09 Ağustos 2008

'Marksizm'leri Tartıştırmaktan da Bir Şey Çıkmaz!

‘Marksizm’leri tartıştırmaktan da bir şey çıkmaz

Atalay GİRGİN

Türkiye’nin gündemi kılınan iki dava vardı. Biri Ak Parti’nin kapatılması, diğeri namı değer ‘Ergenekon’. İkisinden de umulanın aksine, tüm karşıt tarafların beklentilerine uygun bir şey çıkmayacaktı. Nitekim Ak Parti davasına ilişkin verilen kararın, kendisinden çok kararı alanları tartışmaya açık kılan ve şimdiden “acaba”ları ve bir dizi soruyu gündeme taşıyan matematik, mantık ve hukuk kurallarını alt üst eden niteliği1, bunun örneğidir.

‘Ergenekon’ için ise “bekleyip görelim” dense de, bir yandan mevcut gelişmeler ve sorunun hem salt hukuki olmayışı hem de arka plandaki çok yönlü ve çok boyutlu ‘ilişkiler’in derinliği ve fluluğu, basında yer alan çoğu magazinel haber ve yorumlara rağmen dava sürecinin kadükleşmeye başladığının göstergesidir. Diğer yandan ise, tüm adli vakalarına rağmen, asıl sorunun bir paradigmalar mücadelesi olması nedeniyle, tahterevallide kalan figüranın hem ayağının hem de kolunun sakatlandığı bugünkü koşullarda, düşürülen figüran ‘Ergenekon’u yok etme kararlılığını göstermesi, kendi başına olanaklı görünmemektedir. Çünkü tahterevallide kendi dengesini yitirmeden durabilmek için koltuk değneklerine ve desteğe ihtiyacı vardır. Yoksa kendisi de düşüverir, düşürülüverir. Figüranlara kıran girmedi ya…

Tıpkı Ak Parti ve ‘Ergenekon’ davaları gibi, ‘Marksizm’leri tartıştırmaktan da bir şey çıkmayacaktır. İkisinin de, şu anda farkında olunmasa da kazananı değil kaybedeni olacaktır. Çünkü her ikisi de sorunların doğru tespitine dayanan çözüm arayışları yerine, yanlış soruların peşinde ‘doğru’ yanıtların bulunabileceği yanılsamasına dayanmaktadır.

Nelik ve gerçeklik ilişkisinden bağımsız olarak, laiklik, özgürlük, demokrasi, darbe, sol liberalizm, ılımlı İslam, işçi sınıfı, devrim, ulusalcılık, küreselleşme, vb. gibi kavramlar havada uçuşturularak, insanlar kavramların ardında saf tutmaya yöneltilirken, aslında yaratılan, “birileri” için tam bir “bulanık suda balık avlama” mevsimidir. Bu ortamı yaratanların ilk “avlananlar” olup olmayacağı bir yana; bedelin, her geçen gün ağırlaştırılarak kimlere ödetildiği/ödetileceği belli : Toplumun ezilen sömürülen kesimleri. Ya avcılar…?

Gündeme ilişkin olanları, ilgilenenler, gördükleri ya da görmeleri istenen kadarıyla izliyor. Ama başlıktaki konu için geçerli değil bu. İşte bu konuya ilişkin Radikal İki sayfalarında tartışmanın başladığı dönemde, “‘Marksizm ile tartışmaya’ çağrının encamı nedir? Birincisi; aslında tartışmamaya çağrıdır; yarım kaldığı düşünülen bir hesabı, “benim ‘marksizm’im seninkini döver” edasıyla, tamamlama yaklaşımıdır. Nasıl olsa Marx bir taneyse de ‘marksizm’ çoktur. ‘Marksist’ ise takım takım, bölük bölük, kırmızısından yeşiline mavisine, gökkuşağı gibi renk renk; ama renkahenk değil. Hepsi bir kazana konulabilse –ki bu şimdilik mümkün değildir- ve 40 yıl kaynatılsa bir aşure tadı ve kıvamı bile elde edilemez. İkincisi; toplumsal-sınıfsal mücadele alanında siyasal ve yapısal bir güç olamamanın açmazını, masa başında, tezlerini, önermelerini dövüştürerek, referanslar ve mantıksal akıl yürütmeler üzerinden aşma, bir nevi rüştünü ispatlama girişimidir. “Yeşil”de sırra kadem basanların, “gri”de arz-ı endam eyleme çabası…” diye yazıp bırakmıştım. Ama “tartışmaya çağrı”nın da müsebbibi olan Sungur Savran’ın, 20 Temmuz tarihli Radikal İki’de “Küreselcilik, ulusalcılık, enternasyonalizm” başlıklı yeni bir yazısı yayımlandı.

Savran’ın yazısındaki iki nokta, yalnızca bir ay önce yazdıklarımı anımsatmadı. Aynı zamanda 12 Eylül sonrası zevahiri kurtarma gayretkeşliğindeki zevat-ı muhteremlerin bir vecizesini de anımsattı : “Kitlelerin üzerine ölü toprağı serpildi.” Sanki sınıflar mücadelesi tatil eylenmişti. Hal böyle olunca, ağızlarıyla kuş tutacak değillerdi ya…

Tıpkı onlar gibi, Savran da, farklı sözcüklerle, kendisinin de içinde bulunduğu “üçüncü doğrultu”nun, “şimdilik, sınıf mücadelesinin düşük olduğu bir dönemde sesini çok fazla duyuramıyor” olduğunu belirtiyor. Elbette bu “düşüklük”, nereden, neden, nasıl, nereye baktığınıza bağlı olarak değişir. Hatta sınıflar mücadelesinin düşüklüğü bir yana, bu alanda “yaprak kıpırdamadığını” bile iddia edebilirsiniz.

Ama bu iddiaların, gerçeklik karşısında herhangi bir hükmü de hakikâti de yoktur. Çünkü sınıflar mücadelesi, Türkiye’de ve Dünya’da, mücadelenin uluslararası karakterine uygun biçimde, bir saniye bile sektirmeksizin devam etmektedir. Çünkü ‘Küreselleşme’, “bir sınıf saldırısıdır”.

Türkiye gibi ülkelerde ise bu mücadele, kelimenin gerçek anlamında vahşice sürmektedir. Sendikasızlaştırmadan, sigortasız ve asgari ücretin altında işçi çalıştırmaya ve işten çıkarmalardan, işsizliğe ve pahalılığa dek her şey sınıf mücadelesinin ne denli yüksek düzeyde seyrettiğinin göstergeleridir. Gerisi, bu sürecin neresinde, nasıl ve ne ölçüde, toplumsal-sınıfsal bir siyasal yapı ve güç olarak yer alınıp alınmadığıyla ilgilidir. Eğer bu mücadelenin içindeyseniz ve orada nefes alıp veriyorsanız, bu alandan çıkmaya da, birilerini “Marksizm ile tartışmaya” çağırmaya da zamanınız yoktur. Dahası sınıflar mücadelesi içindeki konumunuzla yaptığınız ve söylediğiniz her şey hem bir seçenek hem de bir yanıttır zaten hem kendinize muarız kıldıklarınıza hem de fiili ve potansiyel kitleye...

Ama ne var ki, görünen köy için kılavuza hacet yok. Sınıflar mücadelesinin içinde bir güç olamayanlar, rüştlerine karineyi daima “gri”de ararlar. Söz konusu yazıdaki ikinci nokta da burada karşımıza çıkıyor. “Solda fikirler alanında verilen mücadelenin gerçekten bir şeyler öğrenilebilecek bir diyalog haline gelebilmesi”nden söz ediyor Savran. Başlangıçtaki tespiti doğrularcasına, “yeşil”in galebe çaldığı yerde hala “gri”den medet ummaktır bu.

Oysa sınıflar mücadelesinin bu denli çetin, işçi sınıfının bu denli bölünmüş ve dağınık olduğu ve sınıfın değişik kesimlerinin her gün yenildiği bir dönemde, ısrarla ve doğru bir biçimde sınıf vurgusu yapanların başkalarından önce kendilerine yöneltmeleri ve yanıtlamaları gereken doğru ve elzem sorular vardır: Mevcut koşullar içinde neden toplumsal-sınıfsal-siyasal anlamda maddi bir güç değiliz? Dünden bugüne neyi eksik ya da yanlış yapıyoruz? Araçlarımız mı yanlıştı, söylem ve eylemlerimiz mi? Yoksa…

Elbette bunları yanıtlamaya yeltenmek en zor olanıdır. Çünkü insanların, ‘yapı’cıkların ya da ‘takım’ ve ‘bölük’lerin kendileriyle yüzleşmeleri, hatta varlık koşullarını sorgulamalarını gerektirir. İğneyi kendine batırmaktan çok “aynaya bakmayı”… Bunu yapamayanlar için süreci geciktirmenin yolu, başka sularda oyalanmaktır. Tıpkı ‘Marksizmler’i tartıştırmak gibi ya da “Çatı Partisi” türünden “herkese birer koltuk taksimatı” arayışları gibi… Ama bu ne çözümdür, ne de bir çıkar yol... Yalnızca sonu geciktirir.
Dolayısıyla çözüm, önkoşulsuz bir biçimde herkesin ve her kesimin yukarıdaki soruların yanıtını, yapmaya yönelmek iradesi ve kararlılığıyla ortaya koyabilmesinden geçer. Ki bunun da temel hareket noktası, “ama”ların ve “ancak”ların ardına sığınmadan sınıfın içerisinde ve onlarla birlikte nefes alıp vermek önkoşuluyla, bağımsız bir sınıf siyaseti ve örgütlenmesinin yaratılmasıdır. Bundan gayrısı, birilerinin kendi konumlarına uygun ‘politika yapma’ alan ve araçlarını arayışından ibarettir. Gerisi laf-ı güzâftır zaten...

http://atalaygirgin.blogspot.com/

1 Onursal Yargıtay Başkanı, Prof. Dr. Sami Selçuk’un hem Radikal’de yer alan, hem de Star gazetesindeki yazılarına bakılabilir.

06 Ağustos 2008

Genelkurmay Uyarısı, Devlet ve Yatak Odalarınıza ‘Göz-Kulak’ Olanlar

Genelkurmay Uyarısı, Devlet ve Yatak Odalarınıza ‘Göz-Kulak’ Olanlar

Atalay GİRGİN

Karşı-ütopyanın, bir başka deyişle korkutucu ütopyanın örnekleri arasında sayılan “1984” yazıldığında, yıl 1948’di. Yapıtın yazarı G. Orwell, içerisinde yaşadığı o günkü koşullardan hareketle, insanlığı nasıl bir geleceğin beklediğine işaret ediyordu. Daha internet yoktu.
Cep telefonları ve evlerimizin baş köşesine yerleştirdiğimiz LCD ekran televizyonlar yoktu. Dünyayı gözetleyen uydular da… Nerdeyse her meydana, her caddeye yerleştirilen ve sürekli insanları gözetleyen kameralar da yoktu. Bunlardan hareketle, “sürekli gözetleniyorsunuz, onlara gösterecek bir şeyiniz olsun”, diyen otomobil reklamı da…

Orwell; her evde televizyonun, her evde telefonun bile olmadığı bir dünyada, egemenlerin, kendilerine tabii kıldıkları insanlar üzerindeki denetimlerini, her geçen gün, teknolojiyi kullanarak nasıl yetkinleştirebileceklerini sezer ve anlatır yapıtında. “1984”, insanlığa 60 yıl öncesinden yapılmış bir uyarı gibidir. Kaçımız okudu; kaçımız anladı uyarıyı?

Ne var ki günümüz koşullarında Orwell’in anlattıkları ‘masal” gibi kalır. Çünkü teknolojinin gelişimi, tabir-i caizse, baş döndürücü bir hızla ilerlemektedir. Bu teknolojiyi ve gelişimini kontrol eden egemenler, yalnızca kendi toplumlarını değil, aynı zamanda dünyanın diğer toplumlarını da kendi ihtiyaçları ve politikaları doğrultusunda denetlemeye, kontrol etmeye yönelmektedirler.

Elde edilen bilgi ve belgeler, o egemenlerin ve dünyanın her yerindeki yerli işbirlikçilerinin ihtiyaçlarına, taktik yönelişlerine, kamuoyunu yönlendirme isteklerine bağlı olarak, gerektiğinde birileri eliyle tüm medya araçları kullanılarak servis edilmekte; gerektiğinde şantaj malzemesine dönüştürülmektedir.

Dahası ötesi bunlar, gerektiğinde adı ‘trafik kazası’, ‘ansızın ölüm’, v.b olan siyasi cinayetler aracılığıyla, kendi çıkarlarının önünde engel görünen ‘düşman’ların ortadan kaldırılmasında kullanılmaktadır.

Farkında olun ya da olmayın, bugünkü teknolojinin kontrolünü elinde bulunduran dünyanın egemenleri ve onlarla içli dışlı çalışan her düzeydeki yerli işbirlikçileri için, yatak odalarınızın dört bir yanı sizden daha tanıdıktır; daha yakındır. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, sınır ötesi operasyonlar başladığında, PKK’lar için, “Biri bizi gözetliyor evinde gibiler” demişti.Kendilerinin de aynı evde olabileceğini düşünmeden, belki de düşünemeden… Oysa aslında, yalnız PKK’lar değil, bu satırları okuyan-okumayan herkes, hepimiz, kendimizi kendi evlerimizde sanıyor olsak da “Biri bizi gözetliyor evindeyiz”. Acaba bu kimin evi?

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın bu açıklamasının üzerinden bir yıl bile geçmeden, ayaklar suya erdi. Ve bir afiş hazırladı Genelkurmay . “Biliyor musunuz?” ana başlığını taşıyan bu afişte, “Cep Telefonunun Faydaları” kinayeli bir biçimde şöyle belirtiliyor : “Konuşmalarınız dinlenebilir, Yeriniz belirlenebilir, Hareketleriniz takip edilebilir, Mesajlarınız okunabilir, İstemediğiniz görüntüler kaydedilebilir, Bilgisayarınızdaki bilgiler alınabilir, Patlayıcı madde düzenekleri ateşlenebilir.” Dikkati çekilen yalnızca “cep telefonları”… Ya diğerleri..?

Genelkurmay’ın bile bu denli rahatsızlık duyar hale geldiği gelişmelerin egemen olduğu bir toplumda, devletin bağımsızlığından kim söz edebilir? “Paradigmalar tahterevallisinden düşen figüran : ‘Ergenekon’” başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, paradigması bile iflas etmiş bir devlet ve onun ‘yöneticileri’ kendisine yeni bir paradigma belirleyebilir mi? Yoksa kendilerine servis edilen paradigmalar içinden birinin, gönüllü ya da gönülsüz ehven-i şer bir tercihle, uygulayıcısı, figüranı mı olur? Yanıt sizindir!...

Dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanması temelinde, onun egemen sınıfları, dünyanın her metrekaresini, kendi ihtiyaçlarına denk düştüğü sürece yer altı ve yer altı kaynaklarıyla birlikte sömürüp tüketmektedir. İnsan dahildir buna…

Çünkü kapitalizm yalnızca ekonomik bir sistem değildir. Aynı zamanda, sosyal, siyasal, kültürel, vb. bir sistemdir. Ki adına kapitalist sömürü düzeni denen bu sistem, binlerce yıl öncesinden gelen dinleri bile kendi ihtiyaçlarının ve egemenlik sürecinin payandalarına dönüştürmüştür.

Mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal süreçlere eşlik eden teknolojik gelişmelerle birlikte de, yaklaşık 5-10’u dışındaki tüm devletleri, sözüm ona egemen oldukları toplumların “gece bekçisi” kılmıştır. “Gece bekçi”lerinin görevi, kendilerinden çok kendilerini görevli kılanların işgüderidir. Daha ötesi değil…

Hadi bilin bakalım, yatak odalarınızdaki “göz-kulak” kimindir, kimlerindir? Yatak odalarınızdaki “göz-kulak”ların efendileri kimlerdir? Ya da bırakın soruların yanıtını arayıp durmayı bir yana… ‘Gözleniyor’, dinlenip ‘kollanıyor’ olmanın rahatlığıyla girin odanıza ve ‘güvenlik’li bir biçimde güzel sahneler sunun “göz-kulak”lara ve efendilerine… Karar sizindir efendim!...

http://atalaygirgin.blogspot.com/

03 Ağustos 2008

Kuvveden fiile doğru öznesini arayan bir süreç : 'KÜRESELLEŞME'

Kuvveden Fiile Doğru Öznesini Arayan Bir Süreç:
“KÜRESELLEŞME”

Atalay GİRGİN

Gerçeklik addedilen ve adına “Globalizm/Küreselleşme” denilen bir yanılsama yaşanıyor. Bu yanılsama, salt düşünce, salt bilinç düzeyinde değil. Aynı zamanda bireylerin, irili ufaklı toplumsal çevre ve grupların davranışlarına da yön veren bir yanılsama. Ne gariptir ki hem küreselleşmeyi savunanlar hem de buna karşı çıkanlar, olmayan bir gerçekliğin yanında ve karşısında bir varoluş arıyorlar ve bununla temellendirmeye çalışıyorlar söylemlerini ve eylemlerini. Küreselleşmeye karşı olduklarını söyleyenler için, Don Kişot’un yeldeğirmenlerine karşı savaşından daha hazin, daha hüzün verici bir durum...

Birincileri anlamak mümkün... Onlar, küreselleşmenin faziletlerinden, güzelliklerinden dem vurarak, varolanı ve efendilerinin yönelişlerini meşrulaştırmaya, toplumun geniş kesimleri nezdinde kabullenilir kılmaya çalışıyorlar. Görevleri bu. Çünkü onlar, varolan düzenin, sermayenin ve burjuvazinin, her düzeydeki siyasal ve ideolojik temsilcileri...

İkincileri anlamaksa hem zor hem de kolay. Zorluğu, çok parçalı oluşları ve farklı saiklerden hareketle aynı reddiyede buluşuyor olmalarından kaynaklanıyor. Kolaylığı ise bunların neredeyse tamamının gerçekliği anlamaya, kavramaya çalışmak ve buradan hareketle varolanı değiştirmeye/dönüştürmeye yönelmek yerine, söylem ve eylem olarak kendini karşıtına göre konumlandırıyor oluşlarına dayanıyor. Oysa bu, reddiye tavrı içerisinde bulunanlardan kimilerinin de hiç hak etmedikleri halde, varlığını karşıtına yüklemeleri demek.

Dahası bu durum, birincilerin ideolojik etkisinin, ikincilerin bilincinde de karşılığını bularak, gerçekliğe bakışlarını ve değerlendirmelerini yönlendirip, biçimlendirdiğinin göstergesidir. Ve ikinciler, bu etki altında, önermeden gerçekliğe yöneliyorlar. Gerçeklikte, önermeyi doğru kılacak veriler arıyorlar. Aradıklarını bulmaları hiç de zor değil. Kolayca buluyorlar. Seçmecilik, varolana rağmen, kadirdir her zaman. Ama gerçeklik, ne yalnızca bu verilerden ibaret ne de bunların, egemen bakış açısıyla anlamlandırılıp sunulan bilgilerinden...

Öte yandan bu, bir kavramı ya da bir adı telaffuz etmekle onu gerçeklik addeden, var kabul eden, nominalist bir anlayıştır da. Bu idealist bir anlayıştır ve adını telaffuz ettiğiniz bir şey her zaman var değildir. Tıpkı, “Tek boynuzlu at” gibi... Bunu karikatürize ederek bugüne uyarlarsak, kapitalist sömürü düzeninin siyasal ve ideolojik temsilcileri, “Tek boynuzlu at iyidir, güzeldir, yararlıdır” diyorlar, diğerleri de “Tek boynuzlu at’a hayır”... İsterseniz önceki cümleyi, “Tek boynuzlu at”ın yerine “küreselleşme” kavramını koyarak da okuyabilirsiniz. Kısacası, “Tek boynuzlu at” ne kadar gerçekse, küreselleşme de o kadar gerçektir. Durum bundan ibarettir.

Varolan...

Bugün varolan küreselleşme ya da küresel bir düzenin kuruluşu değildir. Bugün yaşanan bir yeni fetih sürecidir.

Büyük İskender’in, Roma İmparatorluğu’nun, Emeviler’in, Osmanlı İmparatorluğu’nun v.b. antik imparatorlukların bulundukları zaman ve mekanda, ekonomik artığa el koyma sürecini ve kendi nizamlarını ve kendi ihtiyaçlarına, çıkarlarına uygun düzenlemeleri, dünyanın bilinen ve ellerinin uzanabildiği, güçlerinin yettiği her yerde egemen kılma anlayışının bir benzeridir bugün yaşanan. Aynısı değil elbet. Bugün varolanla dün yaşanıp geçmiş olan arasında, analojik düzeyde, egemen ve belirleyici bir güç olmanın benzerlikleri vardır. Egemen ve belirleyici güç, nizam vermek ister hep. Osmanlı’nın da fethi sürdürebildiği koşullardaki “nizam-ı alem”i, aleme nizam verme anlayışının tezahürüdür. Elbette ki “babasının hayrına” değil.

Ekonomik artığa ekonomi dışı zor yoluyla elkonulan dönemlerin, çağların bu antik imparatorlukları, fethi fetihle finanse edebildikleri sürece büyümelerini ve buna bağlı bir biçimde de belirleyici egemen unsur olarak varlıklarını devam ettirebilmişlerdir. Ne zaman ki fetih seferlerinden elleri boş dönmeye başlamıştır, işte o zaman, büyümeleri durmuş, diğerleri üstündeki egemenlikleri zedelenmiş ve içe dönüp, başarısız fethin bedelini de tebaalarına, reayalarına ödetmeye yöneldiklerinde, kendi olağan sömürü nizamları da bozulmaya, çözülmeye, çürümeye yüz tutmuştur. Bu kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlık, Osmanlı’yı, aleme nizam vermekten, birkaç kapitalist devletin etkisi ve yönlendiriciliği altında tanzim oluşa götürmüştür. Mukadderat işte! Tarihin cilvesi diyesi geliyor insanın ama, tarih cilve yapmaz ki...

Bugün Amerika Birleşik Devletleri(ABD) tarafından başlatılan yeni fetih sürecinin, kendisinden öncekilerden önemli ve öncelikli ayrım noktaları vardır: Bunlardan ilki; bu sürecin, kapitalizmin ekonomik, sosyal, siyasal, v.b. boyutlarda dünyayı tek bir pazara dönüştürdüğü ve onun egemen tek toplumsal formasyonu olduğu koşullarda yaşanıyor olmasıdır. Bu dünya sistemini, yani kapitalizmi, kendisinden önceki toplumsal yapılardan ayıran temel özellik, ekonomik artığa ekonomin kendi işleyişi içinde el konuluşudur. Yine bu sistemin bir başka özelliği, krizlerini, dikey ya da yatay olarak genelleştirerek aşmasıdır. Krizin, yatay olarak genelleştirilmesine muhatap olan, her zaman çevre ülkelerken; dikey olarak genelleştirilmesine muhatap olan, toplumun işçileri, işsizleri, yoksul köylüleri ve küçük mülk sahipleridir. Merkezde böyle yaşanan krizin aşılması süreci, çevre ülkelerde her iki boyutuyla gerçekleşir. Çünkü, çevrenin çevresi yoktur ve kriz, kendi siyasal sınırları içinde yaşanır, her türlü araçla ve her türlü toplumsal tahribata rağmen ya aşılır ya da aşılır.

İkincisi, ortaya çıktığı andan itibaren, hangi siyasal egemenlik biçimine bürünmüş olursa olsun, egemen sınıf(lar)ın , toplumun diğer sınıfları üzerindeki tahakküm aracı, diktatörlüğü olan devletin, günümüzde, bilim ve teknolojinin sağladığı olanakları da kullanarak, kontrol, denetleme, cezalandırma işlevlerinde yetkinleşmiş olmasıdır. Ki ABD, bilim ve teknolojinin olanaklarını, hem söz konusu alanlarda hem de silah sanayi başta olmak üzere, üretim süreçlerinde uygulayıp kullanan devletlerin başında yer almaktadır. Ve bu avantajını, yalnızca kendi siyasal sınırları içerisinde kullanmakla kalmayıp, dünyanın diğer ülkeleri üzerinde de kullanmaya çalışmakta, diplomatik krizlere yol açan istisnai başarısızlık örneklerine rağmen, genelde başarılı da olmaktadır. Ama nereye kadar?

Üçüncüsü, kapitalist toplumun egemen sınıfı sermayenin ve burjuvazinin, kimilerine göre uluslararası, kimilerine göre ise üst düzeyde bir soyutlamayla, ulusüstü (transnasyonel), ulusötesi ya da ulusaşırı bir boyut ve nitelik kazanmasıdır. Ki bu, söz konusu sınıfın, hem mali alanda hem de sanayi üretimin örgütlenmesi alanında, nesnel olarak, ulus-devletin siyasal sınırlarını neredeyse her alanda aşarak, kendi gelişimi ve ihtiyaçları doğrultusunda bölgesel ve kıtasal siyasal oluşumlara yönelmesi ve bir biçimde bunu dayatıyor olmasıdır. 1970’li yıllarda, ithal ikameci gelişme ve sermaye birikim politikalarının, yerini ihracata dönük sermaye birikim biçimine bırakması ile belirginleşen bu süreç, öncelikle sermayenin hareketi ve ekonomik kararlar bazında, ulusu ve ulus-devleti, hem yerel ve bölgesel sermaye ve sanayi grupları, hem de siyasal ve sınıfsal muarızları için ardına saklanılamaz, üzerinde yükselinemez bir hale getirmektedir. Ki sermayenin hareketi ve ekonomik kararlar alanında yaşanan bu sürece, hızlı ya da tedrici bir biçimde, gecikmeli de olsa, siyasi ve askeri alanlar eşlik etmektedir.
Ne var ki, bir madalyonun bile en az iki yüzü varken; ekonomik, sosyal, siyasal süreçlerin tek yüzlü, tek boyutlu olması mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, yukarıda kısaca ve üç noktada belirtilenler, varolan gerçekliğin bir boyutunda yer alan belirgin ve karakteristik unsurlardır ve varolan salt bunlardan ibaret değildir. Bu gerçekliğin bir başka boyutu daha vardır; çelişkilerin, gerilimlerin, fiili ve potansiyel çıkar çatışmalarının arz-ı endam eylediği.

Şimdilik ve bugün için, dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanmasının en üstünde yer alan, kendisi de bir ulus-devlet olmayan, ABD’nin başlattığı yeni fetih sürecinin kavranmasını, anlamlandırılmasını da kolaylaştıracak olan önemli unsurlar vardır, madalyonun diğer yüzünde. Bunlardan ilki, öncelikle ABD adresli ulusötesi sermayenin ve sanayi gruplarının, bütünsel, bir başka deyişle “global/küresel” anlamda, kendi gelişimleri ve ihtiyaçlarıyla paralel bir hızla, hem karlarını maksimize edemeyişleri, hem de dünyanın farklı bölgelerindeki, ekonomik olarak kilit öneme sahip ve “Pazar” üzerinde de kar ve spekülatif amaçlı kullanılabilecek, petrol gibi kontrol niteliğine haiz, yer altı ve yerüstü kaynaklarına doğrudan ve güvenlikli bir biçimde el koyamayışlarıdır. Bu kesimlerin, ekonomik terimlerle konuşan IMF, Dünya Bankası, vb. örgütleri ve MAI çerçevesinde dayattıkları düzenlemeler, yukarıdaki amaçların gerçekleştirilmesine yetmemektedir. Tıpkı, dünyadaki egemen tek toplumsal formasyonun kapitalizm oluşunun yetmeyişi gibi... Bunun yanısıra, bir yandan Avrupa Birliği ve Japonya adresli sermaye ve sanayi grupları ile olan rekabet, öte yandan da Rusya, Çin, Hindistan, vb. gibi giderek güçlenen bölge devletlerinin varlığı, kaynakları elde etmek için, “Pazar”ın, “piyasa”nın o büyülü, o “görünmez eli”nin hikmetini beklemeyi de gereksiz bir zaman kaybı ve lüks kılmaktadır bu kesimler için; ve mevcut koşullarda geriye kalan seçenek, meşruluğunu güçten alan eylemdir: Fetih. Hangi çağda olursa olsun, fethi meşru kılan tek şey, fetih eylemine kalkışanın gücüdür.

Çelişki ve gerilimin ifadesi olan ikinci unsur, sermayenin hareketi ve sanayiinin örgütlenmesi bazında nesnel olarak aşılan, siyasi ve askeri alanlarda da aşındırılan ulus ve ulus-devlettir. Bu iki olgu, nesnel dayanağını yitirmekte oluşuna rağmen, öznel boyutta varlığını sürdürmekte, ulusötesi bir nitelik kazanan sermaye ve burjuvazinin yönelişleri karşısında, toplumun, hem varlığı kapitalist sömürü düzeninin sürmesine bağlı olan siyasal ve sınıfsal kesimleri hem de bu düzene karşı olduğunu söyleyen siyasal ve sınıfsal kesimleri için, yanılsamalı bir direnç noktası oluşturmaktadır. Her iki kesim de düşlerinde yarattıkları, rüyalarında gördükleri ve “vatan” deyip kutsallık, dokunulmazlık atfettikleri toprak parçasının üzerinde, gerçeklikte de iktidar olup, hüküm sürebileceklerini sanmaktadırlar. Oysa ne düş gerçeklikte ne de gerçeklik düşte var olabilir. Ancak bu acınası toplumsal ve siyasal şizofrenik bilinç hali, eylem olarak nihai sonuçlarına götürülebildiğinde, ulusötesi sermaye ve burjuvazinin amaçlarının gerçekleşmesini yıkıcı bir biçimde geciktirebileceği ve buna bağlı olarak, yeni fetih heveslilerinin de sahneye çıkmasını hızlandırabileceği gibi, fethi sürdüren güçler karşısında da yenilişi, yok oluşu, hüzünlü, dramatik ama, bir o denli de destansı bir kahramanlık yaratarak gerçekleşebilir. Kim bilir? Derler ya hani; “ummadık taş baş yarar.” Ki bu kapitalizmin şu an için varolan hem hiyerarşik yapılanmasını hem de hegemonik dengelerini alt üst edebilir. Dahası bu çok uzak bir olasılık da değildir.

Üçüncü unsur ise, bugün ABD’nin hegemonyasına susarak boyun eğen ya da boyun eğiyormuş gibi yapan ve çaresizlikten sadece vetolarla itirazını dile getiren, AB, Rusya, Çin, Hindistan gibi devletlerin, hatta Japonya’nın, kendi egemenlik alanlarına sıra geldiğinde, aynı tarzla yetinmeyecekleri de aşikardır. Dahası ABD’nin kendi hegemonya alanında bile fethi sürdüremez bir noktaya düşmesi durumunda da aynı tarzda davranmayacakları ve hızla ABD’ye rağmen fethe kalkışacakları da... Unutulmamalıdır ki, bu günkü hiyerarşik yapılanma ve varolan hegomonik durum kapitalizmin ilanihai geçerliliğe sahip, son ve değişmez halinin ifadesi değildir. Bu değişebilir; özellikle ABD’nin giriştiği fetih sürecinin duraklama da dahil olmak üzere herhangi bir biçimde kesintiye uğraması, yeni bir yapılanma ve hegemonya sürecini gecikmeden başlatacaktır. Ki bu dünya savaşı da dahil, yeni bir fetih ve hegomonya sürecini, tüm acıları ve yıkımlarıyla birlikte insanlığın gündemi kılabilir ve sömürü düzeni devam ettiği sürece kılacaktır da. Elbette ki, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizme ve onun egemenlerine, toplumun ezilenleri, sömürülenleri itaat ettiği ve dünya evrensel düzeyde küresel bir düzeni kurmaya yeltenmediği sürece... Tek istisna bu yelteniş ve bunun başarısıdır.

Buraya kadar genel olarak ve kısaca belirtilen tüm unsurlar, dünya insanlığı için küresel bir düzenin varlığından çok, kapitalizmin gelişimine, bir soyutlama bazında sermayenin ve burjuvazinin ihtiyaçlarına bağlı bir biçimde içerisine girilen sürece ve bu süreçteki çelişki ve çatışmalara işaret etmektedir.

Şimdi, buradan hareketle şunların unutulmaması gerek:

Bir soyutlama olarak, sermayenin ve burjuvazinin varlığından söz etmek mümkün olsa da, gerçeklikte tüm dünya sermayesinin ve burjuvazisinin çıkarları çakışan, yekpare bir bütün olmadığı da bir hakikattir. Çünkü devlet anlamında, kendini farklı siyasal, askeri birimler altında örgütlemiş, çıkarları çelişen ve çatışan birbirlerinden farklı ulusötesi sermaye ve sanayi grupları vardır. Hem bu sermaye grupları arasındaki rekabete dayalı çelişki ve çatışma hem de kapitalizmin yağmacı, yıkıcı, sömürüye ve kara dayanan karakteristik özellikleri, kapitalizmin ve onun egemen sınıfının varlığı koşullarında küreselleşmenin, küresel bir düzenin, dünya-evrensel bir boyutta kurulmasını olanaksızlaştırmaktadır. Kapitalizmin bu koşullardaki varlığı bile böylesi bir düzenin inkarıdır zaten. Dolayısıyla, küreselleşmenin varolduğuna dair ileri sürülen nesnel ve öznel verilerin, bugün için, kapitalizm koşullarındaki varlığının ve etkisinin potansiyel olmaktan öte bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bunlar ancak, kapitalizmin dışında, yeni bir dünya- evrensel toplumsal yapının inşasına yöneliş sürecinde kuvveden fiile dönüştürülebilir.

Sermayenin, bilimsel ve teknolojik devrimin olanaklarının da etkisiyle, çok hızlı ve sınır tanımaz bir hareket yeteneğine sahip olduğu da hem bir gerçeklik hem de bir hakikattir. Ama herhangi bir alanda yatırıma yönelinceye dek. (Hız ve hızlılık görelidir. Ve sermaye hangi koşullarda olursa olsun, kullanılamaz kılınıncaya dek en hızlısıdır ekonomik araçların. Bugün teknolojinin sağladığı olanakların etkisiyle, daha önceki dönemlere göre daha hızlı olması, küreselleşmenin delili olamaz bundan dolayı.)

Bu hareketlilik ve hız yeteneği, sanayi üretimin örgütlenmesi alanında söz konusu değildir. Sanayi üretimini yapan şirketler ne denli ulusötesi olursa olsun, günümüzde bu üretimlerini ne denli farklı alanlarda yapıp örgütlemiş olurlarsa olsunlar, her koşulda belirli bir ya da birden fazla ulus-devletin siyasal ve coğrafi sınırları içinde hareket etmek zorundadırlar. Ki günümüzde yaşanan gerilimin bir yanını oluşturan bu durum, bölgesel kıtasal yeni siyasal devletlerle aşılmak istenmektedir. Bunlar bir nevi çağdaş imparatorluklardır. Bu yeni siyasal oluşumlar içinde, “ahı gitmiş vahı kalmış” eski ulus-devletlere biçilen rol, bulundukları coğrafyada düzenin “gece bekçiliği”dir.

Sermayenin ve burjuvazinin ekonomik gelişimine koşut olarak, ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri bir birim olarak ulus-devlet örgütlenmesinin yerine, ABD, AB gibi siyasal oluşumları dünyanın geri kalanında da inşa etme süreci başlamıştır. Bu kapitalizmin gelişimi ve onun egemen sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda, dünyanın geri kalanının örgütlenişinde bir kabuk değişimidir. Elbette ki bu değişim, ekonomik alanda atılan adımların, katedilen yolun, ona uygun siyasal bir örgütlenişle taçlandırılmasına yöneliktir. Ama asla bir küreselleşme ve küresel bir toplumsal yapının inşası değildir. Çünkü, toplumsal eşitsizliğe, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve insanın insanı sömürüsüne dayanan hiçbir sistem ve varlığı bunlara bağlı hiçbir sınıf, tüm insanlığı kapsayan ekonomik, sosyal, siyasal, vb. niteliklere haiz küresel bir düzeni kurmaya yetenekli değildir.

Son bir nokta daha: Kapitalizmin egemen sınıfı olan sermayenin ve burjuvazinin, hangi coğrafyada bulunursa bulunsun, hangi hız yeteneğine sahip olursa olsun, ne denli ulusötesi niteliğe bürünürse bürünsün, her zaman kendi devletine ihtiyacı vardır. Bu sınıf, tıpkı kendisinden önceki tüm egemen sınıflar gibi, devleti olmadan rüya bile göremez.

Küreselleşmenin varlığına ilişkin ileri sürülen kanıtların başında, bilimsel ve teknolojik devrim ve bunun üretim süreçlerinde, dahası iletişim alanında kullanımı yer almaktadır.
Oysa bilimsel ve teknolojik devrimin ortaya çıkardığı fiili ve potansiyel dinamikler, varolan koşullardan ve sınıf hakimiyeti ilişkilerinden bağımsız olarak değerlendirilip, küreselleşmenin kanıtı kılınamaz. Bunların kullanımı, daha önceki çağlarda olduğu gibi, günümüzde de sınıfsaldır. Dolayısıyla bunlar, egemen sınıfın, özellikle aynı alanlarda faaliyet gösteren kesimleri arasında, rekabetin ve pazarda daha fazla paya sahip olma kavgasının enstrümanları olarak hem kullanılmaktadır hem de kullanılacaktır. Bilimsel ve teknolojik devrim, yarattığı potansiyel olanaklar bir yana; fiilen, egemen olana, onun varlığını korumasına, geliştirip güçlendirmesine hizmet eder öncelikle. Bir başka deyişle bunlar, fiili anlamıyla, verili sınıfsal egemenlik koşullarında, siyasal ve ideolojik boyutuyla birlikte “maddi hayatın yeniden yeniden üretimi”nin, biçimsel farklılıklarla, hatta yeni biçimlerle devamını sağlayan araçlardır.

İnternet gibi, uydu teknolojisine dayanan iletişim araçlarının gelişimi, bir yanıyla, sermayenin dinamik karakterine koşut olarak, onun hareketinin, ulus-devlet sınırlarını ekonomik, hukuki, siyasi, vb. alanlarda fiilen tarumar eden bir hıza kavuşmasını sağlarken; bir başka boyutuyla da potansiyel olarak, hem insanın özgürleşmesinin hem de onun egemen güçlerce daha yetkin denetimi ve tahakküm altına alınmasının olanaklarını sunmaktadır.Ki bunlardan da egemen güçlerin denetim ve tahakkümü hızla kuvveden fiile doğru yol almaktadır. Biri Bizi Gözetliyor(BBG), bir TV programının adıdır. Ama günümüzde bile, insanlar günlük yaşantıları içinde fark etmeseler de birinin onları gözetlemesi bir anda potansiyelden fiiliyata dönüşebilmektedir. Ve bu ise TV’de gösterilen bir oyun değildir. Örneğin; ABD’nin Patriot Act 1 ve Patriot Act 2 adıyla toplumu denetlemeye yönelik uyguladığı teknolojik projelerin yanında, G. Orwell’ın “1984” adlı kitabında anlattıkları neredeyse masal kalacak. Ki bunların daha başlangıç olduğu da anımsanmalıdır. Dahası yalnızca ABD ile de sınırlı değildir bu uygulamalar...

Bilimsel ve teknolojik devrimin sağladığı olanaklar eşliğinde, kapitalizmin üretici güçleri hem teknik hem de insan boyutuyla geliştirdiği biliniyor. Keza üretimde robot kullanımından, otomasyona dek uygulamalara yer verildiği de... Sanayi üretimin, sermayenin hızına hiçbir zaman yetişemeyecek olsa da, -ister ulusötesi denilsin isterse ulusaşırı – farklı coğrafyalarda örgütlendiği de...

Öte yandan, bilimsel ve teknolojik devrimin mümkün kıldığı tüm potansiyel olanaklara rağmen, kapitalizm ve onun egemen sınıfının varlığı koşullarında, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü, fiili ve potansiyel boyutuyla üretici güçlerin, özellikle de insan unsurunun çözülmeye, çürümeye, neredeyse barbarlığa doğru sürüklendiği de biliniyor. Yine bilimsel ve teknolojik devrimin üretim sürecine uygulanmasıyla, insanlığın, açlık, giyinme, barınma, sağlık, eğitim, çalışma, ulaşım, v.b. sorunlarının dünya evrensel bir boyutta çözümlenmesi mümkünken, dünyanın her yerinde bu olanaklardan yoksunlaşan insan sayısının her geçen gün arttığı da biliniyor. Dahası, köleliğin dünyanın her yerinde boy verip geliştiği de...

Köleliğin bile, kapitalist sömürü düzeninin egemenliğinde, tarih öncesinden günümüz dünyasına uzanarak, yeniden arz-ı endam eylediği, barbarlığa doğru gidişin habercisi olduğu bu çağ; insanlığın da şiddetin ve sömürünün, ekonomik, sosyal, siyasal, cinsel, dinsel, vb. her türünü tarihe gömerek, binlerce yıldır sürdürdüğü eşitlik, özgürlük ve adalet özlemini dünya-evrensel olarak ete kemiğe büründürmeye, kuvveden fiile dönüştürmeye, en yakın olduğu çağdır da...

Ama bunun öznesi ne olacak? Kim olacak?...

19 Temmuz 2008

AK Parti'nin kapatılmaması kararı da siyasidir!

AK Parti’nin kapatılmaması kararı da siyasidir

Atalay GİRGİN

AK Parti hakkında dava açılması ve bunun sonunda verilecek karar, AK Parti ileri gelenlerinin, partili ve yandaş hukukçuların söylediği gibi, yalnızca siyasi midir? Elbette siyasidir, ama yalnızca siyasi değil, aynı zamanda hukukidir de… Ama öte yandan, AK Parti’nin kapatılmaması kararı da hem siyasi hem de hukukidir.

Buna rağmen AK Partililer, yandaş hukukçuları ve medyadaki yandaş “kalem” ve “ses”leri kamuoyuna gerçekliğin kendi işlerine gelen yanını göstermeye, algılatmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken hakikâti mi söylüyorlar? Öte yandan, açılan bir davanın ya da verilen bir mahkeme kararının hukukiliği, onun doğruluğunun ölçütü müdür? Dahası, onların söylemleri doğrultusunda, taraf olanlar, kendi gözleriyle mi görüyor, kendi gözleriyle mi görüp anlamlandırıyor olup bitenleri?

Hakikât hangi yüzündedir madalyonun?

Bir madalyonun bile en az iki yüzü, iki boyutu vardır. Ekonomik, sosyal, siyasal, hatta hukuksal olay ve olguların ise çok daha fazla… Bu tür olay ve olgulara nereden, neden, nasıl ve niçin bakıldığına bağlı olarak sonuçlar değişir. Keza kişi ya da kişilerin algı alanı kadar, algı dayanakları da anlamlandırmalarını ve ortaya koyacakları bilgiyi koşullandırır. Öte yandan, yine kişi ya da kişilerin neyi görmek istedikleri kadar, neyi göstermek istedikleri de burada önemli bir etkendir.

Elbetteki bu koşullar altında ortaya konulan bilginin, neliği ve gerçekliği veri alındığında, varolan ya da konu edinilen gerçekliğin hakikâti değerini taşıyabilmesi söz konusu bile değildir. Bu tür bir bilgi, en iyi ihtimalle, inandırıcılık karinesi sağlayabilmek adına, gerçeklik verileriyle süslenmiş, bezenmiş ve formel mantık kurallarıyla örülmüş bir bilgidir. Eğer bariz mantık hataları yapılmamışsa, kendisinin dışına çıkılıp gerçekliğe bakılmadığı ve gerçeklik verileriyle sorgulanmadığı sürece, muhatapları ve tarafgirlerince kesin doğruluk değerine haiz kabul edilecektir. Hatta uğrunda ölünüp öldürülecek denli…

Bu durum, yalnızca güncel ya da yakın geçmişe ait toplumsal olay ve olgulara ilişkin bir geçerliliğe sahip değildir. Aynı zamanda, uzak geçmişte kalmış olan, artık daha ‘nesnel’, daha soğukkanlı bakmanın olanaklı olduğu varsayılabilecek tarihsel olay ve olgular için de geçerlidir.

Bundan dolayıdır ki, Tarihçi E. H. Carr, “Tarih Nedir” adlı kitabında, “bir tarihçinin yazdıklarını okumadan, anlattıklarını dinlemeden önce, onun siyasal, ideolojik düşüncelerine bakın” der. Artık kendileri de geçmişte kaldıkları için öznelerince de değiştirilmesi mümkün olmayan ve dolayısıyla değişmeyeceği kabul edilen tarihsel belge ve bulgularla çalışan bir tarihçinin bile söyledikleri, anlattıkları, “onun siyasal, ideolojik düşünceleri” ışığında değerlendirilmeyi gerektiriyorsa, bu saptama, konumuz açısından, görüş beyan eden tüm hukukçular için daha da fazla bir öneme ve geçerliliğe sahip değil midir? Hukukçular alınmasın. Onlar yalnız değil bu konuda daha niceleri var… Madalyonun bir yüzüne bakıp ahkâm kesen. Oysa hakikât, kendi başına hiçbir yüzünde değildir madalyonun…

Hukuki ve siyasi olan ayrımı

Hukuk ile siyaset, kesin çizgilerle birbirinden ayrılamaz. Bunun temel nedeni, hukukun, her daim, siyasal olarak örgütlenmiş toplumlarda var olmasıdır. Siyasal olarak örgütlenmemiş toplumlarda, hukuktan çok ahlâk geçerlidir. Bu tür toplumlarda, bireylerin söz ve eylemleri yalnızca ahlâki değerlendirme konusudur. Hukuki ve siyasi değerlendirme konusu değil. Çünkü böylesi bir değerlendirmenin asgari toplumsal ve kurumsal koşulları yoktur daha…

Sözlü ya da yazılı hukukun varlığı, kendisine uyulması ya da uyulmaması durumunda, zorlayıcı tedbirler alabilen, cezai yaptırımlar uygulayabilen siyasal bir örgütün, gücün olduğu koşullarda olanaklıdır. Bunun en üst ifadesi ise devlettir. Devlet niteliğine haiz olsun ya da olmasın siyasal her toplumsal örgüt rüşeym halinde bile olsa kendi hukukuyla var olur. Neliği ve gerçekliği açısından baktığımızda, genel olarak hukuk, bir toplumda varolan egemen ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, bireysel ve kurumsal ilişki ve ilişki biçimlerinin korunup kollanması ve güvenceye alınması temelinde, bunların yapılıp yapılmamasını da yaptırımlara bağlayan formel kurallar bütününün genel adıdır.

Bundan dolayı, birincisi, hukuk devletten bağımsız değildir. İkincisi ise hukuk, konumuz açısından pozitif hukuk, formelliğine istinaden, her daim, üzerinde hükmünü meri kılmak istediği toplumsal yapının ve onun gerçekliğinin dününden seslenir. Yani toplumsal varlığın dününe aittir. Toplumsal varlık tüm boyutlarıyla diyalektik bir değişim sürecini yaşarken, hukuk bütünsel olarak ele alındığında daima onun gerisinde kalır. Değişen ve gelişeni, kendi formelliği temelinde düne ait olana uydurmaya ya da ona göre değerlendirmeye çalışır. Tüm yasaların dibacesi olan, daha alt düzeylerdeki kanun, tüzük, yönetmelik, vb.’nin kendisine aykırı olamayacağı anayasalar ise kendi başlarına ele alındığında, hukuki metinler olmanın yanı sıra esas olarak siyasal metinlerdir. Burada siyasal olan, hukuki formelliğe içkin kılınmıştır.

Siyasal olarak örgütlenmiş yani bir devletin ve aynı zamanda da şu ya da bu ölçüde hukukun varolduğu toplumlarda, bireylerin söz ve eylemleri, yerine ve zamanına göre yalnızca ahlâki; yerine ve zamanına göre ahlâki ve hukuki; yine yerine ve zamanına göre de ahlâki, hukuki ve siyasal değer taşır.

Kurumların ise eylemleri değil, kuralları ve kararları vardır. Hiçbir kural hiçbir karar ahlâki eylemde bulunmaz. Keza hiçbir kurum da… Bundan dolayı kurumların ahlâkı yoktur. Ancak kurumların, kuralları ve asıl olarak da kararları, yerine ve zamanına göre yalnızca hukuki ya da kurumun ve kararın türüne bağlı olarak aynı anda hem hukuki hem de siyasal değer ve değerlendirmeye tabidir. Çünkü kurumlar, özellikle de siyasal kurumlar ve bu kurumların kararları ve bu kararlar doğrultusunda söylem ve eylemde bulunan bireyler söz konusu olduğunda hukuki olan ile siyasal olan iç içe geçer. Hukuki değer taşıyan yerine göre aynı zamanda siyasal değer taşıyandır. Ya da tersi, siyasal olan aynı zamanda hukuksal olandır. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Bir genelleme düzeyinde şöyle bir önermeyle ifade edilebilir bu : Siyasal olan her şey hukuki değerlendirme konusudur ama hukuki olan her şey (özellikle olabildiğince teknik ve alt düzeylere inildiğinde) siyasal bir değerlendirme konusu değildir.

Doğru, hukuka uygun olan mıdır?

Buradan hareketle, anayasaya uygunluk ya da aykırılık iddiasıyla açılan her dava hem siyasi hem de hukukidir. Böyle bir dava sonunda verilecek her karar da hukukilik ve siyasallık niteliklerini bir arada taşır. Çünkü herhangi bir davalı hakkındaki iddialar, salt biçimsel değil, kurucu siyasal metin olan anayasanın içeriğine uygunluk açısından değerlendirilir. Bu ise kendi biçimselliği temelinde, siyasal bir değerlendirmedir ve sonuç olumlu ya da olumsuz ne olursa olsun, her şart altında hukuki ve siyasaldır.

Ama bu, gerçeklik söz konusu edildiğinde, onların doğruluğunun göstergesi değildir. Varlığın dününde kalmış olanlara ilişkin yapılmış olan formelliğe uygunluğun ifadesidir. Bir başka deyişle “biçimsel doğruluk” ya da “biçimsel uygunluk”tur söz konusu olan; epistemolojik doğruluk değil.

Kısacası, genel olarak hukuka, özel olarak ise anayasaya ve yasalara uygun olan bir şey her zaman doğru olan değildir. Çünkü doğru olan, neliği ve gerçekliği itibariyle nesnesine uygun olandır. Neliğinin tekabül ettiği nesne, olay ya da durum dünde kalmışken ve o nesnenin sürekli değişen gerçekliği veriyken, zamansal ve mekansal olarak nesnesini yitirmiş formel bir hükmün, ontolojik ve epistemelojik anlamda doğruluğundan ve geçerliliğinden söz edilemez. Bir gecede kişi başına düşen milli gelirin, sözüm ona 5 bin dolardan 9 bin doların üzerine çıkarılıvermesine benzer bu… İster zengin olduk diye sevinirsiniz; isterse Başbakanın ve bakanların, “milli geliri kişi başına 9 bin doların üzerine çıkartık” türü propagandif sözlerini “ağzı açık ayran delisi” gibi dinlersiniz. İsterse de “yalan söylüyorlar” diye tepinirsiniz. Sonuç değişmez…

İnsanlar, çevrelerinde olup bitenleri, özellikle de ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, vb. olup bitenleri, kendi gözleriyle görüp algılamaya, anlamlandırmaya yönelmedikleri sürece, birilerinin peşinde ve onların, gerçekliğin hakikatine uygun olmayan sözleriyle taraf olmaya devam edecektir. Tıpkı AK Parti’nin kapatılma davasına ilişkin ya da ‘Ergenekon’ davasına ilişkin olduğu gibi… Gördük sandıkları şeylerin, aslında kendilerine, kasıtlı bir biçimde, bile isteye gösterilen ve görmeleri, bilmeleri istenen şeyler olduğunu bile fark etmeyeceklerdir. Film setindeki ışıkçının ışığı peşinde bir oraya bir buraya yöneleceklerdir. Oysa o da yönetmenin görülmesini istediği yerlere yöneltmektedir ışığı…

Sözün özü : İnsanların, gözlerini kendi gözleri kılmasının yolu, kendi aklıyla düşünüp sormaya, sorgulamaya açık olmasından ve “bilmeye cüret” etmesinden ve dahası, bu süreçte bilgi diye karşına çıkanların nelik ve gerçeklik bağını kurmasından geçer. Buna yeltenmeyen insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda yanılsama kutsallaşır ve kutsallık yanılsamayı, yanılsama kutsallığı besler. Hakikât ise sırra kadem basar. Çünkü kutsallık, gözleri körelten, aklın ışığını kesen kapkaranlık bir şaldır.

12 Temmuz 2008

Paradigmalar tahterevallisinden düşen bir figüran : 'ERGENEKON'

Paradigmalar tahterevallisinden düşen bir figüran : ‘ERGENEKON’

Atalay GİRGİN

Türkiye Cumhuriyeti, paradigması iflas etmiş bir devlettir. Yıllar önce, “Paradigmanın iflası” adlı yapıtında, Fikret Başkaya yazmıştı bunu. Ne var ki, ekonomik, sosyal ve siyasal olarak egemen olan sınıflar ve onların, toplumun her alanında yer alan siyasal ve ideolojik temsilcileri yeni bir paradigma oluşturamamışlardır. Ne Fikret Başkaya’nın kitabından önce ne de sonra…

Yalnızca onlar değil, siyasal iktidar mücadelesi yürüttüğünü söyleyen ve dikkate alınan ya da dikkate değer hiçbir kesim, yeni bir paradigma sunamamıştır. Solundan sağına, milliyetçisinden siyasal İslamcısına her kesim dahildir buna… (Bu konuda kayda değer tek yerli öneri, ne gariptir ki, tutuklandıktan sonra Abdullah Öcalan’dan gelen ve kapitalizmin sınırları içinde kalan ama düzenin ‘resmi siyasal bilinç sınırlarını’ zorlayan, hatta kısmen aşan “Demokratik Cumhuriyet” yaklaşımı ve söylemidir. Öte yandan Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi ile yaptığı kısmi açılım ve Mehmet Ağar’ın son dönemdeki demeçlerinde kısmen içerilen yaklaşım birer istisnadır. Ve istisnalar olarak da bir kenarda kalmışlardır zaten.)

Cumhuriyet’in kuruluş döneminin eseri olan ve iflas eden paradigmanın, resmi ideolojik söylemin şemsiyesi altında, bayramda seyranda tekrarlanması ve dönem dönem değişik kesimler üzerinde “Demokles’in kılıcı”na dönüştürülmesinden öteye gidilememiştir. “Biz bize” kalındığı sürece işe yarayan, vaziyeti idare eden bu tutum ve anlayışın, özellikle, yaklaşık son 10 yıldır çözüm olmadığı, artık ayan beyan ortaya çıkmıştır.

Figüran bir değil çok… Ama şimdilik görünen iki

Kendi gerçekliğine ve içerisinde bulunduğu bölgenin ve dünyanın gerçekliğine uygun bir paradigma değişikliği sürecini, bile isteye ve kendi iradesiyle yaşayamayan ve bunu oluşturup yönetemeyen Türkiye Cumhuriyeti, paradigmalar tahterevallisine çıkarılmıştır. Tahterevallinin bir yanında, Cumhuriyet’in kuruluş döneminden devralınan ve iflas eden paradigmanın takipçileri vardır. Diğer yanında ise, günlük ve dönemsel çıkar hesapları ile bir AB’ye bir ABD’ye yanaşarak, onlardan göreli bağımsız bir paradigmayı oluşturmak ve egemen kılmak isteyenler…

Birincilerin ya da ‘Ergenekon’ olarak nitelendirilenlerin paradigması bilinmektedir. Onlar; Cumhuriyet’in, kuruluş döneminde Osmanlı’dan devraldıklarının yanına eklediği uluslaşma ve üniter bir ulus devlet olarak varolma anlayışını, yani esas olarak eski paradigmayı, her şeye rağmen sürdürmek isteyenlerdir. İkincilerinki ise muğlaktır, belirsizdir (Aslında “Yeni Osmanlıcılık”a da “BOP” a da teşnedirler ama “müesses nizam” güçleri karşısında da şamrel lastiğinden beterdir durumları). Çünkü bunlar, diğerlerine göre daha pragmatist bir tutumla ve daha ilkesizce davranmaktadırlar. ABD ve AB ile ilişkilerinin durumuna ve içerideki gelişmelerin seyrine göre hareket etmeye çalışmaktadırlar. İçerideki gelişmeler sertleşmeye başladığında, söylemsel olarak, birincilerin paradigmasına yakın bir vaaz edişe yönelmekte ve bu doğrultuda açıklamalar yapmakta ve nutuklar atmaktadırlar. Dolayısıyla devlet paradigmasının ne olması gerektiğini, nedenleri ve niçinleriyle açıkça ortaya koyup bunun mücadelesini yürütmemektedirler. İçeride sıkıştıklarında, söylemde keskin bir üniter ulus-devletçi kesilmekte, dışarıda sıkıştıklarında ise ABD ve AB yollarında, kapılarında ayak sürüyerek, icazet, anlayış ve destek dilenmektedirler.

Paradigmaları figüranlar belirleyemez

Neylersiniz ki, siyasetin gerçek öznelerinin olmadığı, açıkça kendini göstermediği yerde, önce figüranlar sahne alır. Önce onlar düşer, sözüm ona önce onlar düşürür… Ama er ya da geç gerçek özneler uzlaşarak ya da birbirlerini alt ederek sahneye çıkar. Çünkü paradigmaları gerçek siyasal özneler belirler : Ülkenin ve dünyanın gerçekliğine uygun bir biçimde, egemen ve aynı zamanda ekonomik ve siyasal olarak örgütlenmiş sınıflar ya da onların asli temsilcileri. Ya da tersi; belli bir paradigma ve toplum projesi temelinde örgütlenip siyasal ve sınıfsal muarızlarını yenerek kendi iktidarını kuran sınıflar ve temsilcileri.

Devletler paradigmalarıyla vardır. Paradigmalarını yitiren devletler, içsel ve dışsal güç ilişkilerinin etkisi altında değişip dönüşmeye ve genellikle de çözülmeye başlar. Paradigmalarını, gerçekliğe uygun bir biçimde kendi ‘iradesi’yle, ‘aklı’yla değiştirebilen devlet, değişim ve dönüşümü bir gelişim süreci kılabilen devlettir. Başkaya, “Bir toplumsal formasyonun başarısı düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil, fakat karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür” der “Paradigmanın İflası”nda.

Türkiye Cumhuriyeti ise bırakın köktenci bir paradigma değişimini yönetmeyi, sermaye birikim biçimindeki bir değişimi bile darbeyle başarmış bir devlettir. Özellikle 12 Eylül 1980 bunun bariz bir göstergesidir. Ki 12 Eylül 1980 dahil, darbelerin “yerli malı” birer imalat olduğu da tartışmalıdır zaten. Sadece darbeler ve onlarla değişen politikalar değil bir çok değişikliğin görünen yüzünde ‘yerli’ler olsa da ardında başkaları vardır. Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Milli Eğitim’ politikalarındaki önemli iki değişiklikten birincisi, Demokrat Parti iktidarı döneminde Amerikan Ford Vakfı’nın fikri yönlendiriciliği ve finansal desteğiyle, hem de Viyana’da yapılmıştır. Destek dediğime bakmayın, tüm giderleri Ford Vakfı’nca karşılanmıştır. İkincisi ise malum, Avrupa Birliği’nin eğitim politikalarına uyum adı altında…Bunu bile, neredeyse, devrim diye sundular : Eğitimde Newtoncu anlayıştan, Kuantumcu anlayışa geçiş adı altında…(Neyse bu kendi başına önemli bir konu)

Hal böyleyken; yani ekonomik, sosyal ve siyasal alanlar bir yana, eğitim politikalarındaki değişikliği bile kendi iradesi ve ‘aklı’yla yapamayan bir devletin, yeni bir paradigmayı kendi başına belirlemesi mümkün müdür? İflas ettiği ayan beyan ortada olan paradigmayı, değişen toplum ve dünya gerçekliğine rağmen yeniden devletin paradigması kılabilmek mümkün müdür? Dahası bunu figüranların başarması mümkün müdür? Elbetteki hayır…

Figüranlardan biri düştü; sıra düşürende mi?

Bundan dolayıdır ki, bugün figüranlardan biri, paradigmalar tahterevallisinden düşmüştür, düşürülmüştür, ayağı kaydırılmıştır ya da tökezlemiştir… Ne derseniz deyin sonuç değişmez. Bu figüranın adı ‘Ergenekon’… Yarın bir gün bir bakmışsınız ki bir başka figüran düşmüş, düşürülmüş ya da ayağı kaydırılmış. Ya onun adı ne? Onu ben söylememeyim, Tahsin Yücel’in “Golyan Devrimi” adlı kitabındaki aynı başlığı taşıyan öyküyü okuyup siz tahmin edin.

Elbette, yeni figüranlar için sahne hazırdır. Sahibi aslisi arz-ı endam eylemeye karar verinceye dek, yeni figüranlar sahne almaya devam edecektir; kimi kör, kimi topal, kimi sağır olsa da fark etmez. Çünkü figüranlar tükenmez. Bereketlidir bu topraklar, dün devşirmeleriyle ünlüydü. Çağımızda ise devşirilenleriyle… Bakarsınız, yakında, devşirilip yedekte bekletilenlerden biri, damdan düşer gibi, peydahlanıverir. Hacı mı olur hoca mı; yakışıklı mı olur bir güzel huri mi; işçi, köylü, memur çocuğu mu olur bir mahalle bitirimi mi; v.b. ? Kim bilir? Allah bilir demeyeceğim; çünkü efendileri bilir düzenin… Çünkü getirilen her kim olursa olsun, onların kapısında çobandır. Ya sürü…? Onun adını da siz koyun.

Sözün özü : Bugün olup bitenler ve gösterilenler, farklı figüran gruplarıyla sürdürülen bir paradigmalar savaşının kırıntılarıdır. Paradigması, yaklaşık olarak 1970’lere gelindiğinde iflas etmiş olan bir devlete yeni paradigma biçme mücadelesidir. Paradigmalar tahterevallisinde sözüm ona birer oyuncuymuş gibi duran figüranların hiç biri, kendi başlarına, devlete yeni bir paradigma belirleyemez. Çünkü kapitalizmin ve düzenin siyasal bilinç sınırları içerisinde kalınarak, bugünkü koşullar veri olduğu sürece de bu olanaklı değildir zaten.

Bunların dışına çıkmak ise, sınıflar mücadelesi temelinde,dünyanın her metrekaresinde kapitalizmi yadsıyan yeni bir toplum projesiyle olanaklıdır. Toplumun ve devletin kendi paradigmasını oluşturarak yeniden örgütlenmesinin yolu buradan geçer. Bunun dışındaki her yol, dünya düzeninin aktörlerince servis edilen paradigmaların peşinde, figüranların dublörüne dönüşerek telef olmak ya da telef etmektir birilerini… Daha ötesi değil… Çünkü dünyayı değiştirenler ne figüranlardır ne de figürana dublör olanlar…

07 Temmuz 2008

KÜRESELLEŞME

Gerçeklik Mi? Yoksa Kavramsal Bir Gözlük Mü?
KÜRESELLEŞME
Atalay GİRGİN

Dilin ve düşünmenin olmazsa olmazlarıdır kavramlar. İmgelerin ve simgelerin yanı sıra, asıl olarak düşünme onlarla gerçekleşir. Bilgi onlarla ortaya konur.

Kavramsız bir tarih olmadığı gibi, tarihsiz bir kavram da yoktur. Her kavramın bilinen ya da bilinmeyen bir tarihi vardır.

Kimi tarihsel ve sosyal olay ve olgularla birlikte bazı kavramlar öne çıkar ya da yeni kavramlar üretilir. Bir dönem birlikte anılırlar; biri söylendiğinde diğeri de anımsanır. Örneğin: l789 Fransız İhtilali ve Milliyetçilik. Doğru ya da yanlış, bir gerçekliğin bilinçteki tasarımı olarak billurlaşır bu kavramlar. Ancak her kavram da bir gerçekliğe ya da olguya tekabül etmez. Yani gerçekliği yoktur kimi kavramların...

Bazı kavramlar ise ortaya çıktıkları koşullardan bağımsızlaşarak, hem ‘şimdi’nin anlamlandırılmasında ve kendisine uygun bir sosyal-siyasal-ideolojik gerçeklik bilincinin inşasında egemen bir söylem biçimi kılınır hem de geçmişin, yani tarihin yeniden okunması ve imal edilmesinde... Bu tür kavramlar, dünün ve bugünün anlamlandırılmasında, yarına bakışta ve yönelişte bireye, siyasal ve ideolojik bir gözlük sunar. Farkında olsa da olmasa da bireyin düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişinde içselleşir. Bu andan itibaren, bu kavramların gerçekliğinin olup olmadığı bile sorgulanmaz. Örneğin: ulus, ulusal devlet, ulusal çıkar, vb gibi.

Küreselleşme kavramının da bir tarihi vardır; ama gerçekliği yoktur. Çünkü, dünyanın gerçekliğinden bağımsız olarak, ona atfedilen bir nitelik olan küre, düşsel, düşünsel bir varlıktır. Gerçek bir varlık olmayan kürede, hiçbir eylem ve hiçbir süreç de gerçekliğe haiz değildir. Düşsel bir varlığın içindeki tüm eylemler ve süreçler de, bundan dolayı, yalnızca düşsel bir varoluş özelliği taşır ve gerçeklikleri olamaz. Gerçekliği olmayan ya da bir olguya tekabül etmeyen bir kavram ise Kant’ın deyişiyle, “boş” bir kavramdır.

İşte bu “boş” kavram, kısacık tarihine rağmen, günümüzde, hem varolanın farklı alanlarına ilişkin varoluş sürecinin anlamlandırılması, açıklanması ve nitelenmesinde ve geleceğe yönelişte, hem de geçmişin yeniden okunması ve anlamlandırılmasında temel, belirleyici bir unsur kılınıyor. Dahası, gerçeklik addediliyor. Neden? Nasıl? Nereden çıktı bu kavram?

03 Temmuz 2008

Devletin ahlâkı yoktur; ya cumhurbaşkanının,...?

Devletin ahlâkı yoktur; ya cumhurbaşkanının...?

                                                          Atalay GİRGİN

Başlıktan da anlaşılabileceği gibi, sorgulayıcı ve eleştirel düşünmeyi tetikleyebilmek için biraz daha farklı bir açıdan ve farklı bir kurguyla yaklaşmak istedim ahlâk konusuna. Bakalım başarabilecek miyim? Her ağzını açanın beğenmediği ya da muarız kabul ettiğine "ahlâksız" dediği günümüzde bunun hiç de kolay olmadığını biliyorum. Ama yine de denemek gerek.

Ahlâkın kökeninin, kaynağının din olup olmaması bağlamında başlığı şöyle yazmam mümkündü : Dinin ahlâkı yoktur; ya peygamberin, …? Ardı sıra da halifeden papaya, hahama, şeyhülislama, mezhep ve tarikat şeyhinden diyanet işleri başkanına, cami imamından kilise rahibine ve Fethullah Gülen’e dek, ilânihâye herkese yer verilebilirdi.

Keza, başlık için de geçerli bu. Yani “Devletin ahlâkı yoktur; ya cumhurbaşkanının, …?” sorusunun kapsamında, padişahtan krala, beyden ağaya, kadıdan kaymakama, cumhurbaşkanından bakana ve genelkurmay başkanına, validen emniyet müdürüne, belediye başkanından öğretmene dek herkes yer alır.

Kurumların ve ideolojilerin ahlâkı yoktur

Bu yazının başlığı ile ikinci olası başlığın, birinci bölümünde yer verilen devlet ve din, birer kurumdur. İkisinin de kaynağı ve varlık koşulu toplumdur. Adem ve Havva hikayesini bir yana bırakırsak; ikisi de insanlığın gelişiminin belli bir evresinden sonra varlık kazanmaya başlamıştır. Ve giderek varlık koşullarını buldukları toplumdan bağımsızlaşarak, onlar üzerinde, asıl olarak da toplumun tabî olan ezilen sömürülen kesimleri üzerinde egemen birer güce dönüşmüşlerdir. Tarih boyunca bu iki kurum, kısmî çekişme ve çatışma dönemleri dışında, birbirlerinden beslenmişler, iç içe kolkola yaşamışlardır.

Devlet; egemen olanın, varolanı, mevcut sınıfsal güç dengeleri temelinde korumak, sürekli kılmak ve geliştirmek için, tabî olanlar ve tebaası kıldıkları üzerinde gerektiğinde zor kullanan, cezalandıran, şiddet uygulayan tahakküm aracıdır. Din ise, kendi kutsal varlık ya da varlıklarından hareketle, dogmatik önermeleri içeren kutsal metinleri ve inanma biçim ve araçları temelinde insanların düşünüş, söyleyiş ve eyleyişlerini belirlemeye, yönlendirmeye çalışan ideolojik bir kurumdur. Din bu nitelikleriyle, toplumun kendi inananları üzerinde, devletin olağan koşullardaki uygulamalarının meşru görülmesini sağlayan en önemli ideolojik kurumlardan, araçlardan biridir. Örneğin Konfüçyus’a göre, “ruhların en üstünü olan gökyüzü, yalnızca imparatorun şükran ve dualarını kabul eder”. Bu durumda “en üstün ruh”un lütfuna mazhar olmak isteyen insanın yapması gereken nedir? Yanıtı belli sorunun…

Devlet ve din ahlâki eylemde bulunamaz

Ancak ne kurumlar, ne makamlar ne de ideolojiler ahlâki eylemde bulunur. Bu anlamda, tarihsel ve güncel, hiçbir devletin ve hiçbir dinin ahlâkı yoktur. Yani bir kurum olarak devlet de din de ahlâksızdır. Tıpkı; milliyetçilik, liberalizm, Marksizm, nasyonal-sosyalizm, Kemalizm, pan-Türkizm, pan İslamizm, vb. gibi… Bundan dolayı, devlet ve din gibi, ideolojilerin tümü de olumlu ya da olumsuz anlamda tüm ahlâki değerlendirmelerden ve ahlâki yargılardan arîdir. Çünkü bunlar, ne ahlâki karar alır ne ahlâki eylemde bulunur; yalnızca hüküm kurar; zamanın ve mekanın kısacası varlığın hep dününde kalmış olana ilişkin kurulmuş hükümler ve kurallar vaaz eder. Ya da gerçekliğe rağmen, onu dikkate almayan, her daim varlığın dününde kalmış olanlardan hareketle, koşullar ne olursa olsun, geniş zaman kipindeki önermelerin genelliği ardından, olması gerekene dair hükümler bildirir.

Bu hükümler ve kurallar ise, ister tek tek isterse bütünüyle, yani dizgesel olarak ele alınsın, bir ahlak değildir. En iyi ihtimalle, yaşayan ve eyleyen bir insanın, bu hüküm ve kuralları benimsemesi koşuluyla, kendisinin ya da bir başkasının eylemini ahlâki açıdan değerlendirmesinde, nitelemesinde; olumlu ya da olumsuz anlamda değer biçmesi ya da değer atfetmesinde bir algılama, anlamlandırma dayanağı olabilir yalnızca.

Ahlaki eylem ise, şu diye gösterilebilen, zamanın ve mekanın belli bir yerinde ve anında, karşılaştığı bir durum karşısında, bir şeyi yapmayı ya da yapmamayı, bir sözü söylemeyi ya da söylememeyi seçen insan için olanaklıdır. En kısa haliyle “İyi ve kötü üzerine bir bilinç” olarak tanımlanabilen ahlak, toplumsal bir varlık olarak, bu bilinçle eyleyen ve dolayısıyla akli melekeleri de yerinde olan insan için geçerlidir. Birey olarak insan, herhangi bir dine mensup olmakla değil, toplumsal bir varlık olmakla edinir ahlâkı. Çünkü, ahlâkın kaynağı da kökeni de toplumdur; toplumsal ilişki ve ilişki biçimleridir. Keza devletin ve dinin de…

Ahlâksız insan yoktur

Toplum söz konusu edildiğinde ise, ahlâksız toplum yoktur. Ancak, aynı toplum içinde bile bir tek ahlâktan söz edilemez. Toplumu ve içerisinde yaşayan insanları, hangi kutsallık cenderesinin içerisine alırsanız alın, ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal çıkar çatışmaları ve insanın insanı sömürüsünün devam ettiği koşullarda, çok farklı ahlâkların ve aynı eylemlere verilen taban tabana zıt değerlerin varlığı ortadan kaldırılamaz. Bunu ne devlet başarabilir ne de din. Tarih boyunca başaramadıkları gibi günümüzde de başaramazlar. Çünkü bunun ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal, hatta tarihsel-kültürel anlamda toplumsal nedenleri ve varlık koşulları vardır. Tıpkı dinin ve devletin olduğu gibi…

Öte yandan, ahlâksız toplum olmadığı gibi, ahlâksız insan da yoktur. Çünkü insan, toplumsal bir varlık oluşuyla ahlâkı ve ahlâki değerleri edinmeye, “iyi ve kötü üzerine bir bilinç” sahibi olmaya başlar. Bu anlamda her insan ahlâk sahibidir ve ahlâki eylemde bulunur. Buradan hareketle, hem yazının başlığında hem de olası başlıkta yer alan soru boyutunun özneleri değişse de soruya verilecek yanıt değişmez : Sorunun açılımı içinde yer alan sıfatlara sahip herkesin, toplumsal bir varlık olarak insan olmak hasebiyle, akli melekeleri yerinde olan her insan gibi, ahlâkı vardır. Onlar da her insan gibi ahlâki eylemde bulunur.

Sözün özü : İnsanlar ister sevinsin, ister üzülsün, isterse öfkelensinler; çünkü ne kadar ararlarsa arasınlar ahlâklı bir devlet de ahlâksız bir cumhurbaşkanı da bulamazlar. Tıpkı; ahlâksız bir fahişe, ahlâksız bir pezevenk, ahlâksız bir işkenceci, ahlâksız bir dolandırıcı, vb. bulamayacakları gibi… Keza ahlâklı bir din, ahlâksız bir peygamber de bulamazlar. Tıpkı; ahlâksız bir tefeci, ahlâksız bir din taciri, ahlâksız bir uyuşturucu satıcısı bulamayacakları gibi… 

Yoksa siz aksini mi düşünüyorsunuz? Neden?

Not: Bu yazı 2008 yılında yazılıp Radikal gazetesinde yayınlandığında "Devletin ahlâkı yoktur; ya başbakanın,...?" başlığını taşıyordu. Güncel gelişmeler bağlamında başlıktaki ve yazı içindeki "başbakan" sözcüğünü "cumhurbaşkanı"yla değiştirdim. Gördüğünüz gibi anlamda herhangi bir değişme olmadı.