siyaset ontolojisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
siyaset ontolojisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05 Eylül 2011

"Edebiyatın Amacı..." Üzerine Bir Sorgulama

Edebiyatın amacı …” üzerine bir sorgulama

Atalay GİRGİN

Uzun zamandır, zihnimi meşgul eden bir konu “edebiyatın amacı...”. Özellikle edebiyat dergilerinde ya da edebiyat üzerine yazılmış kitaplarda, yerli yersiz, gerekli gereksiz, “edebiyatın amacı…” ile başlayan cümlelerle, sözlerle, önermelerle karşılaştıkça daha da çok depreşiveriyor bu meşguliyet. Hele hele buna ilişkin önermelerin, temellendirilme; gerekçelerinin ortaya konulma gereğinin bile hissedilip düşünülmediğini ve “ben söyledim oldu” dercesine yazılıp geçiştirildiğini görüp okuduğum durumlarda…

Örneğin; işte “edebiyatın amacı…”ndan söz eden yazarlardan birkaçı: “Gerçekçiliğin Tarihi”nde, edebiyatın “amacı yaşamı anlamak, onun bir bilgisini edinmek”tir dedikten sonra, bir de onun “temel ideolojik estetik görevi”nin “toplumsal ilişkileri incelemek”1 olduğunu yazıveren Boris Suçkov’u anlamak mümkün. Çünkü Suçkov, edebiyata ilişkin temel bir nelik ve gerçeklik sorgulamasından çok, sorgulamaya bile yeltenmediği kendisi için veri olan siyasal-ideolojik kabulden ve edebiyat anlayışından hareketle, genel olarak edebiyata hem amaç hem de görev biçmektedir.
Ancak Hürriyet Gösteri’nin 287. sayısında, edebiyat “yaşamı biçimleme ve yönlendirme gücüne de sahiptir”2 hükmünü verdikten sonra, “edebiyatın kendine özgü amaç”ından söz eden Metin Cengiz’i anlamak kolay değil. Çünkü Cengiz, ne “edebiyatın kendine özgü amaç”ının “ne olduğu”na ilişkin bir tek söz etmektedir ne de edebiyatın, yaşamı nasıl biçimlendireceği ve yönlendireceğini belirtmektedir.

Keza “Yazın Gene Yazın” adlı yapıtında Tahsin Yücel, Roland Barthes’ın, Essais critiques’de yer alan bir söyleşide “Yazın nedenden ve amaçtan yoksun bir araçtır; hatta onu tanımlayan da budur” dediğini aktardıktan sonra, “Yazını nedenden ve amaçtan yoksun bir araç olarak nitelemek zordur”3 diye yazar. Ancak hemen ardı sıra, “yazının amacı”nı ortaya koymak, bunu göstermek, bunun ne olduğunu yazıp söylemek yerine, bireysel olana yönelerek, “her yazarın bir yazma nedeni, bir yazma amacı vardır” hükmüyle yetinmektedir. Sanki edebiyatın amacı, tek tek her yazarın yazma nedeni ve amacına içselmiş gibi… Ya da tek tek her yazarın yazma nedeni ve amacının toplamı, sanki edebiyatın amacıymış gibi…

Önce Sorular

Pedagojik olarak algılanma ve nitelenme pahasına önce sorularla başlayarak adım adım gidelim: Edebiyatın amacı var mıdır? Edebiyatın, edebiyat alanında yer aldığı kabul edilen tek tek her yapıta apriori olarak kendiliğinden içkinleşen ya da bu alanda yer alabilmesi için bir yapıta mutlaka içkinleştirilmesi gereken, aşkın ve değişmez olan bir amacı var mıdır? Eğer varsa, bir yapıtın edebiliğinin ölçütü, bu amaçtan ne denli pay alıp almadığı mıdır? Eğer böyle bir amaç varsa, bu amacı bilen ya da bilmeye yetenekli olanlar kimlerdir? Şairler, öykücüler, romancılar, edebiyat eleştirmenleri, v.b. mi? Edebiyat üzerine düşünen, soran, sorgulayan ve bütünsel anlamda onu kendisine konu edinen düşünürler, filozoflar mı? Yoksa bunların hepsi mi? Ya da tüm bunların içinden, hangisi olduğunu bilemediğimiz az sayıda bazı ‘seçilmiş’ler mi? Bu durumda, kerameti kendinden menkul olan, bu ‘seçilmiş’leri seçen ya da bilen, bilmeye kadir olan kimdir? Soruları daha da çoğaltmak mümkün elbette. Hatta “Edebiyat nedir?”, “Amaç nedir?”, “Var olan nedir?” diyerek ayrıntılandırmak da… Ama şimdilik, şu an için gerek yok daha fazlasına.

Edebiyatın Amacı Var Mıdır, Yok Mudur? Varsa Aşkın mıdır, Yoksa İçkin mi?

Ontolojik ve epistemolojik boyutuyla, üzerine düşünen ve sorgulayanları Platon ve Aristoteles’e kadar geri götürebilecek olan yukarıdaki soruları, şair, öykücü, romancı, eleştirmen, v.b.’den oluşan, bir edebiyatçılar topluluğuna yöneltmiş olsanız, daha ilk soruda, onların genel olarak, istisnalar hariç, ikiye ayrıldığını görürsünüz: Bunlardan ezici bir çoğunluğu “vardır” yanıtını verirken, azınlıkta kalan bir kısmı ise “yoktur” yanıtını verecektir. Hadi haksızlık yapmayalım, belki bunların içinden, istisnai olarak birkaçının, utana sıkıla da olsa, “Ben edebiyatçı olarak nitelensem de edebiyatın amacının var olup olmadığı bilinemez” diyebilme cesaretini gösterebileceklerini de varsayalım. Böylece, daha ilk soru karşısında edebiyatçılar topluğu kendi içerisinde ayrışır. Ki bu ayrışmayla birlikte, söz konusu topluluğun bir kısmı, yani “yoktur” ve “bilinemez” diyenler, “Edebiyatın amacı nedir?” sorusu karşısında muafiyet kazanırlar.

Bu durumda, “Edebiyatın amacı nedir?” sorusunun tek muhatabı olarak, “vardır” yanıtını verenler kalır. Ancak bunlardan da, “Edebiyatın amacı …dır” diye tek bir yanıt alamazsınız. Her biri, kendi edebiyat anlayışına, bireysel ve toplumsal seçimlerine, inançlarına, siyasal ve ideolojik tercihlerine, felsefi düşüncesine, insana, topluma, dünyaya bakışına ve anlamlandırışına göre, amaç belirlemesi dile getirir. Daha ikinci soruya geçmeden, edebiyatın amacının olduğunu söyleyenler de kendi aralarında ayrışmaya başlar. Hem de ilk soru karşısında olduğu gibi yalnızca ikiye üçe değil, çok daha fazla sayıda grup ya da kişiye tekabül eden bir ayrışmadır bu.

Ancak ikinci soru, yani “Edebiyatın, edebiyat alanında yer aldığı kabul edilen tek tek her yapıta apriori olarak kendiliğinden içkinleşen ya da bu alanda yer alabilmesi için, bir yapıta mutlaka içkin kılınması gereken, aşkın ve değişmez olan bir amacı var mıdır?” sorusu karşısında ise, “Edebiyatın amacı vardır” yanıtını veren ve bu amacı, birbirine benzer ya da karşıt bir anlam ve içerikle belirlemeye çalışan topluluğun tüm bireyleri arasında daha keskin bir ayrışma yaşanır. Çünkü sorun, edebiyatı da kapsayan ve aşan ontik bir boyut kazanmaya başlar. Felsefi düzeyde ontolojik bir tartışmanın kapısı aralanır. Buna rağmen topluluğun, “vardır” hükmünü veren kısmı, “edebiyatın amacının ne olduğu”na ilişkin yanıtları ne olursa olsun, kendi kendileriyle tutarlılıklarını sürdürürler.

Bunların dışındakilerden, “yoktur” hükmünü bildirenler ise, daha ikinci temel soruda kendilerini nakzetmekle karşı karşıya kalırlar. Çünkü ana hatlarıyla izlediğimizde, “yoktur” hükmü, öncelikle edebiyatın “aşkın ve değişmez” bir amacının olmadığını bildirir. Ki bu durumda, ilk soruya verilen “vardır” yanıtının geçerliliği hükmünü sürdürüyorsa, amacın “aşkın”lığı değil, “içkin”liği söz konusudur. Kendilerini nakzetmemek ve kendi kendileriyle tutarlılıklarını sürdürebilmek için de tıpkı “aşkın” bir amacın varlığını kabul edenler gibi, bunlar da “içkin” olduğunu ileri sürdükleri amacın “değişmez”liğini de kabul etmek durumundadırlar. Aksi takdirde, yani hem “aşkın” hem de “içkin” ve “değişmez” bir amacın olmadığını ya da amacın “içkin” olduğunu ama bunun sürekli değiştiğini ileri sürdüklerinde, tutarlılıklarını yitirir ve tenakuza düşerler. Çünkü “var” dedikleri ve edebiyata içkin olduğunu söyledikleri “amaç”, zamandan zamana, toplumdan topluma, hatta aynı zaman ve toplumdaki şair, öykücü, romancı, vb.’den oluşan edebiyatçılar topluluğundan topluluğuna, edebiyat akımından akımına, dahası tek tek edebiyat yazarından yazarına değişen ve bu haliyle “edebiyata özgü” olarak nitelenip belirlenebilen bir “amaç” olma özelliğini yitirir ve kendiliğinden “yoktur” hükmüne bürünüverir. Bu son nokta, ilk soruya verilen “vardır” hükmünü ortadan kaldırmaya yönelmek ya da “yoksa da var, varsa da var” türünden abesle iştigal bir inatlaşmayla karşı karşıya bırakır bu “yoktur”cuları.

Öte yandan, “yoktur” yanıtı ve hükmü, ikincil olarak, “aşkın” bir amacın olmadığını, aksine bu amacın “içkin” ve “değişmez” olduğunu da bildirir. Bu bildirim, edebiyatın amacının “içkin” ve “değişmez” olduğunu ileri süren “yoktur”cuları kendi kendileriyle tutarlı kılarken, onları şöyle bir sorunsalla karşı karşıya bırakır: Hangi çağda, hangi koşullarda, hangi kaygılarla yazılmış ve söylenmiş; neyi, neden ve nasıl anlatmış olursa olsun, edebiyatın içerisinde varolan her yapıtı, “içkin” ve “değişmez” olduğu söylenen aynı şeyle, yani aynı amaçla ıralamak. Ki aslında bu durumda asıl yapılan, dünya görüşleri, inançları, siyasal-ideolojik düşünceleri, sınıfsal ve toplumsal tercihleri, bireysel istek ve özlemleri ne olursa olsun, edebiyat alanında yapıtlar ortaya koyan gelmiş geçmiş tüm yazarları aynı amaçla ıralamaktır. Çünkü, “şu” diye gösterdiğimiz herhangi bir kitabın amacı yoktur. Amacı olan ve onu “şu” diye gösterilen bir yapıta içkinleştiren yazardır. Bir edebiyat yazarı, yazar olmadan önce de bir insandır. O halde sormak gerek: Edebiyatın “içkin” ve “değişmez” olduğu kabul edilen ve her edebiyat yapıtına içkin kılınan amacını, bir insan olarak tüm edebiyat yazarları daha doğuştan mı bilmektedir? Yoksa sonradan, yazmaya söylemeye başladıklarında kendilerine vahiyle mi bildirilmekte (ki bu durumda bir içkinlikten değil aşkınlıktan, dışında bulunmaktan söz etmek gerek) ya da sezgisel olarak mı bilincine varmaktadırlar? Dahası, “içkin” ve “değişmez” olduğu söylenen bu amacı belirleyen kimdir, nedir, nasıl bir varlıktır?

Edebiyatın “içkin” ve “değişmez” bir amacının olduğunu ileri süren “yoktur”culara yöneltilen bu son soru, küçük bir değişiklikle, “vardır” yanıtıyla, edebiyatın “aşkın ve değişmez” bir amacı olduğunu söyleyenler için de geçerlidir. Çünkü “aşkın”lık ve “değişmez”lik kabulü, amacın edebiyata dışsallığını, onun dışında bulunduğunu daha baştan dile getirir. Dolayısıyla, bu aşkın ve değişmez olan amacı kimin ya da hangi türden bir varlığın belirlemiş olduğu sorununu da…

Edebiyatı da aşan ontik bir sorun

Sorun bütünsel olarak ele alınmaya başlandığında edebiyatı da kapsayan ve onu aşan bir boyuta ulaşır. Çünkü ister aşkın isterse içkin ve değişmez bir amaç söz konusu edilsin, bunu belirleyen bir varlığın kabulü, onu edebiyata dışsal kılar. Bu noktada, dışsal bir varlığın belirleyiciliği altında gerçekleştiği, onun belirlediği amaçla vücut bulduğu kabul edilen edebiyatın neliği de gerçekliği de bir başka sorun olarak ortaya çıkar. Yalnızca bu da değil. Aynı zamanda yazarın, sanatçının işlevi de… Dahası bir yapıtın değeri sorunu da…

Sorun bu boyutlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, edebiyatın var olduğu ileri sürülen, aşkın ya da içkin ve değişmez olduğu kabul edilen amacının, ona dışsal bir varlıkça belirlendiği yaklaşımı, anlayışı, ontolojik anlamda metafizik problemlerin yanı sıra, mistifikasyondan epistemolojik ve aksiyolojik alana dek uzanan yeni sorunsalları beraberinde getirir. Kendine özgü özellikleri temelinde, insan açısından insan için bir anlama, anlamlandırma ve anlatma etkinliği olan edebiyatı, kendi gerçekliğinden koparıp yanılsamalı bir biçimde, kutsallık zırhına büründürür. Bir insan olarak yazara, insanüstü vasıflar yüklemeye, atfetmeye neden olur. Genel olarak sanatın ve edebiyatın, özel olarak ise yapıtın aksiyolojik değerini, kendisinden çok dışsal olanla ilişkisinde aramaya ve onunla belirlemeye yöneltir. (Edebiyatın amacı ve aksiyolojik değerlendirme ilişkisini bir başka yazıda ele alacağım.)

Görünürde, bilinçli ya da bilinçsizce verilmiş, küçücük bir “vardır” yanıtıyla başlayan bu sorunların temel nedeni, idealizmle malul erekçi düşüncedir. Kendini erekçi düşüncenin sarmalına kaptıran insanlar için amacı olmayan hiç bir şey yoktur. Onlar, her şeye bir amaç biçer; her şeyde bir amaç bulur. Dahası bu amaç dışsal bir varlık tarafından belirlenmiştir. Bunun mantıksal boyutlarını izlediğinizde, daldan düşen kuru bir yapraktan, yolda yürürken ayağınıza takılan taşa, tepenize düşen saksıdan üzerinize düşen kuş pisliğine dek her şey için geçerlidir bu.

Kabuller Varlığı Olarak İnsan


İnsan kabuller varlığıdır. Kabullerinin doğruluğunu yanlışlığını, gerçekliğe uygun olup olmadığını sorgulayan insanların sayısı ne geçmişte ne de günümüzde çok olmuştur. Çünkü kabullerle ve onları sorgulamadan yaşamı sürdürmek daha kolaydır. Kabulleri sorgulamak, hele hele eleştirip değiştirmeye, yerine yenisini koymaya çalışmak çok zordur. Yalnızca bireysel insan yaşamı açısından değil, bilimden felsefeye dek tüm alanlarda geçerlidir bu. Düşünün bir kez; bugün kolayca ve hiçbir kaygı taşımadan telaffuz ettiğimiz “Dünya dönüyor” önermesi ve kabulünü bile bir zamanlar söyleyebilmek hiç de kolay değildi. Bedeli vardı. Ve birileri ödedi bu bedeli.

Kabuller; insanı, toplumu, dünyayı, daha ötesinde evreni anlayıp anlamlandırmanın, açıklama girişimlerinin ana hatlarını, bir biçimde çerçevesini sunar. Kabuller gerçekliğe uygun olduğu sürece, olup biteni olabildiğince doğru bir biçimde anlamaya yardımcı olur. Gerçekliğe uygun olmadığı sürece de yanılsamalar üzerinde yükselen sorunlarla boğuşup durmanın, yel değirmenleriyle savaşmanın kapısını aralar. Kabullerinizi değiştirdiğinizde insan, toplum, dünya ve onun içerisinde yaşanan tüm gerçeklik yeniden ve bambaşka bir anlam kazanır.

Aynı şey edebiyat için de geçerlidir. Edebiyatı kendi değişen gerçekliği ve neliği temelinde kavramaya yönelip kabulleri bunun üzerinden belirlemek gerek. Eğer bunun yerine ve bundan bağımsız olarak, doğruluğu ve yanlışlığını sorgulamadığımız dinsel, siyasal, felsefi kabullerle edebiyata anlam, görev ve amaç biçmeye yeltenirsek yanılırız. Yanılmakla kalmaz, yanılsamalarımızı gerçeklik ve hakikat saymaya yöneliriz.

Sözün özü: Kabullerimizi sorgulamak, eleştirel olarak değerlendirmek ve gerektiğinde bunları gerçekliğe uygun olanlarla değiştirip var olanı yeniden anlamlandırabilmek gerekir. Bu yapılabildiğinde görülecektir ki kendinde bir şey olarak, genel anlamda edebiyatın amacı yoktur. Yalnızca edebiyatın değil, kendinde bir şey olarak, genel anlamda felsefenin de amacı yoktur. Dolayısıyla bunlardan bütünsel anlamda hayatı değiştirip biçimlendirmesini beklemek, yanılsamadan öte, hayal dünyasına kapılanmak, uyanık düşler görmektir. Dünyayı değiştirmek isteyen herkes tez zamanda bu düşlerden ayılmalıdır.

• Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Boris Suçkov, Gerçekçiliğin Tarihi, sf., 193, Çev. Aziz Çalışlar, Adam Yayıncılık, Eylül 1982.
2 Metin Cengiz, “Gerçeklik olarak globalizm ve edebiyat ilişkisi”, Hürriyet Gösteri Sayı 287, sf. 21.
3 Tahsin Yücel, Yazın Gene Yazın, sf., 24, Can Yayınları, 2005.

27 Eylül 2010

Türkiye Cumhuriyeti Paradigması Son Kalesinde

Türkiye Cumhuriyeti Paradigması  Son Kalesinde

Atalay GİRGİN*

Son kalesinde olan “Türkiye Cumhuriyeti” değil. Çünkü o, bugüne dek ne denli ilan edilmemiş olursa olsun, siyaset ontolojisi açısından çoktan miadını doldurmuştur. Referandum sonuçları da, tabir-i caizse, üzerine “tüy dikmiş”tir bunun… Ne gidecek bir kalesi vardır artık ne de herhangi bir kaleye ihtiyacı… Şimdi ondan geriye kalan, bu yazı bağlamında kısaca değinilecek olan, üç şey var: Birincisi “Türkiye Cumhuriyeti” kavramı. İkincisi “Devlet” ve üçüncüsü ise “Türkiye Cumhuriyeti”nin on yıllar öncesinden “iflas” etmiş paradigmasının son sığınağı, belki de mezarına dönüşen o “son kale”…

Cumhuriyet: Cumhurun iyeliği yanılsaması

Birincisi, yani “Türkiye Cumhuriyeti” kavramı, her yere iliştirilmekten, herhangi bir yerde neliği ve gerçekliğiyle var olma olanağı bulamayan kavramlardan birine dönüşmüştür artık. Elbette ki, “Türkiye Cumhuriyeti” kavramının bu hale dönüşmesinin / dönüştürülmesinin, her geçen gün görünüşe mahkum kılınıp içerikten sürgün edilişinin temel nedeni, salt her yere iliştirilişine indirgenemez. Çünkü bu yalnızca bir sonuçtur.

Asıl olan, öncelikle bu kavramın, “Osmanlı bakiyesi” topraklar üzerinde kurulan ‘yeni devlet’in sıfatına ve şekline ilişkin, 1789 Fransız İhtilali ve sonrasındaki siyasal gelişmelerin de etkisiyle, toplum nezdinde meşruiyet yaratmaya dönük siyasal - ideolojik bir bilincin oluşması / oluşturulması ve yaygınlaştırılmasına hizmet amacı ve işleviyle kullanılmış oluşudur. Ancak bu amaç ve işlevle toplumsal (ve aynı zamanda tarihsel) gerçekliğin hakikati arasındaki farklılıklar, ne denli görülmek ve gösterilmek istenmese de dönem dönem nükseden fiili ve potansiyel sorun alanları olarak varlığını korumuştur. Bunların da etkisiyle, ‘yeni devlet’in kuruluşundan itibaren hem kitle iletişim araçları hem de eğitim kurumları aracılığıyla bu yönde yapılan sürekli vurgulara rağmen, söylemden ve yanılsamalı bir bilinç hali yaratmaktan öteye geçilememiştir.

Toplumsal gerçeklik, ideolojik kabullerin ve söylemin rengine boyanıp değiştirilememiş; tüm inkâr ve yok saymalara rağmen tek dillilik ve tek kültürlülükten ibaret ‘deli gömleği’ne hapsedilememiştir. “Türkiye Cumhuriyeti” denilmekle de ne devlet sabahtan akşama cumhurun iyeliğine geçebilmiş, ne de “Türk” bu devletin siyasal ve coğrafi sınırları içerisinde yaşayan cumhurun yegâne sıfatına dönüşebilmiştir.

Keza söz konusu gerçekliği ve hakikati, ne referandum sonuçları ne de bunları cumhurun “devlete el koyması”, bir nevi onu iyeliğine alışı olarak değerlendirme akl-ı evvelliğiyle malûl her cenahtan avenenin, efendilerininkinden bile daha yükseğe çıkıp göğü tutan sevinç çığlıkları değiştirmeye kadirdir. Çünkü başlangıcından bugüne dek, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve insanın insanı sömürüsü koşullarında, cumhurun iyeliği söyleminin de bunun üzerine bina edilen cumhuriyet anlayışının da cumhurun ve cumhuru oluşturanların bilincinde yanılsamalar yaratmaktan öte temel bir işlevi yoktur. Velhasıl; cumhuriyet, cumhurun iyeliği yanılsamasının adıdır. Türk’ün iyeliği ise, eğer inanırsanız, bu dünyanın ve öte dünyanın, tüm evrenin her metrekaresinde, her santimetrekaresinde ilelebet payidar olacaktır; hatta ondan başka hiçbir şey olmayacaktır…

Devletin amacı değil, işlevi vardır

İkincisi devlet. Tüm kurumlar ve araçlar gibi, devletin de, amacı yoktur; işlevi vardır. Kendisinden beklenen ya da istenen işlevleri yerine getirebildiği sürece varlığını sürdürür. “Antik imparatorluk”lar için olduğu gibi, “modern devlet” sıfatını taşıyan ulus devlet ya da devlet uluslar için de geçerlidir bu... Birincisi, fethi fetihle finanse etse bir nevi haraca dayansa da ekonomik ve siyasal olarak egemen/yönetici sınıf ve sınıflar açısından, her ikisinde de devletin temel işlevi, organlarının, alt kurumlarının uyumlu işleyişiyle, öncelikle üzerinde kurulu olduğu siyasi-coğrafi sınırların ve içerisinde doğup geliştiği toplumsal yapının ve sistemin, içerden ve dışardan gelebilecek her türlü tehdit karşısında varlığını korumasına, sürekliliğini sağlayıp mevcut sınıfsal güç dengeleri değişmeksizin gelişmesine hizmet etmektir.

Kimilerine göre ulus devlet, kimilerine göreyse devlet ulus olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti başlangıçtan bugüne yaşanan süreç içerisinde kendisinden beklenen işlevleri zora dayanan zapturapt yöntemlerinin dışında sağlayamamıştır. Kaldı ki, salt siyasal, askeri, bürokratik, vb. bir örgüt / kurum olarak bunun daha ötesini başarabilmesi de olanaklı değildir. Çünkü devletin işlevselliğini, yani temel kurumları arasındaki uyumu, eşgüdümü sağlaması amacıyla oluşturulan eldeki paradigma, ne siyasal coğrafi sınırlar içerisindeki toplumsal gerçekliğe uygundur ne de onun değişimine paralel olarak ortaya çıkan ve karşılaşılan sorunları, kendini yenileyerek çözebilmeye…

Bunun elbette, bazıları (örneğin dogmatiklik; Atatürk tabusuyla sorgulanmazlık zırhına alınmak, saplantılı bir biçimde, on yıllar öncesinden bir biçimde ifadeye bürünmüş kabuller ve sav sözlerle belirlenmiş statükoya değişmezlik atfetmek, vb. gibi) inkar edilmeye çalışılan, bazıları da (imparatorluğun genellikle yenilgi ve toprak kayıplarıyla sonuçlanan savaşlarla küçülmesi, egemenliği altındaki farklı etnik unsurların bağımsızlık talep ve isyanlarıyla sarsılması, vb. gibi) gerçeklikten kaynaklanan ve hem eğitim hem de yazılı ve sözlü söylemlerle nesilden nesile aktarılarak neredeyse toplumsal bir paranoyaya dönüş(türül)en “içerde ve dışarıda düşman görme ve bölünme korkusu, kaygısı” gibi, üzerinden atlanıp geçilemeyecek önemli nedenleri vardır. Bir de bunların üzerine, ABD kongresinin 1947 yılında aldığı “Türkiye ve Yunanistan’ı komünizmle mücadelenin kalesi” kılma kararı sonrası akıttığı mali kaynaklarla, bilumum araç kullanılarak, asker, memur, din adamı demeksizin birçok etkili ve yetkili kişi devşirilerek1 “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurdurulup yalan ve iftiralarla, düşmanlık söylemleriyle toplum içerisinde yeşertilen ve yaygınlaştırılan komünizm fobisini eklemeyi de unutmamak gerek… Paralel bir sürecin ordu ve istihbarat teşkilatı içinde yaşandığını da… Dahası bu sürecin etkisini ve günümüzde yaşananları anlamak için, hala siyasetten bürokrasiye dek önemli kurumlar ve mevkilerde egemen ve söz sahibi olan kadroların birçoğunun hem siyasal-ideolojik bilinç olarak bu fobiyle yetişmiş hem de “efendi” için “Komünizmle mücadeleden ‘Ergenekon’a evladı makbul” kalabilmiş olanlar olduklarını da… Keza bunların, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin, hem kurucu yönetici ve kadrolarınca dile getirilen, eğitim başta olmak üzere çeşitli kurumlar aracılığıyla toplumun içselleştirmesi için uğraşılan, laiklik, çağdaşlaşma gibi anlayış ve değerleriyle hem de paradigmasının kabulleriyle bazen açıktan, genellikle de (son yıllara dek) örtük bir biçimde çatışma içerisinde olduklarını da…

Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti, içerisine düştüğü açmazdan, acz durumundan, “modernleşme” çabalarıyla kurtarılmaya çalışılan “antik bir imparatorluğun” yıkıntıları üzerinde kurulmuş, başlangıçtaki yönetici kadroların tüm reddiyelerine rağmen bir biçimde onun devamı olan “modern bir devlet”ti. Ama kuruluşundan bu yana, toplumsal, siyasal, vb anlamda sürekli değişen dünya, bölge ve ülke gerçekliği karşısında paradigması iflas etmiş, süreç içinde (hatta yaklaşık 50-60 yıllık bir süreçte  planlı bir biçimde ki, asıl bunu planlayıp sabırla, bir başka devlet ve toplum yapısı içinde icra edebilen, o toplum içinden devşirmeler yetiştirip temel kurumlarında söz sahibi kılabilen, onlardan bazılarını kendi siyasal projelerinin “eş başkanlığına, yöneticiliğine” atayıp, pardon seçtirip, sonra da hiçbir şey olmamış gibi, o projeyi rafa kaldırıveren devlet, büyük devlettir) yönetici ve kadrolarının önemli bir çoğunluğu her geçen gün cumhuriyetin değerleri ve kabulleriyle çatışma içerisindeki kişilerden oluşan bir devlete dönüşmüş, dönüştürülmüştür. İşte referandum sonuçları, bir başka anlamıyla da bu “modern devlet”in egemenlerce ilan edilmemiş miadının gecikmeli bir ilânıdır. Keza, ne dün ne de bugün, kavramların ve söylemin ötesinde söz konusu devletin, yalnızca cumhurun değil, aynı zamanda Türk’ün iyeliğine de haiz olmadığının ilânı… O halde bir soru: Peki;  bu devletin iyeliği kimdedir/kimlerdedir?

“Modern devlet”te kuvvetler ayrılığı biçimseldir

Modern devlet demişken: Kuvvetler ayrılığı prensibi, Montesquieu’dan bu yana, bir hukuk devleti olduğu varsayılan “modern devlet”in karakteristik özelliklerinden biri kabul edilir. Devlet erkinin, tek bir elden değil, birbirinden bağımsız olması gerektiği belirtilen / varsayılan yasama, yargı ve yürütme organları aracılığıyla uygulanması, egemen kılınması esasına dayanır. Bu üç kuvvetin birbirlerine ilişkin denetleme ve etkileme işlevlerinin olağan dönemlerdeki rutin seyri, “bağımsızlık” vurgusunun fazlaca sorgulanmasını gündeme getirmez, hatta bunu pekiştirir. 

Oysa ister olağan dönemlerde olsun isterse olağanüstü dönemlerde olsun, yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsızlığı mutlak değil, görelidir. Dahası, her türden söyleme ve görünüşe rağmen, bunlar arasındaki eşgüdümü sağlayan, ‘bağımsızlık’, ‘tarafsızlık’ yanılsamasını güçlendiren; istisnai dönemler ya da gelişmeler dışında, söz konusu kurumların “ortak bir akıl”la düşünüyor, söylüyor ve eyliyormuşcasına uyumlu çalışmalarını olanaklı kılan, egemen ideolojiye, daha doğrusu genel anlamda egemen / resmi sosyal siyasal-ideolojik paradigmaya tabilikleridir. Paradigma varlığını, geçerliliğini ve işlevini sürdürdüğü sürece bu kuvvetler arasında, genellikle, bir çatışma ya da birbirleri üzerinde egemenlik kurma girişimleri gözlenmez. Çünkü o görünmez bir el gibi çalışan, insanı, toplumu, dünyayı; ekonomik, sosyal, siyasal, vb. ilişkileri anlayıp anlamlandırmayı koşullayan, bir bilinç haline dönüştürülmüş ve kabulleri sorgulanmaz, hatta en azından başlangıçta kuşkulanılmaz bir şekilde eleştiriden muaf kılınmıştır.

Aslında olağan ya da olağanüstü dönemlerin tamamında tüm göreliliğine rağmen ısrarla bağımsızlığından söz edilen ya da ısrarla bağımsız olmadığı ve bağımsız olması gerektiği vurgulanan, sık sık siyasallaştığından yakınılan kurum, yargıdır. Hiç kimse yürütmenin ve yasamanın da birbirleri karşısındaki bağımsızlığından söz etmez, tartışmaz nedense... Oysa yürütmenin, yani hükümetin ister koalisyon isterse tek parti temelinde oluşmuş olsun, bir azınlık hükümeti olma hali hariç, her daim yasama organı nezdinde çoğunluğa dayanan bir egemenliği vardır. Bu anlamda yasama organı, özellikle milletvekilliğinin parti genel başkanlarının iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı olduğu koşullarda, çoğunluğu itibariyle yürütmeye tabidir. Hele hele ezici bir çoğunluğa dayanan tek parti hükümetleri dönemi söz konusu olduğunda, yasama organında yer alan muhalefet partileri ve onlara mensup milletvekillerinin tabir-i caizse salt dolgu malzemesine dönüştüğü koşullarda, yasamanın yürütme karşısında bağımsızlığından söz etmek, tam anlamıyla abesle iştigaldir.

Ancak böylesi bir tablo, yine de şu iki koşulda, güvensizlik, bunalım ve çatışmaya neden olacak bir sorun olarak algılanmaz: Bunlardan birincisi,  tüm göreliliğine rağmen mevcut egemen ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal ilişkiler ve yapıların varlığını sürdürmesidir. İktidar partisinin, yürütme organını,  açıktan ya da sözüm ona gizliden, kendisini destekleyenlere hatta yandaş ve doğrudan yakınlara ekonomik kaynak ve rant aktarmada bazı ayrıcalıklar sağlamada kullanıyor olması, bir yere kadar ihmal edilebilir; göz yumulabilir bir durum olarak algılanıp değerlendirilebilir egemenlerce. Hele hele “Bal tutan parmağını yalar” anlayışının meşru ve mubah farz edildiği bir toplumda, iktidara oy verenlerin yanı sıra toplumun farklı kesimleri de görmezden gelebilir bunları… Hatta böylesi icraatları nedeniyle yargılanıp hüküm giyme kaygısı altında, yargı üzerinde tasarrufta bulunarak aklanma hesapları yapmalarını da… İkincisi ise, egemen sınıfın toplumun alt sınıflarını denetim altında tutması, yönetmesi, denetlemesi, vb. aracı olan devletin, resmi siyasal ideolojik paradigmasına bir halel gelmemesidir.

Paradigmanın son kalesi

Ne var ki, Türkiye gerçekliğinde on yıllardır inşa edilen ve yaşanan süreç her iki koşul açısından da hem toplumsal hem de kurumlar arası ilişkiler anlamında güvensizlik, bunalım ve çatışmayı körükleyecek denli sorunludur. Birinci koşul şimdilik bir yana… İkinci koşul açısından durum vahimdir. Kurumlar arası işleyişte uyum ve eşgüdümü sağlayan “paradigmanın iflası” ve geçersizleşmesinin de etkisiyle, yürütmenin, öncelikle yasama organındaki çoğunluğuna, bunun yanı sıra uluslararası aktörlerin ihtiyaçları açısından da konjonktürün uygunluğuna dayanarak yargıyla giriştiği çekişmenin her geçen gün ayyuka çıkan bir kavgaya dönüşmesini kolaylaştıran da budur zaten…

Paradigma ve kabulleri, yıllardan beri adım adım birçok kurumdan sürgün edilip Atatürk heykelleri, büstleri, tabloları ve sözleri ardında can çekişmeye terk edilmiştir. Bu süreçte devletin, birçok kurum ve kuruluşta, bayram söylevlerinin hamaseti dışında geçerliliği olan, kendisine halel getirilebilecek egemen bir paradigması da kalmamıştır. Bir yanda bunlar gerçekleşirken, diğer yanda da yargı, hem paradigmanın kabulleri hem de “Türkiye Cumhuriyeti”nin kuruluş sürecindeki değerleriyle varlığını sürdürebildiği istisnai kurumlardan birine dönüşmüştür, belki de sonuncusuna...  

Oysa “Son kale”sinde paradigma kazansa bile kaybedecek olandır. Çünkü o varlığın dününden seslenmekte, değişen toplumsal gerçekliğin sorunlarına, değişmeyen kabullerle çözümler sunmaya çalışmaktadır. O “son kale”yse, ne denli direnirse dirensin, o direniş, hatta ardından gelebilecek olası bir zafer (ya da yenilgi) ne denli destansı olursa olsun, sisteme ve onun hukukuna teslim olacaktır. Çünkü kapitalizmin sınırları içinde kalan, mevcut sınıfsal ve toplumsal ilişkileri yeni bir toplumsal proje temelinde değiştirip dönüştürmeye yönelmeyen her türlü reddiye ve karşı çıkış için, sisteme, onun egemenlerine ve hukukuna teslimiyetten öte bir yol yoktur. Gerisi laf-ı güzaftır. Referandum sonuçları da şimdilik, bir başka seçenek bırakmamıştır zaten, “son kale”sine paradigmanın…


1 Bu süreçte, işi iyiden iyiye azıya alıp yüzleri bile kızarmadan, gönüllü devşirmeye dönüşenler, Amerikan Büyükelçiliği’nden “Komünizmle Mücadele Derneği” için açıktan açığa para istemekten ve almaktan geri durmamışlardır. Keza bu beslenme, pardon fonlanma süreci 1980 sonrası da devam etmiştir.. Bu devşirmelerin yaşayan en ünlülerinden birinin, kameraların karşısına neredeyse  her geçtiğinde manik-depresif ruh halleri sergilemekten geri durmayan ve hizmetlerine mukabil, “efendi”sinin koruma ve gözetiminde ömrünün son demlerini sürmekte olduğu bilinmektedir.

21 Ağustos 2009

"Kürt Sorunu" Felsefecilerin de Sorunudur!

“Kürt sorunu” felsefecilerin de sorunudur!

Atalay GİRGİN*

Ahmet İnam’ın , Akşam gazetesinde, “Derin bir kök sorunun parçası olarak Kürt sorunu”1 başlıklı bir köşe yazısı yayımlandı. Daha başlığı okur okumaz sevindim. Yazının içeriğinde neler denilip denilmediğinden bağımsız bir duygulanım durumuydu bu. Çünkü bu sorun, çok yönlü ve çok boyutlu konumuyla Türkiye’de yaşayan her insan gibi, felsefecilerin de sorunuydu. Sayın İnam’ın bu yazıyla attığı adım, felsefeciler açısından ne denli geç kalmış bir adım olsa da önemliydi. Bundan dolayı, “Darısı diğer felsefecilerin başına! Umarım gerisi gelir” diye düşündüm. Ve yıllar önce, 2004 sonu - 2005 başında yazdığım bir makaleyi anımsadım :

Memurlaş(tırıl)an ‘felsefeci’ler

“Felsefeciden Memur, Memurdan ‘Felsefeci’ Yaratılan Türkiye’de Felsefenin Yeri” başlığını taşıyan bu yazıda, “Memurlaş(tırıl)an felsefeci, memurluğu sürecince, içerisinde yaşadığı toplumsal gerçekliğin sorunlarını genellikle ya görmezden gelir ya da kendi konumuna halel getirmeyecek türden, “etliye sütlüye” bulaşmayan yanıtlarla geçiştirir. Olup biten ya da yaşanan sorunları neliği (ve gerçekliği) açısından konu edinip, eleştirel bir biçimde sormaya, sorgulamaya, yanıtlar üretmeye yelten(e)mez. Örneğin : Türkiye sınırları içerisinde yaşanan ve onbinlerce insanın ölümüyle sonuçlanan ve halen varlığı devam eden ve devletin ileri gelen temsilcilerince de tanınması gerektiği söylenen “Kürt realitesi”ne ve bunun sorunlarına, çözüm yollarına ilişkin, toplumbilimcilerden iktisatçılara, siyaset bilimcilere dek farklı alanlardan birçok akademisyen olumlu ya da olumsuz görüş beyanında bulunmasına rağmen, iktidarın akademisinde yer alan felsefecilerden kayda değer açıklama ve çalışmalar yapılmamıştır. Ki bu, siyasal, toplumsal, kültürel, v.b boyutları olan bir sorundur. Bu noktada, kayda değer bir açıklama ya da çalışmanın yapılmamış olmasını, toplum felsefesi, kültür felsefesi, siyaset felsefesi alanlarında çalışma yapan felsefecilerin yokluğuna mı bağlamak gerek, yoksa bu alanlardaki ya da farklı alanlardaki felsefecilerin bu sorunu görmediklerine, bilmediklerine mi? Hangisi?

Elbette ki ikisi de değil. Bunun asıl nedeni, varolan felsefecilerin, nerdeyse genelinin memur ya da memurlaş(tırıl)mış felsefeciler oluşunda saklıdır; ve bunların da, kimin işgüderi olduklarını unutmadan, kendi konumlarının gereği olarak, neyi görüp görmeyeceklerini, neyi konu edinip edinmeyeceklerini bilerek davranmalarında... Ve bu bir giz değildir. Akıl ve bilinç, bir kez birilerinin ya da bir şeylerin ipoteğine verilmeye ya da hizmetine koşulmaya dursun, o andan itibaren, düşünce, söylem ve davranışların icazet sınırı da şekillenmeye başlar ki felsefeciler herkesten daha çok farkındadır bunun.”2 demiştim.

Çeyrek yüzyıl “dut yemiş bülbül”ler

“Kürt sorunu”, daha öncesi itibariyle 100 yılı geride bırakan bir sorun olmasına rağmen, konumuz açısından 1980’in ilk yarısının sonundan itibaren 1990 ve 2000’li yıllarda da toplumun can alıcı birincil gündemlerinden biriydi. Keza hâlâ başat önemini sürdürmektedir. Bu yıllar boyunca, iktidarın akademisinde akademinin iktidarıyla eylemeyi bir bilinç hali olarak içselleştiren felsefecilerin geneli, bu sorunla ilgili nerdeyse kayda değer hiçbir şey üretmemişler ve yapmamışlardır. Yapmaya yeltenenler de sağından solundan dolaşarak, “kaçak güreş”meyi seçmişlerdir. Sanki “Felsefenin görevi, adeta, feleğin dalgınlığı kargaşanın berisinde yol almamıza ses çıkarmadıkça bizi korumak ve bu kargaşaya dalmak zorunda kalır kalmaz da bizi terk etmektir”3 diyen Cioran’ı haklı kılmak istercesine, sorun toplumda tüm yakıcılığıyla varlığını sürdürürken “dut yemiş bülbül” misali susmuştur felsefecilerin, özellikle de iktidarın akademisindeki felsefecilerin geneli.

Bu dönemlerde dünyadaki değişik sorunlar üzerine yazanlar da olmuştur, Irak’taki savaşa ve orada ölen çocuklara ilişkin… Filistin’de Lübnan’da olup bitenlere dair yazanlar da… Keza siyaset ontolojisi açısından miadını dolduran, paradigması çoktan iflas etmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefi temelleri üzerine yazanlar da olmuştur. Ne var ki ne öncekiler ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘kuruluş’ döneminde siyasal ve ideolojik söylem anlamında veri olan, ancak değişen toplumsal, bölgesel ve dünya gerçekliği karşısında, artık, yalnızca birer dogmaya dönüşen resmi kabullerle, onun felsefi temellerinin izini sürüp ortaya koymaya çalışanlar, “Kürt sorunu”nu, bütünselliği bir yana, ne toplum felsefesi açısından, ne de siyaset felsefesi ve kültür felsefesi açısından ele almaya, sorup sorgulamaya yeltenmişlerdir.

Ötelerdeki sorunlarla ve felsefi teorik konularla uğraşmaktan gözlerinin önünde olup biten ve yaşanan “Kürt sorunu”na gelmeyi bir türlü başaramamışlardır; çünkü içerisinde yaşadıkları toplumu ve burada olup bitenleri görüp algılayamayacak denli ‘meşguldürler’. İşte Ahmet İnam’ın, tanınan, bilinen bir felsefeci olarak, tirajı 100 bini geçen bir gazetede ve dahası izleyememiş olsam da bir televizyonda adıyla sanıyla “Kürt sorunu”na ilişkin düşüncelerini dile getirmesi, önermelerinin belirlemelerinin içeriği bir yana, bunlardan dolayı da oldukça önemlidir (ki buna biraz sonra değineceğim).

Ancak bunlara rağmen, 1983 yılında yazıp söyledikleriyle ayrı tutulması ve saygıyla anılması gereken bir felsefecimiz var: Nermi Uygur. Onunla ilgili başlığı açmadan önce, burada da kullandığım için, bir nevi dipnot yerine, bu konuya, yani siyaset ontolojisine kısaca değinip geçeyim:

Siyaset Ontolojisine İlişkin ya da Siyaset Ontolojisi Nedir?

Bir çok kişi, daha önceleri de birkaç yazımda kavramsal olarak yer verdiğim “Siyaset ontolojisi”nin “ne” olduğunu merak ederek sorup öğrenmeye çalışırken, akademinin iktidarıyla hem de felsefe gibi bir alanda “skolastik” bir biçimde terbiye edilmiş bazıları da, sorup sorgulamak, düşünmek yerine, çok bilgiç bir edayla, “böyle bir şey yoktur” hükmünü veriyor. Her şeyi konu edinebilir, her şeyi sorgulayabilir olanlar, kendilerine sunulan kabulleri aynı rahatlıkla sorgulamaya ya da bu kabuller dışına çıkmaya yanaş(a)mıyorlar nedense.

Oysa siyaset ontolojisi, siyaset felsefesinin üzerinde yükselmesi gereken bir alandır. Yani siyaset felsefesinin ontik zeminidir, temelidir. Mevcut haliyle siyaset felsefesi, ontolojik olana bulaşmaksızın, temel kavramlar olarak belirlenen kavramlar ve bunlar arasındaki ilişkiler üzerine sorma, sorgulama, eleştirel akıl yürütmeler, çıkarımlar ortaya koymakla ilgilenen, dolayısıyla ontolojik olandan bağımsız bir biçimde siyaset epistemolojisi yapılmaktan öte geçmeyen bir alandır.

Bunun yanı sıra, bir de hem akademide hem de liselerde öğrencilere belletilen / belletilmeye çalışılan, “siyaset felsefesi olanı olması gereken açısından ele alır” diyen bir önerme var ki akıllara ziyandır. Çünkü bir şeyi, örneğin devleti, birilerinin “olması gereken açısından ele al”abilmesi için, öncesinde “olması gereken devlet”e ya da “ideal devlet”e, en azından düşsel düşünsel anlamda epistemolojik olarak sahip olması gerekir ki bu açıdan olanı değerlendirebilsin. Oysa böyle bir şey, eğer ki Platon’un 5040 kişilik “İdeal devleti” ya da Farabi’nin “El-Medinetü’l- Fazıla”sı ya da bunlar gibi ütopyalar kastedilmiyorsa, kimsenin elinde yoktur. Zaten “olması gereken”den kastedilen bunlarsa sonuç daha da vahimdir.

Bağımsız bir yazı konusu olan bu sorunu daha fazla uzatmadan ve şimdilik kısaca belirteyim : Siyaset ontolojisi, bütün siyasal yapıları konu edinen bir felsefe dalıdır. Siyaset ontolojisi, siyasal yapıları, toplumsal ve kültürel anlamıyla hem bir var olan hem de varolanlara katılan “yeni varolanlar” olarak, fiili ve potansiyel anlamda ortaya çıkışları, değişip dönüşmeleri, varlıktan gidişleri açısından sorup sorgulayan, eleştirel bir biçimde konu edinip araştıran, inceleyen ve bunun bilgisini ortaya koyan bir felsefe alanıdır. Siyaset felsefecisini, kavramların genelliği ardına saklanıp “İsa’ya da Musa’ya da” değmeyen, yaşadığı coğrafyaya göre “Muhammed’in” ise yakınından bile geçmeyen, genellik zırhına bürünmüş önermelerle vaziyeti idare etmekten kurtaracak ve “şu” diye gösterilen varlığa, daha doğrusu siyasal varlığa, yapıya ilişkin felsefi düşünce üretmeye yöneltecek olan bir felsefe dalıdır siyaset ontolojisi. Bu konu, yani siyaset felsefesinin ontolojik temeli, genelde felsefecilerin, özelde ise tüm siyaset felsefecilerinin problem edinmesi gereken bir konudur. Şimdilik bu kadar. Gelelim “Kürt sorunu” açısından Nermi Uygur’un önemine :

Çokkültürcü bir “Türk Felsefe”ci ve çokkültürlü eğitim

Nermi Uygur, kitaplarından bildiğim kadarıyla ki yanılıyorsam bilenler düzeltebilir, adıyla sanıyla “Kürt sorunu”na ilişkin bağımsız bir yazı kaleme almamıştır. Bundan dolayı, “Nermi Uygur’la “Kürt sorunu”nun ne ilişkisi var ki” diyen birileri, haklı olarak ortaya çıkabilir elbette. Ancak Uygur’un, erken denilebilecek bir dönemde, 1983 yılında ortaya koyduğu eğitim ve anadilde eğitime ilişkin yaklaşım ve anlayış, o tarih itibariyle bu sorunla dolaylı ama günümüz açısından ise doğrudan ilişkilidir. Çünkü günümüzde bile Uygur’un ifade ettiği açıklıkta sorunu ortaya koyup tartışanlar, parmakla gösterilecek kadar azdır. Ki bu yazıyı kaleme almamın vesilesi olan Ahmet İnam, ilgili yazısında bunun yakınından bile geçmiyor.

“Kürt sorunu”nun “açılım”dan çözüme yönelebilmesinde temel kabul noktasından sonra öne çıkan iki nirengi noktası vardır : Temel kabul noktası; bir arada yaşama iradesinin, tüm taraflarca gönüllülük koşullarında güvensizliğe ve kuşkuya yer bırakmayacak denli açıkça ortaya konulmasıdır. Ki taraflar, en azından taraflardan birinin önemli bir kesimi diyelim, daha başlangıç olan bu temel kabul noktasında olabildiğince güvenmez ve paranoyaya varacak denli kuşkucu, hesapçı ve yadsıyıcı davranmaktadır. Diğer tarafın bu konudaki beyanlarını bile dikkate almaya yanaşmayan ve uzlaşı bir yana, diyaloga bile kapalı bir tavır sergilemektedir. Bu açıdan bakıldığında “açılım” daha “toplumsal mutabakat” bir yana egemen “siyasal mutabakat” arayışı aşamasında bile kadüktür ve temel kabul noktasına bile erişememiştir. Bu çift yönlü güvensizlik ve çok aktörlü arayış ortamında da “açılım”dan asli ve kalıcı bir çözüme erişmek, mucize kabilinden bir hayaldir. Ancak konumuz bağlamında bizi ilgilendiren şudur : Buna, yani temel kabule erişmeye bağlı olarak başat öneme sahip iki nirengi noktasından biri “anayasal vatandaşlık / yurttaşlık”, diğeri ise eğitim, anadilde eğitimdir. Bunları taçlandıracak adım ise genel bir “siyasal af”tır.

İşte Nermi Uygur’u diğer felsefecilerden ayrı tutmaya neden olan ve hem son çeyrek yüzyılın hem de günümüzün sıcak gündem maddesi “Kürt sorunu”na bağlayan da budur. Yani eğitim, çokkültürlü, çokdilli, anadilde eğitim.

Nermi Uygur, o yıllarda, yani günümüzden çeyrek yüzyıl önce, “çokkültürlü, çokdilli, anadilde eğitimi” öneren ilk, belki de tek “Türk felsefe”cidir. Felsefi düşüncenin ve bilginin genelliği prensibini dikkate almayan ya da bu konuda unutuveren birileri, “Uygur, eğitime ilişkin bu öneriyi başka bir yerde başka bir bağlamda yapmıştı” gibi bir itirazda bulunabilir. Ancak bunun herhangi bir hükmü yoktur. Çünkü Uygur’u bu öneriye ulaştıran temel hareket noktası şudur : Tarihsel ve toplumsal anlamda veri olan “tüm yeryüzünü kuşatan çokkültürlülük”4 gerçekliği.

“Çokkültürlü, çokdilli eğitim” önerisini bu gerçeklik üzerine bina eder Uygur. Ve der ki, “çokkültürlü eğitimbilim o saygıdeğer, geleneksel tekkültürlü eğitimbilimin yerini almalıdır.” Ona göre, “Çokkültürlü eğitimbilimin en önemli kesiti dildir, her şeyden önce anadil ile yabancı dil”. Uygur, “Anadil sorunu yeni eğitimbilimde ilk yeri işgal eder” diye yazar. Nedenini ise şöyle açıklar : Hiçbir kültür gücü, önemce, insanın anadilini öğrenmesiyle, anadilde gelişip serpilmesiyle, anadilde gelişmesiyle aynı düzeye konamaz.

Bu konuyu, yani Uygur’un eğitim anlayışını, “Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitapta da ele aldığım için daha fazla uzatmayıp burada keseceğim. Ancak Uygur’un bu görüşlerinin yer aldığı bildiriyi sunduğu tarih 1983’tür. Bu bildirinin de içerisinde yer aldığı “Kültür Kuramı”nın ilk yayımlanış tarihi ise 1984. Bundan dolayı, “Kürt sorunu” üzerine düşünce beyan etmeye girişen ve bunu bütünselliği içerisinde değerlendirip enine boyuna ele almaya yeltenen, diğer alanlardan gelen görüş sahipleri bir yana, hiçbir felsefecinin Uygur’u anmadan geçmeye hakkı yoktur. Özellikle eğitim konusunda da Uygur’dan daha geri düşmeye… Çünkü Uygur ve söyledikleri, felsefeciler açısından bir eşiktir, geri dönülmemesi gereken bir eşik...

Ahmet İnam’ın “Kürt sorunu”na yaklaşımı

“Kürt sorunu”, Türkiye toplumsal yaşamının, tarihsel ve güncel anlamıyla, yaşana gelen ve yaşanmakta olan somut bir sorunudur. Ahmet İnam, söz konusu yazısında, bu sorunu, bir “KÖK SORUN”, hatta “derin bir kök sorunun parçası” olarak belirliyor. Bu belirleme, doğru ya da yanlış, uygun ya da değil dersiniz, kabul edersiniz ya da kabul etmezsiniz ama, özgün bir yaklaşımdır, en azından nev-i şahsına münhasır bir yaklaşım.. “Bir ülkenin kök sorunu o ülkenin tarihinde bulunan, toplumsal bilinç dışının içine yerleşmiş, onu sürekli tedirgin eden sorunlara verdiğim bir addır.” diyen İnam, “Onu anlayabilmek, teşhis edebilmek, yorumlayabilmek; sorun derinlerde ve çok boyutlu olduğu için; sosyal bilimlerin, ekonominin, siyasal bilimlerin, terör bilimlerinin, kültür bilimlerinin, toplumsal psikiyatrinin, tarih biliminin ve felsefenin ışığını gerektirir.” tespitini yapıyor.

Konu edinilen şeye ilişkin düşünce ve bilgi üretmeye yönelebilmek açısından adlandırmak önemlidir. Çünkü adlandırmak, adlandıran için bir varolanı, varolanların sonsuz ve sınırsızlığı içinden alıp onu bilginin ve buna bağlı olarak da değerin ve eylemin konusu olan nesneler evrenine katmaktır; yani bir başka deyişle özneliğin, özneleşmenin göstergesidir. Ancak adlandırmak önemli olsa da yeterli değildir. Bundan dolayı, adlandırmadan tanımlamaya, belirlemeye doğru yönelmek ve o şeyi neliği ve gerçekliği temelinde, olabildiğince bütünsel olarak kavrayıp anlamaya ve yorumlayıp anlamlandırmaya geçebilmek gerekir. Nelik ve gerçeklik ilişkisi, genel ve özel bağlamında “şu” diye gösterilenle bağ kurulabilmesini de gerektirir. Çünkü etik ve/ya estetik boyutuyla değer “şu” diye gösterilebilen(ler)in bilgisi temelinde olanaklıdır ki genel ve özel bağlamında ortaya konan her bilgi şu ya da bu ölçüde davranışı koşullayan bir değer barındırır içinde, açık ya da gizil bir biçimde.

İnam’ın yazdıklarını genel ve özel bağlamında ele aldığımızda şunu fark ediyoruz : İnam, adlandırmadan hareketle belirlemesini yaptıktan sonra, bir “kök sorun”un parçası olarak nitelediği “Kürt sorunu”nu neliği ve gerçekliği temelinde “anlayabilmek, teşhis edebilmek, yorumlayabilmek” için, “sosyal bilimlerin, ekonominin, siyasal bilimlerin, terör bilimlerinin, kültür bilimlerinin, toplumsal psikiyatrinin, tarih biliminin ve felsefenin ışığını”n gerekli olduğunu yazıyor.

Toplumsal psikiyatri alanında bu soruna ilişkin kapsamlı çalışmalar yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Ancak İnam’ın belirttiği bilim alanlarının genelinde bazen bireysel düzeyde, bazen sponsor olan çeşitli sivil kuruluşlarca farklı gruplara yaptırılan ve genellikle akademisyenlerin denetiminde çalışmalar ortaya kondu. Ama felsefe hariç… Yapılmış olan çalışmaları eksik, taraflı ya da peşinen kabul edilen bir önermeyi, varsayımı doğrulamaya dönük olarak elde ettiği verileri yorumlamıştır diyerek eleştirmek mümkün olabilir elbette. Bu ayrı bir şeydir. Bunu paranteze aldığımızda, birçok bilim alanında hem de akademik düzeyde, soruna, karınca kararınca ışık tutan ya da ışık tutmaya çalışan araştırmalar yapıldığını söylemek gerekir.

Eksik olan “felsefenin ışığı”dır. Bu ışığı sorunun üzerine yöneltmesi ve düşürmesi gerekenler ise felsefecilerdir. Elbette ki bu da, düşe yatarak ya da kukumav kuşları gibi salt kendi kendine düşünerek gerçekleşmez. Diğer alanlarda ortaya konan hem kuramsal yaklaşım ve bilgilerin hem de araştırma sonucu elde edilen ampirik verilerin değerlendirilmesi ve bunların olabildiğince bütünsel bir biçimde çok yönlü ve çok boyutlu olarak, nelik ve gerçeklik bağlantısı yitirilmeksizin kavranıp anlaşılabilmesi ve yeniden anlamlandırılmasıyla olanaklıdır. Bu anlamda aslında felsefecilerin sorunu kavrayıp anlamlandırabilmeleri ve çözümler üretebilmeleri açısından, neredeyse tüm veriler mevcuttur, hazırdır. Eksik olan, hazır olmayan ise, ne yazık ki felsefecilerdir. (Bunun nedenlerini “Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabın içerisinde yer alan “Felsefeciden memur, memurdan ‘felsefeci’ yaratılan Türkiye’de felsefenin yeri” başlıklı makalede belirtim. Tekrar etmeyeceğim.)

İşte bu noktada, eksik ya da fazla, doğru ya da yanlış, uygun ya da değil, ne denirse densin, Sayın İnam bir adım atmıştır. Sorunun değişik yönlerine dikkat çekmeye çalışmış ve “sığ, ucuz, kolay, geçici, kandırıcı sözde çözümler”e yönelmemek gerektiğini belirtmiştir. “Bu sorun yumağının içindeki insanlar kendi yandaşlarına da karşıda düşman gördüklerine de tam güven duymamaktadır.” diyerek “güven”, “güvensizlik” olgusuna dikkat çekmiştir ki bu daha somut yaşamsal sorunların yanında hafif kalsa da en küçük bir olumsuzlukta “ötekileştirme”yi körükleyen, ayrımcılığı tetikleyen ve besleyen önemli bir duygusal unsurdur. Kendi deneyimlerimden bildiğim için rahatlıkla söyleyip yazabiliyorum : Türk öğrencilerin yoğun olduğu okullarda ve sınıflarda, Kürt öğrencilerin ötelenmesine, dışlanmasına engel olmak istediğinde hemen “PKK”lı olarak etiketlenirken; Kürt öğrencilerin yoğun olduğu okullarda, Türk öğrencilerin ötelenip dışlanmasına engel olmaya çalıştığında da “Türk öğretmen”, “Türk milliyetçisi öğretmen” olarak damgalanmaktan kurtulamıyorsun. Oysa her iki okulda da yaklaşımın ilkesel ve etik ama güvensizlikle beslenen ötekini algılamanın ve anlamlandırmanın bir bilinç hali olarak insanlara içselleştiği yerde bunun her hangi bir hükmü yok oradaki insanlar için. Bundan dolayı, İnam’ın dikkat çektiği ve “duygusal hazırlık yapmak gerekir” dediği “güven”, “güvensizlik” olgusu, üzerinden atlanıp geçilemeyecek denli önemlidir.

Ancak İnam, ortada duran ve acilen çözüm bekleyen onca yaşamsal soruna rağmen, “Bunun için insanımızın ekonomik sıkıntısını giderip, geleceğe umutla bakabileceği güven ortamını ne denli zor olsa da adım adım sağlamak gerekiyor.” diyerek, sorunun çözümünü geleceğe erteliyor. Oysa sorun hem dünün hem şimdinin sorunu, dündeki ‘çözüm’ denilenlerin çözümsüzlüğü ve dolayısıyla sorunu süreklileştirdikleri bariz bir biçimde açığa çıktı. Dolayısıyla şimdinin toplumsal ve yaşamsal sorununa gelecekte değil, şimdi çözüm üretme ve uygulama iradesini ortaya koymak gerek. Ancak İnam, kendi sözleriyle “acil çözüm bekleyen somut, yaşamla ilgili sorunların” olduğunu bilmesine rağmen, buna yanaşmıyor. Neden?

Elbette bunun felsefeci İnam açısından temel bir nedeni var. İnam bu yazıya konu olan yazısından kısa bir süre önce, “Felsefe soyut düşüncelerle uğraşır ama yaşamın somut sorunlarına yanıt vermez.”5 diye yazmıştı. Felsefenin, “yaşamın somut sorunlarına yanıt verme”yeceği kabulünden hareket eden ya da felsefeyi böyle değerlendiren İnam’dan bu konuda bir öneri beklemenin de hükmü yoktur. Cioran’ı anımsamamak ne mümkün…

İnam, “felsefenin ışığını”, toplumsal ve yaşamsal öneme sahip “Kürt sorunu”na ilişkin çözümsel öneriler üretmeye yöneltmiyor. Ama uzun zamandır unutulan ya da dillendirilmeyen bir noktanın altını çiziyor, bir anlamda binlerce yıl öncesinden süzülüp gelen değer ve değerler alanına işaret ediyor : Anadolu. Bundan dolayı, sorun, “Anadolu'da gönlünü yaşayabilecek, kendini gerçekleştirebilecek insanın sorunudur. Anadolu sorunudur. Anadolu insanının sorunudur.” diyor.

Neredeyse her kesimden insanın, güncele ve görünene endeksli düşündüğü, inşa edilmiş siyasal ve ideolojik kimlikler üzerinden yaklaştığı bir dönemde İnam, üzerinde binlerce yıldan beri yaşanan, değerler üretilen ve bunlarla nesilden nesile yeni kuşakların etkilendiği, biçimlendirildiği bir alanı hem kültürel hem de düşünsel zenginliği anlamında dünden şimdiye ve yarına taşıyabilirlik açısından soruna bağlıyor. Ve diyor ki , “Anadolu insanının gönlünün olanca zenginliği ile inşa edebileceği, üstünde insan olma onuru ve sevinci duyulabilir Anadolu toprakları oluşturma projesinin yılmaz savunucuları olmak için düşünce üretmeliyiz.”
Bu toz duman içinde ve acil çözüm bekleyen yaşamsal sorunlar ortamında ne denli dikkate alınır bilemiyorum. Ama kulağa hoş geliyor : Üstünde insan olma onuru ve sevinci duyulabilir Anadolu toprakları oluşturma projesinin yılmaz savunucuları olmak6

Son söz : Bu türden ve şimdilik salt düşünsel projelerin yanı sıra, felsefecilerin, “Kürt sorunu”nun çözümüne “felsefenin ışığını” düşürebilmesi gerek… Uygur’u unutmadan ve İnam’ın attığı adımın devamını getirip onu da aşarak… Çünkü “Kürt sorunu” felsefecilerin de sorunudur. Ama emekliliği garantiledikten sonra ya da kendini garantiye aldıktan sonra sorun edinecekleri bir sorun hiç değildir. Tüm toplumsal sorunlar gibi…

· Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Akşam Gazetesi, 6/8/2009, http://www.aksam.com.tr/2009/08/18/yazar/13800/ahmet_inam/.
2 Atalay Girgin, Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla, sy 112, Algıyayın, Nisan 2009.
3 E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, sy, 50, Metis yayınları, Ocak 2000.
4 Nermi Uygur, Kültür Kuramı, sy. 28, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 1996. Şu andan itibaren tırnak işareti içerisinde ve iki noktadan sonra Uygur’a atfedilen tüm sözler bu kitabın “Dil, Kültür ve Eğitim” başlıklı makaleden alıntıdır.
5 Ahmet İnam, , Felsefede mizah mizahta felsefe, Akşam Gazetesi, 23.7.2009, http://www.aksam.com.tr/2009/08/18/yazar/13620/ahmet_inam/
6 Bu yazı, Ahmet İnam’la bir polemik ya da tartışma kaygısıyla yazılmadı. Böyle bir şey yapılamayacağı için değil. Aksine bu yapılabilirdi, sorgulayıcı, eleştirel, hatta yadsıyıcı bir yaklaşım da sergilenebilirdi. Sayın İnam da eleştirel bir değerlendirmeyi felsefenin neliği gereği, olgunlukla karşılardı ki bundan kuşkum da yok. Ancak baştan beri belirttiğim gibi, felsefecilerin özelde “Kürt sorunu” genelde ise tüm toplumsal sorunlar karşısında susmamaları ve bunları kendilerine konu edinip, düşünceler üretmeye yönelebilmelerini hem kendileri hem de felsefe açısından önemli ve gerekli gördüğüm için şimdilik yalnızca belirlemelerle yetindim.

14 Ağustos 2009

"Kürt sorunu"nu "paradigmalar tahterevallisi"nin figüranları çözemez!

“Kürt sorunu”nu “paradigmalar tahterevallisi”nin figüranları çözemez!

Atalay GİRGİN*

Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca paradigması iflas1 etmiş bir devlet değildir. Aynı zamanda siyaset ontolojisi açısından da miadını doldurmuş bir devlettir. Miadını doldurmuşluğunun en bariz örneklerinden biri ve en önemlisi, kendi iradesiyle, değişen Türkiye toplumunun, bölgenin ve dünyanın gerçekliğine uygun yeni bir paradigma belirleyemeyip uluslararası aktörlerce “paradigmalar tahterevallisi”2ne çıkarılmış olmasıdır.

Aktörler ve Türkiye’ye biçilip dikilmeye ve giydirilmeye çalışılan paradigma uluslararasılık patentini taşıyor olsa da, bu tahterevallinin sözüm ona başrol oyuncusuymuş gibi arz-ı endam eyleyen figüranları yerlidir. Hatta yeni paradigmanın ya da ‘kostüm’ün malzemeleri bile hem Türkiye’ye hem de bölgeye ait olması anlamında yerli… Ama ‘terziler’ ya da tasarlayıp yazanlar için geçerli değil bu hüküm… Uluslararası aktörlerin bölgesel çıkarlarını maksimize etmek için imal edilip servis edilen ve Türkiye’ye giydirilmeye çalışılan bir paradigma sorunu ortadan kaldırmaya kadir değildir.

Bundan dolayı, “Kürt sorunu”nda çözüm, “Paradigmalar tahterevallisi”nin “figüranlar”ının, yani ne adına ‘Ergenekon’ denilenin ne de ‘Ergenekon’un paketlenme ihalesinin taşeronluğunu yapanların başaracağı bir şey değildir. Çünkü figüranlar, yaşamın her alanında suflörün verdiği suflelerle konuşur ve düşünüyormuş gibi yapar. Bir yanda yıllardır bilincine kazınmış ve yaşamın gerçekliği tarafından aşılmış olsa da dogmalaşmış kabuller vardır, diğer yanda ise uluslararası “efendilerin” çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda çerçevesi çizilip hazırlanan paradigmanın tekstleri.

Kendi paradigmalarını, değişen toplumsal, bölgesel ve dünya gerçekliğine göre belirleyemeyen ve bu doğrultuda sorunlarına çözüm üretemeyen devletler, “paradigmalar tahterevallisi”ne çıkarılır. Tahterevallinin uçlarında oturan ve fonda esas “oğlan” ya da esas “kız”larmış gibi görünenler her daim figüranlardır. Çünkü önce figüranlar düşer, önce onlar düşürülür; önce onlar dövüştürülür ve önce onlar miadını doldurup terk-i diyar eyler sahneyi…

Ve onlar, asla paradigmanın tamamını ve yol haritasını göremedikleri için, “efendiler”in suflöründen sufleler gelmediğinde ne diyeceklerini şaşırıverirler. Bir gün “açılım”, “çözüm”, “kardeşiz” diyenler bir bakmışsınız bir başka gün “ya sev ya terk et” noktasına gelivermişler. Ya da tüm hesapçılılıklarıyla, pazardan bir malı daha ucuza almanın ya da daha fazla ne koparabiliriz fırsatçılığının peşine düşmüşler. Oysa iki yaklaşım da “açılım”dan “çözüm”e ulaştırmaz Türkiye’yi… Palyatif ve günü idare eden adımlarla oyalar ve toplumsal anlamda, hem fiili hem de potansiyel enerjisini bile heba eder.

“Kürt sorunu”nu “şahinler” çözer

Bundan dolayıdır ki, “Kürt sorunu” sufle bekleyen figüranlarla çözülmez. Abdullah Öcalan’ın ısrarla “Ne AB’nin çözümü ne de ABD’nin çözümü” deyişinin bir anlamı olmalı. Hele hele AB’nin ve ABD’nin dışında çözüm arayan ve onlardan bağımsız olan ya da bağımsız olduğunu söyleyenler açısından. Eğer söz konusu söylem, figüranlığın farklı türden bir tezahürü değilse, bu sorunun çözümü, figüranlaşmayan, kendi aklıyla düşünen, kendi sorunlarını kendi gücü ve olanaklarıyla çözme iradesine ve değişen Türkiye, bölge ve dünyaya ilişkin siyasal, toplumsal, kültürel,vb. düşünsel ufuk genişliğine, derinliğine sahip olan “şahinler”in ve “güvercinler”in işidir.

Sorunun bedelini ödeyenler, göğüsleyenler, çözümün ödülünü olgunlukla sindirmeyi de bilirler. Acılarını ve yitirdiklerinin anısını yüreklerine gömmeyi bildikleri gibi, baltalarını da toprağa gömmeyi ya da “asar-ı atika müzesi”ne kaldırmayı da bilirler. “Şahinler”in çözümü daha sağlam ve daha kalıcıdır. Çünkü “şahinler” ötekinden önce kendine güvenir. Karşısındakine güveni kendine güveninden kaynaklanır. Çünkü “şahinler” ötekinin sözüne, kendi sözünün sahibi olmayı bildiği için itimat eder. Ne “al takke ver külah” tarzında pazarlık ne de “kayıkçı kavgası” yapar.

İşte bu noktada, ihtiyacı en çok hissedilenler, mevcut durumu korumaya çalışan, yani çözümsüzlüğü ‘yönetilebilir bir çözüm’ kılma akl-ı evvelliğine başvuran, sözlerinin keskinliğine sığınarak vazıyeti idare eden, siyasal miyoplukla malül, moda bir deyişle, “çakma şahinler” değildir. “Çakma şahinler” ya da “çakma güvercinler”, “paradigmalar tahterevallisi”ne çıkabilmek için, şu ya da bu “efendi”nin lütfuna mazhar olmayı bekleyen figüran adaylarıdır. Çünkü onlar, hizmet etmek için sıra bekledikleri, kapitalist sömürü düzeninin evlatlarıdır.

“Kürt açılımı” başlığı altında gündemin sıcak maddesi haline gelen ve kimi beklentilerin yüksek perdeden dile getirilmeye başlandığı “Kürt sorunu”, sözüm ona “şahince” sözler söyleyenlerin “çakma şahin” mi yoksa gerçek birer “şahin” mi olduklarının da görüleceği bir mihenk taşıdır. Bu her iki tarafın siyasal figürleri için de geçerlidir.

Görülecektir. Kimler “kendi sorunumuzu kendimiz çözer, kendi paradigmamızı kendimiz belirleriz” diyen kalıcı ve sağlam bir çözüm sürecinin aktörü olacak? Kimler, tüm keskin ve yüksek perdeden hamaset nutuklarının ardında, figüranlar aracılığıyla uygulanmak istenen ve imal edilmiş uluslararası bir paradigmanın parçası olarak servis edilen projenin payandası ya da istepnesi, birer “çakma şahin”, “çakma güvercin” haliyle arz-ı endam eyleyecek? Ancak bunlar olup biterken, imal edilmiş palyatif tedbirlerle çözüm ötelenir ve zaman geçerken bedeli Türküyle Kürtüyle Türkiye insanı ödeyecek… İyi de ne zamana kadar?

Çözüm yolunun üç eşiği

Oysa sorunun çözümünün, “siyasal af”la taçlandırılması gereken, biri temel kabul, ikisi de buna bağlı nirengi noktası olmak üzere üç ana unsuru epeydir dillendirildiği için biliniyor : Temel kabul; bir arada yaşama iradesinin, tüm taraflarca gönüllülük koşullarında güvensizliğe ve kuşkuya yer bırakmayacak denli açıkça ortaya konulmasıdır. İki nirengi noktasından biri “anayasal vatandaşlık / yurttaşlık”, diğeri ise eğitim, anadilde eğitimdir. Gerisi teferruattır. Ama teferruat önemsizliğin ya da değersizliğin ifadesi değildir. Buyurun! İşte “sorun bizim sorunumuz, çözüm bizim çözümümüz”, “Ne AB’nin çözümü ne de ABD’nin çözümü” diyen, inisiyatifi figüranların ve “efendiler”inin elinden almak isteyenler için “şahin”liğin er meydanı…

“Kürt sorunu”nun çözüme ulaşma biçimi ve bunun içeriği, istese de istemese de herkesi ve her şeyi değiştirecek ya da değişime zorlayacaktır. Bu süreç bazı sorunları bertaraf ederken, yeni sorun ve tehdit unsurlarını; fiili ve potansiyel anlamda yeni olasılıkları ve dinamikleri de beraberinde getirecektir. Çünkü sorunun çözümü, insanın insanı sömürüsüne dayanan, temel meziyetlerinden biri ve en önemlisi insan dahil her şeyi metalaştırıp pazara sunma olan kapitalist sömürü düzeninin egemenliğinde ve onun sınırları içerisinde aranmaktadır. Ve öyle görünüyor ki bu sınırlar ve koşullar içerisinde de gerçekleşme potansiyeli taşımaktadır. Şimdilik ve yakın vadede başka bir seçenek de görünmüyor ufukta…

* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Yıllar önce Fikret Başkaya’nın, “Paradigmanın İflası” adlı yapıtıyla dile getirdiği bu durum, günümüzde bir çok farklı kesim ve kişi tarafından sık sık telaffuz edilmekte ve gerçekliğin ifadesi olarak bir nevi genel kabul görmektedir.
2 Paradigmalar tahterevallisinden düşen bir figüran : ‘Ergenekon’, 12 Temmuz 2008 Radikal Gazetesi ya da aynı tarihli, http://atalaygirgin.blogspot.com.