21 Kasım 2010

Edebiyat ve Hayat

Edebiyat ve hayat
  ya da
“Edebiyattan hayata bir biçim vermesini bekle”mek...

                                                      Atalay GİRGİN*

“Tarafsız cümle yoktur.” Bu önermenin bildirdiği hüküm, edebiyattan başlayarak, insanın anlamlandırma etkinliği içerisinde kalan ve bir biçimde olumlu ya da olumsuz değer bildiren, değer taşıyan, değer aktaran ve bir başkasına yönelen tüm etkinlik alanlarında, ne denli genellik zırhına büründürülürse büründürülsün her cümle için geçerlidir. Ki “Tarafsız cümle yoktur” önermesinin kendisi de dahildir buna.

Yukarıdaki nitelikleriyle cümlenin bile tarafsız olmadığını bilenler ise, dönem dönem, insanın, diğer insanlar üzerinde yaygın etki gücüne sahip olan bazı etkinliklerinin, kendi düşünceleri doğrultusunda amaç ve işlevler taşıması gerektiğini açık yada örtük bir biçimde dile getirirler. Bu dönemler genellikle, toplumsal, ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel, ahlaki, v.b düzeyde ya dibe vurulduğu düşünülen ya da kendi düşüncelerinin kuvveden fiile  dönüşmek üzere olduğu düşünülen, toplumsal saflaşmanın keskinleştiği dönemlerdir. Ve değişim çok hızlıdır. Bu hız durulan ve bakılan yere göre, çözülme ve çürüme olarak da, yeninin doğmakta oluşunun müjdecisi olarak da algılanabilir. Biri umutsuzluk bildirir, diğeri ise umut... Böyle dönemlerde daha bir keskinleşir, “Sanat sanat içindir” ve “Sanat toplum içindir” tartışmaları ya da kendine kaçışları genelde kimi sanatçıların özelde ise kimi edebiyatçıların... Keza savruluşlar, aykırılıklar, sıradanlaşmalar, reddiyeler ve bunların ortasında başlayan yeni arayışlar ve farklı yaklaşımlar da bu dönemlerde  filizlenir. Ve hangi alandaysa, o alanda yapılanlarla yeşerir ya da terk-i diyar eyler umut...

 Umut beklentidir. Her beklenti, geleceğe dönüktür. Gelecek ise henüz yaşanmamış olan, yaşanacağı kesin olmayandır; yalnızca bir olasılık... Bu olasılığı güçlü ya da güçsüz kılan, içerisinde yaşanan zamanın ve mekânın ‘şimdi’sinde yapılanlardır. Bu yapılanların taşıdığı anlam ve değerin niteliği ya da bireyin onlara atfettiği nitelik geleceğe dönük beklentilerin ya da beklentisizliklerin belirginleşmesine, artmasına neden olur. Beklentilerin yüksekliği umuda, beklentisizliklerin yüksekliği ise umutsuzluğa, çaresizliğe delâlet eder. Umutsuzluğun bireyselden toplumsala genelleştiği dönemlerde ise, bireysel istek ve özlemler de  kaygılar ve sorunlar da toplumsalın önüne geçer ve insan, yerli yersiz, doğru yanlış demeden, en olmadık ‘şey’lerden çare ummaya; onlara, nelikleri ve gerçeklikleriyle uygun olmayan işlevler, değerler yüklemeye başlar. Kimileri dinin ipine sarılır; kimileri, öfkeli ama çaresizce milliyetçiliğin ipine... Kimileri eğitimden medet umar; kimileri ekonomiden, siyasetten... Kimileri de “Edebiyattan hayata bir biçim vermesini bekle”r. Kimilerinin bir “kurtarıcı” bekleyişi misali, edebiyatçının hayata biçim verebileceğini düşünür. Edebiyat ve edebiyatçı sanki bir Godot kılınır...

08 Kasım 2010

Bilge ve Filozof

Bilge ve Filozof

                                                               Atalay GİRGİN


Bilge ve bilgi aynı kökten gelir  Türkçe’de:BİL. 

“Bil” bir emirdir; BİLMEK ise bir eylem. Ne var ki, ikisi için de bilinmesi gereken, bilinen ya da bilinebilecek olan ise, değeri bir yana, bilgi olarak ortaya konulmuş olan şeydir. Her eylemin ise yegane bir boyutu vardır : Zamanın ve mekânın “şimdi”si, “şu an”dası... Başka bir an’da ve yerde eyleyemez insan.

Bilgi, varlığın, nesnenin dününe aittir. Düşünce ise şimdi’sine... Bundan dolayıdır ki, bir bilgi ne denli doğruluk değerine sahip olursa olsun, o, zamanın ve mekânın şimdi’sinde, nesnesizleşmiştir. Aynı zamanda zamansız ve mekânsızdır artık. Çünkü, hem genel olarak varlık hem de özel olarak bilginin nesnesi değişmiştir. Ve an be an değişmektedir de...
Varlığın ya da herhangi bir nesnenin dününe ait bir bilgi ile, zamanın ve mekânın şimdi’ki, şu an’daki boyutunda yaşayan bir insan, ne o varlığın dünkü haline müdahale edip değiştirebilir ne de şimdiki haline biçim verebilir. 

Bunun birinci nedeni, o varlığın ya da nesnenin dününe gidilemeyecek oluşu. İkincisi ise, bilginin, hem öznesinin (ortaya koyan olması koşulu ile), hem de nesnesinin dünkü gerçekliğini yitirmiş ve değişimle birlikte yeni bir gerçekliğe sahip oluşlarıdır. 

Nesnesiz, zamansız ve mekânsız kalan bir bilgi, donmuş; kalıplaşmıştır. Artık o, gerçekliği değiştirme, dönüştürme eylemliliğine girişmek isteyen ve şimdiki zamanda yaşayan insanın, varolanı anlaması, kavraması ve bilmesinin işlevsel bir aracı değildir. Aksine ve yalnızca ezberlenir o bilgi... 

Okullardaki derslerin ezbere dayanmasının altında yatan nedenlerden biri de budur. Çünkü dün’den vaaz edilir; yani zamanın ve mekanın dününde kalan varlıktan ve nesneden... Bundan dolayıdır ki, en küçük düşünce kırıntısı bile karışmaya başladığında işe, ezberi bozulma teamülü gösterir, hem öğrencinin hem de ne gariptir ki, öğretmenin de... 

Bilgi türlerinden, bilimsel, felsefi ve teknik bilgiyi göreli olarak dışarıda bırakırsak eğer, bilge, diğer bilgi türleriyle, yaşadığı zamanın ve mekânın şimdi’sinde dünden seslenen; düne ait olanı şimdi’de seslendirendir. Bilgeliğin durağanlığı bundandır. Bilge olarak nitelenen insan, dünü ve düne ait olanı bir yana bıraktığında, bilgelik niteliğini de yitirir; düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle ya filozoflaşır ya da sıradanlaşır. 

Bilgelik, bütünsel anlamıyla varlığın ve nesnenin dününe, dünlerine ait olandan beslenir. Onun hammaddesi ve gıdası, hangi yolla elde edilmiş ve aktarılmış olursa olsun, hem deneyimsel olan, hem de donmuş ve kalıplaşmış olan bilginin yanı sıra, mitler, masallar, hikayeler, v.b'dir. Varlığın şimdisine dair, düşünce, söylem ve eyleyişi içermez. Elbetteki değiştirmeyi ve dönüştürmeyi de... 

Oysa varlığın dününe dair bilgilerle filozof sıfatını kazanamaz hiçbir insan. Çünkü, bir insanı filozof kılan, onun düne ya da geleceğe dair düşünceleri değildir. Aksine, kendisinin de içerisinde yaşadığı zamanın ve mekânın şimdi’sinde varlığa, esas olarak da nesneleştirebildiklerine ilişkin ortaya koyduğu düşünceyle, bilgi ve bunun kaçınılmaz bir biçimde ürettiği değerle (etik ve estetik boyutuyla birlikte) eyleyişidir.
                         
Sonsöz : Hazır, basmakalıp, donmuş, varlığın dününe ait olan bilgi ile bilge olunabilir, ama asla filozof olunamaz. (2004)

27 Eylül 2010

Türkiye Cumhuriyeti Paradigması Son Kalesinde

Türkiye Cumhuriyeti Paradigması  Son Kalesinde

Atalay GİRGİN*

Son kalesinde olan “Türkiye Cumhuriyeti” değil. Çünkü o, bugüne dek ne denli ilan edilmemiş olursa olsun, siyaset ontolojisi açısından çoktan miadını doldurmuştur. Referandum sonuçları da, tabir-i caizse, üzerine “tüy dikmiş”tir bunun… Ne gidecek bir kalesi vardır artık ne de herhangi bir kaleye ihtiyacı… Şimdi ondan geriye kalan, bu yazı bağlamında kısaca değinilecek olan, üç şey var: Birincisi “Türkiye Cumhuriyeti” kavramı. İkincisi “Devlet” ve üçüncüsü ise “Türkiye Cumhuriyeti”nin on yıllar öncesinden “iflas” etmiş paradigmasının son sığınağı, belki de mezarına dönüşen o “son kale”…

Cumhuriyet: Cumhurun iyeliği yanılsaması

Birincisi, yani “Türkiye Cumhuriyeti” kavramı, her yere iliştirilmekten, herhangi bir yerde neliği ve gerçekliğiyle var olma olanağı bulamayan kavramlardan birine dönüşmüştür artık. Elbette ki, “Türkiye Cumhuriyeti” kavramının bu hale dönüşmesinin / dönüştürülmesinin, her geçen gün görünüşe mahkum kılınıp içerikten sürgün edilişinin temel nedeni, salt her yere iliştirilişine indirgenemez. Çünkü bu yalnızca bir sonuçtur.

Asıl olan, öncelikle bu kavramın, “Osmanlı bakiyesi” topraklar üzerinde kurulan ‘yeni devlet’in sıfatına ve şekline ilişkin, 1789 Fransız İhtilali ve sonrasındaki siyasal gelişmelerin de etkisiyle, toplum nezdinde meşruiyet yaratmaya dönük siyasal - ideolojik bir bilincin oluşması / oluşturulması ve yaygınlaştırılmasına hizmet amacı ve işleviyle kullanılmış oluşudur. Ancak bu amaç ve işlevle toplumsal (ve aynı zamanda tarihsel) gerçekliğin hakikati arasındaki farklılıklar, ne denli görülmek ve gösterilmek istenmese de dönem dönem nükseden fiili ve potansiyel sorun alanları olarak varlığını korumuştur. Bunların da etkisiyle, ‘yeni devlet’in kuruluşundan itibaren hem kitle iletişim araçları hem de eğitim kurumları aracılığıyla bu yönde yapılan sürekli vurgulara rağmen, söylemden ve yanılsamalı bir bilinç hali yaratmaktan öteye geçilememiştir.

Toplumsal gerçeklik, ideolojik kabullerin ve söylemin rengine boyanıp değiştirilememiş; tüm inkâr ve yok saymalara rağmen tek dillilik ve tek kültürlülükten ibaret ‘deli gömleği’ne hapsedilememiştir. “Türkiye Cumhuriyeti” denilmekle de ne devlet sabahtan akşama cumhurun iyeliğine geçebilmiş, ne de “Türk” bu devletin siyasal ve coğrafi sınırları içerisinde yaşayan cumhurun yegâne sıfatına dönüşebilmiştir.

Keza söz konusu gerçekliği ve hakikati, ne referandum sonuçları ne de bunları cumhurun “devlete el koyması”, bir nevi onu iyeliğine alışı olarak değerlendirme akl-ı evvelliğiyle malûl her cenahtan avenenin, efendilerininkinden bile daha yükseğe çıkıp göğü tutan sevinç çığlıkları değiştirmeye kadirdir. Çünkü başlangıcından bugüne dek, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve insanın insanı sömürüsü koşullarında, cumhurun iyeliği söyleminin de bunun üzerine bina edilen cumhuriyet anlayışının da cumhurun ve cumhuru oluşturanların bilincinde yanılsamalar yaratmaktan öte temel bir işlevi yoktur. Velhasıl; cumhuriyet, cumhurun iyeliği yanılsamasının adıdır. Türk’ün iyeliği ise, eğer inanırsanız, bu dünyanın ve öte dünyanın, tüm evrenin her metrekaresinde, her santimetrekaresinde ilelebet payidar olacaktır; hatta ondan başka hiçbir şey olmayacaktır…

Devletin amacı değil, işlevi vardır

İkincisi devlet. Tüm kurumlar ve araçlar gibi, devletin de, amacı yoktur; işlevi vardır. Kendisinden beklenen ya da istenen işlevleri yerine getirebildiği sürece varlığını sürdürür. “Antik imparatorluk”lar için olduğu gibi, “modern devlet” sıfatını taşıyan ulus devlet ya da devlet uluslar için de geçerlidir bu... Birincisi, fethi fetihle finanse etse bir nevi haraca dayansa da ekonomik ve siyasal olarak egemen/yönetici sınıf ve sınıflar açısından, her ikisinde de devletin temel işlevi, organlarının, alt kurumlarının uyumlu işleyişiyle, öncelikle üzerinde kurulu olduğu siyasi-coğrafi sınırların ve içerisinde doğup geliştiği toplumsal yapının ve sistemin, içerden ve dışardan gelebilecek her türlü tehdit karşısında varlığını korumasına, sürekliliğini sağlayıp mevcut sınıfsal güç dengeleri değişmeksizin gelişmesine hizmet etmektir.

Kimilerine göre ulus devlet, kimilerine göreyse devlet ulus olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti başlangıçtan bugüne yaşanan süreç içerisinde kendisinden beklenen işlevleri zora dayanan zapturapt yöntemlerinin dışında sağlayamamıştır. Kaldı ki, salt siyasal, askeri, bürokratik, vb. bir örgüt / kurum olarak bunun daha ötesini başarabilmesi de olanaklı değildir. Çünkü devletin işlevselliğini, yani temel kurumları arasındaki uyumu, eşgüdümü sağlaması amacıyla oluşturulan eldeki paradigma, ne siyasal coğrafi sınırlar içerisindeki toplumsal gerçekliğe uygundur ne de onun değişimine paralel olarak ortaya çıkan ve karşılaşılan sorunları, kendini yenileyerek çözebilmeye…

Bunun elbette, bazıları (örneğin dogmatiklik; Atatürk tabusuyla sorgulanmazlık zırhına alınmak, saplantılı bir biçimde, on yıllar öncesinden bir biçimde ifadeye bürünmüş kabuller ve sav sözlerle belirlenmiş statükoya değişmezlik atfetmek, vb. gibi) inkar edilmeye çalışılan, bazıları da (imparatorluğun genellikle yenilgi ve toprak kayıplarıyla sonuçlanan savaşlarla küçülmesi, egemenliği altındaki farklı etnik unsurların bağımsızlık talep ve isyanlarıyla sarsılması, vb. gibi) gerçeklikten kaynaklanan ve hem eğitim hem de yazılı ve sözlü söylemlerle nesilden nesile aktarılarak neredeyse toplumsal bir paranoyaya dönüş(türül)en “içerde ve dışarıda düşman görme ve bölünme korkusu, kaygısı” gibi, üzerinden atlanıp geçilemeyecek önemli nedenleri vardır. Bir de bunların üzerine, ABD kongresinin 1947 yılında aldığı “Türkiye ve Yunanistan’ı komünizmle mücadelenin kalesi” kılma kararı sonrası akıttığı mali kaynaklarla, bilumum araç kullanılarak, asker, memur, din adamı demeksizin birçok etkili ve yetkili kişi devşirilerek1 “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurdurulup yalan ve iftiralarla, düşmanlık söylemleriyle toplum içerisinde yeşertilen ve yaygınlaştırılan komünizm fobisini eklemeyi de unutmamak gerek… Paralel bir sürecin ordu ve istihbarat teşkilatı içinde yaşandığını da… Dahası bu sürecin etkisini ve günümüzde yaşananları anlamak için, hala siyasetten bürokrasiye dek önemli kurumlar ve mevkilerde egemen ve söz sahibi olan kadroların birçoğunun hem siyasal-ideolojik bilinç olarak bu fobiyle yetişmiş hem de “efendi” için “Komünizmle mücadeleden ‘Ergenekon’a evladı makbul” kalabilmiş olanlar olduklarını da… Keza bunların, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin, hem kurucu yönetici ve kadrolarınca dile getirilen, eğitim başta olmak üzere çeşitli kurumlar aracılığıyla toplumun içselleştirmesi için uğraşılan, laiklik, çağdaşlaşma gibi anlayış ve değerleriyle hem de paradigmasının kabulleriyle bazen açıktan, genellikle de (son yıllara dek) örtük bir biçimde çatışma içerisinde olduklarını da…

Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti, içerisine düştüğü açmazdan, acz durumundan, “modernleşme” çabalarıyla kurtarılmaya çalışılan “antik bir imparatorluğun” yıkıntıları üzerinde kurulmuş, başlangıçtaki yönetici kadroların tüm reddiyelerine rağmen bir biçimde onun devamı olan “modern bir devlet”ti. Ama kuruluşundan bu yana, toplumsal, siyasal, vb anlamda sürekli değişen dünya, bölge ve ülke gerçekliği karşısında paradigması iflas etmiş, süreç içinde (hatta yaklaşık 50-60 yıllık bir süreçte  planlı bir biçimde ki, asıl bunu planlayıp sabırla, bir başka devlet ve toplum yapısı içinde icra edebilen, o toplum içinden devşirmeler yetiştirip temel kurumlarında söz sahibi kılabilen, onlardan bazılarını kendi siyasal projelerinin “eş başkanlığına, yöneticiliğine” atayıp, pardon seçtirip, sonra da hiçbir şey olmamış gibi, o projeyi rafa kaldırıveren devlet, büyük devlettir) yönetici ve kadrolarının önemli bir çoğunluğu her geçen gün cumhuriyetin değerleri ve kabulleriyle çatışma içerisindeki kişilerden oluşan bir devlete dönüşmüş, dönüştürülmüştür. İşte referandum sonuçları, bir başka anlamıyla da bu “modern devlet”in egemenlerce ilan edilmemiş miadının gecikmeli bir ilânıdır. Keza, ne dün ne de bugün, kavramların ve söylemin ötesinde söz konusu devletin, yalnızca cumhurun değil, aynı zamanda Türk’ün iyeliğine de haiz olmadığının ilânı… O halde bir soru: Peki;  bu devletin iyeliği kimdedir/kimlerdedir?

“Modern devlet”te kuvvetler ayrılığı biçimseldir

Modern devlet demişken: Kuvvetler ayrılığı prensibi, Montesquieu’dan bu yana, bir hukuk devleti olduğu varsayılan “modern devlet”in karakteristik özelliklerinden biri kabul edilir. Devlet erkinin, tek bir elden değil, birbirinden bağımsız olması gerektiği belirtilen / varsayılan yasama, yargı ve yürütme organları aracılığıyla uygulanması, egemen kılınması esasına dayanır. Bu üç kuvvetin birbirlerine ilişkin denetleme ve etkileme işlevlerinin olağan dönemlerdeki rutin seyri, “bağımsızlık” vurgusunun fazlaca sorgulanmasını gündeme getirmez, hatta bunu pekiştirir. 

Oysa ister olağan dönemlerde olsun isterse olağanüstü dönemlerde olsun, yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsızlığı mutlak değil, görelidir. Dahası, her türden söyleme ve görünüşe rağmen, bunlar arasındaki eşgüdümü sağlayan, ‘bağımsızlık’, ‘tarafsızlık’ yanılsamasını güçlendiren; istisnai dönemler ya da gelişmeler dışında, söz konusu kurumların “ortak bir akıl”la düşünüyor, söylüyor ve eyliyormuşcasına uyumlu çalışmalarını olanaklı kılan, egemen ideolojiye, daha doğrusu genel anlamda egemen / resmi sosyal siyasal-ideolojik paradigmaya tabilikleridir. Paradigma varlığını, geçerliliğini ve işlevini sürdürdüğü sürece bu kuvvetler arasında, genellikle, bir çatışma ya da birbirleri üzerinde egemenlik kurma girişimleri gözlenmez. Çünkü o görünmez bir el gibi çalışan, insanı, toplumu, dünyayı; ekonomik, sosyal, siyasal, vb. ilişkileri anlayıp anlamlandırmayı koşullayan, bir bilinç haline dönüştürülmüş ve kabulleri sorgulanmaz, hatta en azından başlangıçta kuşkulanılmaz bir şekilde eleştiriden muaf kılınmıştır.

Aslında olağan ya da olağanüstü dönemlerin tamamında tüm göreliliğine rağmen ısrarla bağımsızlığından söz edilen ya da ısrarla bağımsız olmadığı ve bağımsız olması gerektiği vurgulanan, sık sık siyasallaştığından yakınılan kurum, yargıdır. Hiç kimse yürütmenin ve yasamanın da birbirleri karşısındaki bağımsızlığından söz etmez, tartışmaz nedense... Oysa yürütmenin, yani hükümetin ister koalisyon isterse tek parti temelinde oluşmuş olsun, bir azınlık hükümeti olma hali hariç, her daim yasama organı nezdinde çoğunluğa dayanan bir egemenliği vardır. Bu anlamda yasama organı, özellikle milletvekilliğinin parti genel başkanlarının iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı olduğu koşullarda, çoğunluğu itibariyle yürütmeye tabidir. Hele hele ezici bir çoğunluğa dayanan tek parti hükümetleri dönemi söz konusu olduğunda, yasama organında yer alan muhalefet partileri ve onlara mensup milletvekillerinin tabir-i caizse salt dolgu malzemesine dönüştüğü koşullarda, yasamanın yürütme karşısında bağımsızlığından söz etmek, tam anlamıyla abesle iştigaldir.

Ancak böylesi bir tablo, yine de şu iki koşulda, güvensizlik, bunalım ve çatışmaya neden olacak bir sorun olarak algılanmaz: Bunlardan birincisi,  tüm göreliliğine rağmen mevcut egemen ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal ilişkiler ve yapıların varlığını sürdürmesidir. İktidar partisinin, yürütme organını,  açıktan ya da sözüm ona gizliden, kendisini destekleyenlere hatta yandaş ve doğrudan yakınlara ekonomik kaynak ve rant aktarmada bazı ayrıcalıklar sağlamada kullanıyor olması, bir yere kadar ihmal edilebilir; göz yumulabilir bir durum olarak algılanıp değerlendirilebilir egemenlerce. Hele hele “Bal tutan parmağını yalar” anlayışının meşru ve mubah farz edildiği bir toplumda, iktidara oy verenlerin yanı sıra toplumun farklı kesimleri de görmezden gelebilir bunları… Hatta böylesi icraatları nedeniyle yargılanıp hüküm giyme kaygısı altında, yargı üzerinde tasarrufta bulunarak aklanma hesapları yapmalarını da… İkincisi ise, egemen sınıfın toplumun alt sınıflarını denetim altında tutması, yönetmesi, denetlemesi, vb. aracı olan devletin, resmi siyasal ideolojik paradigmasına bir halel gelmemesidir.

Paradigmanın son kalesi

Ne var ki, Türkiye gerçekliğinde on yıllardır inşa edilen ve yaşanan süreç her iki koşul açısından da hem toplumsal hem de kurumlar arası ilişkiler anlamında güvensizlik, bunalım ve çatışmayı körükleyecek denli sorunludur. Birinci koşul şimdilik bir yana… İkinci koşul açısından durum vahimdir. Kurumlar arası işleyişte uyum ve eşgüdümü sağlayan “paradigmanın iflası” ve geçersizleşmesinin de etkisiyle, yürütmenin, öncelikle yasama organındaki çoğunluğuna, bunun yanı sıra uluslararası aktörlerin ihtiyaçları açısından da konjonktürün uygunluğuna dayanarak yargıyla giriştiği çekişmenin her geçen gün ayyuka çıkan bir kavgaya dönüşmesini kolaylaştıran da budur zaten…

Paradigma ve kabulleri, yıllardan beri adım adım birçok kurumdan sürgün edilip Atatürk heykelleri, büstleri, tabloları ve sözleri ardında can çekişmeye terk edilmiştir. Bu süreçte devletin, birçok kurum ve kuruluşta, bayram söylevlerinin hamaseti dışında geçerliliği olan, kendisine halel getirilebilecek egemen bir paradigması da kalmamıştır. Bir yanda bunlar gerçekleşirken, diğer yanda da yargı, hem paradigmanın kabulleri hem de “Türkiye Cumhuriyeti”nin kuruluş sürecindeki değerleriyle varlığını sürdürebildiği istisnai kurumlardan birine dönüşmüştür, belki de sonuncusuna...  

Oysa “Son kale”sinde paradigma kazansa bile kaybedecek olandır. Çünkü o varlığın dününden seslenmekte, değişen toplumsal gerçekliğin sorunlarına, değişmeyen kabullerle çözümler sunmaya çalışmaktadır. O “son kale”yse, ne denli direnirse dirensin, o direniş, hatta ardından gelebilecek olası bir zafer (ya da yenilgi) ne denli destansı olursa olsun, sisteme ve onun hukukuna teslim olacaktır. Çünkü kapitalizmin sınırları içinde kalan, mevcut sınıfsal ve toplumsal ilişkileri yeni bir toplumsal proje temelinde değiştirip dönüştürmeye yönelmeyen her türlü reddiye ve karşı çıkış için, sisteme, onun egemenlerine ve hukukuna teslimiyetten öte bir yol yoktur. Gerisi laf-ı güzaftır. Referandum sonuçları da şimdilik, bir başka seçenek bırakmamıştır zaten, “son kale”sine paradigmanın…


1 Bu süreçte, işi iyiden iyiye azıya alıp yüzleri bile kızarmadan, gönüllü devşirmeye dönüşenler, Amerikan Büyükelçiliği’nden “Komünizmle Mücadele Derneği” için açıktan açığa para istemekten ve almaktan geri durmamışlardır. Keza bu beslenme, pardon fonlanma süreci 1980 sonrası da devam etmiştir.. Bu devşirmelerin yaşayan en ünlülerinden birinin, kameraların karşısına neredeyse  her geçtiğinde manik-depresif ruh halleri sergilemekten geri durmayan ve hizmetlerine mukabil, “efendi”sinin koruma ve gözetiminde ömrünün son demlerini sürmekte olduğu bilinmektedir.

26 Ağustos 2010

Referandum sürecinde sol yok, 'solcu'lar var!

Referandum sürecinde sol yok,
‘solcu’lar var!

Atalay GİRGİN*

Referandumun seçenekleri tüm seçmenler, siyasal partiler, gruplar, çevreler, vb. için belli : Evet, hayır, boykot; eğer sandık başına gidip de “boş oy” atma ihtimalini düşünenleri saymazsak üç seçenek var. Gerekçeleri, söylemleri ne olursa olsun, “biz farklıyız”, “bizim kaygımız vs., vs.dir.” diyenlerin tümünün seçeneği, kaçınılmaz olarak bu üçlüden birine aittir. Düzenin siyasal bilinç sınırları içerisinde yer alanından, tümden düzene karşı olduğunu söylese de herhangi bir oy tercihinde bulunanına dek, solundan sağına herkes ve her kesim için geçerlidir bu durum.

“Boykot” seçeneğini bir yana alırsak, asıl mücadele “Evet”ciler ile “Hayır”cılar arasında sürmektedir. Oylama sonucunda hangisi önde olursa olsun, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzeninin varlığına herhangi bir halel gelmeyecek, onun “fincancı katırlarını ürkütmeyecek”tir. Hele hele sınıflar mücadelesi ve kazanımlar açısından kıymet-i harbiyesi ise üzerine konuşmaya değmeyecek kadar önemsizdir olası sonuçların... Ama buna rağmen, hâlâ, “13 Eylül günü eğer ‘hayır’ oyları çoğunluğu sağlarsa bu toplum 12 Eylül darbesini onaylamış olacaktır. ‘Hayır’ için çalışmış, ‘evet’ için kolunu kıpırdatmamış herkes bu sonuçtan sorumlu olacaktır. 12 Eylül’ü savunmuş olmanın utancını yaşayacaktır.”1 türü akl-ı evvelliklerden medet uman birilerini görmekse, en hafifinden, üzüntü verici... Bunları aşmak gerek…

Solu ve solcuları düşünmenin imkânı

Referandum sürecini, seçeneklerinin dışında, bir kez daha solun ve ‘solcu’ların varlığını, hal-i pür melalini düşünme olanağına dönüştürmek gerek. Çünkü her kesim, çevre, grup ya da parti kendi tercihini, kendisine atfettiği sıfat doğrultusunda, ‘olması gereken ve doğru sol/sosyalist/devrimci/komünist tutum, tavır’ olarak sunmaya çalışmaktadır. Ki bu anlayışın öteden beri benzeri (referandum, seçim, vb. gibi) dönemlerde ve toplumsal sorunlar karşısında da genellik kazandığı gerçekliği ve hakikati düşünüldüğünde, sorunu salt referandumun olası seçeneklerinden hareketle ve bunlarla sınırlı olarak ele almamanın gerekliliği daha da önem kazanmaktadır.

Bundan dolayı solu ve ‘solcu’luğu seçenek üzerinden değil, aksine seçeneği sol üzerinden, yani onun hem neliği hem de gerçekliği üzerinden değerlendirmek ve belirlemek gerekir. Buradan hareketle, her birini bu yazının sınırları içerisinde yanıtlamak mümkün olmasa da bazı sorular sormak ve yeniden düşünmek gerek:

Solu solculardan, solcuları da soldan ayırmak mümkün müdür? Solun varlığı solcuların varlığına indirgenebilir mi ya da solcuların varlığı solun varlığına delalet eder mi? Daha temel bir soru: Sol nedir? Solun başlıca karakteristik özellikleri nelerdir? Zamandan ve mekândan bağımsız, değişmeyen bir sol var mıdır?

Zaman ve mekândan bağımsız bir sol yoktur

Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın hiçbir yerinde ne zaman ve mekân üstü ne de değişmeyen bir soldan söz edilebilir. Bazı karakteristik özellikler ya da kabuller dışında, her çağın, her toplumun solu, genel sol hareketi, içerisinde doğup geliştiği çağın ve toplumsal koşulların rengini taşır ve sürekli değişir. Ancak şunu da belirtmeden geçmemek gerek: Kapitalizmin dünyayı tek bir pazara dönüştürdüğü, öznel koşullar bir yana, nesnel anlamda işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki sınıfsal mücadelenin uluslararasılaşmasının koşullarını yarattığı, hatta her geçen gün bunun pekişmesine neden olduğu özellikle 20. yüzyıl ve daha ilk çeyreğinde olduğumuz 21. yüzyıl; sınıf temelli bir toplumsal muhalefet hareketi niteliğine haiz solun da yerel, bölgesel ve genel düzeyde sahip olduğu ortak karakteristik özelliklerinin yanı sıra, genelleşen mücadele ve örgütlenme deneyimlerinin de belirginleşip arttığı ve kuvveden fiile dönüşme olasılığı kazandığı bir dönemdir. Hem de her zamankinden de güçlü bir biçimde enternasyonal, hatta transnasyonel bir örgütlenme ve mücadelenin koşullarını taşıyan bir dönem...

Elbette ki hem toplumsal-sınıfsal hem de siyasal ve ideolojik mücadelede ona yüklenilen anlam açısından “sol” kavramının tarihi yenidir. Kavramın yakın çağlara ait oluşu, daha önceki çağlarda varlık bulmuş toplumlarda bu kavramın neliğine uygun toplumsal, siyasal hareketler olmadığı anlamına gelmez. Nitekim, insanlık tarihi, toplumsal mücadeleler tarihi, insanın sosyal bir varlık olarak, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel, vb. anlamda bir diğerinin üzerinde tahakküme yöneldiği ilk andan bu yana, bu tür hareket ve mücadelelerin başarı ya da başarısızlıkla sonuçlanan örneklerini aktarır.

“Sol” kavramının öncesinde ya da sonrasında ortaya çıkmış siyasal-toplumsal, şu ya da bu ölçüde de sınıfsal hareketleri, solun neliği açısından değerlendirmeye yöneldiğimizde karşılaşılan başlıca karakteristik özelliklerden bazıları şunlardır: Birincisi, her muhalefet hareketi sol değilse de, bu tür hareketler genel olarak muhaliflikle, toplumsal muhaliflikle karakterize olurlar. İkincisi, bu muhalefetin düşünce, söylem ve davranışının üzerinde yükseldiği, ete kemiğe büründüğü hareket noktalarının önde gelenleri ise adaletsizlik karşısında adalet, eşitsizlik karşısında eşitlik, haksızlıklar karşısında hak talebidir. Üçüncüsü ise içerisinde var oldukları koşullarda, bilincine vardıkları kadarıyla her türden baskı ve zulme karşı çıkışlarının bir “özgürlük çığlığı”na, bir “özgürlük talebi”ne dönüşmesidir.

Özellikle ikinci ve üçüncü özellikler, bu hareketleri, toplumun ezilen ve sömürülenleri, mazlumları, adaletsizlik ve çaresizlik duyguları içerisinde sessizleşen yığınları nezdinde fiili ve potansiyel anlamda hem umut hem de toplumun vicdanı kılar. Söz konusu özelliklerin tümü ise açık ya da örtük bir biçimde hareketin varlık kazandığı toplumsal koşullardaki egemen mülkiyet ve siyasal iktidar ilişkilerine, bununla şekillenen üretim, tüketim ve bölüşüm süreçlerine karşı çıkma ve bunlarla mücadele etme temeli üzerinde yükselir. Fiili ve potansiyel güçleri ne denli dar ya da geniş olursa olsun, bu nitelikleri taşıyan hareketler, içerisinde bulundukları toplumlarda, daha farklı renkleri, öncelikleri de olan birey ve grupları kendi etki alanına çeken, onlardan etkilendiği kadar, onların söylem ve davranışları üzerinde de etkide bulunan birer toplumsal muhalefet hareketi niteliğine haizdir.

Toplumsal muhalefet niteliği kazanan bir sol hareket, gökkuşağı gibidir. Dönem dönem renklerden biri ya da bir kaçı genelleşen bir meşrulukla öne çıksa da asla bir tek renge bürünemeyecek olan… Çünkü rengi tekleştikçe, hatta tekleş(tiril)me eğilimi güçlendikçe, asli niteliği olan, özellikle kapitalizm koşullarındaki sınıf temelli toplumsal muhalefet hareketi olma işlevini yitirmeye başlar ki bu andan itibaren, yavaş ya da hızlı bir biçimde küçülerek ‘solcu’ sıfatını taşıyan grup, çevre ya da partilerden birine dönüşür. Oysa toplumsal muhalefet hareketi kimliğine haiz sol, ne “şu” diye gösterilen bir ya da birkaç ‘solcu’ grup, çevre ya da partiden ibarettir, ne de ‘solcu’ denilenlerin tümünden…

Sol, solcuların aritmetik toplamına indirgenemez

Herhangi bir toplumda solcuların varlığı, siyasal ve ideolojik olarak genel anlamda hegemonik, şu ya da bu ölçüde sınıf temelli bir sol hareketin de var olduğu anlamına gelmez. Çünkü sözü edilen özelliklere haiz bir sol hareket, kendilerine atfettikleri sıfat ne olursa olsun, tek tek solcuların da irili ufaklı sol/sosyalist/devrimci/komünist, vb. toplumsal hareket, çevre ve grupların da aritmetik toplamından ibaret değildir. Her daim bundan daha fazlasıdır. Tıpkı orman gibi…

Ağaçsız orman olmaz, ama nerede olursa olsun, hiçbir yerde de tek tek ağaçların ya da aynı türden ağaç gruplarının toplamından ibaret değildir orman. Ağaçların varlığı, ormanın varlığının yeter koşulu da sayılmaz zaten. Dolayısıyla, sol hareketin var olduğu her yerde farklı renklere sahip solcular vardır, ama renkleri ne olursa olsun, solcuların var olduğu her yerde bir sol hareket yoktur.

Referandum süreci, yukarıda söz konusu edilen, solun varlığının ‘solcu’ların varlığına indirgenemeyeceği hakikatinin, Türkiye gerçekliğinde kavranabilme olasılığını bir kez daha artırmıştır. Ancak kavranabilme olasılığındaki artış, ne kavranacağının güvencesidir ne de bunun gereğinin yapılıp tek tek ağaçların ve aynı türden ağaç gruplarının elele kolkola kendi toplamlarının ötesinde bir orman yaratacaklarının… En azından yakın vadede böyle bir olasılık görünmüyor bu coğrafyada… Bundan dolayıdır ki onlarca yıldır yaşanan bir çok olay ve sorunda olduğu gibi bu referandum sürecinde de sol yoktur, ‘solcu’lar vardır.

“Sol”un, daha doğru bir deyişle, sınıf temelli bir toplumsal muhalefet hareketi niteliği ve kimliğine sahip bir “sol” hareketin yokluğu koşullarında, böylesi bir hareketi inşa etmek ve onun ayrılmaz bir bileşeni olmak için hareket etmesi gerekenler, bulundukları köşelerden, acz ve çaresizliklerini kapatmak istercesine ahkâm kesiyorlar. Sınıf temelli bir toplumsal sol hareketin neliğinin gerektirdiği özellikler, öncelikler, ihtiyaçlar temelinde söylem ve davranışa yönelmiyorlar. Hem de toplumun, işçisinden işsizine; kendi bağında, bahçesinde, tarlasında her geçen yıl tüccarın ücretli işçisine dönüşen yoksul köylüsünden memuruna; emeklisinden esnafına dek, geniş kesimlerinde, adalet duygusu aşınıp adaletsizlik duygusu yaygınlaşırken, yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik sarmalında gelecek kaygısı artarken, hadi diğerleri bir yana, yalnızca adalet talebi ekseninde bile hep birlikte ortak kampanyalar, mitingler örgütlemek varken yönelmiyorlar, “sol”un neliğine ve varolan gerçekliğe uygun davranışlara… Neden? Oysa referandumda belirlenecek seçeneğin ne olacağının, ne olması gerektiğinin de turnusol kağıdıdır söz konusu zemin, yalnızca nelik anlamında değil, gerçeklik anlamında da…

Ama ne var ki şimdilik bu ‘solcu’lar, gerçeklik üzerinden seçeneği belirlemeye de davranmaya da yeltenmiyorlar. Aksine “sol” diye kendi renklerini ve önceliklerini sunmaya, sözüm ona yaşamı kendi renklerine boyamaya yelteniyorlar. Eğer inanırsanız, ki laf aramızda epeyce inanan da var, her biri birer gökkuşağı… Ne var ki her biri tek renkten oluşan… Oysa tek renkli ebemkuşaklarıyla yapabildikleri ve yapabilecekleri yegane şey kendilerini ve kendilerine inananları, ya birilerinin ardı sıra “boykot” diyerek saksağanlaştırıp paranteze almak; ya “yetmez ama, evet”le sözüm ona “özgürlükçü” ‘kılıverip’ iktidar ve avenesinin peşine takmaktır. Ya da kendi başına çıplak bir “hayır”a mum etmek… Bu halleriyle hepsini toplayıp aynı kazana atmak mümkün olsa da bir “sol” etmezler, ancak yine de ‘solcu’ kalmayı başarırlar. İşte sol, tam da bunlardan dolayı onların aritmetik toplamından ibaret değildir ya zaten…


• Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Doğan Tarkan, Neden yetmez, neden evet?, Radikal İki, 8 Ağustos 2010.

28 Temmuz 2010

Toplumsal Bunalım ve Kürt Sorunu İçin Tek Bir Seçenek Var!

Toplumsal Bunalım ve Kürt Sorunu İçin
Tek Bir Seçenek Var?

Atalay GİRGİN*

Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de herkesin “toplumsal-kültürel ayakkabıları” aynı anda vurmaya başlamıyor. Keza, vurmaya başlayan “ayakkabı” da herkesin ayağını aynı şiddette acıtmıyor. Dahası bunların herkes için aynı anda olmasını beklemenin de gereği yok zaten. Çünkü üretim araçlarının özel mülkiyetinin geliştiği, siyasal iktidara gelmenin, onu elde etmenin, toplumsal zenginlikten daha fazla pay almanın kapılarını araladığı hiçbir toplum, aynı çıkarlara sahip birey ve gruplardan oluşan yekpare birer bütün değildir. Bundan dolayı, toplumsal-kültürel sorunları da ne aynı zamanda ne de aynı şiddette yaşar ve hisseder. Bu hüküm, o toplumu oluşturan birey ve sosyal grupların aynı dili konuşuyor, aynı dine inanıyor, aynı etnik kökene dayanıyor olması halinde de geçerlidir. Hal böyleyken, daha büyük ve daha geniş siyasi-coğrafi sınırlar içerisinde, hangi zorunluluk ya da seçimlerden dolayı olmuş olursa olsun, bir araya ge(tiri)lmiş farklı dile, dine, etnik kökene, kültüre sahip insanlardan müteşekkil toplumların aynı çıkar(lar)a sahip olduğunu söyleyebilmek ise yanılsamalar ve yalanlar dışında mümkün değildir.

Tarihsel ve güncel anlamda çokkültürlü olan böylesi toplumlarda, hangi alanda olursa olsun, düzenin yasal-siyasal bilinç sınırları dışında yer alan uç çıkışlar, yaklaşımlar, özellikle olağan dönemlerde, bir arada yaşama iradesinin meşruiyetiyle taçlanan, ondan da güç alan, değişik yol ve yöntemlerle törpülenebilmektedir. Elbette bunun temel koşulu, o siyasi-coğrafi sınırlar içerisinde var olan toplumsal yapının dilden, dine, eğitime, vb. dek çokkültürlülüğün gereklerine uygun olmasıdır. Bunun gerektirdiği kurum ve kuruluşların hem toplumsal hem de yasal ve siyasal meşruluğun güvencesine haiz oluşudur. Ancak toplumsal anlamda her şey olağan koşullardan, dönemlerden ibaret değildir...

Toplumların tarihinde, çok farklı nedenlerle de olsa, gelecek kaygısının arttığı, toplumsal gruplar arasındaki kırılganlıkların ve gerilimlerin yoğunlaştığı, tüm telkinlere ve ortak paydalara yapılan vurgulara rağmen çatışma potansiyelinin yükseldiği ve her geçen gün bir arada yaşama iradesinin açık ya da örtük bir biçimde aşındığı / aşındırıldığı dönemler vardır. Bunlar, bedeli ne olursa olsun, kim(ler)e, hangi toplumsal sınıf ya da sınıflara ödetilirse ödetilsin; hangi şiddette yaşanırsa yaşansın, hangi yol ve yöntemlerle aşılırsa aşılsın ya da aşılamasın, toplumsal bunalım döneminin göstergeleridir. Bu dönemlerden çıkış için tüm toplumsal sınıflar için geçerli tek bir seçenek vardır: Çözüm. Ancak ‘çözüm’ denilen ve izlenen yol ve yöntemler, aynı koşullar altında ne herkes için ne de tüm toplumsal sınıflar için çözümdür.

Toplumsal bunalım dönemlerinde, hem bireysel hem de toplumsal gruplar / sınıflar nezdinde gelecek kaygısı daha yoğun yaşanır ve hissedilir. Çözüm, yani kaygıyı, sorunu aşma arayışları da buna paralel bir seyir izler; düşünce, söylem ve davranış düzeyinde… Gerçekliği algılayış ve anlamlandırıştan, çözüm seçeneklerine dek birçok şeyi koşullandıran ise özellikle birey olarak insanın, siyasal, ideolojik, sınıfsal seçimleri, bireysel ya da toplumsal özlem ve isteklerinin etkisi altında nereden, nereye, neden, nasıl, niçin baktığıdır.

Öte yandan, bunalım dönemleri, her kesimden insan için “toplumsal-kültürel ayakkabıları”n daha sık vurmaya başlamasından kaynaklanan acı, sorun ve şikayetlerin dışsallaştırıldığı dönemlerdir. Bir toplumda “toplumsal-kültürel ayakkabıları” vuranların sayısı ve oranı ne denli hızlı artıyorsa, bunalımın gelişimi de o denli derin ve etkilidir. İktidar sahipleri ve her soydan ve boydan temsilcileri ne derlerse desinler, toplum böylesi dönemlerde fiili ve potansiyel olarak her türden çatışma, tehdit ve tehlikelere de o denli açıktır.

Bu dönemlere, toplumun her kesiminde farklı ölçülerde de olsa, genel olarak toplumu sarmalına alan bir kültürel çözülme ve çürüme eşlik eder. Her köşe başında, dolup dolup taşan ibadethaneler yükseltilse; her gün, her saat dine Tanrı’ya / Allah’a vurgular yapılsa; kutsallık atfedilen kişi ve nesnelere methiyeler düzülse; okullar ve kitle iletişim araçlarıyla sabahtan akşama sözüm ona ahlâki öğütler verilse de önüne geçilemeyen bir süreçtir bu. Bir yandan yolsuzlukların hızla arttığı, diğer yandan da her türden toplumsal ilişkinin değer erozyonu gölgesi ve endişesi altında yaşandığı bir süreç… Hem bireyler hem de farklı etnik ve dinsel toplumsal gruplar arasında, açık ya da örtük bir biçimde birbirlerine karşı düşmanlığı, öfkeyi, kini körükleyen, bileyen, islim üstünde tutan bir şüphe ve güvensizliğin “fundalığı”na dönüşen bir süreç…

İşte böylesi dönemler ve süreçlerde, komplo teorileri, senaryolar her zamankinden daha fazla ‘alıcı’ bulur. Birbirine karşı doğruluğu-yanlışlığı sorgulanmayan önyargılarla beslenen yanılsamalar altında paranoyaları körükler. Her gün gözler önünde olan nesnel gerçeklik de, onun hakikati de sırra kadem basar. Sorgulanmayan kabuller üzerinde yükselen vaazlarla beslenen yanılsamalar gerçekliğe de, onun hakikatine de galebe çalar…

İşte yine böylesi dönemlerdedir ki, birileri dinin ve her türden milliyetçiliğin ipine sarılır; birileri, tarihin… Çünkü gelecek flulaştıkça, uzak geçmişte kaldığı varsayılanlara yanılsamalı bir biçimde değer atfedilir; bugün zeminleşirken geçmiş şekilleşir. Şair ne denli “Hasret ardına bakmaz”1 derse desin, onların özlemleri hep o asla gidilemeyecek ve yaşanamayacak olan, “imal edilmiş tarih”le ve dinsel anlatılarla sunulan, ‘şanlı geçmiş’e, ‘altın çağ’a, ‘asr-ı saadet’edir.

Öte yandan, yaşanan sorunlar karşısında, kimilerinin çözümleri de “her koyun kendi bacağından asılır” dercesine bireyseldir. Kimilerininki ise “eski köye yeni adet getirme”me yaklaşımı içerisinde, eski yol ve yöntemlerle sınırlıdır. Kimileri “el çabukluğu marifet” derdindedir. Kimilerinin çözüm önerileri ise, bu hengâme, bu toz duman içinde boğulup gitse de hem veri olan öncelikli sorunları aşma, hem de geleceği toplumsal anlamda zenginleştirerek yeniden kurma açısından önemli bir potansiyele sahiptir. Ancak unutmamak gerek ki, potansiyel olan, kuvveden fiile henüz dönüşmemiş olandır...

Alınak’tan “Kürt Sorunu” İçin Çözüm : Yangın ya da Bahar

Türkiye toplumu da, uzun süredir, her yerde aynı şiddette yaşanıp hissedilmese de bazen hızlanıp derinleşen, bazen yavaşlayan bir toplumsal bunalım sürecini yaşadı ve hala yaşıyor. Bugüne dek bu süreç, egemen sınıflar ve onların siyasal temsilcileri açısından bir yönetememe krizine; toplumun tabi olan kesimleri ve alt sınıfları açısından da bir yönetilememe krizine, dönüşmemiştir. Bunun siyasal, ideolojik ve örgütsel anlamda birçok nedeni vardır. Ancak bunlar arasında öne çıkan (bu yazı bağlamında da bizi ilgilendiren), belirleyici ve temel öneme sahip olan nedenlerden biri, özellikle toplumun ezilen, sömürülen, yönetilen kesimleri açısından, “Kürt Sorunu”dur.

“Kürt sorunu”, sınıfsal-toplumsal nitelikli ekonomik, sosyal, siyasal sorunlara karşı örgütlenmeler bir yana, bu konularda üretilen eleştirel söylemin bile paratoneri, engelleyicisi kılınmıştır. Hatta daha ileri gidilip, işsizlik, iç ve dış borçlar başta olmak üzere, kapkaççılıktan tinercilere ve hırsızlık olaylarının artışına dek birçok ekonomik ve sosyal sorunun nedeni sayılmaya, gösterilmeye başlanmıştır. Bir nevi hem “öcü” hem de “günâh keçisi”ne dönüştürülmüş, neredeyse her türlü kötülükle, olumsuzlukla ilişkilendirilmiş, bunların müsebbibi olarak gösterilemediği durumlarda da uzaktan yakından bir biçimde suç ortağı kılınmıştır. Velhasıl bu durum, özellikle Türkiye’nin batısında yaşayan toplumun alt ve orta kesim ve sınıflarının hem yönetilmesini hem de düzene tabiliklerinin sürekliliğini kolaylaştırmıştır. Dahası bedelin, işçiler, işsizler ve köylüler başta olmak üzere, toplumun tabi olan sınıflarına ödetilmesini de…

Aslında bu konuda devletin ve düzenin siyasal partileri kadar, hatta bazı dönemlerde onlardan da etkili olan iki önemli unsur vardır: Bunlardan biri, karşılıklı olarak çatışmalarda ölenler, öldürülenlerdir. Onların ardı ardına gelen cenazeleridir. Hem batıda hem de doğuda artan Türk-Kürt “şehit” sayısı, daha fazla insanın aklını parantezin dışına çıkarabilmesinin önüne geçmede, bunu engellemede etkili olmuştur. Ve hala olmaktadır da... İkincisi ise, Mahmut Alınak’ın ifadesiyle “Legal siyaset, özellikle Kürt legal siyaseti”2 ve onun unsurlarıdır. Alınak, “Kürt Düğümü” başlıklı yazısında eleştirel bir saptama yapıyor ve diyor ki, “Kürt legal siyaseti tarihi rolünü oynayamadı ve oynayamıyor. Legal hareket kapsamlı bir sivil mücadele yürütebilseydi, bu savaş yeniden başlamazdı. Ne yazık ki Türklerin ve Kürtlerin bir Gandhi’si ya da bir Martin Luther King’i yok. Siyasetçilerimiz insanı isyan ettirecek kadar çok bürokrat.”

Alınak’a kulak vermek, yangın seçeneğini bahara dönüştürmek

Alınak’ın söz konusu eleştirel saptamasını bir adım daha ileri götürüp, yasal ya da değil, her iki yelpazede de sözüm ona siyaset yapıcı, biçimlendirici olarak arz-ı endam eyleyen unsurların genelinin (istisnalar hariç elbette), “doğu”nun “ilinek insan”ının karakteristik özellikleriyle kaim olduğunun altını çizmek gerek. Bu insan, yani “doğu”nun “ilinek insan”ı, bilmeye, kavramaya, anlamaya cüret etmez. “Bilse bile anlayıp düşünce, söylem ve davranışa yön veren bir bilinç hali kılmaya yeltenmez. Israrla bundan kaçınır. Aslında bu, despotluğun ve korkunun kuvveden fiile dönüşebilirliğinin içselleşmiş oluşunun da tezahürüdür. Kendini ve ötekini statüleriyle, “töz” addettiklerine yakınlığı ve uzaklığıyla değerlendirir. Buradan hareketle de ya ötekinin iradesine, söylemine, davranışına ipotek koymaya yeltenir ya da kendi iradesini, söylemini ve davranışını ötekine tabi kılmaya…

İlki, kendini “töz” addedilene en yakın, hatta onunla özdeşleşmiş sayma halinin dışavurumudur; en iyisini, en doğrusunu o bilir, çünkü “töz”ü o temsil eder. Ama O (artık büyük harfle yazılmayı gerektiren bir O olarak), hiç kimse ve hiçbir kurum tarafından temsil edilemeyendir. İkincisi ise, bir birey olamayışın, ilinek insan halinden kurtulamayışın cisimleşmişliğiyle, bilerek ya da bilmeyerek, kendi üzerini çizip düşünce, söylem ve davranış düzeyinde, ilkine, yani “töz”ün ya da “töz”ün tezahürlerinin kendisinde vücud bulduğuna inanılana “vecd içinde secde etme”nin göstergesidir. İlki de ikincisi de ilinek insanın hal-i pür mealidir. Ancak ikincisi, ilineğin ilineği olmakla karakterize olur ki Selahattin Hilav, “katmerli ilinekleşme” olarak niteler bu durumu.”3 Bunları dikkate aldığımızda belki de sorunun asıl çözümü, bu siyaset yapıcıların genelinden kurtulmakla olanaklı… Bu da çözümü Allah’a havale etmekten de öteye ertelemektir. Çünkü bir yanda “sufle bekleyen figüranlar”ın, diğer yanda da “katmerli ilinekleşme”yle malul unsurların bulunduğu bir düğümün çözülmesi, şimdilik mucizedir, denilse yeridir.

Alınak, sorunun bu düğümlenişini gördüğünden olsa gerek, hiç de dolambaçlı yollara başvurmaksızın, açık açık belirtiyor “Kürt düğümü” başlıklı yazısında seçeneği: Çözüm! Ancak sonu çözüm de olsa, bir tek yolu yok bunun. Üç seçenekten söz ediyor Alınak : Birincisi, devlet gidip İmralı’da Abdullah Öcalan ile masaya oturur, meseleyi müzakere eder, birlikte bir çözüm bulurlar. Bu pazarlık masasında ayrılma kararı çıkmaz. Yani Kürtlerin ayrılıp başka bir devlet kurmaları ya da federasyon türü bir yapılanma söz konusu olmaz. Kürtler anayasal vatandaşlık, dil ve kültürel haklara sahip olurlar.

İkincisi, akıl sahibi hiç kimsenin istemeyeceği en feci çözüm şeklidir. Mesele, 1991’den sonra Yugoslavya’da olduğu gibi kanlı bir iç savaşla çözülür. Şimdi en yakın ihtimal ve yakıcı tehlike korkarım ki bu. Adını vermek istemediğim üç kuvvetten biri ya da sözünü ettiğim bu üç kuvvet eşzamanlı olarak savaş düğmesine bastığında, Türklerle Kürtler arasında korkunç bir savaş patlak verecek. Buna bu toprakları ateşe boğacak volkanik bir patlama da diyebilirsiniz. Sadece bir kıvılcımın bu koca coğrafyayı yangın yerine çevireceği böyle bir savaşta askerler kışlada namluları birbirlerine çevirecekler. Kürtlerle Türkler akıllarını kaybetmiş bir halde sokaklarda birbirlerini boğazlayacaklar. Silahlı gruplar, ev baskınları yapıp kadın-erkek, çocuk-yaşlı ayırt etmeden masum insanları kurşunlayıp balta ve satırlarla doğrayacaklar. Komşu komşuyu katledecek, yüz binlerce, milyonlarca insan ölecek.

Birleşmiş Milletler elbette bu kanlı boğazlaşmaya uzun süre seyirci kalmayacak. Başka ülkelerde yaptığı gibi (ABD ve İngiliz askerleriyle) müdahale ederek bu savaşı sona erdirecek ve meseleyi kendince çözüme bağlayacak. Ama bu denklemde devlet ve Öcalan (PKK) olmayacak. Çözüm onlarsız gerçekleşecek. Böyle bir çözümden -kim ne derse desin- Yugoslavya’daki parçalanmada olduğu gibi ayrı bir devlet, Kürdistan devleti doğacak.

Üçüncü varsayım, Türk ve Kürt halkının ayağa kalkıp hükümete siyasal çözümü dayatmasıyla gerçekleşir. Halk, can alan bu meselenin silahla değil siyasal metodlarla çözümlenmesini isteyecektir. Bunun için sistem dört bir taraftan sivil kuşatmaya alınır. Böylece hükümet ya da hükümetler sokakta ortaya çıkan iradenin gösterdiği istikamette hareket ederek meseleyi çözmek zorunda kalacaklar. (…) Bu ortak iradenin bağrından bölünme/ayrılma değil, enternasyonal bir kardeşlik ve aile ruhu filizlenir. Enternasyonal kardeşliğin gereği neyse buna iki halk birlikte karar verirler. Bence böyle bir durumda ayrılma değil ortaklık/yan yana yaşama iradesi ortaya çıkar.

Tablo ve seçenekler, gün gibi ortada. Başka bir yol ya da seçenek de yok. Hepimiz bir yol ayrımındayız. Fazla zamanımız kalmadı. Niyetim ne felaket tellallığı yapmak ne de kehanette bulunmak. Dehşet içinde görüyorum ki, sözünü ettiğim üç kuvvetten birinin atacağı bir işaret fişeğiyle ortalık her an kan denizine dönüşebilir. Bu bir felaket senaryosu değil, alevleri yüzümüzü yakmaya başlayan ölümcül bir yangını haber vermedir. Ya “Elle gelen düğün bayram” deyip kan cehennemine yolculuk yapacağız ya da sivil mücadeleyi doruklaştırıp kardeşçe yaşayacağımız mutlu ve özgür bir hayata yelken açacağız. Tercih sizin.

Alınak’ın dediği gibi, “tercih sizin”, hepimizin; ya birilerinin fitilini ateşlediği yangında yanacağız, can havliyle yakmak zorunda kalacağız, eğer her şeyi bırakıp terk-i diyar eylemezsek ya da kendi aklımızı, irademizi kullanarak, sorunu kördüğüme dönüştüren figüran ve ilinek siyaset yapıcıları bir yana iterek, bu coğrafyada Newroz gibi, Hıderellez gibi, bayramlaşan bir bahar yaratacağız… Evet; tercih sizin, hepimizin… Çözümün adı bahar da olsa, yangın da olsa…

******************
• Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Yılmaz Odabaşı
2 Mahmut Alınak, Kürt Düğümü, 4 Temmuz 2010 tarihli Radikal İki, sy. 6.
3 Kürt sorunu ilinek insanlarla da çözülmez, http://atalaygirgin.blogspot.com; www.radikal.com.tr