karşısında hissettiği öfkenin, aklını teslim almasına karşı koyma ve bunun yerine, öfkesini edebiyatla terbiye etme girişiminin ürünüdür. Yüzme bilmemesine rağmen, okyanusun orta yerinde kaldığında bile boğulma pahasına boy verip derinliği bilmek istemesi ve boy vermişken de dalıp onun dibinden bir avuç kum çıkarabilme girişimi…



05 Mayıs 2011

MISIR DEVRİMİ ve SONRASI

MISIR DEVRİMİ VE SONRASI

Samir Amin
                                                                                         Nisan 2011

1. Mısır Devrimi'nin Özellikleri ve Değişimin Gereksinimleri

Devrimin kitleselleşmesinde ortak öğeler

Ocak ayının sonlarında Mısır toplumunda baş gösteren hareketlerin devrim gerçeğine dayandığını düşünüyorum, fazlası değil. Olanlar toplumu tekrar eskiye kavuşturmak için başlatılan bir ayaklanma ya da bir patlamaydı. Sadece bir protesto gösterisi olmamakla birlikte tam olarak bir devrim de değildi. Öyle ki, hareketin Mübarek'i devirmek gibi açık bir hedefi yoktu. Hareketin içinde bulunanların bazı açık ve kapalı talepleri ve hedefleri vardı.  Bu hareketin üç temel öğesi bulunuyor, dördüncüye de daha sonra değineceğim.

Birincisi, hareketin temelini politize olmuş ve birbirleri ile sürekli irtibat halinde olan ve sayıları milyonları bulan gençler oluşturdu. Bu gençleri yeni nesil olarak görebiliriz. Gençlerin, kökleri halk komitelerine uzanan ve yakın dönemde orta sınıf diye nitelendirdiğimiz kitleye ait. Ancak bu hareketin gerçek anlamında halk kanadı yok. Yani yoksul işçilerin ya da çiftçilerin çocukları değiller.

Bu gençler kendilerini diğer grupların [partilerin] dışında ve senelerdir yok edilmiş  olan siyasi hayat düzeninin içinde yetiştirdiler. Bu, tek başına övgüyü hak edecek bir durum. Gençler homojen bir toplumun parçası değillerdi ancak çoğunluğunun basit demokratik talepleri aşan istekleri vardı. Talepleri sadece şeffaf seçim ve çeşitli partilerin yasaklanmadan var olması ile sınırlı değildi; ayrıca ifade özgürlüğü ve toplumsal faaliyetlerde özgürlük istiyorlardı. O zaman bu isteklerin hepsi tam olarak gerçekten demokratiktir.

Gençler modernler ve çağın getirdiği yeniliklere vâkıflar. Dünyada neler olup bittiğini ve diğer ülke halklarının yaşam standartlarını biliyorlar. Bundan dolayı dini havanın da etkilediği geçmişi taklit çerçevesinin dışına çıktılar. Demokratik taleplerinin gereği olarak da sömürgeciliğe karşılar.  Öyle ki, bu gençler Mısır'ın şerefini yeniden kazanmak için yola çıkan ulusalcı gençler.  Gençler kesinlikle Mısır'ın bağımsız bir devlet olması gerektiğine inanıyor. Onlara göre Mısır özellikle İsrail'in genişleme politikasını destekleyen Amerika'nın siyasetine tabi olmamalı. Onlar bu şekilde vatan topraklarının istismarına karşılar. Bunu Arap milliyetçiliğinin bir gereği olarak ortaya koymuyorlar. Aralarında milliyetçilik anlayışına sahip çeşitli görüşlerde gençler var.  Bazen Mısır'ın çıkarı için milliyetçi anlayıştan vazgeçilebiliyor. Şüphesiz bu gençler Arap devletleri ile yardımlaşmadan yanalar. Ancak, Afrika, Asya ve Güney ülkeleri için de aynı şeyleri düşünüyorlar. Sanırım internet yolu ile uluslararası bilgilere ulaşabilme ve son 10 yılda Latin Amerika'da yaşanan olayları, çok derinlemesine olmamakla birlikte takip edebilme fırsatına sahip oldular. Oradaki değişimi görmezden gelmeleri ve etkilenmemeleri, Morales, Chavez gibi liderlerden habersiz oldukları düşünülemez; zira o bölgeler de sömürüye karşı demokratik taleplerin çatıştığı bir arenadır.

Öte yandan bu gençler piyasacı  politikalara ve kapitalizme bilinçli bir şekilde karşı çıkmıyor olabilirler ve değişim için gerekli şartların bilincinde olmayabilirler, ancak, toplumsal olarak sola meyilliler. Nitekim bir tarafta milyoner ve milyarderlerin varlığı artarken fakirleşenlerin de çoğalmasını ve aradaki eşitsizlik uçurumunu  toplumsal olarak gözlemleyebiliyorlar.  Bilinçli bir toplumsal adalete hasredemesek de açık bir şekilde bu tarafa yönelmiş oldukları anlaşılıyor.  İşte bu gençler 25 ocak 2011’de insanları sokağa çıkmaya davet ederek hareketi başlatanlardır.  Tunus'ta haftalar önce başlayan olaylar, gençleri cesaretlendirerek baskı organlarına ve eziyetlere karşı teslim olmamayı öğretti.

Radikal Mısır solu gençlerin bu çağrısına hemen cevap verdi.  Zaten buna hazırdılar.  Abdulnasır döneminden beri, Mübarek gibi liderlerin iktidarı altında da uzun süre siyasi hayattan dışlanmışlardı. Bunların arasında belli ölçüde aydınlar, orta tabakalar ve işçiler var. Durumu tersine çeviren ise bunların ufak çaplı da olsa örgütlenmeleri oldu. Belki kendi hassasiyetim dolayısıyla böyle düşünüyorum ancak sonuçta gençlerle bu sosyalist gruplar arasında bir gönül bağı vardı. Sosyalist olmasalar da bu gençler sömürü ve kapitalizm karşısında yer aldılar. Dolayısıyla, Mısır devriminin geleceğinin altyapısının çoğunluğu oluşturan gençler ve radikal sol tarafından belirleneceğini düşünüyorum.

Mısır devriminin üçüncü önemli ayağını ise, edebi dildeki haliyle söyleyecek olursak, liberal burjuvazi denilen tabaka oluşturuyor. Ben bu kesimin “liberal demokrat gruba dahil öğeler” olarak isimlendirilmesini daha doğru buluyorum. Çünkü Mısır’da burjuvazi gerici bir tutum sergilemekte ve dış güçlere tâbi, parazit bir topluluğu simgelemektedir.

Burjuvaziyi para, ticaret, hizmet ve fabrika sahibi kesim olarak doğru manası ile kullandığımızda Mısır gerçeğinde parazit olan ile olmayanı ayırmak olanaksız. Evet halktan da fabrika sahibi olan küçük bir kitle var, her ne kadar bunlara burjuva desek de bunlar asıl burjuvaziye dahil edilemez. Örnek; inşaat sektöründeki küçük şirketler, büyük şirketlerin baskısı altındadır kendilerinden gizlice büyük şirketlere destek olunması istenir. Mısırdaki burjuva ABD gibi küreselleşmeden ciddi faydalar sağlamıştır. Ancak devlette profesyonel meslek sahibi doktor, avukat, mühendis ve muhasebecilerin durumu farklıdır.  Bunların zengin, orta halli ve fakir olanları da vardır. Bunlara burjuva diyemeyiz. Bu grup siyasi olmasından çok ideolojik ve kültürel olarak iki ana kola ayrılır. Selefi olarak tabir edebileceğimiz Müslümanlar [burada sorun inananlarla inanmayanları ayırmak değil. Mısır halkının geneli ister Müslüman ister Kıpti olsun inançlıdırlar. Dolayısıyla sorun imanla, inançlı olmakla ilgili değil.] ki, bunlar zaten siyasetten uzak dururlar. Bunlar orta kesimin çoğunluğunu oluşturur.  Devletten ve Körfez ülkelerinden de destek alırlar.

Diğer orta kesim ise aydınlanmış diyebileceğimiz grubu oluşturur. Bunlar açık fikirlidirler ve imkanları dahilinde demokratik diyebileceğimiz çabaların içerisinde bulunurlar. Hicap gibi konulara takılmazlar dini taassupları yoktur. Aydınlanmış olmalarından kasıt onlar Batıyı ve Avrupa'yı dışlamazlar tam tersine Avrupa ülkelerine giderler ve söz konusu ülkelerin sömürgeci  tabiatını sorun etmeden ve bilinçsiz olarak Batı toplumunu severler. Son yıllarda 'kifaye' hareketi gibi demokrasi ve toplumsal demokrasi yanlısı eğilimler ortaya çıkmakta.

Her ne kadar fakirlik gibi toplumsal sorunlarla ilgilenmeseler de, solun en büyük destekçisi olarak bu grubu görüyorum. Bunlar arasında kapitalizm ve serbest piyasa ekonomisini benimsemelerine rağmen, siyasi ve iktisadi hayatın değişmesi gerekliliğini vurgulayanlar vardır. İsrail ve ABD politikasının etkisine maruz  kalmanın yanı sıra, şunu da söyleyebiliriz: İnsanların İsrail'den nefret ettiğini biliyoruz ve bunda şüphe yok ancak bir hakikat olarak İsrail'i kabul edenler tabi Mısırlıların Filistinli olmadığı gerçeğini da göz önüne alıyorlar.

İşte bu saydığımız ilk üç öğe olayların ilk gününde Kahire, İskenderiyye, Süveyş gibi ülkenin her yerinde 1-2 milyon insanı sokağa döktü. Yirmidört saatin ardından 15 milyon insan protesto gösterileri için sokaklara çıktı. Ayaklananlar sadece büyük şehirlerdeki halk değildi. İlçe ve muhafazalar, kasabalar hatta köylerde de halk gösterilere katıldı. Zaten bu belirtilen rakam Mısır halkının hepsinin gösterilere katıldığını gösterir. Aralarında politize olmuş belki de en fazla 2-3 milyon kişi vardı. Geri kalanlar kesinlikle politika ile hiçbir ilgisi olmayan halktır. Zaten Cemal Abdulnasır döneminde başlayan, Mübarek ve ekibinin daha da ileri götürdüğü siyasi hayatın yok edilmesi ve siyaset adına ne varsa yukarıdan devlet tarafından yönlendirilmesi bu durumu daha net açıklar. Ayrıca Mısırda islami akımın neden kazandığı sorusuna verilecek cevap da orada mevcuttur. Zira, halka cami mimberlerinden seslenebiliyorlardı. Hutbe veriyorlardı ancak siyasi ve toplumsal konulardan bahsetmelerine izin verilmiyordu.

Böylece 25 ocak 2011 Mısır toplumunda gerçekleşen devrime katkısı olan 4 gruptan da bahsetmiş olduk. Tabi bunları tüm Mısır halkını kapsayan bir temsile ek olarak, gençler, radikal sol, ve orta sınıf liberal demokrat kesim olarak üç kısma ayırdık.

Hiç şüphesiz, bu büyük ayaklanmanın gerisinde halkın son dönemde yüz yüze geldiği giderek kötüleşen yaşam koşulları var. İşçilerin 2007'deki grevleri, mücadelenin başlangıcı sayılabilir. Nitekim 2007 grev dalgasıyla bağımsız sendikalar kurma fikri ortaya çıkıp hayata geçirilmişti. Bunun yanında küçük çiftçiler hareketlerin hükümetin tarım ekonomisini gözden çıkarmasına rağmen büyük bir kararlılıkla haklarını savunmaları önemlidir. Orta kesimde ise ''kifaye'' hareketinin yükselmesi gösterilebilir. Gençler arasında bir benzeri ise 6 nisan olarak ortaya çıkmıştır. Yani tüm bunlar bir şekilde yakın bir zamanda  patlamanın yaşanacağını gösteriyordu ki, olan da bu zaten.

Şimdi Değişimin gerektirdiklerine geçebiliriz. Ocak-şubat 2011’de başlayan hareketin halkın arasında büyüyerek gelişmesi, kök salması ve ilerleyebilmesi için zamana ihtiyaç var ve bu çok açık. Uzunca bir geçiş sürecine ihtiyaç var.. Devrimin hükümeti devirerek düzeni ve anayasayı değiştirme talebi bir gerçek olsa da, bunlar henüz fiili olarak gerçekleşmiş değil. Düzeni değiştirmeye yönelik bir talep ve eğilim bir vakıa olmakla birlikte bundan fazlası yok. Anayasanın feshedilmesiyle de yürürlükteki yasal mevzuat ve yürürlükteki kanunlar fiili olarak ortadan kaldırılmış değil. Bu da demokrasiye ancak uzun bir geçiş dönemi sonunda geçilebileceği demeye geliyor.

Bir süreçten söz ederken ve demokrasi değişimin gereksinimlerinin başında gelir derken, gerçek anlamdaki demokrasiden söz ediyorum elbette. Zira, gerçek bir demokrasi her türlü partileşmenin ve örgütlenmenin yolunu açar ve o alanı özgürleştirir. Böyle bir demokrasiye geçiş süreci de 2 yıl ya da daha fazlasını gerektirir. Böyle bir zaman dilimi, medeni, laik, demokratik bir siyaset kültürünün oluşabilmesi için gereklidir. Burada demokrasi kültürü diyorum, sosyalizm kültürü demiyorum. Çünkü bu laik siyasi kültür, aynı zamanda demokratik burjuva örgütlenmelerini, sosyalizm taleplerini ve toplumsal istekleri de içine alır ki, ancak böylesi bir ortamda yapılacak seçimlerin halk için bir anlamı olabilir... Çünkü böylece toplum çoğunluğu politik alana dahil olabilir. (2). Bu süreçte yeni yönetimin alacağı şekle dair tartışmalar, politika alanında liderlikler arası  siyasi çekişmeler politik mücadelenin muhtevasını değiştirecektir. Aynı şekilde yeni dönemde ordunun da  değişim sürecine tâbi olması, eski yönetimde görev almış üst düzey unsurların sürece dahil olmaması, sürecin dışında bırakılması gerekir. Bu şahısların yönetime dahil olmaları durumunda  şimdi olduğu gibi özgürlük karşıtı karar ve uygulamalar dayatılmaya devam edecektir. Nitekim, partilerle ilgili çıkardıkları yeni yasalar, eski yönetiminkilerin bir kopyası ki,  işçilerin greve gitmelerinin nedeni de odur. Bu yüzden bu tür kararlara imza atan bir hükümetin “geçici hükümet” olarak görülmemesi gerektiğini kavramalıyız. Ve bizden önce bu işe soyunmuş Tunus’lulardan tedrici de olsa değişimin fiili olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini öğrenmeliyiz. Öyle ki, “geçici hükümetin” sokağa dökülen halk hareketlerini temsil edenler tarafından kurulması gerekir... Bu durum Tunus ve Mısır'ın şartlarının birbirinden farklı olması olarak açıklanabilir. Zira siyasetten uzak olan Tunus ordusu hem küçük ve zayıf, hem de kendi ülkesinde bir ağırlığı da yok. Özetle, Mısır ordusu gibi önemli bir role sahip değil. Bir de Tunus'ta birbiriyle mücadele eden iki güç söz konusu. Bunlardan biri eski yönetim ve hükümet  partisi ile bağlantılı olan parazit diyebileceğimiz  burjuva sınıfı, diğeri de devrimci güç olan  orta sınıf ve halk tabakasından müteşekkildir. Velhasıl, Mısır da olduğu gibi ordunun üçüncü bir güç odağı olmadığı durum söz konusu....

Ayrıca, Tunus hükümeti [yönetimi] Mısır hükümetinden çok daha iyidir. Şimdiki Tunus hükümeti hiçbir partinin ya da sendikanın kurulmasına karışmıyor, insanlara seçme özgürlüğü tanıyor. Yani orada Mısırda olmayan bir demokrasi söz konusu. Sonuç olarak asıl solun gerçek talebi halk hareketi ve demokrasi yanlısı orta kesimle koalisyon kurmaktır. Tabi aynı şekilde işçi sendikaları ile de. (3)

2. Gerici Bloğun ittifakı

Karşı devriminin stratejisi ya da  gerici ittifak bloğu iki ya da üçe ayrılır. Birincisi, burjuvazide somutlaşmış hakim tabakadır. Düzen ne kendilerinin ne de Mübareğin düzeniydi. Buların bir çoğu yolsuzluklardan beslenerek zenginleştiler. Mısır burjuvazisine dahil zengin çiftçiler de  bunlara dahildi..

Ve bu noktaya iyi dikkat edilmesi gerek zira, genel olarak çiftçilerden söz ediyorum. Köylerde yaşayan çiftçiler farklı tabakalara ait. Mısır köylerindeki çiftçilerin yüzde 40’ı hiç bir şeye sahip değillerdir. Yüzde otuzu ise küçük çiftçilerdir ve diğer yüzde 30’luk kısımı ise zengin çiftçiler oluşturur.

Tabi bu paralı çiftçilerin zengin burjuvalar gibi milyonlara sahip olması gerekmez. Mısır toplumuna göre görece zengin, dolayısıyla da gericidirler. Ayrıca devlet yetkilileri ve köyün ileri gelenleri ile araları  iyidir. Mühendis, doktor ve bazı din adamları ile de iyi anlaşırlar. Zengin çiftçiler siyasal islamın köydeki en güçlü öğesini oluştururlar. Nasır'ın tarım alanında yaptığı düzenlemeler Mısır köy toplumundaki dengeleri ciddi ölçüde değiştirmişti. Ve bu düzenlemelerden en çok faydalananlar zengin  çiftçiler oldu.  Zengin ve küçük çiftçilere çeşitli destekler verildi. Tabi bu durum doğal olarak güçlü çiftçilerin zayıflar üzerindeki gücünü artırdı. Nasır döneminde küçük çiftçileri koruyucu bazı önlemler alındı. Ancak mübarek dönemine gelindiğinde tarım ile ilgili yapılan planlamalar iptal edildi. Bu durum zengin çiftçilere zayıf olanların sırtından daha da zenginleşebilecekleri fırsatlar yarattı.

Etki tepki sonucu olarak küçük çiftçiler gerici hakim cepheye mensup zengin çiftçilere yani devrim karşıtı bu gerici unsurlara karşı tavır aldılar. Çoğunluğu oluşturan fakir köylülere gelince, bunlar tarım reformundan ve yapılan düzenlemelerden faydalanmak bir yana, tamamen dışlandılar. Ancak “dışa açılım” döneminde durumları değişti.  Körfeze, Libya ve Irak'a göç eden Mısırlıların büyük bölümünü bu yoksul çiftçiler oluşturuyor. Bunlardan bazıları geri döndüler ancak üreten çiftçi sınıfından farklı olarak, eğreti işlerle yaparak geçimlerini sağlamaya çalışan köylülere dönüştüler. Kanımca en önemli, en can alıcı sorun,  zengin çiftçiler ile siyasi islam arasındaki ilişkidir. Zira, eskiden olduğu gibi zengin çiftçiler muhafazakar ve donuk selefi islamın en güçlü dayanakları oldu.


*Müslüman Kardeşler ve İslami Akımlar

Müslüman Kardeşler cemaatinin [topluluğunun] demokratik bir yapıya sahip olabileceği şüphelidir. Sistemleri mürşide itaate dayalıdır, demokrasi ve tartışma fırsatından yoksundurlar. Sadece mürşide değil de cemaatin diğer liderlerine bakacak olursak, hepsinin çok zengin kişiler olduğunu görürüz. Ezher de tanınmış kişilerin de aralarında bulunduğu bu insanlar, Körfez ülkelerinden ciddi bir maddi destek alır. Liderler demokrasiye karşı, siyasi ve toplumsal olarak gerici olduklarının farkındadırlar [bilincindedirler]. 1973 harbinden sonra Körfez paraları ile güçlenen Vahabileri Mısır'a sokanlar da onlardır. Müslüman Kardeşler, bir Vahabi olan Muhammet Reşid Rıza’nın düşüncelerinden etkilenerek vahhabilikten ilham aldılar. Körfez ülkeleri Mısır'daki vahhabi oluşumu desteklemeden çok önce bu adam vahhabiliği ülkeye tanıttı. [soktu]. Bu çerçevede İngiltere elçiliğinin arşivinde bulunan belgelere göre, 1927 yılında
bizzat elçilik, Müslüman Kardeşlere halk komitelerinin siyasetten uzak tutulması karşılığında destek kararı almıştır. Birinci dünya savaşının ardından, 40’lı yıllara kadar ilerleme ve gelişmeyi burjuvalarla ile aydınlanmış orta kesim yürütmüştür.

Öyle ki, burjuva dediğimiz bu kesim mezhepsel ve dinsel tartışmaların üzerine çıkarak bir şeyler yapmaya çalıştı. Sonradan olduğu gibi bunlar Hristiyan gibi bir taassuba girerek karar vermedi. Siyaset alanında vatanı için çalışan Hristiyanların ön plana çıktığını gördük.

Mısır siyaset kültürünün ikinci unsuru da özellikle 2.  Dünya savaşı sonrasında gelişen komünizm olmuştur.

Mısır siyaset kültürünün üçüncü ögesiyse  büyük toprak sahibi gericiler.

Müslüman Kardeşler Mısır'da 20'lerden beri daima devrim karşıtı bir rol üstlendiler. Diktatör Sıdkı paşa'ytı desteklediler. İkinci Dünya Savaşının ardından İngilizlere karşı Alman faşizmine meylettiler. 21 Şubat 1946'da işçi hareketinin talebelerini dillendirdiği gösterilerde [eylemlerde]  Sıdkı'nin yanında yer aldılar. Bu sonuncu  devrimde de aynı şeyi yaptılar, devrim hareketine geç katıldılar ve katılmalarının ardından da bir düzen partisi olan demokrat parti ile koalisyon oluşturdular. [Müslüman Kardeşlerin] tarihi rolleri Mısır'da halk sınıflarına ihanetin tarihidir ve halen de öyledir. Velhasıl değişen bir şey yok...

Şahsi görüşüm, Cemal Abdulnasır'ın halk komitelerini siyasi hayattan men ederek, onları siyasal sürecin dışına atarak, Siyasal İslamın ülkede kök salmasını sağladığı ve sorumlunun Nasır olduğudur. Mısır toplumunda iki önemli odak olan komünizmi ve liberal burjuvaziyi yıktı. Delegasyon ve parti kurmalarına izin vermedi. Komünizmle mücadele adı altında komünistlere çok sert davrandı. İşte siyasi alanda yaratılan bu boşluğu zaten toplumda var olan İslam değerlendirdi. Müslüman Kardeşlerin yayılması için hazırlanan zemine bakmadan söylüyorum bunları. Abdulnasır’ın yönetim düşüncesi liberal burjuvazi ve komünizmi yok ederek yönetebileceği islami bir sosyalizmin mümkün olduğu düşüncesiydi. Tabi tarih, Siyasal İslamın kısa süre içerisinde sadece komünizme değil sosyalizme ve demokrasiye de karşı olduğunu gösterdi.

Şimdi Müslüman Kardeşler tarım düzenlemelerini islamın mülkiyet hakkına sahip çıktığını vurgulayarak reddettiği düşüncesini yaymaktalar. Bu durumun sadece ulusal olarak değil uluslararası düzende de ne kadar gerici bir düşünce olduğu açıktır. Örnek olarak, Avrupa'da hiç kimse böyle bir karar çıkaramaz... Onlara göre Dünya Bankası bile solun elindedir!

Şartlar Müslüman Kardeşleri sanki yönetim karşıtıymış gibi gösterdi, öyle bir algıya neden oldu. Bu kesinlikle doğru değildir. Mübarek ve yandaşları, Müslüman Kardeşleri ön plana çıkardı.  Müslümanların [özellikle İhvan’ın] hukuk, eğitim ve medya alanına tahakküm etmelerinin ve devlet yönetimde önemli pozisyonlar edinmelerinin önünü açtı. Velhasıl Müslüman Kardeşler kesinlikle yönetimin bir parçasıdır.

İhvanı Müslimin’in içinde Selefiler olarak bilinen aşırı dinciler var. Acaba bunlar gerçekten Müslüman Kardeşlere karşı düşmanlık sergileyebilir mi? Yoksa burada bir görev paylaşımı mı söz konusu? Öyle ki, Müslüman Kardeşler Washington'a mutediliz [ılımlıyız] izlenimi vererek,  çizmiş oldukları yol haritasına demokrasi belgesi almaktalar... İşte bu Obama'nın gerçekleştirdiği çirkin oyunun ta kendisidir...

Düşman -yani sömürgeciler [siyonist yandaşları da dahil]- siyasetin islamîleştirilmesinin toplumun ciddi sorunlarına ve asrın taleplerine karşılık veremeyeceğini çok iyi biliyor. ABD'nin ve Körfez ülkelerinin  ve tabi ki, İsrail'inde nihai olarak hedefi böylece devrimi yok etmektir.

Başka bir husus da şu: Mısırda Sufiler de diğer bir islami akımı oluşturur. [Sufi tarikatlara mensup yaklaşık 15 milyon Mısırlının olduğu söyleniyor]. Bunlar Vahhabileri kendilerine bir tehdit olarak görüyorlar ve din ve siyasetin ayrı olduğunu düşüncesinden hareketle de  Laikliğe yakın bir tablo çiziyorlar.

*Askeri Kurum ve Soru İşareti?

Washington hükümeti, Mısır'da kısa süreli bir “geçiş“ planlayarak, devrimin başarısını köstekledi ve bu süreçte iktidar hakim tabakanın [egemen blokun] elinde kaldı. Gereksiz veya önemsiz bir kaç değişikliğin dışında anayasa da olduğu gibi kaldı  ve Müslüman Kardeşlerin parlamentoda yer alacağı ve eski düzenin sürdürülebileceği bir sistem kuruldu. Son dönem yayınlanan ABD belgelerinde söylediğimizi doğrulayan kanıtlar var. 

Planın birinci aşaması referandumla gerçekleştirildi. Şimdi de planın ikinci aşamasına yani eylül-ekim seçimlerine hazırlık yapılıyor. ABD'nin Mısır için uygun gördüğü, orada uygulanmak istenen sistem, Pakistan'dan esinlenerek hazırlanmış. Kesinlikle Türkiye'den değil. Zira ikisi arasında  çok büyük fark var. Türkiye'de ordu laikliği korumak için perdenin arkasında duruyor. Bu hiç bir şekilde Mısır'daki durumla aynı değil. ABD'nin Mısır için tasarladığı “demokrasi” Pakistan'dakinin bir benzeri. Avrupa'da ve diğer Arap memleketlerinde bahsedilen Türkiye örneği kesinlikle kafa karıştırmak ve Pakistan örneğini devreye sokmak için bir şaşırtmacadan başka bir şey değil. Pakistan'da yönetim kendini islami olarak tanımlar ve Ülkede asıl komprador burjuvazinin hükmü sürer. Perde Arkasında ise askeri kurum vardır. Gerek duyulduğunda dengeleri gözetmek için bu güç devreye girer ve tasfiyeler başlar.

Mısır'a sunulan [lâyık görülen] model Pakistan modelidir. Perdenin arkasında İslami bir ordu, parlamentoda seçilmiş islami parti. İşte ABD'nin biz Mısırlılara uygun gördükleri demokrasi modeli.

O zaman bu planın gericileri destekler mahiyette olduğunu anlayabiliriz. Velhasıl, değişime ve demokrasiye açık olmayan grupların yönetime hakim olması.

Mısır'dan beklenen, emperyalizme tabiiyetinin, bağımlılığının sürdürülmesi ve İsrail'le aralarındaki barış şartlarına riayet etmesi. Yani, işgalci İsrail'in yayılma politikasına direnen Filistin halkına  destek verilmemesine özen gösterilmesi. Diğer yandan da ekonomik olarak büyük tekellere bağımlılığın sürmesi.

Müslüman Kardeşler ve Ordu yönetimi bu şartları tamamen kabul etmiş durumdalar. Ve ABD ordu yönetimine tam destek veriyor.

Mısır ordusunun üst kademelerinin çoğu ABD'de eğitim almış ve aynı zamanda daha önce de bölgedeki Amerikan askerleriyle birlikte tatbikatlar düzenlemişlerdi. Ayrıca ABD’nin Mısır ordusuna her yıl 1. 5 milyar dolarlık bir desteği söz konusu.

Bu, ABD'nin başarısıdır ki, ordunun adını kötü bir şekilde duyurmadan devrimin önderliğini onlara sundu.

*Fesatla [yolsuzlukla] İlgili bazı mülâhazalar

Yolsuzluk [corruption] toplumun yapısına bakılmadan yapılan tehlikeli bir adlandırma. Yolsuzluğun rezil bir durum olması itibariyle ahlak diline girdiği söylenir. Bana göre yolsuzluk kapitalizmin bir parçasıdır, yani onda mündemiçtir. Modern çağda da kapitalizm ancak yolsuzlukla belli hedeflerine ulaşabilmektedir. Velhasıl, burjuvazi yolsuzluk üzerine bina edilmiştir. Öyle ki, 1970’de burjuvazinin var olabilmesinin başka yolu yoktu. Yolsuzluğun tarih boyunca tüm devirlerde olduğunun söylenmesi ise yanlıştır. Yolsuzluk 40 senedir kapitalizm ile birlikte anılmaya başlanmıştır. Çağımızda da böyledir.

Batı toplumlarına bakın artık yolsuzluk düzenlerinin bir parçası olmuş durumdalar... Dolayısıyla, yolsuzluğu kapitalizmin dışında değerlendiremeyiz. Bunun için kapitalizm bunama devresine girdi diyorum.

40- 50 yıl önce gelişmiş kapitalist ülkelerde stoklama yapılırdı. Ancak bunun yanında bundan bağımsız olarak tarım ve sanayi üretimi mevcuttu. Bu da rekabet edebilme gücü veriyordu. Lâkin şimdi durum farklı. O zaramlar demokrat burjuva değerler ve iktisadi ilişkiler henüz bu ölçüde  bozulmamıştı. Ancak geçen 30 yılda üretimi ve ellerinde bulundurdukları malları da kapsayan dairesel bir stoklama ortaya çıktı. Bu da stoklama yaparak gücü elinde bulundurma yöntemini zaafa uğrattı.

Marks bunların olacağını düşündü ancak bununla ilgili birkaç kelimenin dışında bir şey söylemedi. Daha çok sosyalizm hakkında bazı öngörülerde bulundu.

*Geçmiş tecrübeler

Şunu çok iyi görmeliyiz ki, son yıllarda Mısır halkı dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı şartlara sahip ülkelerde bir çok halk ayaklanmasına şahit oldu. Bunların sonuçlarına yakından  bakmamız gerekiyor. Bu ayaklanmaları üçe ayırıyorum; ilk olarak Güney ülkeleri Asya ve Afrika'da olanlar. Ki, ben bunlardan Filipinler, Endenozya ve Mali'de yaşananları örneklendirerek bahsedeceğim. İkinci olarak Avrupa'nın doğusunda gerçekleşenler ve üçüncü olarak da Latin Amerika'da yaşananlar. Zira, bu ülkelerde düzene karşı geniş bir ayaklanma ve devrim söz konusu.

Filipinler ve Endonezya'da Mısır'daki Mübarek gibi diktatörler vardı. Otokratlarla etrafı çevrili bozguncu diktatör bir liderleri vardı. Baskı ve işkence ise had safhadaydı. Ülkelerin içinde bulundukları şartlar her ne kadar birbirinden farklı olsa da, oradaki halkın yaptığı devrim Mısır'da 2011 şubatın'da yapılana benziyordu. Yani devrimi gençler, ilerici orta kesim ve onlara katılan halk komiteleri üstlendi. Mali'deki diktatör Musa Traore'ye karşı ayaklanan halk için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Birinci çatışma diktatörün gitmesi ile sonuçlandı düzenin değişmesi ile değil. Mali halkı buradaki gibi 2, 3 haftada devrim yapmadı. Bir seneye yakın bir süre on binlerce kurban vererek başlarındaki diktatör gidene kadar mücadele etti. Ancak sonra ne oldu? Bizde olmayan şey oldu... tam manasıyla hürriyetlerine kavuştular, isteyen istediği partisini kurdu. Ancak bu sefer de halkın kazanımlarının  önünü kesmek üzere eski yönetim dış baskıyı artırdı. Bölgede El-kaide varlığı iddia edilerek gelişmelerin önüne geçildi. Düzen ayrıca Körfezin mali desteği ile muhafazakar [tutucu] islamı da aleyhlerine kullandı.

Filipin ve Endonezya'da durum aynıydı. Liderden kurtuldular ancak düzenden kurtulamadılar.

Şuna dikkat etmeliyiz, bu ülkelerde bizden daha güçlü bir şekilde devrim gerçekleştirildi ancak siyasal gerici islamla yönetim varlığını sürdürdü ve ilerlemenin, özgürlüklerin gerçekleşmesi engellendi. Bu çirkin oyuna terör ve El-kaide gibi unsurlar da dahil edildi. Tüm yeniliklerin önü bunlar gerekçe gösterilerek tıkandı. Belki de elli yıl sonra Usame Bin Laden'in ABD'de ikamet ettiğini öğreneceğiz ve ihtiyaç duyulduğunda açıklama yapan bu adam bir yerlere girilmek istendiğinde sahneye çıktığı anlaşılacak.

Gelelim Doğu Avrupa'daki ayaklanmalara: Komünizm [reel sosyalizm] aleyhine bir devrim gerçekleştirildi. Bu hikayenin ayrıntılarına girmek istemiyorum. Bu ayaklanmalar insanları ırklara ve dinlere böldü. Yugoslavya örneğinde görüldüğü gibi. Başta Almanya, İngiltere ve Fransa olmak üzere her konuda Batı Avrupa'ya tabi devletler söz konusu. Latin Amerika'yla  ABD ilişkisi gibi. Burada yaşanan tecrübelerde gidenin geleni arattığını gördük.

Bizim için devrimin kazanması ve ilerleyişi noktasında Latin Amerika en iyi örnek olarak görülüyor. Bu devrimci uzantıların ilki geniş halk komiteleri, yoksul çiftçiler ve çoğu işçi olan halkın Brazilya'daki [sanayileşmiş bir ülke] ayaklanması olarak gösterilebilir.
Bolivya'da ise çok daha güçlü bir devrim gerçekleştirildi. 5 sene sürdü 20 binin üzerine şehit verdiler. Ancak sonunda durumları değişti yeni bir anayasa kabul edildi, sömürgeciliğe karşı tamamen toplumsal düzenlemelere imza attılar. O zaman bizim için Latin Amerika devrimleri iyi bir örnek. Bu şartlarda en güzel modeli oluşturuyor. Aynı şekilde Venezüella. Konuyu Mısır çerçevesinden çıkarmak istemediğim için ona girmiyorum.

*Modern Mısır Tarihine dair kısa bir hatırlatma...

Mısır'ın modern tarihine bakın, hep devrimleri göreceksiniz. İlk devrimin ardından uzun bir gerileme dönemi. Belki de son devrim yeni bir ikinci uzun devrim döneminin başlangıcıdır. Birinci devrim dalgası, 1920'den 1967'ye kadar 40 yıllık uzun bir döneme tekabül eder.  1920, 1924 arası  Birinci aşamayı Vefd  hazırladı. Mısır bu dönemde Tarihinin en demokratik, en ilerici yapısına sahipti. Ancak Vefd'in içerisinden haince Sa'd Zağlul'un ve bir takım Vefd'in önderliğini yapan kimselerin solcu akımı ve komünist partiyi vurması ile bu süreç yıkıma uğradı.

21 şubat 1946'da ise Sa'dın yolundan gidenler ve diktatör Sıdki'nin kurduğu Müslüman Kardeşler bu durumu besledi. Devrimin uzantıları sömürgeciliğe karşı ve demokrasi yanlısı öğrenci koalisyonları, komünistler ve işçi kitlesi hareketi ile sürdü. Bu da Sıdki Paşa önderliğindeki Müslüman Kardeşlerin ihanetine uğradı. Vefdin yönetime gelmesine kadar sürdü sonra tekrar bir ihanet ki, Mısır'ın yıkımına sebep oldu ve bu ihanete Müslüman Kardeşler de destek verdi. Ve sonrasından Askeri darbe...
1952'de ilk, 1954'te ise ikinci bir askeri darbe oldu. Sonra Nasır dönemi geldi. Bu dönemde sömürgecililere karşı tavır alındı ancak Cemal Abdulnasır yavaş yavaş devrimin iç unsurlarını bitirdi...
Mısır halkının yapabileceği ve halkın yararına bazı düzenlemelerde bulundu ancak bunu demokratik bir şekilde değil  yukardan, bir dayatmayla gerçekleştirdi. Düzen demokrasi karşıtıydı.
1967'ye gelindiğinde ise Siyonistler aracılığıyla Amerika'nın sömürüsünden kurtulamadı. Bundan Sonra Nasır tutunamadı ve kapıları ardına kadar açtı. Mübarek de onu takip etti.

Birinci devrim dalgasının ardından 1970'ten 2011'e kadar 40 yıl uyuyan ve uluslar arası hiçbir ağırlığı kalmayan Mısır Halkı, 2011'de yeni bir devrim dalgasıyla uyandı...
Bugün biz ikinci devrim dalgasına girdik ki, bunun kapsayıcılığı ve derinliği uzun süren ilk devrim dalgasından daha da güçlü olabilir. İnanıyorum ki, uluslararası  koşulları ve yerel durumu gerektiği gibi kavrayabilen bir hareket, bizi ilerleme yolunda sonuca götürecektir.

Çeviri: Muhammed Emin Üzümcü