resmi tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
resmi tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2012

Resmi Tarihin Ağırlığı


Resmi Tarihin Ağırlığı

Fikret Başkaya

Şalvarı şaltağ Osmanlı  
 Eğeri kaltağ Osmanlı
                                                                         Ekende yoğ, biçende yoğ
Yiyende ortağ Osmanlı
                                                                                  Halk deyişi

Türkiye’de 1946 da “çok partili sisteme” geçildi ve bir muvazaa partisi olan Demokrat Parti [DP] kuruldu. 1950 de “iktidar” oldu. 14 ay sonra da [31 Temmuz 1951] Atatürk’ü Koruma Kanunu olarak da bilinen, Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun kabul edildi. Kanun’un gerekçesinde: “Milli Mücadelenin kahramanı ve memleketin kurtarıcısı Atatürk, Cumhuriyetin ve inkılâplar rejiminin sembolü olması hasebiyle, hatırasına eserlerine ve onu ifade eden varlıklara vâki olacak tecavüzler, bilvasıta cumhuriyete ve inkılâplar rejimine tevcih edilmiş bir mahiyet ifade edeceğinden...” deniyor. Ölmüş bir şahsiyet için özel bir kanun çıkarmanın anlamsızlığı ve saçmalığı bir tarafa, o halde neden böyle bir kanuna gerek duyuldu sorusuyla devam edebiliriz. Aslında söz konusu kanun, Atatürk’ten başka şeyleri korumak için gündeme gelmişti. Amaç 1923-1950 dönemini tartışma konusu olmaktan çıkarmaktı. Bir bakıma Atatürk’ü koruma kanunu, 12 Eylül cunta anayasasının ünlü geçici 15 maddesinin öncülüydü. Nitekim kanun tasarısının tartışıldığı meclis oturumunda söz alan Ankara milletvekili Selâhattin Adil, asıl amacın ne olduğunun farkında görünüyor... Selâhattin Adil: “Tasarının esbabı mucibesinde şöyle bir cümle var: ‘Bu tasarı kanunlaştığı takdirde milletçe hissedilen büyük bir ihtiyaç tatmin edilmiş olacaktır’. Arkadaşlar 1946 yılından beri milletin köylüsü ile kasabalısı ile temas ettiniz, dileklerini dinlediniz, aman bize bir heykel dikin diyen tek bir vatandaşa rastladınız mı? [Soldan alkışlar]”.

“Bu meclis kürsüsünden acı acı şikâyet ettiğimiz 27 senelik şeflik idaresi mahsurlarını, memlekete yapılan fenalıkları, hakiki Cumhuriyetin, ancak milletin sağduyusuna dayanarak mevkii iktidara gelen bu günkü hukuki bir hükümetle vücut bulduğunu yüzlerce defa tekrar eden bizler değil miydik? Halk Partisi’nin bin bir yolsuzluğunu zikrederken, Meclise hâkim olan bu parti âzalarının ne surette intihâp olunduğunu bilmiyor muyduk? Şimdi bu geçmiş idareye şeflik veya diktatörlük demek tecavüz telâkki olunarak, söyleyen ve yazanı hapse mi mâhkum edeceğiz? [Öyle şey yok sesleri...]. Ankara milletvekili kanunun asıl amacının farkında ama DP’nin bir muvazaa partisi olduğunun, benim asıl devlet partisi dediğim gerçek iktidar odağının taşeronu olduğunun farkında değildi... Aksi halde böyle bir kanun tasarısı gündeme alınır ve kabul edilir miydi?

Aradan 61 yıl geçmişken, bu sefer de AKP Padişahları koruma kanunu çıkarmaya hazırlanıyor... Aslında bu durum Türkiye’deki “modernleşme”, demokratikleşme yolunda katedilen mesafenin ve entelektüel düzeyin de bir göstergesi sayılabilir... O halde bu sefil durumu nasıl anlamak, açıklamak gerekiyor. Ölmüş şahsiyetler için özel kanunlar çıkarmanın mantığı nedir? Aslında bu tür garabetler ve zorlamalar rejimin niteliğini de ortaya koyuyor. Yakın zamanda Kütahya’da yaptığı bir konuşmada, Başbakan R. T. Erdoğan şunları söylüyor: “Bizim görevimiz nedir, bunu çok iyi biliriz. Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz; her yerle biz de ilgileniriz. Ama bunlar, televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o Muhteşem Yüzyıl dizisindeki gibi tanıyor. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni, öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Biz öyle bir Kanuni tanımadık, onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmeniz lazım. Bunu çok iyi anlamanız lazım. Ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonun sahiplerini de milletimin huzurunda kınıyorum. Bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyoruz.'' 

Başbakan bunları söyler de adamları boş durur mu? Hemen bir kanun teklifi hazırlanmış… Kanun teklifini hazırlayan AKP İstanbul milletvekili Oktay Saral: “Bundan sonra Türk aile yapısına uygun, çocuklarımızı rencide etmeyecek, bizim dilimizde zıvanadan çıkarmayacak dizi yapacaklar. Artık bu tarz dizileri bin düşünüp, bir yapacaklar. İnsanlar bize ‘Bu diziler yüzünden çocuklarımız tarihini, atasını tanımıyor’ diyorlardı, artık böyle söyleyemeyecekler!“ diyor.

Resmi tarihe dair kısa not

Türkiye’de yaşayan insanların zihni, biri Cumhuriyet dönemine, diğeri de Osmanlı İmparatorluğuna dair üretilmiş iki resmi tarih tarafından zehirlenmiş bulunuyor.  Mâlûm olduğu üzere resmi tarih, egemen sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Resmi tarih iki şey yapar: Bir şanlı geçmiş üretir yani parlatır ve bir de geçmişin kirlerini siler yani temizler. Öyle ki, geçmişte olan her şey mükemmeldir, güzeldir, tertemizdir, soyludur, şanlıdır, gururlandırıcıdır... Orada hoşa gitmeyecek hiç bir şey yoktur. Velhasıl resmi tarih yalana, tahrifata, yok saymaya, adıyla çağırmamaya dayanan ideolojik bir fabrikasyondur. Geriye dönük [retrospective] olarak uydurulmuş bir kurgudur. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa her zaman için yeniden icat edilir. Zira “geçmiş, öğünülecek fazla bir şey olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar.”.[1] Egemen sınıf, kendi sınıfsal çıkarına uygun bir tarih versiyonu “imal etmeye” giriştiği anda, tarihin tahrifatı da başlıyor... Dolayısıyla öğrenilen, öğretilen, bilinen resmi tarih, bir yalanlar, tahrifatlar, yakıştırmalar manzumesinden başka bir şey değildir.

Neden böyle bir zorlamaya başvuruluyor? Çünkü ‘tarihsel bellek’ önemli bir ideolojik mücadele alanıdır. Eğer bir toplumun bu gününe egemen olmak istiyorsanız, onun dününe egemen olmanız gerekir. Bunun için de tarihi tahrif etmek esastır. Bu, geçmiş dönemin toplumuna bu günün egemenlerinin biçtiği elbiseyi giydirmektir. Netice itibariyle Osmanlı Hanedanı, kendi ihtiyacına uygun bir resmi tarih versiyonu oluşturdu. Daha sonra ‘Cumhuriyet’ yönetimi de aynı şeyi yaptı. Her ikisi de tarihsel belleğin önemli bir ‘ideolojik egemenlik alanı’ olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bu durumu bireysel planda da geçerlidir. Avrupa’da yeni yetme burjuvaların, soylu ünvanlarını satın alması, 1980 [12 Eylül] sonrası Türkiye’sinde yeniden kompradorlaşma programının sağladığı ‘imkânlarla’ [devlet ihaleleri, hayali ihracat, devlet teşvikleri, vergi iadeleri, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, bankerlik adı altında dolandırıcılık, ‘kara para aklama’, kumar, vb.] hızla zenginleşen “işbitiriciler taifesi”, müzayedelerden Osmanlı paşalarının yağlıboya portrelerini satın alıp, görgüsüzce döşenmiş salonlarına asıyorlardı... Böylelikle kendilerine “yeni bir geçmiş” vehmediyorlar, sahip olduklarının sadece maddi zenginlikten ibaret olmadığını dosta-düşmana kanıtlamak istiyorlardı...

Neden Osmanlılar, Türklerin ecdadı, atası değildir?

Bugünün Türk etnisitesinin Osmanlı’ının devamı olduğu tezi ve inancı, imparatorluk mantığından haberdar olmayanların bir kuruntusudur. Her ne kadar Osmanlı dinastisinin [hanedanının] bir Oğuz boyu olan Kayı’dan geldiği kabul ediliyorsa da, imparatorluk söz konusu olduğunda etnik kökenin hiç bir önemi yoktur. Bu yüzden de Beylikten imparatorluğa giden süreçte Kayı’dan geriye pek bir şey kalmadığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla, ilk kurucuların etnik kökenine bakarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir Türk imparatorluğu olduğunu söylemek mümkün değildir. İbn-i Haldun, devlet “ancak kabile ve yakınlık bağının yardımıyla kurulur; ama belirli bir eşik aşıldıktan- iyice yerleştikten ve oturduktan sonra, devlet egemenliği için yakınlık bağına gerek kalmaz”[2] diyor. Kaldı ki, Osmanlı kelimesi etnik bir zatiyeti değil, politik ve sosyal içerikle yüklü bir tabirdi ve “devlet hizmetlerinde bulunan ve devlet bütçesinden geçinen hâkim ve müdir sınıf” anlamında kullanılıyordu. Yazının başındaki halk deyişinde de görüldüğü gibi, halk kitleleri de Osmanlıyı “yabancı bir unsur” olarak algılıyor, kendinden saymıyor ve öyle davranıyordu. Netice itibariyle Türk etnisitesi imparatorluğa dahil, onlarca etnik unsurdan, reayadan sadece biriydi. Osmanlı demek hanedan demekti ve hanedan da evlenmeler yoluyla başlangıçtaki etnik kökene bütünüyle yabancılaşmıştı [kaldı ki, bu durum tüm hanedanlıklar için geçerlidir]. O çağlarda bu günkü gibi ırka, kana, milliyete, etnik kökene, soya-sopa gönderme yapan bir anlayış mevcut değildi.

“Osmanlı hanedanı mensupları için önemli olan, padişahın genetik yapısı ve etnik orijini değil, kutsal gücün sahibi ve taşıyıcısı olmasıydı. Durum böyleyken, milliyetçi Türk tarihçilerinin ve bazı politikacıların Osmanlı padişahlarını birer Türk Başbuğu olarak görme çabaları, bu şahsiyetlerin milliyetçiliklerinin bile ne kadar tutarsız, sığ olduğunun bir göstergesidir... Osmanlılar kendileriyle şu veya bu etnik unsur arasında bağ kurma, özdeşleşme gibi kaygılara yabancıydılar. Eğer Osmanlı padişahları, illâ ki, ‘başbuğ’ sayılacaksa, Türklerin değil, kapıkullarının başbuğuydular ve kapıkulları Türk orijinli olmak zorunda değillerdi...”[3] Nitekim, “17. Yüzyılda imparatorluğu yönetmek üzere iktidara getirilen 62 vezir-i âzamdan, sadece 9’u Türk asıllı gözükmektedir.” [4] Aslında bu durum Osmanlı İmparatorluğuna özgü bir şey değildi. Bu tür haraca dayalı hanlıklarda, sultanlıklarda, imparatorluklarda kural, ilk gerçek kuruculara yabancılaşmaktır. Bu yüzden, kuruluş döneminde etkin tüm unsurlar: Savaşçı gaziler [Gaziyan-ı Rûm], Âhî örgütleri, ‘heterodoks’ dinî önderler ve örgütleri birer birer tasfiye edilecek veya örgütleri ‘yeni devletin’ ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirileceklerdi...  

Tarihi yazanlar kadınlar olsaydı...

Osman Gazi ve oğlu Orhan’dan sonra gelen padişahların ezici çoğunluğunun Türk kökenli olmayan anadan doğduğuna bakılırsa, Osmanlı padişahlarının Türklüğü tartışmalıdır ama velev ki Türk olsalardı da yöneten-yönetilen ilişkisinde ve Türk etnisitesinin durumunda kayda değer bir değişiklik olmazdı. Zira sorun doğrudan devlet, daha doğrusu imparatorluk mantığını angaje eden bir şeydir... Eğer ırka dayalı bir secere zinciri izlenecek olursa, Osmanlı Hanedanı’nı oluşturan unsurların en çok yabancılaştıkları ırkın Türk ırkı veya Türk etnisitesi olduğu sonucuna varılabilir... Bu konuyla ilgili olarak Osmanlı Hanedanının Yapısı adlı eserin yazarı A.D. Alderson, Profesör Lybyer’den şu alıntıyı yapıyor: “Orhan’ın saf Moğol soyundan geldiği, tüm tahta geçen sultan annelerinin Türk kanı taşımadığı ve yine her doğan çocukta annenin rolünün baba ile eşit olduğu iddiası doğru olarak kabul edilirse, Moğol kanı oranının yaklaşık milyonda bir olduğu kolayca hesaplanabilir.” Anderson yukarıdaki alıntıyı yaptıktan sonra şöyle devam ediyor: “Son dört sultan ve son halife, Orhan’ın ondokuzuncu kuşağı –yirminci değil- olduklarından hesap beş yüz binde bir olmalıdır. Her ne kadar Lybyer’in padişah annelerinin, genellikle Türk olmadıkları tezi doğru ise de, önemli ölçüde istisnalar da vardır. I. Mehmedin annesi Devletşah Germiyan oğullarından; II. Murad’ın annesi Emine Dulkadir oğullarından ; II. Beyazıd’ın annesi Gülbahar [muhtemelen Osmanlı]; I. Selim’in annesi Ayşe Dulkadir oğullarından ve I. Süleyman’ın annesi Hafize [muhtemelen Osmanlı idiler]. Bunlar oranı on altı bin de bire düşürür ve her ne kadar güçlü ihtimal değilse de diğer padişahların bir kısmının annelerinin Türk kanı taşıması da muhtemeldir”[5] diyor.  
Tarih, kapıkulu/erkek tarihçiler, vak’a nuvisler, “akademik statünün gardiyanları” tarafından değil de, kadınlar tarafından yazılmış olsaydı, bu gün Osmanlı İmparatorluğuna ve Türkiye Cumhuriyetine dair çok farklı bir bakış ve algı geçerli olurdu. Öylesine köklü bir erkek-egemen, erkek merkezli anlayış yerleşmiş durumda ki, sadece babanın, yani erkeğin belirleyiciliği esas alınıyor. Anne ile babanın eşit etkinliği yok sayılıyor... Erkek egemen tarih versiyonunda kadınlara yer yoktur... Bu yüzden resmi tarihle hesaplaşmak, kadınlara hak ettikleri yeri vermek, haksızlığı gidermek için de büyük önem taşıyor.

Padişahları korumak üzere bir kanun çıkarmaya hazırlanan AKP’nin asıl amacı televizyon dizilerini engellemek değil. Asıl amaç yalana ve tahrifata dayalı resmi tarihin tartışma konusu yapılmasının önüne geçmektir. Zira, sahte efsanelerin çökmesinden korkuyorlar... Aslında asıl hedefte olan, eleştiri özgürlüğü, fikir özgürlüğü, bilimsel üretim özgürlüğüdür... Eleştirel düşünceye tahammülsüzlüğün, bağnazlığın, yasakçılığın bir tezahürüdür... Dolayısıyla sorun, “çocukları televizyon dizilerinin tahribatından kurtarmak” değil, uyduruk resmi tarihi ve resmi ideolojiyi eleştiriden muaf tutmakla ilgilidir... Bu yüzden de neyin söz konusu olduğunu bilmek önemlidir... [6]
-----------------------------------------------------------------------------------------
1.      Eric Hobsbawn, Tarih Üzerine, Bilim ve Sanat Yay. 1999. s. 9.
2.      İbn’i Haldun, Mukaddime, s. 360-361.
3.      Niyazi Berkes, 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi II, Gerçek Yay. s.213
4.      İsmet Parmaksızoğlu, Türklerde Devlet Anlayışı, İmparatorluklar Devri [1299-1789], Başbakanlık Basımevi, 1982, s. 92.
5.      A.D. Alderson, Osmanlı Hanedanının Yapısı, İz Yay. 1998, s. 148
6.      Osmanlı İmparatorluğu ve imparatorluk mantığına dair daha fazla bilgi için bkz: Fikret Başkaya, Yediyüz- Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara 4. Baskı...




31 Ağustos 2009

Liberalizm, Kapitalizm ve Sol

Liberalizm, Kapitalizm ve Sol

Fikret Başkaya*

Son dönemde, özellikle de neoliberal çılgınlığın ideolojik alanı kuşatıp, alternatifsiz tek düşünce olarak sunulduğu koşullarda, zaten geçerli olan kafa karışıklığı daha da büyüdü. Esas itibariyle bir sistem olan kapitalizmle bir düşünce akımı olan liberalizm bir ve aynı şey sayılır hale geldi. Oysa bazı kesişme alanları olmakla birlikte kapitalizm ve liberalizm kavramları aynı içeriğe sahip değildir.

Liberalizm, insanlık tarihinde bir dönüm noktası, müthiş bir entellektüel devrim olan Aydınlık Felsefesinin sonucunda ortaya çıkan bir düşünce akımıydı. Entellektüel bir devrim olan Aydınlık Felsefesi insan özgürlüğünü amaç, aklı da araç sayıyordu. Liberalizm de, esas itibariyle iki bileşenden oluşuyordu: İnsanı merkeze alan, insanın eşit ve özgür olduğunu ilân eden politik felsefe ve mülkiyeti esas alan ekonomik doktrin.

Politik bir felsefe olan liberalizmin ekonomik doktrin olan liberalizme önceliği vardı. Ekonomik liberalizm kapitalizmin bir sistem olarak sahneye çıkıp kendini dayattığı koşullarda formüle edilmişti. Bir politik felsefe olan liberalizmse aydınlıklar [lumières] yüzyılı da denilen XVII yüzyılın hemen sonrasında ortaya çıkmıştı. Ekonomik doktrin olarak liberalizm özel mülkiyeti ‘doğal bir hak’ sayıyordu ve bireylerin kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleriyle kollektif çıkara ulaşılacağını öngörüyordu. Başka türlü ifade edersek, teker teker kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin, kollektif çıkarı gerçekleştireceği varsayılıyordu. Bu daha sonra görünmez el metaforunda ifadesini bulacak ve zihinlere yerleşip bıktırıcı bir tekerlemeye dönüşecekti. Fakat bir ekonomik doktrin olarak liberalizm aynı zamanda kapitalizme dair bir söylemdi. Buna göre piyasanın işleyişine hiçbir şey engel olmamalı, devlet de oyunun kurallarına riayet edilmesini sağlayacak kadar müdahale etmeli, kurallara uymayanları cezalandırmalıdır.

Büyük Fransız Devrimi’nin üç sloganı: özgürlük, eşitlik, kardeşlik, modernite devriminin ve aydınlanmanın tezahürüydü. Sol hareket de modernitenin ve aydınlanmanın doğal mirasçısı ve devamı olarak sahneye çıkmıştı. Sosyalizm, Fransız Devrim’inin üç sloganında ifadesini bulan amaçların gerçekleşmesi ve insanın her türlü yabancılaşmadan arınarak özgürleşmesi [emansipasyon], kendini bütünüyle gerçekleştirmesi perspektifiydi. Sosyalizm, hem politik felsefe olan, bireysel özürlüğü önemseyen politik liberalizmin mirasçısı, hem de onu eleştirip aşmak zorunda olan bir politik-entellektüel akımdı. Zira, Politik felsefe olarak liberalizm insanı merkeze alıp, insan özgürlüğüne vurgu yapmakla birlikte, özgürlüğü bir amaç [finalité] olarak görmüyordu... Bir araç olarak görüyordu ve yaklaşım kabaca şöyleydi: eğer insan [birey] kilise [din], gelenek ve hükümdar [prens] üçlüsünün [ Eski Rejimin] tahakkümünden kurtulursa, özgürleşmesinin, kendini gerçekleştirmesinin önü açılacaktır... Politik liberalizm eğer insanın hareketi engellenmez ve akıl galip gelirse, özel girişimin önü açılırsa, adaletin ve genel çıkarın gerçekleşeceğini öngörüyordu.

Oysa, özel mülkiyetin kutsandığı, rekabetin yüceltildiği kapitalizm koşullarında ne insan özgürlüğünün gerçekleşmesi, ne de genel çıkarın tecellisi mümkün olabilirdi ki, işte XIX’uncu yüzyılda sahneye çıkan sosyalist felsefe ve sosyalist hareket, liberalizmin bu vaatlerinin boşa çıktığının anlaşıldığı koşullarda, ona bir tepki olarak doğdu, ayıbı teşhir etti... Bireyin, Eski Rejimin, eski düzenin densin kısıtlarından kurtulması gerekliydi ama yeterli değildi. Ücretli kölelik düzeninden başka bir şey olmayan kapitalizm koşullarında liberalizmin vaat ettiği özgürlüğün gerçekleşmesi mümkün değildi. Kapitalizm, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği gerçekleştirmeyi hedef alan perspektifin içinin bütünüyle boşaltılması demekti.

Nitekim, özel mülkiyetin ve prodüktivizmin kutsandığı, özgürlüğün girişim [teşebbüs] ‘özgürlüğü’ [sömürme, yağmalama ve talan özgürlüğü], eşitliğin yasalar karşısında ‘biçimsel eşitlik’ sayıldığı, onun dahî bir retorik olmanın ötesine geçemediği koşullarda, kardeşlikten [fraternité] söz etmek abesti [zira, rekabetin ve bireysel egoizmin kutsandığı koşullarda artık dayanışma diye bir şey mümkün değildir]. Her türlü sosyal bağdan kopmuş, her türlü koruma ve sosyal güvenceden yoksun, emeğini satmadığı zaman aç, kaderi sermayenin insafına terkedilmiş, ekonomik planda özerk olmayan, meta denizinde boğulmamak için sürekli debelenen bireyin özgürlüğünden, oradan hareketle de toplumsal refahtan söz edilebilir miydi?

Böylesi bir ortamda tarih sahnesine çıkan, aydınlanmanın ve modernitenın mirasçısı ve devamı olan sosyalist eleştiri ve sosyalist hareket bir tür ikinci düşünsel-entellektüel devrimdi. Aydınlanmanın vaatlerini ve Büyük Fransız Devrim’inin üç sloganının da [libérte, égalité, fraternité] somutlananı nihai hedefe taşımayı vaat ediyordu. Sorun bireyi özgürleştirerek [ o sayede] ‘iyi toplumu’ yaratmak değil, tam tersine, bireylerin özgürlüğünü ayağı yere sağlam basan dayanışmacı bir toplumsal düzen kurarak tesis etmekti... Velhasıl sosyalizm politik felsefe olan liberalizmin içeriğinin ters-yüz edilmesiydi. Başka türlü ifade etmek istersek, sosyalizm, bir bireysel özgürleşme [emansipasyon] felsefesiydi ama bunu bireyi yalnızlaştıran liberal felsefenin aksine, toplumsal dayanışmayı, toplumsal bağları güçlendirerek gerçekleştirmeyi vaat ediyordu...

O halde kritik sorun ne idi? Sol bireysel özgürlükle ilgili nasıl bir tutum benimsemeliydi? Sol ekonomik liberalizme karşı çıktığı gibi politik liberalizme de karşı çıkmalı mıydı? Eğer bizdeki özgürlüğün karşılığı libérté ise, sol anti-libéral olamazdı ama bu onun asla liberal olduğu, liberalizmle uzlaştığı anlamına gelmezdi. Tarihsel sol sözünü ettiğimiz ince çizgi üzerinde yürüyemedi ve liberalizme karşı çıkarken özgürlüğü [libérté] önemsemedi. Bireysel özgürlüğün önemini kavramakta sınıfta kaldı. Öyle ki, solun bu talihsiz tavrı çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmak gibi bir şeydi. Buna başka olumsuzluklar ve yanlışlar da eklenince iflas kaçınılmazdı. Ekonomik liberaller gibi sol da ekonomik büyümeyi [prodüktivizmi] esas aldı ve maddi zenginleşmeyle tüm sorunların çözüleceğine dair burjuva saplantısına ortak oldu... Sosyal sorunların çözümünün maddi zenginlikten geçtiğini ve maddi zenginliğe giden yolun ve araçların değiştirilmesiyle sorunların çözüleceği beklentisi tam bir hata idi... Bu ‘biz yaparsak iyi yaparız’ demekten ibaretti ve sonucun hüsrân olması kaçınılmazdı.

Tarihsel solun bu tür zaaflarının ve yanlışlarının, teorik, ideolojik, pratik ve entellektüel planda azgelişmiş Türkiye toplumunda daha derin olarak yaşanması kaçınılmazdı. Zira, Türkiye’de bir aydınlanma ve modernite devrimi yaşanmamıştı. Eski rejimle ve onun ‘geleneksel’ ideolojisiyle bir hesaplaşma hiçbir zaman söz konusu olmamış, ‘kopuş’ gerçekleşmemişti... Eleştiri bilinci, kültürü ve üslûbu gelişmemişti [bugün de gelişmiş değildir]. Böyle bir durumun, bizzat aydınlanma ve modernite’nin devamı ve mirasçısı olan sosyalist düşüncenin algılanışı ve özümlenişi bakımından sorunlar yaratması kaçınılmazdı.

Türkiye’deki sol hareket, Avrupa solu’nun zaaflarını ve yanlışlarını miras aldığı gibi, yegâne referansı da sosyalizmin teorik ve pratik planda inkârı demek olan Stalinizmdi. Oysa Stalinistse sosyalist değildir denecektir. Sol hareket Sovyetler Birliğinde geçerli olanı tartışmasız sosyalizmin tecellisi saydı. Sovyet devrimine ve devrim sonrasına dair bildiği, Sovyetler Birliğinin oluşturduğu resmi tarih ve resmi ideolojiye dayandı... Devrimi, rejimin kendisiyle özdeş saymak gibi bir aymazlıktan bir türlü yakayı kurtaramadı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından bile hâlâ orada ‘yaşanın’ sosyalizm olduğuna inananların varlığı ibret verici. Sadece ibret verici de değil aynı zamanda rahatsız edici... Kolayca iki şey birbirine karıştırıldı ve karıştırmak işlerine geliyordu: Birincisi Sovyet Devrimi insanlık tarihinin tartışmasız en önemli olaylarından, şanlı insanlık tarihinin kritik ‘emansipasyon’ aşamalarından biriydi; ikincisi, devrimden kısa bir süre sonra devrim rotadan çıktı ve başlangıçtaki amaca yabancılaştı. İç Savaş’ın sona erdiği 1921 sonunda ortada ne Sovyetler ne de Bolşevik Parti diye reel bir şey kalmıştı. Moshe Lewin’in dediği gibi, “Sovyet devleti sosyalist değildi ama Ekim Devrimi’ni yapanlar sosyalistti.”

Elbette bu, devrimin karşı karşıya geldiği sayısız iç ve dış sorunları ve olumsuzlukları, emperyalist kuşatmayı, vb. hafife almak anlamına gelmezdi ama, bunlar sosyalizmin gerçekleşmeyişinin gerekçesi de olamazdı. Lenin durumun farkındaydı ve yeni bir perspektif önermeye hazırlanırken önce hastalandı sonra da öldü. Yaşasaydı olayların seyrini değiştirebilir miydi? Bu ‘tarihte bireyin rolünü’ angaje eden bir soru ve soruya olumlu cevap vermek pek mümkün değil... O aşamadan sonra Lenin’in rotayı değiştirmesi belki imkânsız değildi ama çok zayıf bir olasılıktı... Retorik sosyalist olsa da realite çok farklıydı ve sosyalizm düşmanı gerici bürokrasi çoktan yerleşmişti... Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Parti artık Bolşevik parti değildi. Stalinist otokrasinin bir iktidar aracına dönüşmüştü. Söylemle gerçek durum arasında büyük bir uçurum vardı. Sovyetler Birliği sosyalist değildi ama Stalinist rejim Sovyetler Birliğini dünya siyasetinin başlıca aktörlerinden biri haline getirmeyi başarmıştı. Bu durum rejimin prestijini artırırken, soldan eleştiri konusu yapılmasını da engellemiş, değilse zorlaştırmıştı... Elbette Sovyet Sisteminin niteliği, neden ve nasıl çöktüğü ciddi bir tarihsel-sosyal-entellektüel eleştiriyi hak ediyor ama rejimin bir otokrasi olduğu ve hiçbir zaman özgürlük diye bir kaygısı olmadığı, özgürlüğün kırıntısına bile yaşama şansı tanımadığı, velhasıl o tarakta bezi olmadığı kesindi...

Oysa özgürlük, demokrasi ve sosyalizm özdeş olmasalar da akraba kavramlardır ve aynı aileye mensupturlar... Özgürlüğün ve demokrasinin olmadığı yerde sosyalizm mümkün değildir. Tabii bunun tersi de aynı derecede doğrudur: sosyalizasyon yoksa özgürlük ve demokrasi kavramlarının içi boştur. Birinin gelişip- serpilmesi diğerinin gelişilip, olgunlaşmasının da koşuludur. Bu temel gerçeğin farkında olmayanların inandırıcı olmaları da, bir şeyleri başarmaları da asla mümkün değildir...

Türkiye’de sol hareketin adına lâyık olabilmesi için iki şey yapması gerekiyor: Birincisi, tarihsel solun ve kendi geçmişinin radikal bir eleştirisini yapmak; ikincisi de realiteyi anlamak üzere içine sürüklendiği atâletten kurtulmak. Toplumsal sorunların bilince çıkarılabilmesi için yeni, farklı, orijinal yöntemler keşfetmek, günlük yaşamın farklı veçhelerini tartışıp-tartıştırmayı başarmak, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarlılık konusunda ikna edici, inandırıcı olmak... Sosyalizm demek aynı zamanda eleştiri demektir ama bizdeki solun o tarakta bezi yok gibi. İktidarı alırlarsa, direksiyona kendileri geçerlerse, sorunun ilelebet çözüleceğini sanıyorlar. Bu yaklaşım sosyalizme özgü bir anlayışı temsil etmez. Son tahlilde bu, biz de aslında aynı zemin üzerindeyiz demeye gelir... Eğer ‘reel sosyalizmler’ de denilen tarihsel deneyleri eleştirel bir tarzda değerlendirebilselerdi, aracın direksiyonuna kendileri geçtiğinde hedefe ulaşılacağını düşünmezlerdi. Dünyayı anlamadan onu değiştirmek mümkün değildir ve dünyayı anlamanın yolu radikal eleştiriden geçiyor.

Solun kitlelerin gözünde bir çekim merkezi olamamasının asıl nedeni yeteri kadar radikal olamamakla, farklı olduğuna kitleleri ikna edememekle ilgili. Kaldı ki, bizdeki sol hareket radikallikten başka şeyi anlıyor. Onlara göre radikal olmak, iktidarı silahlı mücadeleyle [zorla] ele geçirmek üzere gizli örgüt kurmaktan ibaret... Zaten bu yüzden de sadece iktidarı hedef alıyor ve gözü başka bir şey görmüyor. Elbette iktidar el değiştirmeden süreci farklı yöne çevirmek mümkün değildir ama bu kafayla iktidarı almak dahi mümkün değildir.

Sol retorik bir yana bırakılırsa, sol örgütlerin iç işleyişi burjuva örgütlerdekinden farksız. Kendi içinde demokrasiyi, gayri hiyerarşik, eşitlikçi ilişkileri bir yaşam tarzına dönüştürememiş, eleştirel bilinci gelişmemiş, daha da ötede eleştiriyi yasaklayan örgütlerin farklı bir şeyin taşıyıcısı olmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar sosyalizme, komünizme, sınıfsız topluma gönderme yapsınlar, bu tür bürokratik yapıların kendi kendilerini yeniden üretmeleri bile problemlidir. Kaldı ki, bürokrasinin olduğu yerde bırakın canlı, verimli, ufuk açıcı tartışmayı, canlı hiçbir şeyin yaşaması mümkün değildir. Bürokrasi demek statüko ve statükonun korunması demektir... Bir zamanlar solcu olduğunu sanan/sanılanların şimdilerde ‘ulusalcılığa’ iltica etmesi, bürokratik yapıların nereye varacağının ibret verici bir göstergesidir...

İnsanlık içine sürüklendiği kepazeliğe razı olmayacak, olmaması gerekiyor... Kepazelikten kurtulmanın yolu da radikal eleştiriden geçiyor... Öyleyse insanlığın kurtuluşu onun eleştiri ve örgütlenme yeteneğine ve kapasitesine indirgenmiş demektir...
· http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=1935816321865746818#_ednref1