13 Nisan 2009

ÖĞRETMEN - Düzenin duvarındaki tuğla

ÖĞRETMEN - Düzenin Duvarındaki Tuğla
Atalay GİRGİN

Eğitim, öğretmen, kapitalist toplumda eğitimin yeri ve işlevi, tarih, felsefe ve kültürü siyasal ve ideolojik boyutta da sorgulayan, Felsefi/ Teorik/ Politik bir çalışma
128 sayfa, Algıyayın 2009. İstanbul

"Öğretmen- Düzenin duvarındaki tuğla" adlı ilk kitabım yayınlandı. 14 Nisan'dan itibaren kitabevlerinde yer almaya başlayan bu çalışmayla ilgili iki kısa değerlendirmeyi ve bana ilişkin olarak kitapta yer alan kısa bir bilgilendirme yazısını sizlerle paylaşmak istedim.

1) “ 'öğretmen duvarda bir tuğla' olmaktan kurtulmak istiyorsa, kapitalizm gerçekliğini sorun etmekten başka çıkar yol yok. Öğretmen duvarda bir tuğlaysa bu kitabın yazarı Atalay Girgin de duvarda tuğla olmamanın mümkün ve gerekli olduğunun bilincinde olan az sayıdaki istisnadan biri... Yazar elinizdeki kitapta, eğitim ve öğretmen başta olmak üzere, sosyal gerçekliğe değişik veçhelerden bakarak, sosyal gerçeklikle yüzleşiyor. Sosyal realitenin bir bütün olduğunun farkında olarak, sosyal sürecin farklı veçheleri ve bileşenleri üzerinde duruyor. Bu kitapta yer alan eğitim, öğretmen, kapitalist toplumda eğitimin yeri ve işlevi, tarih, felsefe ve kültürü angaje eden denemeler, zihin açıcı ve merak uyandırıcı...” Fikret Başkaya


2) “Atalay Girgin’in bu çalışması, öğretmenler için mesleklerinin işlev ve önemini sorgulayacakları bir boy aynası, veliler açısından ise çocuklarının nasıl bir tornadan geçirildiğinin belgesi olacaktır. Çocuklarımızın sosyalleşmesi, ‘insanlaşması’ için zorunlu tuttuğumuz ‘eğitimin’ onlarda ne gibi tahribatlar açabildiğini cüretkar bir biçimde gösteren bu çalışma umarım ki nicedir zihinlerde beklenen etkiyi yaratacaktır. Elbette ki, var-olanı bilinçsizce savunanlar, bu konu ve bu kitap bağlamında olması gerekeni gördükçe kayıtsız kalamayacaktır. Atalay Girgin, eğitim alanında sürüp giden var-olanın insanın tür bilincine dayattığı esareti açıkca ortaya koyuyor. Okuyucuya kalan ise sormak ve sorgulamak.” A. Galip

Yazara ilişkin tanıtım yazısı:

Atalay Girgin: Manisa’nın Alaşehir ilçesinde adı yeni kendisi eski bir köyde doğdu. Küçük bir çiftçi ailesinin yaşayan ilk çocuğuydu. Adı ‘Uğur’ konulmadı ama uğurlu geldi. Kardeşleri doğdu, yaşadı. Köyünde başladığı eğitim-öğretim hayatını, Gökçeada Öğretmen Lisesi’nde yatılı, Manisa Kız Öğretmen Lisesi ve Savaştepe Öğretmen Lisesi’nde gündüzlü olarak sürdürüp Alaşehir Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde adım attığı üniversite öğrenimi, uzatmalı bir öğrencilik döneminin sonunda Ankara Üniversitesi DTCF Felsefe bölümünde sona erdi. Şimdilik, “gazetecilikten sonra severek yaptığım tek iş” diye nitelediği ama buna rağmen, “her an vazgeçebilirim” dediği öğretmenliğe devam ediyor.

Şiir ve öykü denemeleriyle başladığı yazma serüvenine, devrik cümlelerle, yazma tutkusuyla yazdığı bir öyküsünün, edebiyat öğretmeni sıfatını taşıyan yetkililerce, “bu yaşında şiirle adam öldürmeyi anlatıyor” diye nitelenip ağzı burnu kan içinde kalıncaya dek dövülmesinden sonra ara verdi. Derdini, teorik ve politik olarak anlatmanın daha doğru olacağını düşündü. Felsefeyi bu çıkmazda tanıdı ve sarıldı. Ekonomiden siyasete ve eğitime dek ele aldığı her konuyu bu üç alanda değerlendirip anlamlandırma gerekliliğini farkedip ifade tarzını edebiyatta görerek anlatmanın edebiyattan geçtiğine yeniden ikna oldu.

Her fırsatta dergi ve gazete yayınlamasına imrenen ve engel olan arkadaşlarının engellemeleri nedeniyle şimdilik yazma serüvenini, felsefeden ve politikadan beslenen teorik-eleştirel inceleme yazılarıyla Radikal gazetesi, Hürriyet Gösteri dergisi gibi süreli yayınlarda sürdürüyor. Arkadaşlarının telkiniyle yazdıklarının spesifik bir bölümünü kitaplaştırdı. Ona kalırsa aslolan anında okuyucuya ulaşan ‘samiztat’dır. Adıyla, sanıyla fanzin sayılabilecek ama kimliğiyle varım diyerek iktidara kafa tutan yayınlar peşinde olduğu söyleniyor.

03 Nisan 2009

İdeolojiler Ormanından Kaçış Yok

İdeolojiler Ormanından Kaçış Yok

Atalay GİRGİN*

Her gerçek varlık hareket eder, değişir, çözülür, çürür. Bu süreç, herhangi bir varlığın kendi içselliğine, kendi varoluşuna bağlı olarak gerçekleşebileceği gibi, dışsal etkenlere bağlı olarak da gerçekleşebilir. Dışsal etkenler bu sürecin hızlanmasını da yavaşlamasını da sağlayabilir. Böylece herhangi bir var olanın değişimini, çözülüşünü ve çürümesini hızlandırmak da, daha erken müdahale ederek, özel koruma tedbirleri alarak bu süreci olabildiğince yavaşlatıp, ömrünü uzatmak da mümkündür. Bu söylenenler, öncelikle, insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan her gerçek varlık için geçerlidir. Dolayısıyla, dil ve dilin tüm kavramları da dahildir buna...

Kavramları, neliği ve gerçekliğinden bağımsız olarak, canınız istediğinde ve canınızın istediği her yerde kullanmaya başladığınızda, o her seferinde etkisini biraz daha yitirir. Hiper enflasyon koşullarında, nasıl ki “paranın değerinin pul olması”ndan söz ediliyorsa, kavramların böylesi bir kullanımında da, onların anlamı ve etkisi değerini koruyamaz, her geçen gün “şey”leşir.

Derdinizi, meramınızı, düşüncelerinizi anlatacağınız, temel öneme haiz saydığınız kavramları “şey”leştirdikçe, aslında kendinizi de “şey”leştirirsiniz, farkına bile varamadan... “Ağyarını mani, etrafını cami” kılamadığınız her “şey” gelir sizi vurur. Bundan dolayı kavramları hem neliği ve gerçekliğine uygun hem de yerinde ve zamanında kullanmak gerek. Ve asla “şey”leştirmeden... Çünkü onlar birer sakız değildir, canınızın istediğinde ve canınızın istediği yerde çiğneyebileceğiniz.

Açık Bir İdeoloji...

İşte günümüz koşullarında da böylesi bir kullanımdan muzdarip olan ve eğitimle, üniversite ve akademilerle bağlantılı birkaç kavram: Bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü... Bunların yanında “akademik özgürlük” sözünü de anımsamak gerek...

Bu sözler bazen bir talep gibi yansır; egemen olandan, iktidardan istenen. Bazen ise olması gerekenlerin bildirimi, yani bir yoksunluk halinin ifadesi olarak... Hangi biçimde yansımış ya da yansıtılmış olursa olsun, bu en azından iki boyutlu bir yanılsama halidir.

Bir boyutuyla, bilimin neliği ve gerçekliğini dikkate almayan, kavramayan, bilim ile bilimcilik’i ayıramayan bir bilinç yanılsaması hali... Ki bu, bilimi olduğundan daha farklı bir şey olarak görmenin ya da onu olduğundan daha yüksek, daha yüce bir etkinlik sanmanın da dışavurumudur. Diğer boyutuyla ise, neliği ve gerçekliği, varlığı ve yokluğu bir yana, özgürlüğü bir devletin, bir iktidarın, en genel haliyle ise bir egemenin gözetimi ve denetimi altında düşünme yanılsamasıdır. Bu bir efendili özgürlüktür. Efendili özgürlük tasarımı ya da düşüncesi ise, farkında olunsun ya da olunmasın bir ayrıcalık isteme halidir; kendini ayrıcalıksız, imtiyazsız var edemeyeceğini düşünen sakatlanmış bir bilinç hali... Efendisizlik ölümden beterdir bunlar için... İllahi kendilerini bir efendinin hizmetine koşmaları ya da bir efendiye ‘pazarlamaları’ gerekir, kendileriyle barışık ve mutlu olabilmeleri için... Ardı sıra efendinin lütfuna, takdirine mazhar oldukça da bir ‘bilim insanı’ olarak, bilimsel faaliyetlerinde ne kadar ‘özgür’ olduklarını keşfediveririrler.

Oysa bilim ve bilim faaliyeti ‘özgür’lüğü dışlar. Çünkü bilim bir ideolojidir; açık bir ideoloji... Bir ideoloji olarak bilimi, diğer ideolojilerden ayıran en temel özelliği, işte bu açıklığı ve aynı zamanda da yöntemselliğidir. Bu iki özelliğe sahip oluş, bilimin ortaya koyduğu bilgiye, yanlışlanıncaya dek doğruluk değeri ve evrensellik niteliği kazandırır. Bu, göreliliği yadsımayan, uzun ya da kısa bir süre varlığını, geçerliliğini koruyacak bir kesinlik durumudur. Ne var ki bu, bilinçli ya da bilinçsizce, amaçlı ya da amaçsızca sık sık unutulur. Bunun bir biçimde unutulduğu, anımsanmak istenmediği ya da kelimelerin gerçek anlamında bilimin neliği ve gerçekliğinin kavranmadığı yerde ise, bir sakız gibi, ‘bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü’ sözleri çiğnenmeye başlar.

Bu sözler, özellikle de üniversite eğitim-öğretimine bulaşan ya da bir biçimde bunun içinde, kenarında yer alan insanların, bulundukları yere, konuma; nereye, neden, nasıl ve niçin baktıklarına ve dahası açık ya da örtük kabullerine bağlı bir biçimde sık sık; ya da maruz kaldıkları uygulamalara istinaden dönem dönem yineledikleri sözlerdir. Bu yineleyicileri, en genel haliyle üç gruba ayırabiliriz şimdilik. Bunlardan bazıları bu sözleri, onların neliğini ve gerçekliğini düşünmeksizin, her koşulda tekrarlar durur. Bazıları ise ihtiyaçlarına denk düştüğü, kendince bir açmazla, bir engelle karşılaştığı durumlarda anımsar; sihirli bir maymuncuk ya da bir can simidi misali... Bazıları da çalıştıkları bilim alanında kendi bireysel ya da grupsal kabullerini ve yöntemlerini, geçerli ve “doğru” olarak kabul edilen ön kabullerin ve yöntemlerin yerine geçiremedikleri ve aynı zamanda da ötekilerin kabulü kılamadıkları durumlarda başvururlar aynı sözlere. Yaşamın her alanında, değişimin kendisinden daha zordur, değiştirmek... Ve hele bu bilim olduğunda, bir yandan daha da “ince elemenin sık dokumanın” gerekliliğine inanılır; diğer yandan da o alanda geçerli ve “doğru” kabul edilen kabuller ve egemen olan anlayış doğrultusunda işlerini yürütmeye alışmış olanların, alışkanlıklarını ve bilinçli ya da bilinçsizce değer kıldıklarını değiştirmeye karşı dirençleri ekleniverir buna... Yaşadıkları zaman diliminde sesleri en az duyulan ya da hiç duyulmayan kesimi oluşturur bunlar...

Birinciler, bazen “saf”lık derecesinde bir aymazlıkla, bazen ise “şeytana pabucunu ters” giydirecek bir hinlik ve kurnazlıkla ya da alemi aptal kendilerini akıllı sanan bir akl-ı evvellikle var olan gerçekliğin karşısında, gözlerini kapatarak değilse de, bilinçlerini kapatarak, bir “akıl tutulması” haliyle yer alırlar. Gözlerinin açıklığı, gördüklerini kavramaya, anlamaya, anlamlandırmaya da yetmez. Buna niyetleri de yoktur onların. Gözleri kendi gözleri de değildir zaten... Bunların büyük bir çoğunluğu için bilimin, bilimsel faaliyetin “ne olduğu” bile meçhuldür. Gerçekliğe dogmatik bir inançla bakıp, ona kendi önermelerini giydirmeye ya da onu kendi önermelerine uydurmaya çalışırlar. Bilimsel faaliyet sonucunda ortaya konan bilgiyle, kendi önermelerinin bazıları çakıştığında kendileri bir anda “bilimsel” sıfatını kazanıverir ve sevinirler**. Aslında, bilinçli ya da bilinçsizce istedikleri, kendi söylemlerini bilim kılmaktır. Bir başka deyişle, bilimin ve bilimsel faaliyetin kendilerini onaylayan bir “noter”e ve ardı sıra da kendilerini iktidara taşıyıcı bir manivelaya dönüşmesidir. Çünkü iktidar olmak isteyen, ama daha iktidara ulaşamamış olan, kaçınılmazdır ki “bilimsel araştırma”nın “iktidar üretici bir santral”1 oluşuyla yetinemez; nedeni bellidir bunun, o, iktidarda olanın iktidarını üretir. Dolayısıyla, kendilerini iktidara taşımayan, kendilerinin iktidarını üretmeyen bilimin de, bilim insanının ve bilim faaliyetinin de, zaten olmayan özgürlüğü yok oluverir. Bilim özgür olur mu? Bilimin ortaya koyduğu bilgi, özgürlüğün damgasını mı taşır? Bilimsel faaliyet bir özgürlük faaliyeti midir? Bir bilim faaliyeti yürüten bilim insanı, malzemesi karşısında özgür müdür? Kabulleri ve malzemesi karşısında özgür olamayan bir bilim insanının özgürlüğünden söz edilebilir mi? Daha temelde ise, “Bilim nedir? Özgürlük nedir? Özgürlük var mıdır?” v.b gibi soruları ne sormanın ne de bunların neliği ve gerçekliğini düşünmenin gereği vardır bu durumdakiler için... Bunların ağızlarından düşürmedikleri sözlere bakan da bilim aşkıyla yanıp tutuştuklarını sanır. Aslında tüm meseleleri, bir yanıyla efendi olma ya da kendilerine ayrıcalık tanıyacak bir efendiyle vuslattır; diğer yanıyla ise, bilimi ve bilimsel faaliyeti kendilerinin, tasdikçisi kılmaktır. Efendilerden kurtulma ya da efendisizlik değildir dertleri...

İkinciler ise, olabildiğince pragmatist ve olabildiğince çifte standartlıdır ‘bilimin, bilim insanının ve bilim faaliyetinin ‘özgürlük’ünü telaffuz ederken. Bu nitelikleriyle, farklı bir düzlemde, geçici de olsa birincilerle dönem dönem kesişirler. Çünkü bunların, genel bir iktidar sorunu yoktur ve aynı zamanda şu ya da bu ölçüde bilimin neliği ve gerçekliğini bilirler. Bundan dolayı sorunları, kaygıları, mevcut bilim faaliyetinin ve akademik işleyişin yapılanmasında, hiyerarşik organizasyonunda işgal ettikleri yer ya da bir biçimde düştükleri, düşürüldükleri konumdur. Bu yapılanma içerisindeki yerlerinden ya da düşürüldükleri konumdan memnuniyetsizliklerini, ‘özgürlük’ sözcüğünü başına ya da sonuna ekledikleri sözlerle dışavururlar. Ta ki, mevcut yapılanmanın, kendilerince uygun olduğunu düşündükleri basamaklarında yer buluncaya dek... Bu uygun gördükleri yerlerde kendileri konumlanmaya başladığı andan itibaren de, bir sihirli değnek değmişçesine, sözüm ona ‘özgürlük’ arz-ı endam eyleyiverir her yanda... Ve bu kez de aynı sakız, mevcut konumlarını yitiren, yani koltuklarından olanların ağızlarında peydahlanır. Bir fasit daire ki içerisine düşmeye gör... Bu grupta yer alanların öne sürdükleri, dile getirdikleri gerekçeleri ne denli farklılıklar içerirse içersin sonuçta asıl sorun, iktidarın akademisinde akademinin iktidarında işgal edilen ya da kendilerine lütfedilen yerde, sağlanan ya da sağlanmayan olanaklarda düğümlenir.

Üçüncüler ise, ilk iki gruba göre sayıları daima en az olanlardır. Ve aynı zamanda, kaygıları ve sorunları da diğerlerinden daha farklıdır; dahası, felsefi anlamda olsa da olmasa da idealisttirler. Eğer bilimde ve bilimsel faaliyette özgürlük olabilseydi, ‘bilimin, bilim insanının ve bilim faaliyetinin özgürlüğü’ sözleri asıl bunlara yakışırdı. Ne var ki, bilim ve bilimsel faaliyet, özgürlük bir yana, demokrasiyi bile içermez. Ancak bunu bilimin eleştiriye açık oluşuyla, eleştirelliğe kapalı olmamasıyla karıştırmamak gerekir. Çünkü eleştiriye açık olmak, işlerin demokrasiyle ve oy çokluğuna ya da azlığına dayalı olarak yürümesini gerektirmez. Demokrasi, farklı kabullere sahip düşüncelerin ve bu düşünceleri savunan insanların aynı zaman ve mekân koşullarında, kabullerinin farklılığıyla bir arada yaşamaları ve düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş etkinliklerini sürdürebilmeleri esasına dayanır. Bilim ise aynı anda farklı kabullere farklı yöntemlere dayalı bir etkinlik olarak gerçekleştirilmez. Hangi bilim alanında olursa olsun, o alandaki bilim faaliyeti, “doğru”luğu ve geçerliliği veri olan kabullere ve yöntemlere göre gerçekleştirilir. Bu kabulleri ve yöntemleri, eleştirebilir, sorgulayabilirsiniz. Buna ilişkin düşüncelerinizi ifade edebilirsiniz. Ancak bunları değiştiremediğiniz sürece, ileri sürdüğünüz kabuller ve yöntemler de en azından onlarla yan yana varlığını sürdürebilecek güç ve etkililikte olmadığı sürece, hükmü meri olan kabuller ve yöntemlerle çalışmaları sürdürmek zorundasınızdır. Ki bu grupta yer alan ve sayıları her dönemde de en az olanlar, işte bu konumdadır. Ve bunlar, doğruluğundan kuşku duymadıkları kendi kabulleri ve yöntemleri ile hükmü meri olan ama değiştirilmesi gerektiğini düşündükleri kabul ve yöntemler arasında sıkışırlar. Trajik bir durumdur bu... Ve eğer “özgürlük” bunların ağzından çıkarsa, bilinmelidir ki, ancak ve ancak neliğini ve gerçekliğini düşünmedikleri, canhıraş bir sözcük olarak dökülür yalnızca... Daha ötesi değil.

İdeolojiler içinden iki ideoloji : Bilim ve bilimcilik

Bilim, ideolojiler üstü bir ideolojidir. Ancak o, istisnai anlar dışında, tarihin neredeyse her döneminde, egemen olan ideolojilerin, siyasal iktidarların ya da iktidar olmayı isteyen farklı odakların denetiminde ve hizmetinde kalmaktan da kurtulamamıştır. Bunun en genelde iki önemli nedeni vardır : Birincisi, zamanın ve mekânın belirli bir yerinde ve anında, içerisinde doğup büyüdüğü koşullardaki egemen değerlerin, inançların, yaşanan bireysel ve toplumsal çatışma ve çekişmelerin etkisi, kuşatması altında bilim faaliyetini yürüten ve “şu” diye gösterilebilen gerçek insanların iktidarda olanlarla, iktidarda olanların da onlarla kurdukları ilişki biçimidir ki bu ilişkilerin seyri, her zaman bilim insanlarının tutumlarına göre gelişmiştir. İkincisi ise, neredeyse düşünsel bilimler (matematik, geometri, mantık) dışında kalan tüm bilim alanlarındaki faaliyetlerin, araştırmaların ise şu ya da bu oranda ekonomik ve toplumsal destek anlamında bir hamiyi gerektirmesidir. Bunun yanı sıra, kendinde bir şey olarak bilimin, tek tek ve dönem dönem kimi bilim insanlarının kişisel hırsları dışında, ekonomik, sosyal, siyasal bir iktidar mücadelesi içerisinde olmayışı da bunlara eklenebilir.

Bilimi, ideolojiler üstü kılan ve onu diğerlerinden ayıran belli başlı özelliği kabullerinin ve yöntemlerinin açıklığıdır. Bu özellik, bilim dışında kalan hiçbir ideolojinin sahip olmadığı bir özelliktir. Bilim, varlığı kendi konu alanıyla sınırlı bir biçimde ele alıp, “neden” ve “nasıl” sorularının yanıtını ararken, bu soruların yanıtlarını, en azından o alanda faaliyet gösteren insanlar için açık seçik olduğu bilinen, geçerliliği ve dolayısıyla “doğru”luğu veri olan kabuller ve yöntemlerle ortaya koyar. Ki bu, hangi alanda olursa olsun bir bilimin ortaya koyduğu bilginin, başka insanlarca da doğrulamak ya da yanlışlamak için, sınanabilir olmasının gereğidir. Bir ideoloji olarak bilimi ve onun ortaya koyduğu bilgiyi evrensel kılan da, bilimin dışında kalan ve dinler dahil tüm ideolojilerce ileri sürülen bilgileri evrensellik iddiasından öteye geçirmeyen de bunlardır. Çünkü diğer ideolojilerin ne kabulleri açık seçiktir ne ileri sürdükleri bilgiyi elde etme yöntemleri bilinir ne de bu bilgilerin doğruluğu ya da yanlışlığı, zamanın ve mekânın şimdisinde sınanabilir. Doğruluğuna ya da yanlışlığına, yalnızca inanılabilir. Hatta bunların dayandıklarını ileri sürdükleri, bilgilerinin kaynağı olarak telaffuz ettikleri nesnelerin varlığı bile tartışmalıdır. İnanırsan vardır, inanmazsan yoktur.

Ancak şunu da belirtmek gerek: Bilim dışındaki ideolojilerin, kabulleri ve bilgiyi elde etme yöntemleri açık seçik bir bilinebilirliğe sahip olmasa da, bu durum onların, bilgilerini yöntemli bir biçimde ve mantıksal tutarlılık temelinde ifade etmelerine engel değildir. İfade edişteki yöntemlilik ve mantıksal tutarlılık ise ne bilginin elde edilişindeki kabullerin açık-seçikliğinin ve geçerliliğinin ne de yöntemin ve nesnesinin bilinebilirliğinin ifadesidir. Öte yandan bilim dışındaki ideolojilerden, evrensellik iddiasına ve/veya bütüncüllük niteliğine haiz hiçbiri temel kabullerinin eleştirilmesine ve değiştirilmesine açık değildir. Çünkü bir ideolojinin temel kabullerinden birini bile değiştirdiğinizde, artık o başka ve yeni bir ideoloji haline gelir. Özellikle bütüncül ideolojilerde bunu yapabilmek hiç de kolay değildir. Değiştirmek isteyenler, istisnai konumda bulunan istisnai kişiler dışında, genellikle bir safra gibi dışarı atılır; aforoz ya da katledilerek... Ölü ya da diri, genellikle ‘çember’in dışında bırakılır böyleleri...

Bu noktada genel olarak ideoloji, birey olarak insanın ya da insanların yaşadıkları zamanın ve mekânın koşullarında, kendileri dahil olmak üzere insanı, toplumu, dünyayı, evreni, insanla anlamlanan ve insanla anlamlandırılan herşeyi, açık seçik ya da flu, akla uygun ya da akla aykırı, ama her daim “doğru” saydıkları ya da doğruluğunu yanlışlığını düşünmedikleri kabullerle, düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş boyutunda, yaşamlarına ve yaşantılarına anlam ve biçim verdikleri, “yeniden” anlama, anlamlandırma, kavrama ve açıklama etkinliğidir. Kabulleri olmayan ideoloji yoktur. Kabuller temelinde gerçekleşen her düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş, dahası bu temelde ortaya konulan her bilgi, her etkinlik, ister yaşamsal olsun isterse düşünsel; ister bireysel olsun isterse grupsal; ister düne ait olsun, isterse şimdiye ve geleceğe, her daim ideolojiktir. Bu anlamda, bilim dahil olmak üzere, felsefe, sanat, din, ahlak, siyaset, dünya görüşü, bilimcilik v.b türünden her insan etkinliği, kendi içerisinde birbirinden farklı ve/veya birbirine karşıt akımları/ideolojileri barındıran, birer ideolojidir. İnsan yavrusu, her daim tarihsel ve güncel anlamda kendisinden öncekilerce nesnelleştirilmiş, tasarımlanmış bir toplumsal ortama ve o ortamdaki ideolojiler ormanına doğan bir varlıktır. Bu hakikât, bilim insanlarından, sanatçılara, din işgüderlerine; felsefecilerden toplum mühendislerine dek her insanı kuşatır.

Ancak bu genel ideolojileri birbirinden ayıran temel ölçütler kabullerinin nelikleri ve gerçekliklerinin, yöntemlerinin bilinip bilinemezliğinin yanı sıra bu kabullere atfedilen niteliklerdir de. Keza kendi alanlarında bilgi elde etme, bilgiyi ortaya koyma yöntemleri kadar, bu bilginin doğruluğunun ya da yanlışlığının sınanabilirliği, eleştiriye açık olup olmayışları; özelde kendi nesnelerine, genelde varlığa ilişkin değerlilik ya da değersizlik ayrımı ve hiyerarşik sıralama yapışları; varlığın ileri sürdükleri bilgisine dair tekillik, tikellik, tümellik ve evrensellik, dahası kesinlik ve mutlak ya da görelilik iddiaları başta olmak üzere, bir dizi farklı ayrım noktaları da ifade edilebilir.

Buradan hareketle bilim, kendi konu alanıyla sınırlı bir biçimde, o alandaki varlığı, nesneyi, ele aldığı malzemeyi , geçerli ve dolayısıyla “doğru” addedilen, bilinen, açık seçik kabuller ve yöntemlerle, anlama, anlamlandırma, kavrama ve onun bilgisini, “neden”i ve “nasıl”ıyla, akla dayalı olarak, sistemli ve mantıksal bir tutarlılıkla, sınanabilir düzeyde ortaya koyma etkinliğidir. Bu etkinlik süreci içine giren her insan, yani her bilim insanı, o alandaki etik değerler bir yana, öncelikle ve esas olarak, kabullerin, yöntemin ve malzemenin tutsağıdır. Kendisinden önce belirlenmiştir kabuller ve yöntem... Keza varlık alanı da... O en iyi ihtimalle, varlık alanı içinde kalan malzemelerden birini seçmek ya da o alanda yeni bir malzemeyi, nesneyi inceleme konusu yapmakta özerktir yalnızca... Bu özerkliği bile malzemeyi, nesneyi incelemeye başladığında, hatta bulduğunda biter. Çünkü, veri olan kabulleri ve yöntemi değiştiremediğiniz sürece bilime götüren yegâne yol, malzeme karşısındaki tutsaklığınızdır2. Ki kabulleri ve yöntemi değiştirdiğiniz sürece gerçekliği, anlama, anlamlandırma, kavrama ve açıklama biçiminiz de değişir. Hatta ortaya koyduğunuz gerçekliğe dair bilgi bile... Bu bilginin koşulladığı değerler ve bu değerlere bağlı eyleyiş bile değişir. Acaba anlamı ve değeri değişmeyen ne kalır bu durumda; düne, bugüne ve geleceğe dair... Dolayısıyla bilim ve bilim faaliyeti bir özgürlük değil, bir özgürlüksüzlük faaliyetidir. Kaçınılmazdır ki, bu faaliyetin içerisinde yer alan bilim insanı için de geçerlidir aynı durum.

Öte yandan “bilimcilik”çiler için geçerli değildir bu. Çünkü onların ileri sürdükleri bilgiler “bilim bilgisi” niteliği taşımaz. Ama onlar dile getirdikleri, ifade ettikleri bilgilerin “bilimsel” ve dolayısıyla “doğru” olduğunda, “evrensel” geçerliliğe haiz kabul edilmesi gerektiğinde ısrarcıdırlar ve kendileri gibi düşünmeyenleri de “bilim dışı” ilan ediverirler. Çünkü bir tek kavram altında nitelenmiş olsa da bir tek “bilimcilik” yoktur. Bilimcilikler çoktur. Ancak hiçbir bilimcilik bilim değildir. Bundan dolayı, her bilimcilik, kendi dışında kalan bilimcilikleri, şu ya da bu oranda, bilim dışı olarak görür.

Bilimcilikleri karakterize eden temel özelliklerin başında, bilimin ortaya koyduğu verileri ve bilgileri, açık ya da örtük bir biçimde kendi siyasal, dinsel, etnik, sınıfsal temelli ideolojik kabullerine ya da dönemsel, güncel çıkarlarına göre yorumlama, değerlendirme ya da bunların referansı kılma gelir. Ki “bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü” sözlerinin yanı sıra, ister akademi çatısı altında olsunlar isterse dışında, “bilimsel özgürlük” ve “akademik özgürlük” sözlerini de en fazla telaffuz edenler bunlardır. Çünkü bunlar ister iktidarda olsunlar isterse muhalefette, bilim faaliyeti yürüterek bilgi ortaya koymaz. İstedikleri yegâne şey, aslında, kendi siyasal, dinsel, etnik ya da sınıfsal temelli ideolojik seçimlerini “bilimsel” sıfatı kazandırabilecek yorumlar yapabilme ve bunları da “bilim bilgisi” diye sunabilme hakkıdır. Ki bu “hak istemi” daha çok ikinciler için geçerlidir; iktidarda olanlar zaten kullanmaktadırlar akademilerdeki ya da dışarıdaki siyasal ve ideolojik temsilcileri ya da farklı kurum ve kuruluşlarıyla.

Üniversite ve akademilerdeki iktidar ya da koltuk kapma kavgalarının ve dalaverelerinin ardında da, bundan dolayı bilim kaygısı değil bilimciliklerin egemen olma kaygısı vardır. Çünkü üniversiteler ve akademilerde sanıldığının aksine, genel olarak bilim faaliyeti yapılmaz. Buralarda azca bilim çokça bilimcilik yapılır.

Başka ne yapılacaktı ki? Her akademisyenin bilim insanı olmadığı, her bilim insanının da akademisyen olarak akademilerde varolmadığı bir yerde, üretilen ya da üretilmek istenen ve “bilimsel” sıfatı ekleniveren bilgiler bilim etkinliğine dayalı olacak değildi ya... Sonuçta üretilenler, daha doğrusu çoğunluğu aktarmacılığa, birazı şerhe ve şerhe şerh3 yapmaya dayanan, “bilimsel” denilen bir formellik ve teorize edilmiş bir söylem biçimiyle yazılan “bilimsel” sıfatı addedilmiş makalelerden ibarettir. Arada “özgün” sıfatını hak eden çalışmalar da çıkar elbette... Ama bunlar “devede kulak” misalidir. Bundan dolayıdır ki, Carl Sagan’ın, “Karanlık bir dünyada bilimin mum ışığı”4ndan söz edişinde bilimciliklerin yaydığı bilgilerin payı göz ardı edilemez.

O halde bilimden çok bilimcilik yapılan günümüz üniversite ve akademilerinin asli işlevi nedir? Buralarda asli olarak yapılan nedir? “Üniversitelerde bilim üretildiği iddiası bir safsatadan ibarettir” diyen Fikret Başkaya, yukarıdaki soruya ilişkin de “Gerçek dünyada var olan üniversitelerin misyonu sömürü düzenini meşrulaştırmak, kapitalist sınıfın ihtiyacı olan ‘yetişkin işgücünü’ eğitmek ve devlet bürokrasisinin ( baskı ayağı densin) ihtiyacı olan memur taifesini ‘yetiştirmektir’”5 yanıtını verir.

Kimileri de, eski zamanlardaki kervanlarla bağlantı kurarak, nüktedanca bir eğretilemeyle “tabir-i caizse deve yağlayıcılığı” dan söz eder... Egemen olanın yoldaki kervanında yük taşıyan ya da taşımaya hazırlanan develerinin yeniden ya da ilk kez yola çıkmaya hazırlanması için... Ancak sadece deve yağlayıcılığının artık itibar sağlamaz hale geldiği yerlerde ve dönemlerde ise, develer için yiyecek yem üretmek de ekleniverir buna... Deve yağlayıcıları arasında bir yarış peydahlanıverir. Neylersiniz ki, kervancıbaşının gözüne girmek gerek...

Üniversite ve akademilerde de, iktidarın ya da kimi güçlü ve farklı iktidar odaklarının ya da birilerinin nacizane lütfuna mazhar olan “hamil-i kart yakınımdır”ların rüzgarıyla, genel olarak bilimcilik bayrağı dalgalanır. Ve bir yarıştır başlayıverir...

İşte o zaman, adlarından ve kendilerinden daha önemli ve büyük saydıkları akademik ünvanların ardından, yazılı ya da sözlü olarak, daha bir istekle vaaz etmeye, oradan buradan yaptıkları aktarmalarla, formellik standartına uygun “yem”, pardon ‘bilimsel’ sıfatı verilmiş makaleler üretmeye başlar, bu ünvanları taşıyanların büyük bir çoğunluğu... Ve bir bakmışsınız ki hepsi ‘bilim insanı’... Standarta uygun üretim yapamayanlara kalan ise, varsa yoksa, çaresizce “özgürlük” istemine sarılmaktır. Karikatürize edilmiş olsa da, istisnaları bir yana, “bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü” söyleminin hali pür meali kısaca budur. Gerisi ise, laf-ı güzâftır...

Son söz : Elbette biliniyor ki, bu konu, yani bilim, bilimcilik, ideoloji ve yanlarına ekleniveren özgürlük kavramı çok mürekkep tüketir. Birileri yukarıda yazılan önerme ve belirlemeleri, harem-i ismetlerine bir saldırı sayarken, başka birileri de bilimin ideoloji olmadığını düşünebilir ya da buna inanabilir. Birileri adlarından daha büyük akademik sıfatlara bakarak kendilerini bilim insanı sayıp, o ünvanın ardından ahkam da kesebilir. Ancak insanın hem bireysel yaşamı ve yaşantılarını, hem doğal ve toplumsal gerçekliği kabullerle anlamaya, kavramaya, anlamlandırıp anlatmaya çalıştığı hakikâtini değiştirmez bu... Dahası, kimi biyolojik etkinlikleri dışında, tüm insan etkinliklerinin kabullere dayalı gerçekleştirildiği hakikâtini de... Her kabuller demeti ise, ister sistematik bir tutarlığa dayalı olsun, isterse eklektik bir yapıya sahip olsun, her daim birer ideolojidir. Ve insan için ideolojiler ormanında ömrünü tamamlamaktan öte bir yol yoktur. ‘Sakız’lar ise çürümediği sürece bunun tadıdır; çürüdüğü ve çürümüşlüğü farkedildiği sürece ise tatsızlığı... Elbette tat alma duyumunu ve algısını yitirmemiş olanlar için...


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
** Örneğin, evrenin dününden bugününe ve yarına; olmuşundan olanına ve olacağına dek her şeyi kutsal kitapları aracılığıyla bildikleri iddiasında olan, herşeyin bilgisinin kutsal kitaplarında yazılı olduğu iddiasını taşıyan dinlerin günümüzdeki temsilcilerinin bu noktada durumları, kelimenin asli anlamında, traji-komiktir. Çünkü bunlar, bilimin varlığa, evrene ilişkin ortaya koyduğu her yeni bilgide, kutsal kitaplarının sayfalarını, bilmem kaç bininci kez karıştırmaya başlar ve sonra sözüm ona kimi şifre bulma ve okuma teknikleriyle, bu yeni bilgilerin kutsal kitaplarında zaten yazılı olduğunu keşfediverirler. Bunu keşfettiklerinde (ki keşfetmemeleri mümkündür değildir ve bir harfin ya da kelimenin bilmem kaç bininci anlamında mutlaka vardır) çocuklar gibi sevinirler. Bazen bu keşfedişler sonunda, bilim insanlarına lanetler okudukları, onları “sahtekarlık”la suçladıkları da görülür. “Kara delikler” konusu bunların en yenilerinden biridir. S. Hawkins’in “Zamanın Kısa Tarihi”nde yazdıkları sonrası, kutsal kitaplarının sayfalarına kafalarını gömüp bunun işaretini arayan gariplerim, şifreyi kısa zamanda bulup çözmelerinin ardından hemen bağıra çağıra, şen şakrak, ağızları kulaklarında ilan ederler durumu... Ama o da ne bir süre sonra, S.Hawkins, “yanılmışım” der. Sevinçleri kursaklarında kalı verir. Al başına bela!... Kutsal kitabı değiştiremeyeceklerine göre, bir yandan bin dereden su getirip değişik mazeretler ve kılıflar bulup yaptıklarını unutturmaya çalışırlar, diğer yandan da, S. Hawkins’e hakaretler yağdırırlar. Ne diyelim ki, kendi sözleriyle “Allah akıl fikir ihsan eylesin” demekten gayrı...
1 A. King, Bilim ve İktidar, sy. 105, 7. Baskı, TÜBİTAK, 2000. Yukarıdaki göndermeye referans olan paragrafın son iki cümlesinin tamamında, “bilimi daha ziyade, iktidarı ele geçirebilen ve kullanabilen iktidar sahibi erkeklerin ve kadınların ellerinde bu değişmelerin etkeni olarak işlev gören bir etken olarak da görebiliriz. Nitekim bilimsel araştırma, iktidarı zaten elinde tutanları sürekli olarak daha da güçlü kılan iktidar üretici bir santrale benzer” der, A. King. Bu durumda iktidarı ele geçiremeyenlere kalan da, ‘bilimin, bilim adamının, bilimsel faaliyetin özgürlüğü’ sakızıdır...
2 M. Ali Kılıçbay, Fernand Braudel’in “Maddi Uygarlık, Gündelik Hayatın Yapıları” adlı eserinin “ Çevirenin Önsöz”ü bölümünde, “Aslında edebiyat da bilim de bir düzenleme ve belki de bir senaryolaştırma faaliyetidir, ama bunları nihayetinde birbirinden ayıran temel nokta, malzeme karşısındaki özgürlükleridir. Malzemeye karşı özgürlük edebiyata, kölelik ise bilime götürmektedir” der.
3 A. Adnan Adıvar, “Osmanlı Türklerinde Bilim” adlı çalışmasında, Osmanlılarda bilim diye karşımıza çıkanın “şerh ve şerhe şerh yazma”dan ibaret olduğunu belirtir. Eğer günümüz üniversite ve akademilerinde yapılan şerhler ve şerhe şerh yazmalar bilim olarak nitelenirse, Osmanlı bilimin ve felsefenin fundalığı demektir ki, ne bilim ve bilim bilgisi, ne de bilimsel faaliyet bunlara indirgenemez. İndirgendiğinde de Osmanlı dönemine yapılan, kelimenin asli anlamında büyük bir haksızlık olur.
4 Carl Sagan’ın Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, TÜBİTAK tarafından yayınlanmıştır.
5 Fikret Başkaya, Üniversite Kavramı ve Faruk Alpkaya “Olayı” başlıklı makale, Haziran 2005.

07 Şubat 2009

Darwin Evrim kuramıyla hangi Tanrı anlayışını yıkıyor?

Darwin evrim kuramıyla hangi Tanrı
anlayışını yıkıyor?

Atalay GİRGİN*

“Darwin, bilimsel namus ve ahlâkın bir
heykeli sayılmaya değer.”
A. Adnan ADIVAR

Eksiklikle kaim, tamlık ve mükemmellikten arî Tanrı tasavvuruna sahip kesimler, dogmalarının sorgulanmasına, sarsılmasına neden olan bilimsel kuramlar karşısında saldırganlaşırlar. Böylesi bilimsel kuramları ve onları ileri sürenleri hemen hedef seçerler. Kuramı ileri süren ve savunanları, ateistlik ve dinsizlikle, hatta daha da ileri gidip, din düşmanlığıyla itham ederler. (Yeri gelmişken belirtip geçeyim : Ateizm ve dinsizlik, yani varolan herhangi bir dine inanmama durumu, itham ya da suçlama konusu olacak birşey değildir. Aksine, ateizm de bir inançtır.)

Bilim tarihinde, ileri sürüldüğü andan başlayarak, toplumu sarsan ve daha sonraki kuşakların da düşünüşü, söyleyişi üzerinde etkisini sürdüren, yukarıda belirttiğim türden suçlamalara maruz kalan çok az kuram vardır. Bu tür kuramlar, toplumsal olarak egemen olan, otorite kabul edilen kurumların,-ki bunların başında din ve devlet gelir- kendi temel kabullerine ve insanlara sundukları paradigmalara karşıt olduğunu düşündükleri kuramlardır.

Onların düşünmeleri ve kuruntuları bir yana. Bazı yeni bilimsel kuramlar, egemen olan ve egemenliğini yitirmek istemeyen güçlerin, kurum ve otoritelerin, doğruluğu ve yanlışlığının bile sorgulanmasını düşünmedikleri, istemedikleri paradigmalara karşıt olabilir. Ancak hiçbir bilim adamı, bunun istisnası var mıdır bilemiyorum ama, araştırmalarını dinlerin / devletlerin paradigmalarını yıkmak kabulü üzerinden yapmaz. Eğer salt böylesi saplantılı bir kaygıyla hareket edenler ve gerçekliği kendi kabullerine, varsayımlarına uydurmaya çalışanlar varsa da foyaları kısa zamanda açığa çıkar.

Bunun temel nedeni, bilimin, akla dayalı bir biçimde, apaçık bilinen kabullerden hareketle ve bilimsel bir yöntemle, belli bir alanda gerçekleştirilen, eleştiriye, sorgulamaya açık bir etkinlik olmasıdır. Ki burada, kabuller ve yöntemler bile eleştirilip sorgulanabilir. Hatta değiştirilebilir bile… Dolayısıyla, insanların, insana, topluma, dünyaya ve evrene ilişkin daha önceki bakış açılarını, anlamlandırmalarını etkileyen, sorgulatan ve hatta değiştirmeye yönelten bilimsel temelli paradigmaların ortaya çıkmasına neden olan kuramlar din karşıtlığının sonucu olarak ortaya çıkmamıştır. Aksine bunların din karşıtı olduğunu ileri sürenler, ellerindeki dogmalar manzumesini ne yapacaklarını bilemeyenlerdir. Çünkü ne değiştirebilir ne de yeniden yazabilirler. Yaz boz tahtası olmadığı gibi karalama defteri de değil ki mübarek.

Paradigma yıkan iki bilimsel kuram

İşte bunlardan biri, Aristoteles’in kuramlaştırdığı, Batlamyus’un geliştirdiği Hıristiyanlık ve İslamiyet’in de dogmasına dönüşen “Yer merkezli, sonlu ve sınırlı evren anlayışı”nı, yıkan kuramdır. Ki bu, “Dünya dönüyor” dediği için Galileo’nun engizisyon mahkemesine çıkartılıp ölümüne dek ev hapsinde yaşamak zorunda kalmasına; bir adım daha öteye gidip, “Evren sonsuz ve sınırsızdır” diyen G. Bruno’nun yakılarak öldürülmesine neden olan kuramdır. Bugün hiçbir semavi din kurumu ve yetkilisi, Kopernik, Galileo ve Kepler’le gelişen ve genel kabul gören kozmolojik anlayışın doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmıyor artık. Ama ne hikmetse, bunun tam karşıtı olan kendi doğmalarını da basıp yazılı olarak yaymaktan vazgeçmiyor. Kutsal kitaplarda yazılı olanı silip değiştiremeyecekleri için de şimdilik, yalnızca tevillerini, tefsizlerini, yerin evrenin merkezi olmadığı ve evrenin sonsuz ve sınırsız olduğu kabulüne dayanan kozmoloji anlayışına uydurmaya çalışıyorlar. Bu, “deveye hendek atlatmaktan zor” olsa da, bilim dogma dinlemez ki…

Diğer kuram ise, başlıktan da anlaşılacağı üzere, Darwin’in Evrim kuramıdır. Bu kuram, kuramların genelliği prensibi gereğince, tüm canlıların, türlerin değişimi ve evrimine ilişkindir. Dahası, Darwin’in bu kuramı ileri sürdüğü günden bu yana geçen 150 yıl içinde yapılan bilimsel çalışmalar, “evrim düşüncesinin bir varsayım, bir kuram olmaktan öte, bir olguyu yansıtan bir gerçek olduğunu kanıtlamıştır.”1 da denilmektedir. Buna rağmen, asıl tartışma ve fırtına bir tür olarak insanın evrimi üzerinde kopmaktadır. Çünkü evrim kuramı, insanın Adem ile Havva’dan geldiğine ilişkin, tek ve aynı Tanrı kabulüne dayanan üç dinin temel yaratılış dogmasını yıkmaktadır; ona karşıttır. Ve aksine ilk insansıların ve evrimleşme sonucu da ilk insanların, bir tür olarak, yer kürenin değişik yerlerinde farklı zamanlarda ortaya çıkabilirliğini olanaklı kılmaktadır. Bunun ise semavi dinler tarafından kabul edilebilir her hangi bir yanı yoktur. Çünkü bunu kısmen bile kabullenmek, “yer merkezli, sonlu ve sınırlı evren” dogmasından sonra, “Adem ile Havva” doğmasından da vazgeçip, tabir-i caizse “tası tarağı toplama”ya girişmektir. Bu ise, öte dünya neyse de, bu dünyanın, iktidar başta olmak üzere iktidarla gelen bir çok nimetinden vazgeçmektir. Hem de çoookk nimetinden…

Ve onlar da vazgeçmediler zaten. İşte bu vazgeçmeyen ve tartışmanın tarafı olanlar, daha doğrusu bu kuramın karşısında konumlanarak bir tartışma başlatan ve kendilerini bunun muhatabı kılanlar, başta zamanın önde gelen Kiliseleri ve piskoposları olmak üzere, sonradan bunların peşinden giden dinsel temelli, saplantılı ve yanılsamalı siyasal-ideolojik bilinç halleriyle malûl Müslümanlar ve Yahudilerdir. Ki günümüzde bunlardan kimileri, bazı uluslararası kuruluşların yeşil dolarlı finanssal desteğiyle, Darwin ve evrim karşıtı olma çığırtkanlığında, yağlı güreşlerin ünlü “Çığırtkan Ali”sini bile geride bırakmışlardır. Efendilerine her cent’in hakkını nasıl verdiklerini göstermek istercesine, ucuz pahalı kitaplar basıp köşe başlarında bildiri misali parasız dağıtmaya dek vardırmışlardır işi. Artık şunu açıkça söylemek mümkündür : Darwin ve evrim karşıtlığı, ortaya çıkışından bu yana, dinin toplumun geniş kesimleri üzerindeki etkisini istismar ederek iktidar olmak ya da varolan iktidarlarını yitirmek istemeyen güçlerin siyasal, ideolojik hegemonya mücadelesinin temel argümanlarından biridir. Bilimsel herhangi bir değeri yoktur. Hatta mükemmellikten azade ve eksiklikle malûl Tanrı tasavvurlarına herhangi bir katkısı da…

Darwin ve evrimin yıktığı Tanrı anlayışı

Felsefede birbirinden farklı anlayışlar ve yaklaşımlar olsa da; genel olarak Tanrı / Allah, mükemmel ve kendisinde eksikliğin varolmadığı bir varlık olarak tasavvur edilir. Ne var ki Tanrı / Allah, neliği olup gerçekliği olmayan bir kavramdır. Bundan dolayı da gerçekliği olan değil, aksine salt düşsel, düşünsel bir varlığa tekabül eder. Tamlık, mükemmellik ve eksiklikten arî olmakla nitelenmesinin temel nedeni de budur. Bu niteliklerinin yanı sıra, hep kendi kendisiyle aynı kalandır. Tüm düşünsel varlıklar gibi, zamandan ve mekandan, dolayısıyla değişmeden, gelişmeden ve varoluştan da arîdir. Gerçekliğinin olmamasının nedeni de budur, bütün düşsel, düşünsel varlıklar gibi.

Mükemmel bir varlık olarak tasavvur edilen Tanrı / Allah her şeye kadirdir. Bir gün iyi, güzel, doğru, sevap, vb. dediğine, bir başka gün kötü, çirkin, yanlış günah, vb. demez; diyemez. Çünkü çelişkiden ve tenakuzdan da arîdir. Çelişki bir eksikliğin göstergesidir ve mükemmellikle bağdaşmaz. Tıpkı yalan söylemek gibi. Kendisinin dışındaki tüm varlıkların varlığa gelmesinin nedeni ve yaratıcısı olan Tanrı’nın yalan söylemesi gibi, kin gütmesi, kızıp öfkelenmesi de bir eksikliktir. Keza, kendi yarattıklarına tuzak kurması da… Öte yandan, her şeye kadir olmasına rağmen, kendi yarattığı bir varlığa, çoğalmak için, daha sonra günah olarak niteleyeceği ensest seçeneğinden başka çıkar yol bırakmamak da bir eksikliktir. Bu Tanrı’nın mükemmelliği ve tamlığıyla bağdaşmaz. Böyle bir Tanrı tasavvuru, Tanrı kavramının neliğine de aykırıdır. Tanrı’nın eksiklikli ve acz içinde olduğunu düşünmektir.

İşte “Adem ile Havva” kabulüne dayanan “yaratılış” yaklaşımı da tamlık ve mükemmellikten arî ve eksiklikle kaim bir Tanrı tasavvurunun ürünüdür. Çünkü her şeye kadir bir varlığın, kendi yarattıklarına günahtan başka seçenek bırakmaması ya da bırakmadığının düşünülmesi, “hikmetinden sual olunmaz” dense de, onun neliğine aykırıdır.

Buradan hareketle; Darwin, herhangi bir Tanrı anlayışını, tasavvurunu yıkmayı düşünerek başlamadı bilimsel çalışmalarına. Ama O, bunu düşünmese ve böyle bir kaygı taşımasa da, Evrim kuramıyla, Musevilikle başlayıp Hıristiyanlık ve İslamiyet’le devam eden bu eksiklikle malûl Tanrı anlayışını yıkmaktadır. Özellikle de insanın yeryüzündeki serüveni, yani “Adem ile Havva” konusunda geçerlidir bu. Çünkü evrim kuramı, insanın, hem “yaratılış mitosu” dışında varolabileceğini düşünmenin, sorgulamanın kapılarını açtı hem de salt düşünmeden öte, bunun varlığının akli, maddi ve bilimsel dayanaklarını ortaya koydu. Darwin’den günümüze yapılan çalışmalarla evrimin, artık bir olgu olarak kabul ediliyor olması da bunu pekiştirmektedir. Kuramdan olguya evrimin işaret ettiği de odur ki, zaten Tanrı, eğer varsa ya mükemmellik ve tamlıkla kaim olarak vardır ya da yoktur; bir hiçtir. Bundan dolayı, eksiklikle, mükemmellikten azadelikle, çelişki ve tenakuzla tasavvur edilip var kabul edilen Tanrı anlayışlarının, sırra kadem basma vaktidir artık.

A. Adnan Adıvar’ın, “bilimsel namus ve ahlâkın bir heykeli sayılmaya değer” dediği Darwin, Evrim teorisiyle, mükemmellikle kaim, tam ve eşsiz bir Tanrı anlayışını yıkmamıştır. Aksine, eksiklikle, çelişki ve tenakuzla malûl, öfkelenen, kızan, yarattıklarına tuzak kuran, bir gün mûbah saydığını bir başka gün günah sayan bir Tanrı / Allah tasavvurunu yıkmıştır. Bundan dolayıdır ki, Darwin ve Evrim teorisine en şiddetli tepkinin, hakaretlerle bezenen öfkenin, böylesi eksikli bir Tanrı tasavvuruna sahip kesimlerden gelmesi ne rastlantıdır ne de nedensiz.

Ama onlara rağmen, 2009 Darwin yılı ve 12 Şubat Darwin Günü şimdiden kutlu olsun, aklın ve bilimin aydınlığını yitirmeyen herkese. Çünkü bilim, Darwinler, Galileolar’la, aklını paranteze almışların dogmalarla yarattığı karanlığı, bu dogmaları yıka yıka aydınlatmayı sürdürüyor ve sürdürecek de… Hem de her şeye rağmen!

· Felsefe Öğretmeni; http://www.atalaygirgin.blogspot.com/

1 Adam Şenel, İnsan ve evrim gerçeği, sy.16, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2004.

24 Ocak 2009

Eğitimsiz İnsan Felsefesiz Eğitim...?

Eğitimsiz insan felsefesiz eğitim…?1

Atalay Girgin*

Eğitim, insan ve felsefe. Bu üç kavramı birbirinden ayırabilmek mümkün müdür? İster öğrenci, ister öğretmen, isterse veli olsun, toplumdaki bir çok insan, eğitim ve eğitimli insan neyse de, “felsefeye ne gerek var? Felsefe ne işimize yarayacak ki” diye düşünebilir. Dahası düşünmektedir de… Yalnızca veliler, öğretmenler ve öğrenciler değil, toplum içerisinde etkili ve yetkili konumda bulunan, “kanaat önderi” olarak görülüp düşüncelerine değer verilen bir çok kişi de dahildir bunlara.

Ne var ki işin aslı hiç de öyle değildir. Çünkü böylesi düşüncelere kapılan ya da bu tür düşünceleri telaffuz edenler yanılmaktadırlar. Kendi yanılgılarını, yanılsamalarını yüksek perdeden dile getirip yaygınlaştırmakla da başkalarının; özellikle de düşünme, sorma, sorgulama alışkanlığına sahip olmayanların ya da yeni başlayanların yanlışlarına zemin hazırlamaktadırlar. Toplumun büyük bir kesiminin başlangıçta gereksiz gördüğü felsefeden, giderek korkmalarına da neden olmaktadırlar.

Böyle düşünen insanlarla karşılaştıkça, şairin “derya içre olup da / deryayı bilmeyen balıklar misali” dizeleri gelir aklıma… Ve merak ederim hemen : Bu insanların felsefeye ilişkin dile getirdikleri, art niyetli ve peşin hükümlü düşünceler ne denli bilinçli ya da bilinçsizce, diye… Çünkü bu iki tutum arasında dağlar kadar fark vardır.

Bilinçli bir biçimde bu düşünceleri yayan ve yaygınlaştıranlar, aslında kendilerinin dışında kalan ve etkisi altına aldıkları insanları, içinde bulundukları deryada o deryayı bilmeden, anlamadan, sormadan, sorgulamadan yaşayan balıklar gibi tutmak isteyenlerdir. Bilinçsizce bu düşünceleri dile getirenler ise kendilerinin de ne durumda bulunduğunun farkında olmayan, aslında bir balık misali yaşayan ve yalnızca duyduklarını ya da kulaklarına fısıldananı yaymaktan başka işlevi olmayanlardır. Bilinçli ya da bilinçsizce birincilerin hizmetkarlığını yapmaktadırlar. (Birincilerin kimin/kimlerin hizmetkarlığını yaptıkları ve karşılığında ne ya da neler aldıkları/umdukları ise apayrı bir konudur.)

Oysa bunu yaparken, şunu da unutmakta ya da anımsamamaktadırlar : Bilinçli ya da bilinçsizce, gönüllü ya da gönülsüzce, hizmetkarlar ve hizmetkarlığa amade olanlar var olduğu sürece efendiler ve onların farklı kılıklar altındaki temsilcileri hiç eksik olmayacaktır. Tarih boyunca olduğu gibi, yerlileri bulunamadığında Atlantik’in öte ya da beri yakasından, eski ya da yeni kıtadan, “allanıp pullanmış” olarak arz-ı endam eyleyiverecektir “sıfır kilometre”de birileri… Bilin bakalım : Kimin için ve kimlerin adına?

“Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya” değer mi?
Bu tür yanılsamalı bilinç yaygınlaştırmalarından en fazla etkilenenler de her toplumun genç ya da yeni yetişen okul çağındaki nesilleridir. Zaten amaç da budur. Bu ise nedensiz değildir. Çünkü, şairin dediği gibi, nasıl ki “her ömür kendi gençliğinden vurulur”sa, her toplum da kendi gençliğinden teslim alınır. Hem de farkına bile varamadan, güle oynaya, hayır dualarla birlikte…

Kendi felsefeleri olmayanlar ve kendi aklıyla düşünüp, kendi gözleriyle görüp algılamayı başaramayanlar, felsefeye küfrede küfrede, başkalarının felsefeleriyle giderler, dünya istikametinden ahiret istikametine doğru… Ya da onlar için, çağımızda yüzlerini bile görmedikleri ve asla göremeyecekleri efendilerinin tasarlayıp hazırladığı mezbahalara… Başkalarının kendileri için rotasını, krokisini çizdikleri, ana hatlarıyla tasarladıkları bir ömrü yaşarlar farkına bile varmadan. Aslında ödünç alınmış/verilmiş bir hayattır bu ve verenler canlarının istediği zaman, diledikleri yol ve yöntemlerle alırlar verdiklerini geri. Bazen “burunlarından fitil fitil getire getire”; bazen… Ama yine de efendilerin her kılığa bürünen temsilcilerinin, yalanları doğru; yarattıkları ve yaydıkları yanılsama ve hallüsünasyonlar gerçek görünür onlara. Bundan dolayı olsa gerek ki, “Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez” der Sokrates.

Oysa, kültürün içerisinde yer alıp da, şu ya da bu ölçüde, temelinde felsefenin olmadığı ve felsefe tarafından konu edinilemeyecek hiçbir etkinlik yoktur. Toplumun büyük bir çoğunluğu farkında olmasa da yaptıkları her işte felsefe ve felsefi düşünce, kendi suretlerinden daha yakındır kendilerine.

Bundan dolayı, ona en çok karşı çıkanlar bile kaçınamaz, kaçamaz felsefi düşünmeden ve felsefi düşünceden. Ve bu düşünce, yaşamlarının bir çok anında, karanlıkta yanıp sönen ışık misali parlayıp geçer ansızın. Bazen söze dökülür, kıssadan hisse misali… Örneğin, “Ya göründüğün gibi ol ya olduğun gibi görün”. Kısacık bir cümleciktir. Ama üzerine saatlerce konuşmaya, sayfalar dolusu yazmaya neden olabilecek denli derin ve anlamlıdır. Bir etik, yani ahlak felsefesi; daha da ötesinde bir yaşama felsefesi dile gelir bu sözde. Kaçımız bilmez ki bu sözü? İyi de kaçımız uyar bu sözün hükmüne? Kaçımız düşünür bile isteye bunun üzerine? Ya da “Eline beline diline sahip ol” üzerine kaçımız düşünür, kaçımız uyar hükmüne? Neyse… Daha fazla uzatmayayım.

Felsefi düşünme ve düşünceden kaçınılamayacak olmasının temel nedeni şudur : Felsefenin ve felsefi düşüncenin, insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve insanın anlamlandırdığı her yerde ve her tür tümel ve düşünsel etkinlikte, açık ya da örtük, bilinçli ya da bilinçsizce hareket noktası olmasıdır. Örneğin; konumuz bağlamında eğitimi ele alalım ve bir soruyla başlayalım :

Felsefesiz eğitim var mıdır?
Eğitimi insandan insanı eğitimden ayırabilmek mümkün değildir. Çünkü eğitimsiz insan, insansız eğitim yoktur. Bunun temel nedeni, insan yavrusunun toplumsallaşma ve insanlaşma sürecinin eğitimle başlaması, onunla gelişmesi ve genel sistematik eğitim-öğretim-öğrenim eşliğinde de devam etmesidir.

İnsan yavrusunun eğitimi, doğduğu andan itibaren, her ailenin kendi meşrebince, kendi değerleri, alışkanlıkları ve kabulleri temelinde yapılır. Çocuk, kendisine varolanlar evreninin kapısını açan anadilini orada öğrenir. Bundan dolayı hiçbir anadili ve hiçbir dil bir diğerinden ne daha kutsaldır ne de daha değerli. Yeni yeni öğrenmeye başladığı anadiliyle, varolanlar her geçen gün nesneye dönüşmeye başlar çocuk için. Durmadan sorar, “Bu ne? Bu ne? Bu ne? …”. Verdiğiniz yanıtı unutur ve çok geçmeden yeniden sorar aynı şeye ilişkin, “Bu ne?” diye. Küçücük çocuğun, bıktırıcı soruları karşısında, sizinle dalga geçtiği hissine, düşüncesine bile kaptırabilirsiniz kendinizi. Oysa böyle bir niyeti ya da kaygısı yoktur. O, neredeyse her şeyiyle yeni ve yabancısı olduğu, ilk kez karşılaştığı ve ana karnında tanıması ve bilgisine sahip olması olanaksız olanların ne olduğunu merak etmektedir yalnızca. Merakını giderebilecek öğretmen de öncelikle en yakınında bulunanlardır; ailesidir. Ki çocuğun damak tadı, yeme içme alışkanlıkları bile bu ortamda oluşur. Önyargılarının, korkularının, davranış biçimlerinin, iyi-kötü, güzel-çirkin, pis-temiz, günah-sevap, vb. anlayışlarının bile temeli, doğruları ve yanlışlarıyla burada atılır.

Ancak devlet başta olmak üzere, bir toplumda bulunan hiçbir güç odağı için, eğitim yalnızca aileye bırakılabilecek denli önemsiz ve basit değildir. Aile bireylerinin kendisinden öncekilerden gördükleri ve edindikleri bilgiler temelinde gerçekleştirdikleri eğitim, genellikle düzensiz ve sistemsiz olarak görülür. Bundan dolayı belli bir yaştan sonra, çocuğun eğitimini yasal-zorunluluklar temelinde devlet üstlenir. Bunun yanı sıra, tarih boyunca dünyanın her yanında toplumsal olarak iktidar mücadelesi yürüten farklı siyasal, dinsel bazı güç odakları da ailelere sundukları sözüm ona ekonomik avantajlarla (ki bu tarihte genellikle zor yoluyla yapılmıştır), çocuklarının eğitimine talip olurlar; onları köylerinden, kasabalarından toplayıp belli mekanlarda, istedikleri biçimde eğitirler. Hangi sözüm ona kılıflar ve niyetlerle sunulmuş olursa olsun bu nedensiz değildir.

Bunun nedeni, eğitimin, genel sistematik eğitim-öğretimin, üç temel işlevinde saklıdır. Ki eğitimin bu işlevleri, siyasal-ideolojik, kültürel ve ekonomik işlevlerdir. Bunların içinde başat olan, her daim öne çıkan da siyasal-ideolojik olanıdır. Bu eğitim-öğrenim süreci içinde çocuk, her geçen gün yavaş yavaş biçimlendirilir. Çünkü “eğitim”, egemen anlayışa göre genel olarak, “bireye yaşantısı yoluyla kasıtlı ve istendik davranışlar kazandırma sürecidir”. Ne birey olarak öğrencinin kendisi farkındadır bunun ne de ailesi. Çünkü buradaki biçimlenme düşünüş, söyleyiş ve davranış düzeyinde ve zaman içinde kendini gösterip ete kemiğe bürünür. Düşünce, söylem ve davranış boyutunda insanı belirlemeye ve biçimlendirmeye yönelen her eğitim anlayışının temelinde bir felsefe vardır. Öte yandan bu, açık ya da örtük bir toplum mühendisliği yapılmakta olduğunun da göstergesidir.

Bundan dolayı, dünyanın neresinde olursa olsun, “Nasıl bir eğitim?” sorusunun ortaya atıldığı her yerde, aslında asıl tartışılan ya da söylenmek istenen başka bir şeydir. Çünkü “Nasıl bir eğitim?” sorusunun yanıtına temel teşkil eden “Nasıl bir insan?”, “Nasıl bir toplum?” sorularının yanıtlarıdır. Bu üç soru da felsefidir. Var olan, yani mevcut eğitim anlayışı ve onunla biçimlendirilen insan ve onlarla oluşturulan toplum karşısında, çok farklı saiklerle de olsa eleştirel, soran, sorgulayan bir yaklaşımın, anlayışın ifadesidirler. Bu noktada aslında söylenen şudur : Mevcut eğitim anlayışı, bizim istediğimiz insanı ve toplumu oluşturmada yeterli işleve sahip değildir. Dolayısıyla, kendi istediğimiz bir toplum için buna uygun bir eğitim sistemi kurmalı ve yeni nesilleri ona göre yetiştirmeliyiz.

Bu durumda, bir kez daha belirteyim : “Nasıl bir eğitim?” sorusunun altında yatan, dünyanın her yerinde, birilerinin “Nasıl bir insan istiyoruz?”, “Nasıl bir toplum istiyoruz?” sorularına verdiği yanıtlardır. Bu birilerinin kim ya da kimler olduğunu düşünme ve bulma işini sizlere bırakıyorum.

Ancak her iki soru da, bugün sorulmuş ve yanıtlanmış olsa bile, geleceği tasarlamaya, inşa edip biçimlendirmeye dönüktür. Yani en iyi ihtimalle, istenen eğitim anlayışı, modeli ya da programının uygulanmaya başlanmasından on yıl sonra ilk ürünlerini verecektir. Böyle bir yaklaşımın üzerinde yükseldiği ya da yükselmesi gereken üç soru daha vardır : Birincisi, eğitim nedir; ikincisi, insan nedir; üçüncüsü ise toplum nedir, sorularıdır. Ve bunların tümü, temel felsefi sorulardır. Keza yanıtları da felsefidir. Bu yanıtlar, toplumdaki farklı güç ve iktidar odaklarının kendi siyasal, ideolojik, dinsel, hatta bilimsel, vb. kabulleriyle şekillendirildiğinde bile böyledir.

Bir genelleme düzeyinde düşündüğümüzde, hiçbir veli, hiçbir öğrenci ve hatta hiçbir öğretmen –bunların istisnaları elbette vardır-, çocuğun “Nasıl bir toplum?” için, “Nasıl bir insan?” olarak yetiştirildiğini bilmez; sormaz, sorgulamaz. Veli çocuğunu hazırlayıp okula gönderir. Öğretmen elinde programı, planı ve ders araç gereçleriyle işini yapar. Yüzeysel olarak bakıldığında felsefenin zerresi yoktur bu yapılanlarda.

Ne var ki, felsefe, işte tam da, eğitim sürecinde herkesin rutin bir biçimde yaptığı tek tek etkinliklerin ardında, temelindedir. Sormadan, sorgulamadan asla kendini göstermez; parçadan bütüne, bütünden parçaya yönelip kavranmadığı sürece fark edilmez. Sormanın, sorgulamanın arz-ı endam eylemediği yerde ise onu yalnızca, “Nasıl bir insan?”, “Nasıl bir toplum?” sorusuna yanıt verenler bilir. Teknik olarak programları hazırlayanların bile büyük bir bölümü bilmez ya da düşünmez bunu…

Sözün özü : Felsefesiz eğitim yoktur. Felsefe derslerini kaldıran, okutmaktan vazgeçen eğitim sistemlerinin bile temelinde felsefe vardır. “Felsefe ne işimize yarayacak ki? Felsefe dersine ne gerek var?” diyen, hatta ona, en yakışıksız sözleri yakıştıranlar bile, kurtulamaz felsefenin halesinden… Kaçamaz. Kaçtığını sanır. Ama aslında “kaçtığı yer kaçamadığı yerdir” insanın. Ne var ki, farkında olmayınca, düşünüp bilmeye cüret etmeyince, “derya içre olup da / deryayı bilmeyen balıklar misali” yaşayınca insan, kurtulduğunu sanır felsefeden ve felsefi düşünceden… Yanılsama gerçekliğe galebe çalar. Ve gerçeklik sırra kadem basar. Uyku vaktidir artık felsefe değil. Zaten felsefi düşünme de ayık insanların ayık zihinlerle, aklını hiç bir şeyin ipoteğine vermeden, sorarak sorgulayarak, eleştirel ve genel düzeyde, tutarlı bir biçimde gerçekleştirdikleri düşünsel bir etkinliktir. Kurbağa misali, kuyunun dibinde yaşayıp da gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sananların yaptığı bir etkinlik hiç değil... Aralık 2008

1 İlgilisi için not :Bu yazı bir okul dergisi için hazırlanmıştı; malum gerekçelerle yayınlanması uygun görülmedi.. Ben de birkaç sözcük dışında bir değişiklik yapmadan, öylece bıraktım; bir çok şeyi de anımsatmaya devam etsin diye... Malum “unutmak teslim olmaktır”…
* http://www.atalaygirgin.blogspot.com

18 Ocak 2009

Kanla Beslenen Siyonist Devlet

Kanla Beslenen Siyonist Devlet

Fikret Başkaya

Siyonist İsrail devletinin yaptığı her katliamın ardından tepkiler yükseliyor. Gösteriler, yürüyüşler yapılıyor, İsrail ve Amerikan bayrakları yakılıyor. İsrail’in koşulsuz destekçileri ABD ve Avrupa lânetleniyor, insanlar Filistin’de ölenler, yaralananlar, evleri yıkılıp aç, susuz, çaresiz kalanlar için ağlıyor... “Konunun uzmanı” medya yorumcuları ve gazetelerin köşe yazarları siyonizmden, koloniyalizmden, emperyalizmden hiç söz etmeden saatlerce konuşup, sayfalarca yazıyor... Televizyon stüdyolarına davet edilen “seçkin dış politika dehaları” neden sorusunu yok sayıp, nasılla idare ediyor ve derin tahliller yapıyor... Ve İsrail’in saldırıları daha da yoğunlaşarak devam ediyor. Her saldırı, her katliam, her yıkım sanki bir ilkmiş gibi algılanıyor ve öncekileri unutturuyor. Bu tepkiler haklı, insânî ve yerinde lâkin kınamak, lânetlemek, üzüntü duymak, ağlamak, hicâb duymak, Filistin halkının yüzyıllık trajedisine son vermeye yetmiyor, çekilen acılara dermân olmuyor, olması mümkün değil.

Spinoza, gül, ağla ama anla[1] demiştir. Zira, anlamak aşmaktır. Filistin halkının binlerce yıldır üzerinde yaşadığı topraklar neden ve nasıl sömürgeleştirildi? Filistin’in Müslüman-Arap halkı neden topraklarından kovuldu? Neden Filistin’de Ürdün’de Suriye’de, Lübnan’da Mısırda mülteci kamplarında yaşıyor ve neden kesintisiz terör, katliam ve vahşete maruz kalıyor? Siyonist devlet ne menem birşeydir, varlık nedeni ve misyonu nedir? Neden sömürgeci/emperyalist ülkeler [ABD, AB ve uzantıları] İsrail’in katliamlarını sadece desteklemekle kalmıyor üstelik onu özendiriyor? Türkiye’de insanlar siyonist vahşetten büyük utanç ve ızdırap duyar katliamları lânetleyip, mahkum ederken TC ne yaptı, ne yapıyor? Hükümet çevrelerinden yapılan açıklamalar ne anlama geliyor. Türkiye’de kaç kişinin İsrail/ Türkiye arasındaki “stratejik ittifaktan” haberi var? Onyıllardır onuru için mücadele ederken, insanlığın insanlığını da test eden, insanlık suçunu ve ayıbı yüze vuran Filistin halkının dramı nasıl sona erebilir?

Siyonizm, ırkçı/şoven bir ideoloji ve politik bir harekettir. Sanıldığı ve iddia edildiği gibi dinle, Yahudilikle ilgili değildir, dolayısıyla Yahudi çoğunluğunu temsil ve angaje etmiyor. Seçilmiş halk, vaadedilmiş topraklar, vb. gibi bir dizi dinî efsane ve ideolojik söyleme dayanıyor. Kutsal metinlere yapılan gönderme, Hristiyanları ve Yahudileri aldatmayı, onların gözünde koloniyalist/emperyalist yayılmayı, etnik temizliği, katliamları ‘meşrulaştırma’, ‘kabullendirme’ amaçlı ideolojik bir manipülasyondan başka birşey değildir. Irkçı bir ideoloji olan siyonizm, doğası gereği yabancı düşmanlığı üzerine inşa edilmiştir ve başka halklarla bir arada yaşaması bu yüzden mümkün değildir. Filistin halkına yönelik sürekli saldırının, katliamların ve etnik temizliğin gerisinde, siyonizmin bu inkârcı/dışlayıcı/yok sayıcı/yok edici niteliği yatmaktadır. Dünyanın dört-bir yanına dağılmış Yahudileri bir ülkede toplama projesinin gerisinde, başta İngilizler olmak üzere Sömürgeci/emperyalist güçler ve onların çıkarları vardı.

Başka türlü ifade etmek gerekirse, siyonizm, emperyalist amaçlar için araçlaştırılmış, ırkçı/yayılmacı bir politik harekettir. Siyonist rejimin tüm katliamları ‘öz-savunma’, ‘meşru müdafaa’, siyonizme yönelik eleştiri anti-semitizm, siyonizme karşı direniş de terör sayılıyor. Böylece siyonist İdeoloji ve hareket hem bir tür ‘dokunulmazlık’ kazanıyor hem de ideolojik terör estirme olanağı elde ediyor. Siyonizm düşmansız yaşayamaz ve eğer gerekirse mutlaka sanal bir düşman yaratır. Siyonistler Hitlerin iktidara geldiği günden emperyalist savaşın sonuna kadar Nazilerin en büyük müttefiki ve destekçisiydi... Irkçı Nazilerle, ırkçı siyonistlerin çıkar ortaklığı söz konusuydu. Zira, Aryen ırkın temizliğini öncelikli amaç olarak gören ve saf Almanların [âri ırkın] egemen olduğu bir dünya kurmak isteyen Naziler, başta Yadudiler olmak üzere “kirli ırklardan” kurtulmak, Yahudileri Almanya’dan atmak istiyorlardı. Filistin”de bir devlet kurmak isteyen ve kendilerini seçilmiş halk sayan ırkçı siyonistler de Alman Yahudilerinin göçertilmesi için her yolu deniyorlardı. Oysa Hitler iktidara geldiğinde siyonist harekete katılan Alman Yahudilerin oranı sadece %5 civarındaydı... %95’i dinlerine, kültürlerine sahip çıkarak Almanya’da yaşamaktan, orada kalarak sivil hakları için mücadele etmekten yanaydı... Yazar ve gazeteci, siyonizmin önde gelen liderlerinden Theodore Herlz boşuna: “Anti-semitler [Yahudi düşmanları] bizim en iyi müttefiklerimiz olacak” dememişti.

Filistin'de gerçekleştirilen etnik temizlik, sürgün ve sürekli devlet terörü, bir dizi yalan, hurafe ve ideolojik söylemle de desteklendi. Birincisi, Filistinlilerin gönüllü olarak yurtlarını terkettikleri yalanıdır. İkincisi, halksız bir toprak, toprağı olmayan bir halk için sloganıyla ifade edilendir. Üçüncüsü, siyonist İsrail devletinin kuruluşunun uygarlaştırıcı bir girişim olduğu; Dördüncüsü, Filistin halkına yakıştırılan sıfatlarla ilgilidir, buna göre Araplar: “ ilkel, terkedilmiş, yağmacı, talancı, haydut, soyguncu, hileci, yakıp/yıkan, Yahudileri terörize eden, vb. bir topluluktur... Kendi dışındakini bu şekilde tanımlamak her zaman sömürgeciliğin vazgeçilmez/değişmez kuralıdır... İşte bu yüzden Filistinliler mutlaka Filistin'den atılmalıydılar... Beşincisi de, siyonist devletin Yahudilerin Arap tehdidine karşı yürüttükleri soylu bir kurtuluş savaşı sonucu kurulduğu safsatasıdır. Filistinlilerin gönüllü olarak yurtlarını terkettikleri iddiası siyonistlerin bir uydurmasıydı, dolayısıyla üzerinde durmaya gerek yok. Halksız bir toprak... söylemine gelince, Filistin toprakları siyonistler tarafından sömürgeleştirilmediği dönemde, bölge Osmanlı İmparatorluğundan koparılıp, İngiltere’nin mandası altına girdiği 1917 yılında orada %98’i Müslüman olmak üzere 1 milyondan fazla insan yaşamaktaydı. Geri kalan %2’yi de Hristiyan ve Yahudi azınlıklar oluşturuyordu. Görece refah içinde yaşayan bir halk söz konusuydu. Şimdilerde Lübnan, Suriye, Ürdün, Gazze ve Batı Şeria’daki kamplarda yaşayan mülteci nüfus 4 milyon civarındadır. Mülteci kamplarındaki bu 4 milyonluk nüfus, Siyonist devletin kuruluşunun ilan edildiği 14 Mayıs 1948 öncesi ve hemen sonrasında yurtlarından kovulan 800 bin Filistinlinin çocuklarıdır... Fakat İsrailli siyonist resmi tarihçilere göre, söz konusu 800 bin nüfus, Arap devletlerinin çağrısı üzerine ülkelerini terkettiler... Siz hiç davet üzerine öz-yurdunu terkeden bir halk biliyor musunuz? Oysa tam tersi söz konusuydu, Filistinliler kendilerine dayatılan savaşın ve katliamların sonucunda vatanlarından sürüldüler... Filistin devletinin bir “ulusal kurtuluş savaşı” sonucu kurulduğu yakıştırmasına gelince: Böyle iddia her halde kara mizah alanını ilgilendirebilir...

Sömürgeci/emperyalist Avrupalılar tarafından ‘Orta-Doğu’ denilen bölge, koloniyalist dönemde hep jeostratejik bir öneme sahip oldu. Fakat sadece koloniyalist kapitalist dönemde değil, tarih boyunca da hegemonya emelleri olan tüm güçlerin gözlerini bu bölgeye dikmeleri boşuna değildir. İngilizlerin Orta-Doğu’da bir Avrupa devleti kurma projesi, daha 1840’lı yıllarda kimi İngiliz dergilerinde yazılmaktaydı. Siyonizmin ‘ruhanî babası” sayılan Theodore Herzl [1860–1904]. Ünlü İngiliz sömürgecilik teorisyeni ve mimarı Cecil Rhodes’a sunduğu siyonist programıyla ilgili olarak: “ Mâlum olduğu üzere, benim programım sömürgeci [colonial] bir programdır. Sizden siyonist projeyi desteklemek üzere ağırlığınızı koymanızı istiyorum.” diyordu. 1895 de yayınlanan Yahudi Devleti adlı kitabında da: “orada [Filistin– F.B.] Asya’ya karşı Avrupa için bir siper oluşturacağız, orada barbarlığa karşı uygarlığın ileri karakolu olacağız.” diyor. Aslında Siyonist devlet demek, Orta-Doğu’daki ‘Batı devleti’ demektir. Başka türlü ifade edersek, Müslüman-Arap toprağındaki Siyonist İsrail, emperyalizmin/koloniyalizmin o bölgeye taşmış bir uzantısıdır. Siyonist İsrail Devleti demek, Orta-Doğu’daki ABD, AB ve uzantıları demektir. Siyonist rejim emperyalist çıkarlar için vazgeçilmez olduğu için koşulsuz destekleniyor.

Bu gerçeği yok sayarak yapılan tahliller, ancak o tahlilleri yapanları ve ahmakları aldatmaya yarayabilir. Koloniyalizm ve emperyalizm kavramları kullanılmadan yapılan ve yapılacak tahlillerin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Siyonist rejim sürekli bir çatışma, savaş, terör ve şiddet sarmalı yaratarak, Arap Birliğinin gerçekleşmesini engelliyor, bölge haklarının kendi ayakları üstünde durmasına imkân vermiyor, demokratikleşmenin önünü kapatıyor, bu arada çürümüş, emperyalizmin uşağı otokratik Arap rejimlerinin iktidarına süreklilik kazandırıyor ve bölgeyi saldırıya açık hale getiriyor, vb. Statu quo bu şekilde devam ettikçe emperyalizmin bölgenin kaynaklarını hoyratça yağmalaması mümkün oluyor. Bu yüzden Başta ABD olmak üzere, Avrupa ve uzantılarının Siyonist rejime verdiği desteği, sadece Siyonist lobilerin marifeti saymak büyük bir yanılgıdır. Son tahlilde Siyonist lobilerin varlığı emperyalizmden bağımsız değil. Siyonist devletin destekçileriyle Siyonist lobilerin gerisindekiler aynı odaklar. Eğer herhangi bir şekilde Siyonist İsrail Devleti emperyalizmin çıkarları açısından zararlı hale gelirse, kendisinden bekleneni veremez hale gelirse, anında siyonist lobilerin esamesi de okunmaz hale gelir.

Bu yüzden Siyonist devletin varlığı, sürekli çatışma, savaş, şiddet, etnik temizlik, koloniyal yayılma olmadan mümkün değil. [Zira, efsanede Nil’den Fırat’a uzanan bölgenin vaadedilmiş topraklar olduğu söyleniyor ki, bu daha fethedilecek çok toprak var demek...]. İşte bu yüzden Siyonist rejim kanla beslenen bir rejimdir. Varlık nedenini her seferinde daha çok öldürmeye, kan dökmeye, yakıp/yıkmaya, tahrip etmeye, ortalığa terör ve korku salmaya borçlu tuhaf bir rejimdir. Canlıların su ile beslendikleri bilinir, sanki Siyonist rejim bir istisna ve kanla besleniyor. Velhasıl Tuhaf bir ölme/öldürme sarmalı...

Durum böyleyken soruyu sorulması gerektiği gibi sormak gerekir. Naif, hanyayı/konyayı bilmekten aciz kimileri, neden ABD, Avrupa ve Birleşmiş Milletler [BM] Siyonist rejimi durdurmak için harekete geçmiyor diye yakınıyor, hayıflanıyor... Eğer siyonist İsrail devletinin ABD ve Avrupa olduğunu bilselerdi, bu tür hezeyanlara ve kuruntulara da kapılmazlardı. Siyonist rejimin neden teknoloji harikası yeni silahları Filistinli kadınlar ve çocuklar üzerinde denediğini de bilirlerdi... BM’ye gelince, söz konusu örgüt İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşturulan emperyalist statu quo yu sürdürmek üzere başta ABD olmak üzere emperyalist güçler tarafından oluşturulmuş bir örgüttür.

Birleşmiş Milletlerin Misyonu

Bu örgütün asıl misyonu, kimi soylu, evrensel, hümanist kavramlara gönderme yaparak ve bazı insancıl denilen [sözde uluslararası] örgütleri de [işte FAO, WHO, UNICEF, UNESCO, vb] araçlaştırarak, ideolojik mistifikasyon yaratmak, ortalama insanı aldatmaktır. Emperyalizmin çıkarlarının bekçiliğini yapmak, yanılsama yaratmak üzere oluşturulmuş bir örgütten Filistin halkı lehine birşeyler beklemek birşeyi olmadığı yerde aramak değil midir? Bir de hayli zamandır dillendirilen bir uluslararası toplum söylemi var. Şu uluslararası toplum denilen ne menem birşey ve kimlerden oluşuyor? Bu ‘topluma’ kimler dahil dersiniz? Mesela Nijerya, Suriye, Kolombiya, Tayland, v.b. de dahil mi? Aslında uluslararası toplum denilen kolektif emperyalizmin öteki adı, şu bildik ABD, Batı Avrupa ve uzantılarından başkası değil... Bu söylemin de ideolojik bulanıklık yaratmak üzere peydahlandığında şüphe yok...

Türkiye kuruluşunun hemen ardından Siyonist devleti tanıyan [28 Mart 1949] ilk Müslüman ülkeydi. O zamandan beri ne zaman Müslüman-Araplarla emperyalistler arasında bir çatışma çıksa, hep Batılıların safında yer aldı. Sırtını Arap ulusuna, yüzünü emperyalizme çevirdi. Hem bir Batı uydusu ve NATO müttefiki olup, hem de bu tür çatışmalarda emperyalizm karşıtı bir politik duruş sergilemek zaten mümkün değildir. ABD’den “yardım” almak, ancak siyonist rejimle iyi geçinmekle mümkündür. Aradan geçen 60 yılda ‘garp cephesinde yeni birşey yok’... Emperyalizme karşı çıkmadan Siyonist rejimin vahşetine ve aşırılıklarına karşı çıkılamayacağına göre! Üstelik bu utanç verici ‘tercihi’ Türkiye’nin ‘milli çıkarları’ gerekçesinin arkasına gizlenerek savunuyorlar ve bir ‘diplomatik başarı’ olarak da sunmaya çalışıyorlar...

Bu yazıda ‘milli çıkar’ denilen safsataya dair açılım yapmamız mümkün değil. Sadece sınıflı bir toplumda “milli çıkar’ diye birşeyin mümkün olmadığını, olamayacağını, bu tür söylemlerin birer egemen ideoloji kategorisi olduğunu söylemekle yetinelim. Öyle bir “Türkiye’nin ulusal çıkarı” ki, vahşet, etnik temizlik, katliamlar karşısında sessiz ve tepkisiz kalmayı haklı çıkarıyor... Sanki Filistin halkıyla İsrail arasında bir savaş varmış da, kalıcı bir barışla sorun çözülecekmiş gibi maalesef yaygın bir izlenim de yaratılmış durumdu... Oysa oradaki durum “barış” kavramıyla ifade edilebilir değil. Barış, iki devlet veya iki taraf arasındaki savaşın sonundaki bir ‘uzlaşma’ durumunu ifade eder. Filistin söz konusu olduğunda “barış” kavramı uygun değil. Orada koloniyalist/emperyalist bir işgal, kuşatma ve topraklarından sürülmüşlük durumu var, dolayısıyla sorunun çözümü ancak sömürgeci/emperyalist gücün oradan atılmasıyla mümkün. Velhasıl durum ancak ‘ulusal kurtuluş’ kelimeleriyle ifade edilebilir... Bu tür ideolojik manipülasyonlar, saldıranla saldırıya uğrayanı ‘eşit statüde’ görmek veya aynı zemin üzerinde saymakla ilgili... Biri sizin boğazınızı sıkmaya çalışırken korunma refleksiyle yaptıklarınız şiddet, terör gibi kelimelerle ifade edilebilir mi? Barışla ilgili olarak Romalı tarihçi Tacit, haklı olarak bir çöl yaratıyorlar sonra da ona barış diyorlar[2] [2] demişti...

Siyonist rejimin son saldırısı ve vahşet görüntüleri, insanların vicdanını yaralıyor ve haklı tepkilere neden oluyor. Elbette acil yardımları gerektiren acil bir durum söz konusu ve olabildiğince çok yardım için acilen seferber olmak öncelikli ve gerekli ama yeterli değil. Eğer sizin devletiniz Siyonist rejimin en büyük destekçilerinden biriyse, o zaman acil yardımdan başka şeyler de yapmanız gerekecektir. Eğer ağlamak, sızlamak, lânetlemek, vb. bir işe yarasaydı, [daha öncesi de olmakla birlikte] 61 yıllık işgalin, kıyımın ve barbarlığın sonunun çoktan gelmesi gerekmez miydi? Türkiye İsrail’in “stratejik müttefiki”, velhasıl ikisi arasında ‘derin bir uyuşma var. İttifak’ın anlamlarından biri de uyuşmadır ve ancak birbirlerine benzeyenler uyuşabilir...

Türkiye İsrail’in en büyük silah müşterisi, İsrail’in hava kuvvetlerinin eğitiminin bir kısmı Türkiye’de gerçekleşiyor. Vücutları bombalarla paramparça olan çocukları, kadınları, Filistinli savaşçıları, her yaştan insanları öldürenlere, topraklarınızda katliam antrenmanları yapmasına karşı çıkmıyorsanız, döktüğünüz gözyaşları ne demeye gelir? Timsah gözyaşları ikiyüzlülüğü ve sahtekârlığı gizlemek için değil mi? Türkiye ile İsrail arasındaki “Güvenlik ve Gizlilik Anlaşması” ne için ve kime karşı? Fakat iki devlet arasındaki anlaşmalar sadece “Stratejik İttifak‘, ‘Güvenlik ve Gizlilik Anlaşması” “Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşmasından” ibaret değil. Onlarca alanda yapılmış onlarca anlaşma var: Turizmden telekomünikasyona, Serbest Ticaret Anlaşmasından, Savunma Sanayii İşbirliği Anlaşmasına, vb...

Filistin halkının maruz kaldığı yüzyıllık şiddet ve vahşetten kurtulması, topraklarında onuruyla, bağımsız ve özgür yaşaması, başta Müslüman/ Arap halkları olmak üzere, Türkiye de dahil, tüm Orta-Doğu halklarının ortak yürüteceği, tutarlı, kararlı bir anti-kapitalist, anti-koloniyal, anti-emperyalist mücadeleyle mümkün. Fakat Filistin halkının kurtuluşu sadece onun kendi kurtuluşu da olmayacak, Filistin halkının gerçek anlamda kurtuluşu, aynı zamanda tüm bölge halklarının kurtuluşu da olacaktır. Bu yüzden enternasyonalist dayanışma ve işbirliği vazgeçilmezdir. Bunun için de işe öncelikle bölgenin emperyalizm tarafından araçlaştırılan, çürümüş otokratik Arap rejimlerinin iktidarına son vererek başlamak gerekiyor. Zira altedilmesi gereken düşman sadece emperyalizm değil, kaldı ki, emperyalizm iç-uzantılar olmadan hükmedemez... Velhasıl dış düşman -içdüşman özdeşliği söz konusu. Bunun için de enternasyonalist dayanışmayı ve işbirliğini bir söylem olmaktan çıkarıp, ete-kemiğe büründürmek gerekiyor. Velhasıl radikal olmak gerekiyor ki, radikal olmak demek, sorunları kökeninden ele almaktır denmiştir. Aksi halde oradaki vahşetten hepimiz sorumlu olmaktan kurtulamayız. Bu yazıyı Filistinde öldürülen çocukların anısına Hanoch Levin’den[3] bir dörtlükle bitirmek uygun düşüyor...

Sevgili baba, mezarımın üstünde durduğunda
Yaşlı ve yorgun ve çok yalnız,
Ve beni bu toprağa nasıl gömdüklerini gördüğünde
Benden seni affetmemi iste baba.
[1] Baruch Spinoza [1632-1677] 17. Yüzyılın önde gelen Hollandalı Filozof
[2] Publius Cornelius Tacitus, [MS: 55-120] Tarihçi-Filozof.
[3] Hanoch Levin [1943-1999] İsrailli şair, yazar, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni. dramaturg.

10 Ocak 2009

Tarih Dersi ve Felsefe

TARİH DERSİ VE FELSEFE

Atalay GİRGİN*

Tarih, tarihçinin seçtiklerinden hareketle, geçmişin yeniden yapılmasıdır; bir imalattır yani. Okullarda okutulan tarih de seçilenlerle imal edilmiş ya da imal ettirilmiş bir tarihtir. Neyin, nasıl ve ne kadar bilinmesi isteniyorsa, o kadarıyla sınırlanmış ve belirlenmiş bir tarih. Özel olarak öğrenciler için bir yeniden yapımdır.

Tam da bu nedenle, genel olarak tarih ve konumuz açısından ise özel olarak tarih dersi nesnel değildir. Bilimin ve bilimsel bilginin en önemli ilkelerinden birisi olduğu belirtilen, “Nesnellik” kriterinden yoksundur. Tarihçinin olgu dediklerinin, bugünden geriye doğru, onun inancı, ideolojisi, en genel haliyle dünya görüşü temelinde anlamlandırılıp, kronolojik olarak, ortaya konulmasından ibarettir.

Bundan dolayıdır ki, bir değil, birden çok tarih vardır. Bu “tarih”ler, tarihçinin (ister akademisyen, ister öğretmen olsun), siyasal ve ideolojik görüşü doğrultusunda, nereden, nasıl, nereye ve hangi amaçla baktığına bağlı olarak biçimlendirilir. Sonra da öğrencinin önüne “Bu oldu” diye sürülür. “Gerçekten ne oldu?” sorusunun yanıtı verilmez. Bu, bilinçli bir tercihtir. Neden?

Bir düşünür, “bir tarihçinin yazdıklarını okumadan, anlattıklarını dinlemeden önce, onun siyasal, ideolojik düşüncelerine bakın”(Carr) der. Bu rastgele söylenmiş bir söz değildir. Çünkü tarihçi, olayları ve olguları, elde ettiği belgeleri, bugünden geriye doğru anlamlandırıp yorumlar. Olayın, olgunun, belgenin varlığı, akademik bir biçim altında sunulan anlamlandırma ve yorumun “nesnel”liğine ve “bilimsel”liğine kanıt olarak gösterilir. Ve o andan itibaren “bu tarihçi”nin düşünceleri “bilimsel” ve “nesnel” sıfatlarıyla bezenmiş olarak, sunulur insanların önüne. Daha doğrusu öğrencinin önüne. Bir kez daha karşımıza çıkar aynı soru: Neden?

Oysa tarih alanında bir belgenin varlığı, kendi başına fazla bir şey ifade etmez. O belgenin öncelikle, çok yönlü bir biçimde sorgulanması, alana ve döneme ilişkin karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi gerek. Tarih toplumsaldır. Belgeler de şu veya bu biçimde yaşanan toplumsal olay ve olgulara ilişkindir. Bir madalyonun bile en az iki yüzünün olduğu bilinirken, tarihsel ya da güncel ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel v.b. olay ve olguların daha da çok yüzlü, çok boyutlu olduğu hem gerçek, hem de bir hakikattir. Bu durumda genel olarak, bir bilim anlamında tarihin ve özel olarak tarih dersinin buna uygun olması gerek.

Ne var ki varolan bunun tam tersidir; tarih dersi ve tarihçi (istisnaları dışında), öğrencinin düşünmesi, sorması ve sorgulamasını amaçlamaz. Aksine amaç, ona “at gözlükleri” takmak, tek boyutlu düşünmesini sağlamaktır. Bu haliyle tarihçi(yine istisnaları dışında) , bir beyin yıkayıcı olarak çıkar öğrencinin karşısına. Bu onun işidir. Tıpkı ölü yıkayıcılığı gibi... Ölenler olduğu sürece, ölü yıkayıcıları; beyinleri yıkanacaklar ya da beyinlerinin yıkanmasına sessizce boyun eğenler varolduğu sürece de beyin yıkayıcıları hep var olacaktır.

Oysa unutulmamalıdır ki, “Beyin yıkayan kimsenin, kendi beyni de yıkanmıştır”(Carr). Onların, hem kendi konumlarını, durumlarını fark etmelerini sağlamanın, hem de beyin yıkamalarına izin vermemenin yolu ise, öğrencinin bilerek, öğrenerek, geçmişte ve bugün varolana çok yönlü ve eleştirel bakarak, düşünerek, itirazlarını herşeye rağmen dile getirmesinden geçer.

Gerçeği bilme isteğinin ve merakın, not kaygısı dahil, herşeyin önüne geçmesini gerektirir bu. En genel haliyle, felsefeyle bakmayı gerektirir. İster düne olsun, isterse bugüne... Parça bütün ilişkisi temelinde, parçayı bütüne, bütünü parçaya feda etmeden, varolan ya da tarihçinin seçmeci bir tarzda sundukları karşısında akla dayalı, eleştirel, soran, sorgulayan ve hazır basmakalıp yanıtlarla yetinmeyen düşünsel bir tutum alabilmeyi gerektirir. Bu ise, tarih başta olmak üzere, her şeye, ideolojiyle, inançla değil; felsefeyle bakmak, felsefeyle anlamakla olanaklıdır.

Hangi Tarih?

Sorunun kendisi, birden çok tarih olduğunu ifşa ediyor. Tarihçinin nereden, nasıl, nereye baktığına ve neyi gördüğüne, göstermek istediğine bağlı olarak, “tarih”ler çıkıyor karşısına insanın.

O zaman sormak gerekiyor: Anlatılan ve öğretilmek istenen hangi tarihtir? Kimin tarihidir? Tarihte sadece tarih kitaplarının içerisinde yazılanlar mı olmuştur? Anlatılanlar, “Bu oldu” denilenlerin doğru bilgisi midir? Sahi, yeri gelmişken soralım: Doğru bilgi nedir? Okuduklarınızın ya da anlatılanların doğru olduğunu nereden, nasıl biliyorsunuz?

Doğruluk bilgiye ilişkin bir değerdir. Gerçeklik ise bilincimizden bağımsız olarak varolan varlığa ilişkin, belirli bir zamana ve mekana bağlı bir durumdur. Doğru bilgi, nesnesine uygun olan bilgidir. Ki bu uygunluğun da hangi açıdan, hangi koşullarda ve ne kadar olduğu da sorgulamayı gerektirir. İçerisinde yaşadığımız ve bizim de bir parçası olduğumuz varlık, sürekli bir değişim içerisindedir. Değişimin sürekliliği koşulunda, varlığın, mutlak doğru bilgisinden değil; bilgisinin göreli doğruluğundan söz edilebilir.

Tarih, bütünsel anlamıyla bu varlığın, insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve insanın anlamlandırdığı, mekanın ve zamanın dünkü, geçmiş boyutunda kalanları kendisine konu edinir. Bu anlamıyla tarihin konusu, olup bitmiş gerçekliklerdir. Bunlar ya vardır ya da yoktur; her iki durumda da “hükmü tarih”tir.

Bu gerçeklikler, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, v.b. boyutuyla, olup bitmiş, insan eylemlerine dayanır. Sadece eylemin kendisi değil, eylemin koşullarıyla birlikte, eylemin özneleri de yoktur artık. Bu koşullarda, tarihe ait gerçekliklerin ne mahkemeye çıkarılabilmesi, ne de yargılanıp mahkum edilebilmesi ya da aklanabilmesi söz konusudur. Yargılamak ve aklamak, insan eylemlerinin yaşanan mekanın şimdiki zaman boyutunda olanları için geçerlidir.

Öte yandan, tarihsel gerçekliklerin seçmeci ve onların bilgisinin de bağlamından koparılmış olarak bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş olan da bir tarih değildir. Tarihte olmuş olanları yargılamaya çalışmak ne kadar yanlış ise, onların doğru bilgisini gizleyip saklamaya çalışmak da o kadar yanlıştır. Bugün yapılmaya çalışılan ne yazık ki, budur.

Her iki yaklaşım da tarihten, günümüzde, ideolojik olarak yanılsamalı bir bilinç halini inşa etmek ve bununla genelde toplumu, özelde ise gençliği biçimlendirmek için malzeme arayışındadır. Bunlar için, “tarih, her türlü refah endişesi dışında, insanlığın entelektüel açlığını giderme hakkının bir parçası”(Bloch) değildir. Aksine, kendi siyasal ve ideolojik tercihlerinin malzeme ambarıdır. Bunlar geçmişe dair belge ve bulgular arasında, tıpkı kilerde ya da ambarda yiyecek arayan fareler gibi dolaşırlar...

Tarihe, bütünselliği temelinde yaklaşmayan tarihçilerin imal ettiği tarih ve bunun ürünü olan her türlü tarih kitabı, işte bundan dolayıdır ki, bilimin nesnellik kriterinden uzaktır. Tarihsel gerçeklikleri bilme merakı ve arzusundan çok, bunlardan bir ideoloji inşa etmeye ve bununla birilerini biçimlendirmeye yönelen her tarihçi, adının önünde prof., doç., dr., öğretmen v.b. hangi sıfatı taşıyor olursa olsun, suçludur: Gerçeğin bilgisini gizlemekten, o bilgiyi çarpıtmaktan, insanların, hem de taammüden, yanlış bilgilendirilmesinden, v.b.

Tarihçinin bu türü, film setindeki ya da bir tiyatro oyunundaki ışıkçı gibidir. Işıkçı, yönetmenin görülmesini istediği ya da özel olarak göstermek istediği nesnenin, olayın üstüne yoğunlaştırır ışığı. İzleyici onu görmelidir; onun dışındakileri değil. İşte böylesi tarihçiler de, karşılarındakini ideolojik olarak biçimlendirme, onların beynini yıkama kaygısı ve amacıyla, eklektik bir biçimde bir araya getirilmiş olay ve olguların, bağlamından koparılmış bilgilerini, yorumlarını verirler, aktarırlar.

Aktarılan, imal edilmiş bu tarih yenenlerin tarihidir. “Yenenler, yenilenlerin ak mintanlarında silmişlerdir kılıçlarının kanını.” Ama onlara, ne kanlı ne de kansız mintanlarıyla yer verilir bu tarihte. Çünkü onlar ve onların da yer aldığı olaylar ve bunların bilgileri aktarılmaya başlanırsa bir kez, beyinler kolay yıkanamaz; düşünmeye, sormaya, yanıtlar üretmeye başlar insanlar. O zaman, bir küp, bir kutu gibi dolduramazsınız öğrenciyi, itiraz etmeye başlarlar. İtiraz, tüm beyin yıkayıcıların kabusudur.

Öğrenci merkezli eğitim ve öğretim etkinliğinin öne çıkarması gereken temel unsurun da şu olması gerek: itiraz edebilen, sürü bilincinden kurtulabilen insan; soran, sorgulayan, çok yönlü bakabilen ve görebilen insan.

Bu ise, öğrencinin eleştirel düşünebilmesi, karşılaştırmalar yaparak sorgulayabilmesi, engellenmeksizin kendini ifade edebilmesi koşullarında ve çok yönlü bilgilendirilmesiyle olanaklıdır. Dahası öğrencinin de, bir insan, bir birey olarak, “gerçeği bilme ve bilgilenme hakkı”nın kabul edilmesini ve bunun hiçbir kişi, mercii ve kurum tarafından engellenmemesini gerektirir.

Biliyorum ki, bu, beyin yıkayıcıların itirazla başlayan kabusunu, karabasana dönüştürmektir. Bir başka yönüyle de hidayete erdiklerini sandıkları bataklıktan kurtulmaları için, aslında bir sopa uzatmaktır onlara... Tutunup çıkabilsinler diye... İpotek altındaki fikirlerini, irfanlarını, vicdanlarını kurtarabilsinler diye... Başka beyin yıkayıcılarının, beyinlerine taktıkları “at gözlükleri”ni çıkarıp atabilsinler diye...

Böyleleri belki o zaman vazgeçebilirler, ikiyüzlülük ve riyakarlıkla, çifte standartlı bir yaklaşımla, geçmişe ait olmuş bitmiş olayların bilgisini çarpıtmaktan, geçmişi bugüne, bugünü geçmişe taşıma yanılsamasından...

İşte O Zaman...

Çok yönlü bilgilendirme başladığında, sorma, sorgulama, eleştirel düşünme ve bu doğrultuda kendini ifade etme temelinde, bugün için lafzi ve kitabi olarak genelgelerde kalan, “öğrenci merkezli” ve öğrencinin de özne olduğu eğitim öğrenim süreci kuvveden fiile dönüşmeye başlar. (Ne yazık ki bu her yeni gelen iktidarca ötelenmektedir.)

İşte o zaman, kayıtsız şartsız, “Osmanlı bir Türk devletidir” önermesini çakamazsınız öğrencinin kafasına. Nedenleri, nasıllarıyla, “Osmanlı devleti, bir Türk devleti değildir; ‘Türk’ onun imparatorluğuna dahil bir alay reayadan bir tanesidir”(Berkes) önermesi de, gerçekliğin bir ifadesi olarak, düşecektir sınıfın orta yerine...

Sadece bu mu? Hayır!.. İşte halen yapılanlardan birkaç örnek: Bugün sorgulamayı değil, ezberletmeyi maharet sananlar, bir hap gibi sundukları, “Osmanlı devleti 1299’da kurulmuştur. Bir kişi hükümdar ya da padişah olarak tahta çıktığında, onun adına hutbe okunur ve sikke bastırılır. İlk Osmanlı sikkesi Orhan Bey zamanında 1327’de bastırılmıştır” önermelerini, bıkmadan usanmadan ve kendilerine hiçbir itiraz gelmeden öğrenciye yuttururlar. Elbette bunları, burada yapıldığı gibi ardarda dizmezler. Çünkü o zaman düşünür ya da fark eder, itiraz eder birileri. Bundan dolayı arada mizansenler vardır ve biraz sulandırılır ki yutulması kolay olsun. İlk öğretimden itibaren aynı ‘hap’lar verilir öğrenciye... Çünkü amaç onların düşünmesi, sorması, sorgulaması değildir; aksine, doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünmeden “bilmeleri ve itaat etmeleri”dir. Oysa bu önermeler, birbirini yadsır; çelişiktir.

Osmanlının “Türk birliği” ve İslam için at koşturduğu ve hoşgörüsü anlatılır hala ve buna İspanya’dan sürülen Musevilerin Osmanlı ülkesine kabulü örnek verilir sık sık. Doğru mudur? Öğrenciye sorarsanız bu soruyu, alacağınız iki yanıt vardır: Birincisi, yıllardır aynı bilgi ezberletildiği için, “elbette doğrudur”. İkincisi ise “öğretmenler öyle söylüyor”. Bu durumda, soruyu şu hale dönüştürebiliriz: Öğretmenlerin her söylediği doğru mudur? Hele hele tarihçilerin?.. Yanıtı olan var mı?... Soruyu bir yana bırakıp, dönelim tarih dersinin vecizelerine:

Eğer Osmanlı Türk birliği için kılıç sallıyorduysa, Timur’la yapılan savaşta, neden, sadece Sırplar kalmıştır Yıldırım Beyazıt’ın yanında? Türkler bu savaşta neden terk etmiştir Osmanlı’yı? Yoksa onlar, güzide ve alemi aptal kendilerini akıllı addeden bazı aklı evvel tarihçilerimizin Osmanlıya atfettikleri, Türk birliğini gerçekleştirmek gibi ‘yüce” bir amacı, “Etrak-ı bi idrak” olduklarından dolayı, hiçbir zaman anlayamadıkları ve kavrayamadıkları için mi terk ettiler Osmanlı’yı?

Türkçe’yi, resmi devlet dili olarak kabul eden ve kullanan ilk devlet Karamanoğulları’dır. Ama ideolog tarihçilerimizin, Türk birliğini gerçekleştirme amacı yükledikleri Osmanlının gazabından kurtulamaz Karaman devleti de. “Öç seferini bizzat Sultan Murat, ulemadan aldığı fetvalara istinaden Karaman ülkesine pek fena tahribat yaptırdı. Yapılan tahribat, o zamana kadar görülmemiş bir şekil ve derecedeydi. Türklerin şimdiye değin Hıristiyan ülkelerinde dahi kadınlara tecavüzlerine rastlanmamışken, yağma ve tahripten başka, Karamanoğlu’nun yaptıklarına, bu neviden çirkin şeylerle mukabele edildi”(Mufassal Osmanlı Tarihi, I.Cilt, s.315). O devri yaşamış olan Aşıkpaşazade ise, kaleme aldığı meşhur tarihinde, bu tecavüz senesinde gebe kalan kadınların doğurduğu çocuklardan söz eder(aynı yer).

Bunları ne söz konusu tarihçilerden duyabilirsiniz, ne de tarih dersinde öğrenebilirsiniz.

Ya İslam ve hoşgörü?... Museviler örneği, kimi tarihçilerin ağzında gevelenmekten çürümüş bir sakızdır. Ama bunun yanı başında, onların ısrarla gizledikleri ve görmezlikten gelmeye çalıştıkları taş gibi sert ve soğuk bir gerçek vardır: İspanya’dan sürülen ya da İspanya’yı terk etmek zorunda kalan sadece Museviler değildir; bir de Müslümanlar vardır. Hem Musevilere hem de Müslümanlara, ya Hıristiyanlığa geçin ya da İspanya’yı terk edin denir. Her iki dine mensup olanlardan da bu öneriyi kabul etmeyenler, terk eder İspanya’yı. Museviler genellikle eğitimli ve vasıflı insanlardır. Onların sığınma isteğini, Avrupa’da bazı devletler ve Osmanlı kabul eder. Ya Müslümanlar?... Onlara ne olmuştur? Nereye gitmiştir onlar? İslam için kılıç sallayan Osmanlı Müslümanları da kabul etmiş midir?

Müslümanları kabul etmemiştir Osmanlı. Hoşgörülü Osmanlı’nın, anlatıla anlatıla bitirilemeyen hoşgörüsünden bu Müslümanlara, zerre kadar pay düşmemiştir. Onlar günlerce aç ve susuz, denizde dolaşıp sığınacak yer aramışlardır kendilerine. Ama sonunda çaresizlik içerisinde, geri dönmüşlerdir İspanya’ya. Elbette bir bedeli vardır bunun: Din değiştirmek; Hıristiyan olmak. Ve bedel ödenmiştir.

Tarihten kendi ideolojileri doğrultusunda malzeme çıkarmaya çalışanların karakteristik özelliğidir seçmecilik. Onların önermeleri tarihte olup bitenlere uymasa ve tarihsel gerçeklikler tarafından yalanlansa da, onlar tarihte olup bitenleri önermelerine uygun bir hale getirmekte mahirdirler. Çünkü onlar, kargadan başka kuş, kendi önermelerinden başka doğru bilmezler.

Bunlardan bazıları, dini kisveli, siyasi ve ideolojik bir kurum olan halifelik özlemiyle yanıp tutuşur. Cumhuriyetin siyasi ve ideolojik bir kuruma son verdiğini anlatmazlar. Yapılan dine karşıdır. Bu işlenir. Ellerinde ilk meclisin mebusan fotoğrafları ile derse girip, çadırda Kaddafi’den fırça yiyen, nasihat dinleyen bir başbakanın yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışırlar. O başbakan ki, tarikatların sarıklı, cübbeli şıhları, şeyhleri ve ileri gelenleri ile başbakanlık konutunda buluşmuştur. Savunmaya çalıştıkları budur. Kendilerince, birçok mebusanın sarıklı, şalvarlı ve cübbeli fotoğraflarıyla, l997’de olan arasında bağ kurarak propaganda yapmaktadırlar. Keza İstanbul’un fethini temsilen çizilen resimlerde, burçlara üç hilalli bayrak dikmek de vaka-i adiyedendir zaten.

Bunlar, tarihin ve tarih dersinin öğrenciyi ideolojik olarak biçimlendirmek, tek boyutlu düşünmeye yöneltmek için kullanıldığının ilk akla gelen birkaç örneğidir. Bunları daha çoğaltmak ve açmak, ayrıntılandırmak mümkündür. Ama şimdilik gereği yok...

Öğrencinin de özne olduğu, çok yönlü bilgilendirme temelinde, eleştirel düşünme, sorma ve sorgulama alışkanlığını kazandırmaya yönelen bir eğitim öğretim ve öğrenim etkinliği, sürecin diyalektiği gereği, ideolojik cendereyi kıracaktır. İşte o zaman, eğitenlerin de eğitilmesi, bir gereklilik olmaktan çıkıp, bir zorunluluğa dönüşecektir. Çünkü bugünkülerin büyük bir çoğunluğu ve sahip oldukları anlayışla yürütülemez, yaşanamaz o süreç.

Öncelikle felsefeyle tanışmaları gerek bugünkülerin. Tarihe bir ideolojiyle değil, felsefeyle bakmayı öğrenmeleri için. Bunun da yolu tüm tarihçilerin, felsefeye giriş ve tarih felsefesi dersleri başta olmak üzere, en az bir yıl felsefe eğitimine tabi tutulmalarından geçmektedir. Yeni yetişenlere ise bu zorunlu kılınmalıdır zaten.

Bitirirken...

Bugün yaşamakta olan aklı selim hiçbir insan, istese de istemese de tarihe ait olay ve olguların, yaşanmış gerçekliklerin, karşısında ya da yanında yer alamaz ve bunu da bilir. Ki tarihin de buna ihtiyacı yoktur zaten. Bir başka şeyi daha bilir bu insan: Geçmişin bugüne, bugünün de geçmişe taşınamayacağını. Yaşayan insanın aslında nesnellikle yaklaşabileceği, üzerinde düşünüp sorgulayabileceği alanlardan biridir tarih.

Ama ne var ki, ikiyüzlülüğü ve riyakarlığı bir bilinç hali kılan siyasal ve ideolojik anlayışlar, yaklaşımlar ve bunların ‘tarih öğretmeni’ sıfatını taşıyan temsilcileri, tarihi gerçeklikleri bile amaçlarına alet edebilmek için her yolu denemektedirler. Dahası, tarihi olayların ve gerçekliklerin bilgisini gizleyip çarpıtmanın yanı sıra, bu bilgiyi öğrencileri biçimlendirmenin aracı kılarak, onları da kendileri gibi ikiyüzlülüğün ve riyakarlığın bataklığına çekmeye çalışmaktadırlar. Ama onların açmazı da buradadır. Çünkü tarihten beslenmeye çalıştıkları kadar, tarihin, tarihsel olay ve gerçekliklerin bütünsel bilgisinden de “öcü” gibi korkarlar. Bundan dolayıdır ki, sormaya, sorgulamaya, eleştiriye ve farklı yaklaşımlara dayanamaz ve tahammül edemezler.

Felsefeden korkmalarının nedeni de burada gizlidir. Çünkü felsefe, soran, sorgulayan, varolana ya da sunulana eleştirel ve bütünsel yaklaşan bir düşünme etkinliğidir. Felsefi düşünen insan, parça-bütün ilişkileri temelinde bilmeye ve anlamaya çalışır. Varolanın ya da tarihsel olay ve gerçekliklerin sadece kendisine sunulan bilgisiyle yetinmez. Kabulü de reddiyesi de bunun üzerine bina olur. Çünkü, bilmediğiniz ve anlamadığınız bir şeyi ne savunabilir ne de eleştirebilirsiniz.

Felsefi düşünen, soran, sorgulayan, araştıran insanları, sürü gibi güdemezsiniz. İşte bu yüzden, sürüye ihtiyacı olan ve insanları sürüye katmak isteyenler sık sık şöyle der: Sürüden ayrılanı kurt kapar. Felsefi düşünen de bilir ki, sürünün nihai olarak bir tek adresi vardır: Mezbaha!..
Kasım 2002
*Felsefe Öğretmeni; http://www.atalaygirgin.blogspot.com

Konuya ilişkin okuma önerileri:
1- Tarih Nedir? /E. H. Carr / Birikim Yayınları
2- Tarihin Savunusu Ya Da Tarihçilik Mesleği / Marc Bloch / Gece Yayınları
3- Doğunun Devleti Batının Cumhuriyeti /Mehmet Ali Kılıçbay/ Gece Yayınları
4- Benim Polemiklerim / Mehmet Ali Kılıçbay / İmge Yayınları
5- İktidar Ve Tarih / Büşra Ersanlı Behar / Afa Yayınları
6- 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi I-II / Niyazi Berkes / Gerçek Yayınları
7- Yediyüz / Fikret Başkaya / Ütopya Yayınları
8- Fatih ve Fetih / Erdoğan Aydın / Doruk Yayınları
9- Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler / C. Cohen / E Yayınları
10-Nasıl Müslüman Olduk? / Erdoğan Aydın / Doruk yayınları
11-Türkiye’de Devlet ve Sınıflar / Çağlar Keyder / İletişim Yayınları