ilinek insan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ilinek insan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

01 Temmuz 2012

Sivas Katliamı; İlinek İnsanın Zaferi...


Sivas Katliamı; İlinek İnsanın Zaferi

Atalay Girgin*

Her acı bireysel yaşanır. Hangi sözcükleri seçerseniz seçin, hiçbir acı anlatılamaz. Olsa olsa yaşanan acıya ilişkin yalnızca bir duygulanım hissettirilebilir yazılanlar ve gösterilenlerle. Boğazınızda bir düğüm, gözlerinizde taştı taşacak bir gözyaşı birikintisidir oluşabilecek olan.

Anlatılara sığmaz hiçbir acı… Yaşanmamışsa bilinmez! Yaşansa da hiç kimsenin acısı bir diğerinin aynı değildir. Diri diri yanmanın… Diri diri yakılmanın, saniye saniye, çevreden yükselen dumanlar ve yanık et kokuları arasında, yana yana öldürülmenin acısı nasıl anlatılabilir ki, dört bir yanı kuşatan alevler içinde kalmamış ve hiç yanmamış olana…

Yananlar, yakılanlar varsa, yakanlar da vardır. Kibriti çakanlar, benzini döküp ateşi tutuşturanlar da… Uzaktan ya da yakından yükselen alevleri izleyen, yükselen canhıraş çığlıkları dinleyenler de… Zafer çığlıkları ve nidaları arasında kendilerinden geçenler, muzaffer bir edayla ortalıkta dolaşanlar da… Yananların bedeninden yükselip dağılan yanık et kokularını içlerine çeke çeke beslenenler de… Onlar hâlâ aramızda dolaşıyor!  

Sivas’tan söz ediyorum. Bu toplumun tarihine som altından harflerle eklenen, Sivas katliamından…  Sivas’ta bir zafer kazanılmıştır. Sivas’ta bir insanlık suçu işlenmiştir. Hem de tüm toplumun gözleri önünde… Zaferin adı; Sivas katliamıdır. Nevi; insanlık suçu…

Atalarının yolundan, insanlık dışı, insanlık düşmanı düşüncelerin, din temelli siyasal-ideolojik anlayışların peşinden gidenler, gelecek nesillere örnek bir zafer bırakmışlardır. Camilerde namazlarını kılıp, Allah’ın takdir ve inayetiyle, zaferlerini mübarek kere mübarek kılarak ateşe vermişlerdir diri diri insanları. Ama insanı ve insanlığı paranteze alarak…

Sivas katliamı, insanın, insanlığın, ilinek insanın karşısındaki makûs talihidir. İnsan ile ilinek insan ya da ilinekleşen insan arasında temel bir fark vardır. Söz konusu makûs talihin nedenlerinin başında da bu fark gelir.

İlinek insan, kendi değerini kendisinden başlatmayan, başlatamayan insandır. Yalnızca kendisinin değil; aynı zamanda karşısındaki insanın değerini de… Bundan dolayı, hem kendisini, hem de karşısındaki insanı, değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip bir birey olarak görmez. İlinek insan, her zaman, değerini, kendi dışındaki bir varlıktan başlatır. Bu değeri onunla ilişkisinin yakınlığı veya uzaklığı temelinde belirler. Kabullerini de reddediş ve yok sayışlarını da belirleyen budur.

Bu varlık kimi ilinek insana göre Allah’tır, dindir, ölü ya da diri dini bir lider, kutsal varsaydığı bir varlıktır. Kimine göre devlettir, millettir. Kimine göre statü, kurum ya da saygın kabul edilen bir kişi, vb.dir. Kimine göre de aynı anda bunların bir kısmı ya da tümüdür. İlinek insan için kendisinin ve karşısındakinin değerini belirleyen bunlarla olan ilişkisinin yakınlığı, uzaklığıdır. Dolayısıyla kişinin değerinin olumluluk veya olumsuzluğunun ölçütü de…

İnsan ise, ilinek insanın tam zıddı bir kabule sahiptir. Temel hareket noktası şudur: Her insanın değeri ve değerleri vardır1. Etnik kökenine, inanıp inanmayışına, diline, dinine, kılığına kıyafetine, statüsüne, vb. bakmaksızın, karşısındaki kişiyi, öncelikle kişi bütünlüğüne sahip değeri ve değerleri olan bir insan olarak değerlendirir. Çünkü o, hem kendisinin hem de karşısındaki kişinin değerini ve değerlerini kendisinden başlatır. Kendisi dışında var olan ya da var olduğu varsayılan, gerçek ya da düşsel, düşünsel varlık ya da varlıklardan değil. Dolayısıyla onlarla ilişki düzeyinin ne olup ne olmadığının hükmü yoktur.

Hiçbir insan yavrusu, anasının karnından ilinek insan olarak doğmaz. Ancak, insanın insanı sömürüsüne dayanan toplumlarda, cinsel, dinsel, siyasal, ideolojik, ekonomik, vb. ilişki, sömürü ve tahakküm mekanizma ve kurumları, insan yavrusunu hızla kuşatır. Onu her geçen gün kendi kabulleri temelinde, insanı, toplumu, dünyayı ve evreni anlamlandırmaya zorlar. Bazıları sormaya, sorgulamaya kapalı, yani dogmatik kabulleri temelinde, iyi-kötü, olumlu-olumsuz, vb. değerler atfedilip nesneleştirilmiş bir dünya sunar.

Bunlar arasında yol alıp, kendi aklıyla düşünen, kendi kabullerini oluşturan, değerini ve değerlerini kendisinden başlatan, kişi bütünlüğüne sahip bir birey, bir insan olabilmek zordur. Ancak, var olan sömürü ve tahakküm sistemini korumak ve varlığını devam ettirmek üzere sunulan kabulleri veri alıp içselleştirerek, değerini ve değerlerini kendi dışındaki bir varlıktan başlatmak, kısacası ilinekleşmek, ilinek insan olmak kolaydır.

İşte bundan dolayıdır ki, ikinciler tarih boyunca toplumların çoğunluğunu oluşturmuştur. Tarih boyunca sürüler halinde güdülmüş, savaşta eğer ölürlerse şehit, öldürür ve zafer kazanırlarsa da kahraman olacaklarına inandırılmışlardır. Hâlâ da buna inanırlar ve bundan sonra da inanmaya devam edeceklerdir. Çünkü ilinek insan, ilinekleştirilen insan, egemenlerin, egemenliklerini sürdürmek isteyenlerin hava gibi, su gibi, yaşam kaynaklarından biridir. İlinek insanın tükenişi onların kâbusudur. Bundan dolayı, dünyanın her yerinde egemenler, dinsel, siyasal, ideolojik, vb. kurumlarıyla seri olarak ilinek insanlar üretir.

İlinek insan her toplumda her dönem vardır. Sinsi bir sırtlan, sinsi bir çakal gibi, büyük ya da küçük efendilerinin işaretini bekler. Dünyanın her yerinde, her toplumda, yerine ve zamanına göre benzer ya da farklı farklı sıfatlar altında arz-ı endam eyler.  Sözüm ona farklı farklı kutsal görevler ifa eder.

Örneğin; zamanın iktidarının ve işbirlikçilerinin tezgâh, tertip ve sözlerinin peşinde, 6/7 Eylül’de, “gavur”ları yıldırıp kovmak üzere, zincirlerinden boşanmışcasına İstanbul sokaklarına salındıklarında, evlerini, işyerlerini talan edip, kadınlarına tecavüz ettiklerinde, ilinek insanın sıfatı,  “Türk ve Müslüman”dı.

Keza; Kahramanmaraş’ta, yüzlerce insanı, alevi ve solcu oldukları için katledip, gözleri görmeyen, bir yerlere kaçamayan yaşlı bir kadının, başını bahçedeki tuvalet çukuruna sokup, sonra da bacaklarının arasına araba okunu yerleştirdiklerinde, Allah ve Türklük yolunda kutsal bir savaş veren ilinek insanın sıfatı, “Müslüman-Sunni-Türk-Milliyetçi-Ülkücü”ydü.

Velhasıl; Sivas’ta, camilerde topluca kıldıkları namazların ardından Madımak’a saldırıp ateşe vererek, içeridekileri diri diri yaktıklarında, ilinek insanın sıfatı,  “Müslüman-Sunni”ydi. 
       
Her birinde zafer ilinek insanın oldu. İnsanın ve insanlığın üstü çizildi. İlinek insanı üreten, insanı kitleler halinde ilinekleştiren kurumlar ve iktidar ilişkileri, varlık koşullarıyla birlikte ortadan kaldırılmadığı sürece de bu gerçek ve gerçeğin hakikati değişmeyecek. Hele hele, her katliamının yıl dönümünde yükselen “UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ!” sözleri, bunu hiç mi hiç değiştirmeyecek.

Çünkü, hangi toplumda olursa olsun, hesabı sorulmayan, bedeli ödetilmeyen her katliam, her insanlık suçu yapanların yanına kârdır. Kurumsal süreklilik anlamında ise bunu yaptıran, güdüleyen, dinlerin, ideolojilerin, etnik toplulukların hanesine yazılan bir zaferdir.

Hesap sorulmadan, bedel ödetilmeden geçen her yıl döneminde yinelenen “UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ!” sözlerininse, beni bağışlayın ama, kıymet-i harbiyesi kendinden menkuldür.

İnsanlık suçları karşısında asıl yapılması gereken, öncelikle hesabın sorulup bedelin ödetilmesi, sonra da bunlarda fail rolünü oynayan ilinek insanı üreten toplumsal kurumları ve toplumsal koşulları ortadan kaldırmaktır. Bundan ötesi laf-ı güzaftır!


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 “İnsanın değeri ve değerleri” konusunda daha geniş bilgi için, İoanna Kuçuradi’nin “İnsan ve Değerleri”, “Etik”, “Çağın Olayları Arasında”, “Uludağ Konuşmaları –Özgürlük, Ahlak, Kültür Kavramları-“ kitaplarına bakılabilir. 

19 Haziran 2012

"İnsanlık Suçu" ve İlinek İnsan


“İnsanlık Suçu” ve İlinek İnsan

Atalay GİRGİN*

“İnsanlık suçu” kavramının, uluslararası sözleşmelerde ve hukuk metinlerinde yer alışının tarihi yakın zamanlara dayanır. Tıpkı soykırım kavramı gibi… Tıpkı pogrom kavramı gibi… İlk kez İngiltere’de ve 19. yüzyıl ortalarında “İnsanlığa karşı suçlar” kavramının kullanıldığı1 aktarılır. Ancak kavram, 2. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) gündemine gelmiştir.

Hem “insanlığa karşı suçlar” hem de “insanlık suçu” kavramı yeni olsa da insanlığa karşı işlenen “insanlık suçları”nın tarihi, insanlık kadar eskidir. Çünkü “insanlık suçu”nun yegâne faili ve mağduru hem ahlaki hem de hukuki açıdan yalnızca insandır, insanlardır. İster tarihsel olsun isterse güncel, her daim belli bir zamanda ve mekânda var olan ve “şu” diye gösterilebilen insan ya da insanlar.

Bu kavramların genel kullanımını dikkate aldığımızda, üzerinde yaşadığımız geniş coğrafyada da uzak geçmişten günümüze dek, birçok farklı saikle, tarih boyunca defalarca “insanlık suçu” işlenmiştir. Örneğin; Sivas katliamından Maraş katliamına, Ermeni tehciri ve kırımından Osmanlı’nın Karaman Devleti halkına yaptıklarına, Trakya Olayları ve 6/7 Eylül Olaylarından Dersim’e, Kerbela’dan Abbasilerin Emevileri bir gecede katledişine,  vb. olaylara dek.  “İnsanlık suçu” kavramının yeni oluşu, tarihte gerçekleşmiş olan bu ve benzeri eylemlerin “insanlığa karşı suç” ya da “insanlık suçu” olarak nitelenmesinin ve değerlendirilmesinin önünde bir engel değildir.

Her “insanlık suçu”, soykırım ya da pogrom değildir. Ancak; “bir insan topluluğunu ulusal, dinsel”2, siyasal, ideolojik, kültürel, ekonomik, vb. nedenlerle yok etmenin ifadesi olan her soykırım, her pogrom; dahası, her türlü köleleştirme, her sürgün, her siyasi veya diğer nedenlerle kovuşturma vb. bir insanlık suçudur. Bu kaplam ve içlem ilişkisinde “insanlık suçu” kavramı diğerlerini de içermektedir.

Peki; yukarıdaki tanımlamaya rağmen, bunlar herkes için her yerde, her zaman ve her koşulda bir insanlık suçu mudur? Bir suç eylemine “insanlık suçu” vasfı kazandıran ya da o eylemin, “insanlık suçu” olarak sınıflandırılmasına, nitelenmesine neden olan temel nitelik ya da unsurlar nelerdir? Bir insanı ya da insan grubunu “insanlık suçu” işlemeye sevk eden nedir? Onu “insanlık suçu”nun aktif ya da pasif faili olmaya iten nedir? Sorun, ulusal ya da uluslararası boyutta salt hukuksal olarak değerlendirilip bir yana konulabilir mi?

İnsanlık Suçu Salt Hukuka İndirgenemez  

“İnsanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar”, salt hukuka indirgenemez. Çünkü daha kavramsal tanımlama boyutunda sorun hukuki olanı aşmaktadır. Belki de şöyle söylemek gerek: Hukukun neliği ve gerçekliğini dikkate aldığımızda, kaçınılmaz olarak onu da içerecek tarzda aslına rücu eylemektedir. Çünkü neyin ve nelerin “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” sayılacağı, tek tek insanlar olarak yasa yapıcıların ya da kavramı tanımlayanların kabullerine göre değişmektedir. Bu da kavramı daha baştan eleştiriye, sorgulama ve tartışmaya açık kılmaktadır.

Bu noktada, birileri “Eğri oturup doğru konuşalım” dese de biz, doğru oturup doğru söyleyerek işe başlayalım: “İnsanlık” kavramı, tüm kavramlar gibi soyuttur. “İnsanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar” kavramı, genelliği ve soyutluğu temelinde bireysel ve grupsal düzeyde insanın, insanların, hangi saiklerle olursa olsun, maruz kaldığı her türden şiddeti, tecavüzü, yok etme eylemini, vb. kapsıyor gibi bir algı yaratsa da bu bir yanılsamadır. Yine bir soyutlama düzleminde, bir insan ya da insan grubunun varlığını ortadan kaldırmaya yönelik her türden saldırının tüm insanlığı kapsadığını, tüm insanlığa yöneldiğini sanmak da… Bu bir çelişki olarak algılansa ve değerlendirilse de gerçekliğe ve eylemi yapanların siyasi, ideolojik, felsefi, dini, etnik vb. kabullerine bakıldığında bir hakikattir. Bir başka deyişle, işimize gelse de gelmese de gerçekliğin ifadesi…

Her iki kavram da hukuk metinlerinden çıkıp yazınsal ve gündelik dile ne denli yerleşmiş ve kabul görmüş olursa olsun neliği ve gerçekliği temelinde kişiden kişiye, bir toplumsal, siyasal, dinsel grup ya da güç odağından diğerine değişmektedir. Hukukun biçimselliği ve genelliği bağlamında söylenen bir yana gerçeklik bir yanadır. Bundan dolayı bir kesime göre “insanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar” kapsamında sayılan bir eylem bir başka kesime göre hiç de bu niteliklere haiz değildir. Örneğin; Suriye’de olup bitenleri düşünelim: Bir yanda iktidarı yitirmek istemeyenlerin, diğer yanda da dış destekli silahlı muhalif grupların kendilerine karşıt olanlara karşı giriştiği, tüyler ürpertici eylemler vardır. Bölgeye ilişkin hesapları doğrultusunda Suriye’deki rejimi ve iktidarı değiştirmeyi hedefleyen ve isteklerini iktidardakilere kabul ettiremeyenler için hükümet güçlerinin eylemleri “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kapsamındadır. Ama silahlı muhalif güçlerinki “insanlık suçu” değildir. Mevcut iktidar güçlerini destekleyenlere göre de tersi geçerlidir.

Bir başka açıdan da, genelde yaşanan ve yaşanmış olan gerçeklik ne olursa olsun ve ona ilişkin farklı gruplar ne söylerse söylesin, eğer söyledikleri egemenlerin kabulleri ve söyledikleriyle çakışmıyorsa, olup bitenler “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kapsamına girmez. Örneğin; savaş… Yerine göre, binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanın katline sebep olan savaşlar, neden, “insanlık suçu” kapsamında değerlendirilmez ve o savaşların karar vericileri ve uygulayıcıları “insanlık karşıtı suçlar”dan yargılanmaz? Ki savaş, yalnızca, uçakların, tankların ölüm kusması, topların, bombaların patlaması, kan ve kurşun sesleri değildir. Aksine açlığın, işsizliğin, yoksulluğun varlığı ve bunun sürdürülmesi de bir savaştır. Bundan beslenmek de… Hadi; salgın hastalıkları, açlığı, kısa bir süre de olsa, bırakın bir yana… Yaşama hakkına rağmen, toplumsal eşitsizlik ve yoksulluk koşullarında, bebeklerin, çocukların temiz su bile içemeden ölmesidir.     

Ne var ki en büyük hukuksuzluklardan, en büyük vahşetlerden biri olan savaşın bile sözüm ona hukukunu yapan egemenler, onu hukuksal ve toplumsal düzeyde meşrulaştırmışlardır. Hem de “savaş suçları” diye bir kategori oluşturarak…  Elbette bu meşrulaştırma yalnızca günümüzün sorunu değildir. Tarihsel bir gerçekliktir. Dün dinsel saikler ve söylemler bu meşruluğun dayanağı ve güdüleyicisiyken, günümüzde hukuk, uluslararası hukuk en önemli araç olmaktadır. Hukukun ve yasaların genelliği ve biçimselliği kimseyi yanıltmasın. Çünkü o ulusal ve uluslararası düzeyde, genelliği ve biçimselliğinin aksine her daim egemenin egemenliğini koruyup sürdürmesinin en önemli meşruluk araçlarından biridir. Yeri ve zamanı geldiğinde onu yapanlar, kendi yaptıklarını kendileri çiğnemekten hiç de geri durmazlar. Çünkü yenilmedikleri sürece bu yaptıklarından dolayı onları yargılayacak birileri yoktur. Hatta bazı durumlarda yenildiklerinde bile…

“İnsanlık”, “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kavramları da nelik ve gerçeklik düzeyinde, egemenlerin bu genel tutumundan nasibini almaktadır. Uluslararası düzlemden yerele inildikçe, kavramların kapsamlarına ilişkin belirlemelerde siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabuller öne çıkmaktadır. Örneğin; bir insanlık suçu sayılan soykırım, hem uluslararası sözleşmelerde hem de TCK’da “ulusal (milli), etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek kastıyla işlenen fiillerden meydana gelmektedir.”3 Doç. Dr. Faruk Turhan’a göre, “Bu sayım sınırlıdır.” Çünkü “sosyal, siyasi, ekonomik veya benzer gruplar soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil edilmemiştir.” (aynı yer). Keza “dinsiz gruplar” da “soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil değildir.” Neden? Dinsizlerin ya da egemenler ve toplum çoğunluğunca kabul görmeyen siyasi grupların soykırıma uğratılmak da dâhil, katli vacip midir? Bu gruplar “insanlık” kavramının kapsamına girmemekte midir? Bu grupların mensupları insan değil midir?

İşte söz konusu kavramlara ilişkin ortaya çıkan sorunlardan biri de budur: İnsan nedir? İnsanlık nedir? Hukuki anlamda tanımlama ne olursa olsun, insan da insanlık da içerisinde yaşanan koşullara, bu koşulların değişimine ve buradan hareketle de toplumsal grupların ve bireylerin, siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabullerine göre değişmektedir. Bu bağlamda bireylerin ve grupların karşılarındaki kişilere yönelik değerlendirme, yaklaşım ve eylemleri de bir anda farklılaşabilmektedir. Genelde hâlâ insan olarak değerlendirseler bile, değişen koşullar ve kabuller temelinde, birilerince atfedilen ya da kendilerinin atfettikleri nitelikler belirleyici olmakta ve bunun doğrultusunda, kendileri gibi olmayanların, yerine ve duruma göre her türlü muameleye maruz bırakılmalarında herhangi bir sakınca görmemektedirler. Dahası bunu meşru bir hak olarak değerlendirebilmektedirler. Eğer tüm insanlar için bunun aksi geçerli olsaydı, Sivas’ta insanlar nasıl yakılabilirdi? Ruanda’da yüzbinlerce insan üç-dört ay içinde nasıl katledilebilirdi? Kahramanmaraş’ta inançlarından ve siyasi düşüncelerinden dolayı insanlar nasıl öldürülebilirdi? Ama yakıldılar, öldürüldüler, katledildiler. Peki; neden? Peki; kimler tarafından?

Ötekileştirme ve Tehdit Algısı

“İnsanlık suçu” ve “insanlığa karşı suçlar” kavramları ne denli problemli ve yerine göre ne denli muğlak olsa da, bunların kapsamındaki fiillere maruz kalan, maruz bırakılan bireyler ya da topluluklar öncelikle ötekileştirilenlerdir. Elbette yalnızca ötekileştirilmemekte, aynı zamanda, ötekileştirenlerce kendi varlıklarına yönelik tehdit olarak algılanmaktadırlar. Öyle bir tehdit algılaması ki, ötekileştirileni ortadan kaldırmayı, yerinden yurdundan etmeyi, vacip, mubah ve meşru gösterecek denli yaşamsal öneme sahip. Böylesi güçlü bir algılamanın temelindeki kabullerin de en az eylemin kendisi kadar yaşamsal olması gerek.

Ötekileştirmenin ve ötekileştirilmenin nesnel ve öznel etmenleri dikkate alındığında, sorunun, onu kavramlaştırmak kadar basit olmadığını fark etmek mümkün... Çünkü felsefi ve teorik boyutta, düşünsel olarak, öteki, ötekileştirme ve ötekileştirilme üzerine önermeler kurmak, bunları temellendirmek fazlaca bir sorun yaratmaz. Ancak yaşanan gerçeklik söz konusu olduğunda aynı durum geçerli değildir.

Bunun temel nedeni, ötekileştirmenin ya da ötekileştirilmenin dünya-evrensel anlamda var olan, ekonomik-sosyal-siyasal varlık koşullarıdır. Yaşanan toplumsal eşitsizliğin de nedeni olan bu koşulları görüp algılayamayan ve dolayısıyla bunları değiştirip dönüştürmeye yönelemeyen tek tek bireyler ya da gruplar ise var olan durumun sorumlusu olarak kendisi gibi olmayanları ya da kendisine ‘düşman’ olarak, öteki olarak işaret edilenleri görmektedir. Bu algı bireylerde belirginleşip toplumsal gruplar nezdinde genelleştirildikçe her şey kuvveden fiile dönüşmeye hazır demektir.

Böylesi dönemlerde bir yanda ‘biz’ vardır, diğer yanda da ‘öteki’ ya da ‘ötekiler’. ‘Öteki’ ise bazen ‘biz’le aynı dinden olmayandır; bazen aynı dinden olsa da aynı mezhepten olmayan… Bazen ‘biz’le aynı dili konuşmayandır, bazen derisinin rengi ‘biz’den farklı olan… Bazen ayrı etnik kökene sahip olandır, bazen ‘biz’den farklı giyinen, düşünen, söyleyen, eyleyen… Bazen aynı etnik kökenden, aynı ulustan olsa da farklı düşünen, farklı inanca sahip olandır. Bazen de yalnızca gözünün üstündeki kaşı eğri olan... Abarttığımı düşünüyorsunuz belki de… Ama bu konuda yargınızı vermeden önce, Ruanda’da yaşananları aktaran iki filmi izlemenizi öneririm. Biri Hotel Ruanda, diğeri ise Kara Nisan… Hatta, “Kelebekler Zamanı”nı da…

Yanılsama, bireylerin ve toplumsal grupların bilinçlerinden taşıp eylemlerine yön veren maddi bir güce dönüştüğünde, gerçekliğe ve hakikate galebe çalmaya başlar. Ve sözüm ona mutlu son, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanan, kuyunun dibindeki kurbağaların, düne kadar birlikte yaşadıkları ama kendilerinden farklı olanları, her türlü şiddeti kullanarak temizlemesi, sindirmesi, yerinden, yurdundan etmesiyle gerçekleşir. Zincirlerinden boşanmış ve kutsanmış bir şiddet, cinnet ve vahşetle… Ötekileştirilmiş olanların yakılmış, öldürülmüş, katledilmiş cansız bedenleri, tecavüz edilmiş kadınları, yıkımları, sürgünleri, yersiz yurtsuz bırakılışlarıyla kazanıldığı sanılan kutsal bir zafer ve uzaklaştırılan tehdit algısı…

Oysa toplumsal eşitsizliğin varlık koşulları ortadan kaldırılmadığı sürece, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, ideolojik, vb. boyutlarıyla öteki hiç bitmez. Tehdit algısı hiç ortadan kalkmaz. Dahası ötekileştirilene ve tehdit algısına ilişkin yanılsamaları besleyip güçlendiren, bu yanılsamayı kutsalın kundağına beleyip büyüten her türden milliyetçilikler, her türden dinsel temelli siyasal ideolojiler ve dahi dinler gibi… Bu koşullar altında bir kısır döngünün sarmalında savrulur durur insan… Bir gün fiilin failiyken bir başka gün benzer bir fiilin failinin kurbanı… İlinek insanın makûs talihidir bu… Çünkü ilinek insanın sığınağı dinlerdir, dinsel temelli siyasal ideolojiler ve milliyetçiliklerdir. Bunların silahı ve gücüyse ilinek insan… Birbirlerini üretip duran yanılsamalarla hayat bulup yanılsamalarla kötürümleşen insanlar ve ideolojiler… Ne hazin… Biri her şeyi kendi rengine boyamaya çalışıyor, birileri de tek bir renkle gökkuşağı çizebileceğine inanıyor hâlâ…     

“İnsanlık Suçu”nun Faili Devlet Değildir

İlinek insan, kendi değerini kendinden başlatmayan, aksine değerini kendi dışındaki bir varlıkla ilintisi temelinde kuran ve belirleyen insandır. Bu varlık, kimine göre Tanrıdır / Allah’tır ve onunla ilişkisi temelinde dindir. Kimine göre, devlettir, örgüttür. Kimine göre statüdür; kendisine verilmiş bir statü ya da statü sahibi birileriyle ilişkilenme hali. Kimine göre etnik ya da ulusal aidiyet ve onunla özdeşleşme. Kimilerine göre de bunların hepsi ya da bir kısmı.

İlinek insan, aklını bunların önceliği temelinde kullanır. Aklını, bilinçli ya da bilinçsizce bunların ipoteğine verir.  Onun düşünüş, söyleyiş ve eyleyişine yön veren kendi dışındaki varlıklardır.  Ne kendisinin ne de karşısındakinin değerini kendisinden başlatır. Aksine bunları belirleyen, bireyin dışında olan ve onun olumlu ya da olumsuz anlamda değer atfettiği varlıklardır. Bundan dolayı karşısındaki kişiyi değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip bir insan olarak görmez. Tıpkı kendisi gibi…

İlinek insan, aklını hizmetine sunduğu kendi dışındaki varlıkların kararlarını sorgulamaz. Onun için, bu varlıkların, kurumların, kişilerin, emirleri, yasakları, günahları, sevapları sorgu sual gerektirmez. İlinek insan mensubiyet duygu ve düşünceleri içinde kendisi gibi olanlarla, kendisi gibi olmayanlara karşı akıntıya kapılıp gitmeye hazırdır. Yeter ki çekip çevirmeye hazır çoban olsun. Sürü bilincini içselleştirmiş tipik bir kişidir ilinek insan. O; Sivas’ta kendisi gibi olmayanları ateşe verip yakan Müslümandır. O; 6/7 Eylül’de Demokrat Parti ve şürekâsının tezgâhına kendini kaptırıp başta Rumlar olmak üzere, azınlıklara ait her şeyi talan eden, yakan yıkan, hatta kadınlarına tecavüz eden, Müslüman ve Türk’tür. O; Kahramanmaraş’ta Alevileri ve solcuları katleden, ülkücü, milliyetçi, faşist, Müslüman’dır. O; tarihte Türkçe’yi ilk devlet dili ilan eden Karaman Devleti’ni ve halkını katleden, kadınlarına tecavüz eden, Osmanlı’nın medar-ı iftiharı, muzaffer askeri, Müslüman-Osmanlı’dır. Velhasıl o, tarihin her döneminde, ötekileştirilenlerin “ak mintanlarına kılıcının kanını silen”, bilinçli ya da bilinçsizce efendileri için öldürürken kahraman, ölürken şehit olacağına inanandır.     

Tüm katliamlarda, savaşlarda insan vardır, öncelikle de ilinek insan. Ama buna rağmen, tüm katliamların, tüm soykırımların, tüm işkencelerin, tüm “insanlık suç”larının ve “insanlığa karşı suçlar”ın sorumlusu olarak ilan edilenler ise devletler ve günah keçisine dönüştürülen örgütlerdir. Oysa devletler de örgütler de suç işlemez. Ne hukuki, ne etik, ne de ahlaki anlamda. Çünkü devletlerin de örgütlerin de ahlakı yoktur. Bunların hiçbiri ahlaki eylemde bulunmaz, etik ilişki kurmaz. Bunların hiçbirinin etiği de hukuku da yoktur. Onlara ilişkin var olduğu yanılsamasına neden olan hukuku belirleyen de etik kuralları oluşturan da insanlardır. Ve bunlar doğrultusunda sormadan sorgulamadan eyleyen, “ne yapayım kurallar, yasalar böyle” diyenler ise konumları ve sıfatları ne olursa olsun ilinek insanlardır.

Saiki ne olursa olursun, ahlaki ve hukuki anlamda ilinek insanın rolünü ve etkisini sorgulamayan ya da dışarıda bırakanlar için, başlangıçta “İnsanlık suçu” ya da “İnsanlığa karşı suçlar” kavramı, devletin insanlara yönelik giriştiği insanlık dışı eylemlerine atıf yapılarak belirtilen bir kavram niteliği taşımıştır. Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın ilanına kadar bu kavram, devletlerin kendi azınlıklarına karşı yürüttüğü insanlık dışı faaliyetleri ifade etmek için kullanılmıştır.”4

Burada temel kabul, eylem yapanın devlet olduğudur. Devlet’in, akıl sahibi bir varlık olarak düşünen, söyleyen, eyleyen, planlayıp buyuran, sevk ve idare eden, vb. bir özne olduğu yaklaşımı ve anlayışı belirleyicidir. Oysa devlet, kendisine atfedilen değer ve nitelikler ne olursa olsun, bir özne değil, aksine yalnızca uzlaşımsal kurumlardan biridir. İnsana dışsal olan tüm toplumsal kurumlar gibi, ahlaki, hukuki eylemlerden, etik ilişkiden aridir. Eylemden ari, yani eylemeyen, söylemeyen kurumların, bir başka deyişle öznelik vasfı olmayanın, herhangi bir sorumluluğu da yoktur. Dolayısıyla, tarihin hiçbir döneminde, yapılan eylemlere ilişkin, devlet ya da örgüt kararından söz edilemez. Alınan her kararın ve o kararlara istinaden yapılan ya da yapılmayan her eylemin ahlaki ve hukuki anlamda yegâne sorumluluğu, “şu” diye gösterilen insana aittir. Bilinçli ya da bilinçsizce kendi dışındaki kurum ya da varlıklara atfettiği değer ya da değerlerle kendini onunla özdeşleştiren, onun ilineğine dönüştüren insana…

 Devletle ilişkilenişleri ya da bir eylem karşısında devlete ilişkin pozisyonları ne denli farklı ve karşıt olursa olsun, bazı insanların “Devlet için yaptım.” deyişleriyle, bazılarının da “Sorumlu devlettir. Devlet hesabını versin! Devlet hesap sorsun!” deyişleri arasında ilinekleşme açısından bir fark yoktur. Saikleri ve kaygıları, hareket noktaları ve beklentileri ne olursa olsun, her iki yaklaşım da insanın kendini, kendi dışında var olan ve olumlu ya da olumsuz anlamda yücelttiği bir varlık karşısında ilinekleştirmesinin ifadesidir. Tıpkı herhangi bir eylemin cezalandırılmasında işin Allah’a / Tanrı’ya havale edilmesinde olduğu gibi… Tıpkı karar yanlış bile olsa “Şeriatın kestiği parmak acımaz” yaklaşımında olduğu gibi… Bu yaklaşım ve anlayış, bir yanıyla olaylar ve durumlar karşısında kişinin kendini paranteze alarak, değerleri yeniden değerlendirmesine engel olurken; diğer yandan da hem kendini hem de doğrudan ya da dolaylı ilişkide bulunduğu kişiyi değeri ve değerleriyle bütünsel bir varlık olarak kavramasına engel olmaktadır. Bu da kaçınılmazdır. Çünkü farkında olsun ya da olmasın, kendini paranteze alan her kişi, aslında insanı paranteze almaktadır.

“İnsanlık suçu”nu yeniden tanımlamak

“İnsanlık suçu”nu, “insanlığa karşı suçlar”ı,  hiçbir boyutta insanı paranteze almadan, ahlaki ve hukuki sorumluluğu bağlamında yeniden tanımlamak gerek. Buradaki hareket noktası da, değeri ve değerleriyle insan ve insan hakları olmalı.  

Elbette, toplumsal eşitsizliğin, insanın insanı sömürüsünün ve tahakkümün, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel vb. düzeylerde yeniden yeniden üretildiği koşullar altında, sınıf sıfatsız bir demokrasi ve sınıf sıfatsız bir insan haklarından söz etmek, nelik ve gerçeklik ilişkisi söz konusu olduğunda, bir yanılsamadır. Ne var ki teorik ve biçimsel olan, genelliği kapsamında bu ayrımı örter, bunun bilince çıkmasının, çıkarılmasının önünde ideolojik bir perde oluşturur. Ancak, genelliğine rağmen felsefeyi, “teorideki sınıf savaşı” olarak niteleyen Althusser’in sözünü unutmadan ve yanılmayı ve eleştirel bir tartışmayı göze alarak, nelik ve gerçeklik ilişkisini de göz ardı etmeden yeni bir tanımlama yapmak, yeni bir tanımlama girişiminde bulunmak mümkün.

Buradan hareketle; resmi görevli veya sivil kişi ve toplulukların, resmi otoritenin ya da gayri resmi grupların yönlendirmesiyle, saikleri ne olursa olsun, kasıtlı ve sistematik olarak, bir bireyin ya da insan topluluğunun, sosyal, siyasal, ekonomik, vb. temel insan haklarını ortadan kaldırmaya, bunların kullanılmasını engellemeye, onların yaşamsal varlığını yok etmeye yönelen, kişi bütünlüklerine zarar veren her türlü eylemi bir insanlık suçudur. Dolayısıyla, “insanlığa karşı suçlar”ın dayanağı ve referans kaynağı da insan haklarıdır. Suçun faili ve yegâne sorumlusu da kasıtlı ve sistematik eylemin, öncesinde ve sonrasında doğrudan ve dolaylı olarak parçası olan insandır, insanlardır.  

“İnsanlık suçu”nun, insan hakları, değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip insan temelinde belirlenmesi, işsiz bırakmaktan herhangi bir sosyal güvenceden yoksun ve sigortasız çalıştırmaya, anadilinde eğitim öğrenim hakkına engel olmaktan soykırım, tehcir, işkence, tecavüz, vb. eylemlere dek her şeyi kapsamına alır. Elbette bu geniş bir çerçeve ve kapsam olarak değerlendirilebilir. Ve elbette bu egemenlerin masa başındaki temsilcilerince kabul görmeyebilir. Çünkü suç tanımının yapıldığı yerde ceza da vardır.

Ceza söz konusu olduğunda, kasıt ve sistematiklik temelinde suçun insanlık ya da “insanlığa karşı” olma vasfı dikkate alındığında, bir eylem silsile yoluyla eylemin doğrudan ve dolaylı faillerini de sorumluluk altına sokar. Bu durumda ceza, yalnızca yakalanan ya da günah keçisi ilan edilen failler için değil; aksine, istihbaratı eksik yapandan, bilgi ve belgeleri, delilleri eksik toplayan, karartan gizleyen, yok eden; elindeki bilgileri doğru değerlendirmeyen savcı ve yargıca, faili saklayandan kasıtlı olarak onu yakalamayana, kararı alandan onu uygulayana, vb. dek süreçle ilintili herkes için geçerli ve kapsayıcı olur. Ki bu durumda, hiç kimsenin “Emir böyleydi. Ben emri uyguladım!” ya da “Ben kuralı uyguladım. Yasada ne yazıyorsa onu yaptım.” diyerek işin içinden sıyrılması, sorumluluktan ve dolayısıyla cezadan kurtulması söz konusu değildir. Keza, onlarca insanın öldürülmesinden, katledilmesinden sonra, kamera karşısına geçip, “Yanlış istihbarat! Bir hata olmuş. Ölenlerin ailelerine tazminat ödenecektir!” diyerek bir insanlık suçunun bedelini tüm toplumun üzerine yıkması da söz konusu olamaz. Çünkü böylesi bir açıklama ve girişim, en hafifinden hem öldürme kararını verenleri, hem de sorgusuz sualsiz kararı uygulayanları koruyup kollamak ve onlarla suç ortaklığı yapmaktır. Dahası, bir insanlık suçunun doğrudan ya da dolaylı, aktif ya da pasif faili oluşun itirafıdır.

Ne var ki, değerleri yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan; kendini bile değeri ve değerleriyle bütünsel olarak değerlendirmekten yoksun olan ilinek insan, statüsü ne olursa olsun, bunun üzerine gitmez, gidemez. Çünkü o “insanlık suçu”nun da yukarıdaki yeniden tanımlama bağlamındaki içerik belirlenmesini de kabul etmez, edemez.

Oysa bir insanlık suçu karşısında, sorumluları korumaya, olayı kapatmaya, geçiştirmeye yönelik açıklamalar yapan bir yetkili, nasıl ki bu işin doğrudan ya da dolaylı failiyse, bu açıklamaları yapana yönelik dava açmayan, onu yargılamaya yönelmeyen savcı ve yargıçlar da eylemin ilintili failine dönüşür. Hukukun öncelikle usul olduğu ileri sürülerek, hukukun biçimselliğinin ardına sığınarak buna karşı çıkmak mümkün olsa da bu ne gerçekliği değiştirir ne de insanı sorumluluktan kurtarır. Aksine yalnızca hakikatin üstüne bir parça daha toprak savurup yanılsamaları güçlendirmeye yarar. İdeolojik körlüğü arttırır. İdeolojik körlerin sayısının arttığı yerde de, gözlerini kendi gözleri kılabilenlerin sayısı azalır.   

Sonuç olarak; ilinek insanı üreten toplumsal yapı ve anlayışlar var olduğu ve onu üreten toplumsal koşullar ortadan kaldırılmadığı sürece, şu ya da bu ölçüde “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” yok olmayacaktır. Keza, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel, vb. boyutlarıyla insanın insanı sömürüsüne ve tahakkümüne dayanan ve bunları yeniden yeniden üreten koşullar dünya-evrensel düzeyde varlığını koruduğu sürece de…

Bundan dolayıdır ki, “İnsanlık suçu”nu “İnsanlığa karşı suçlar”ı top yekûn “asar-ı atika müzesi”ne göndermenin yolu, hem ilinek insandan hem de onu üreten koşullardan kurtulmaktan ve her ikisine karşı da sistemli bir örgütlenme ve mücadeleden geçmektedir. Ve bu mücadele ve örgütlenme de söylendiği kadar basit ve kolay değildir. Aksine kararlılık ve sabırla, düşünce, söylem ve davranış düzeyinde etik bir tutarlılıkla sürdürülen meşakkatli, özverili bir mücadeleyi gerektirmektedir.  Ancak, dünyayı değiştirip dönüştürmek, yeni bir dünya yaratmak isteyenlerin de başka seçeneği yoktur. Elbette, egemene teslim olup, değerleri yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan ilinek insanlar güruhunun safına geçmeyi seçmeyenler için… Elbette, gökkuşağı çizmeyi, gökyüzünü tek bir renge boyamaya indirgemeyenler, kendilerini bu yanılsamaya kaptırmayanlar için… Elbette, aklını ve bilincini birilerinin ipoteğine vermeyi, ideolojik körlüğü seçmeyen ve hâlâ gözlerini kendi gözleri kılmaktan vazgeçmeyenler için…         

                                                                                      17 Haziran 2012







* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 http://sorular.rightsagenda.org/soru-cevap/?g=7, İnsan Hakları Gündemi Derneği. İlgili paragrafın tamamı: "İnsanlığa Karşı Suçlar" kavramı 19. yüzyılın ortasında ortaya çıkmıştır. Bu tür suçların ilk örnekleri Birinci Dünya Savaşının sonunda görülmesine rağmen, 1945'deki Nürnberg Mahkemesi Şartı'na kadar uluslararası bir belgede toplanmadılar. Nürnberg Şartı'nda tanımlandığı haliyle İnsanlığa Karşı Suçlar, takip eden yıllarda BM Genel Kurulu tarafından uluslararası hukukun bir parçası olarak tanındı ve Eski Yugoslavya ve Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemeleri Statüleri de dahil olmak üzere, daha sonraki pek çok uluslararası belgede kapsamı belirlendi. Ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran Roma Statüsü, 17 Temmuz 1998'de kabul edildiğinde İnsanlığa Karşı Suçlar ilk kez uluslararası bir antlaşmada tanımlanmış oldular. 
Statü, insanlığa karşı suçları, sıradan suçlardan sahip olduğu yargılama yetkisinden dolayı üç biçimde ayırır:
Birincisi, insanlığa karşı suçlar başlığı altında işlenen cinayet gibi suç oluşturan eylemler, "geniş ölçekli ve sistematik bir saldırının parçası olarak işlenmiş" olmak zorundadır. Bununla birlikte, buradaki saldırı kelimesi askeri bir saldırı anlamında algılanmamalıdır. Sınır dışı etmek ve zorla yerinden etmek gibi kanunları ve idari önlemleri de kapsayabilir.
İkincisi, eylemler "sivil bir nüfusa karşı yöneltilmek" zorundadır. İnsanlığa karşı suç düzeyine yükselmeyen tek başına, izole, ayrı ya da rasgele eylemler bu sıfatla kovuşturulamaz. Sivil nüfusun arasında çok az sayıdaki askerin varlığı, onları sivil karakterlerinden mahrum etmek için yeterli değildir.
Üçüncüsü, eylemler "bir Devlet ya da organizasyonla ilgili politikaya" uygun bir şekilde gerçekleştirilmiş olmak zorundadır. Bu yüzden, suçlar bizzat devlet görevlileri ya da onların kontrolündeki kişilerin teşvik ettiği eylemler yoluyla ya da onların ittifakı veya rızasıyla işlenebilir, örneğin ölüm mangaları gibi1.
İnsanlığa karşı suçlar, aynı zamanda hükümetle hiçbir bağlantısı bulunmayan, asi gruplar ya da silahlı muhalif örgütler gibi organizasyonların politikalarına uygun olarak da işlenebilir.
2 Türkçe Sözlük, Soykırım maddesi, sy, 1797, 10. Baskı.
3  Doç. Dr. Faruk Turhan, “Yeni Türk Ceza Kanunu’nda Uluslararası Suçlar” makalesi.
4 Dr.Ezeli Azarkan, Uluslararası Hukukta İnsanlığa Karşı Suçlar, başlıklı makale, sf. 1.

20 Mayıs 2012

İlişkide Senin Değerini Belirleyen Ne?


İlişkide Senin Değerini Belirleyen Nedir?

Atalay GİRGİN*

Cinsellikten aşka, siyasetten dinsel ve ekonomik ilişkiye dek, toplumsal yaşamın tüm alanlarında yaşadığın ilişkide özelde senin genelde insanın değerini belirleyen nedir? Kadınlığın mı? Cinselliğin, dişiliğin mi? Yoksa erkekliğin mi? Yoksa verilmiş ya da kazanılmış toplumsal statün mü? Örneğin; Milliyet blog yazarı ya da yazar olmak, statü anlamında senin değerini, diğer insanlar karşısında daha mı değerli kılar?

Herhangi bir ilişkide statüleriyle kendisine ya da karşısındaki kadın veya erkeğe değer biçenin değeri nedir? Statüler temelinde doğru bir etik ilişki kurulabilir mi? Statülerin ahlakı ve etik bir değeri var mıdır? Peki; etik ilişki nedir?

Etik ilişki, statü ve ilinek insan ilişkisinde birinciden başlayalım: İoanna Kuçuradi, “Etik” adlı kitabında, “Etik ilişki”yi şöyle tanımlar: Etik ilişki, (..) belirli bütünlükte bir kişinin belirli bütünlükte başka bir kişiyle ya da en geniş anlamda insanlarla –yüzyüze geldiği veya gelmediği insanlarla-, değer sorunlarının söz konusu olduğu ilişkisidir: eylemde bulunarak yaşadığı her ilişki1.

Bu bağlamda, önce sorularla başlayalım: Kuçuradi’nin bu tanımını, belirlemesini de dikkate alarak, insana, insanın ahlaki eylemlerine bakmaya, sorgulayıp anlamaya çalıştığımızda ne görüyoruz? Ahlaki eylemlerimizin, kurduğumuz ilişkilerin temelindeki etik ilişkiyi, değer sorunlarını kavrıyor muyuz? Kavramayı, anlamayı bırakalım bir yana, ahlaki eylemlerimizin, ilişkilerimizin temelindeki etik boyutu, bunların taşıdığı değer sorunlarını birazcık düşünüyor muyuz? Hadi bunu da bir yana bırakalım, hangi eylemlerimizin ahlaki olup olmadığı üzerine kafa yoruyor muyuz? Yaptığımız ahlaki eylemin değerinin ne olduğunu sorguluyor muyuz?

Etik filozofu olan Kuçuradi, insanın değeri ve değerlerinden söz ediyor. Bunlardan söz ederken iki şeyi birbirinden özenle ayırıyor: İnsanın değeri ve insanın değerleri. Çünkü bunlar aynı kavramlardan oluşmuş ve aynı şeyleri çağrıştırıyormuş gibi görünse de birbirinden farklıdır.

Karşımızdaki bir insanı değeri ve değerleriyle birlikte değerlendirmek gerek. Çünkü karşımızdaki kim olursa olsun, onun, öncelikle bir insan olarak değeri vardır. Ve aynı zamanda o insanın değerleri…

Değeri ve değerleriyle birlikte değerlendiremediğimiz her insanı eksiltiriz. Eksilttiğimiz her insanla, aslında, farkında bile olmadan kendimiz de eksiliriz. Çünkü değeri ve değerleri temelinde bütünsel olarak doğru değerlendirip kavrayamadığımız, anlayamadığımız her insan yanılgılarımızın, yanlışlarımızın da nedenidir.

Gündelik yaşamın akıp giden olayları arasında, insanı değeri ve değerleri temelinde bütünsel olarak değerlendirmenin önündeki en önemli engellerden, bizi yanılgılara, yanlışlara götüren nedenlerden birincisi, karşılaştığımız kişilere statüleri üzerinden değer biçme yaklaşımı ve anlayışıdır. Oysa karşımızdaki insanı ya da kendimizi o an için sahip olunan statüyle değerlendirmek, statüye göre değer biçmek ya da değer atfetmek yapılan en büyük yanlışlardan biridir. Yalnızca yanlış da değil, aynı zamanda bu değerlendirme yaklaşımı ilinek insan oluşun göstergesidir. İlinek insan halinin dışavurumudur.

İlinek insan ne kendisinin ne de karşısındakinin değerini kendisinden başlatır. Aksine; ilinek insan, hem kendisinin hem de karşısındaki ilişkide bulunduğu insanın değerini ve değerlerini, kendi dışlarındaki bir varlık, otorite, nesne ya da kişiyle ilişkisinin uzaklığı ya da yakınlığına göre belirler. Davranışının kaynağı, niteliği, biçimi ve değeri de buna göre şekillenir.

İlinek insan için statü de kendisinin ya da karşısındakinin değerini belirleme ve ona yönelik davranışını oluşturma ve sergilemede en önemli ölçütlerden biridir. İlinek insanın burada unuttuğu, belki de hiçbir zaman düşünmediği sorun ise, bu kabul çerçevesinde kurduğu ve yaşadığı ilişkilerin, gerçekleştirdiği ahlaki eylemin kendisince ya da karşısındakince değeri ne olursa olsun, olumlu anlamda değer üreten değil, aksine değer tüketen bir ilişki olmasıdır.

Statüler ahlaki eylemde bulunmaz. Statüler etik ilişki kurmaz. Statülerin ahlakı yoktur. Bir başka deyişle statüler ahlaksızdır. İşte ilinek insanın temel yanılgılarından biri de budur. O statüyle değer kazandığını düşünür. Statüsüne saygı bekler. Oysa insana değer kazandıracak olan, kendisinde olmayanı ona katacak ya da sağlayacak olan statü değildir. Aksine, statüye ya da herhangi bir sıfata değer katacak, onu daha değerli ya da değersiz kılacak insandır. Dolayısıyla, saygı insana gösterilir. Etik ilişki insanla insanın ilişkisinde gerçekleşir. Statüler arasında ahlaki bir eylem, statüler arasında etik bir ilişki kurulamaz. Çünkü hiçbir statü ahlaki eylemde bulunamaz. Hiçbir statü etik bir ilişki kuramaz. Bunları gerçekleştirebilecek olan yegâne varlık insandır.

Ne var ki ilinek insan, kendisini ve ilişki kurduğu insanı değeri ve değerleriyle kavrama anlayış ve yaklaşımında olmadığı için, statüye sığınır ya da karşısındakine statüsüne göre davranmayı mübah görür. Karşısındaki insanın algıladığı ya da değer atfettiği, değer biçtiği statüsüne göre onun karşısında eğilir ya da böbürlenir. Onun karşısında “bütün küçük dağları siz yarattınız efendim” dercesine vecd içinde secde eden bir duruşa geçer. Ya da “bütün küçük dağları ben yarattım” dercesine, kendisine karşı vecd içinde bir duruş bekler.    Çünkü ilinek insana göre, değerliliğin ya da değersizliğin, önemliliğin ya da önemsizliğin ölçütünü belirleyen ne bir kişi olarak kendisinin bütünlüğüdür ne de bir birey olarak karşısındakinin bütünlüğü. Bunları belirleyen, kendi kabulleri temelinde, hem kendisinin hem de ilişki kurulan kişinin dışındaki, varlık, nesne, otorite, sıfat, statü, vb.dir. Kendisinin ya da diğerinin o varlıklarla ilişki düzeyidir.

Tüm bunları dikkate aldığımızda, ilinek insan için kurduğu ilişkinin, gerçekleştirdiği ahlaki eylemin, söylediği sözün, dayandığı etik temelin ve ortaya çıkardığı değer sorunlarının önemi yoktur. Statüsüne, konumuna bağlı olarak, gün gelir, yerli ya da yersiz, doğru ya da yanlış olduğunu düşünmeksizin karşısındakine “ahlaksız” der, onu “ahlaksızlık”la itham eder. Bir başka ilinek insan durur mu? O da ona söyler aynı sözleri. Birkaç gün sonra bir de bakmışsınız ki, birbirine göre “ahlaksız” olan iki zevat el ele kolkola girmiş, yanak yanağa öpüşüyor. Oysa ikisinin de düşünmediği, belki de düşünüp kavrama gereği bile duymadığı hakikat ise şudur: Ahlaksız insanın olmadığı, ahlaksız insan olamayacağı hakikati.

Yukarıdaki satırlardan da anlaşılabileceği gibi, ilinek insan, yalnızca kurduğu ilişkilerin, gerçekleştirdiği ahlaki eylemlerin temelindeki etik boyutu düşünmeyen, dikkate almayan bir insan değildir. Aynı zamanda etik tutarlılıktan da yoksun bir insandır. Bundan dolayı, ilinek insan, ilişki ve eylemlerinde değer üreten değil, değer tüketen bir kişidir.

İşte Kuçuradi, etik ve değer üzerine çalışmalarıyla, insanı değeri ve değeriyle birlikte değerlendirmek gerektiği bilincini, okuruna ve öğrencilerine aktarıp kazandırırken, yaşadığımız ve akıp giden toplumsal ilişkiler içerisinde de, bizleri insan, ilinek insan, değer ve değer sorunlarına ilişkin düşünmeye, sormaya, sorgulamaya yönelten, günümüzün yaşayan önemli düşünür ve filozoflarından biridir. Ve onun, yukarıda söylenenler bağlamında altını çizerek vurguladığı önemli hususlardan biri de şudur: Değerleri yeniden yeniden değerlendirebilmek gerek.

 Değerleri yeniden değerlendirmeyi bir bilinç haline dönüştürmek ise kendisinin ve kendisi dışındaki insanların değerini, yalnızca ve yalnızca kendilerinden başlatabilme bilincini kazanmış gerçek bireylerin yapabileceği bir iştir. İlinek insanların değil. Çünkü onlar, hukuken ne denli kişi bütünlüğüne sahip olarak görülseler ve değerlendirilseler de, hakikatte, kabulleri dolayısıyla, yanılsamalı bilinç hallerini gerçeklik ve hakikat sanma kötürümüdürler. Tıpkı; her bireyin insan olmasına rağmen, her insanın birey olmadığı, olamadığı hakikati gibi…









* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 İoanna Kuçuradi, Etik, sf. 4, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

07 Aralık 2009

Kürt sorunu ilinek insanlarla da çözülmez!

Kürt sorunu ilinek insanlarla da çözülmez!

Atalay GİRGİN*

Adına, başlangıçta “Açılım” denilen, sonra “Demokratik açılım”a, ardı sıra da “Milli Birlik Projesi”ne evriltilen “Kürt açılımı” sürecinin daha ilk günlerinde, tarafların karşılıklı açıklamaları ortalığa dökülüp saçılmaya başladığında, biri edebi diğeri felsefi-teorik iki yazıyı anımsadım ve yeniden okudum : Edebi olan, Nazım Hikmet’in “Benerci kendini niçin öldürdü?” adlı uzun şiiriydi. Felsefi-teorik olan ise, Kürt kökenli bir Türk felsefeci Selahattin Hilav’ın “Felsefenin Başlangıcı, Doğu, Korku, Birey”1 başlıklı makalesi.

Herkes Benerci Olamaz

Nazım Hikmet’in söz konusu şiirini okuyanlar, Benerci’nin kendini hangi koşullarda, hangi saiklerle ve neden, niçin öldürmeye karar verdiğini anımsayacaktır : Benerci, hareketin önderidir. Hareket ve onun peşinden giden yığınlar Benerci’nin söylediklerini dinlemekte, söyleyeceklerini beklemektedir. O ise yıllardır tutsak kalmıştır. Tutsaklığı süreci içerisinde hem hareketin hem de değişen toplumsal gerçekliğin uzağındadır. Bunu kavradığı andan itibaren, düşüncelerinin ve kendi varlığının gerçekliğin değiştirilmesi dönüştürülmesi sürecinde engel olacağının bilincine varır. Yaşadığı sürece de hem söylediklerinin hem de varlığının sorgulanamayan, tartışılamayan bir önder olarak kabul göreceği ve algılanacağını fark ettiği andan itibaren, yaşamına son vermeye karar verir. Hareketin ve var olanı değiştirme dönüştürme eylemliliğinin önünde, onu sekteye uğratacak bir engel haline gelmektense yaşamından vazgeçmeyi seçer. Ve kendini öldürür.

Yanlış anlaşılmak da istemem : Bu satırları yazarken kastım, birilerinin kendini öldürmesi gerektiğini ima etmek, anımsatmak ya da istemek değildir. Aksine, kavranması gerekenin, gerçekliğin, yani çok yönlü ve çok boyutlu bir toplumsal gerçekliğin ve uluslararasılaşmış bir sorunun, on metrekarelik hücrelerden kavranamayacağı, kavrandığı varsayılsa bile buradan yansıyan çelişkili ve birbirini nakzeden, tutarsızlıklarla kaim önermelerden hareketle çözülemeyeceğinin ve değiştirme / dönüştürme eylemliğinin yönlendirilemeyeceğinin bilinmesidir. Keza, paradigmalar tahterevallisinin, uluslararası aktörlerden ve sözüm ona politika yapıcısı, ‘kanaat önderi’ sıfatını taşıyan “akıl daneler”den sufle bekleyen figüranları için de geçerlidir bu.

Bekleyenler için kendisine hangi önem ve değer biçilmiş olursa olsun, Türkiye’de yaşanan “Kürt sorunu” gerçekliği ne suflelerle çözülebilir ne de sözüm ona “yol harita”larıyla. Suflenin hükmü zaten malum; keza “yol haritası”nınki de ondan daha hallice değil. Çünkü her harita varmak istediği yere ulaştırmaz insanı. Hele hele toplumsal olaylar ve sorunlar söz konusu olduğunda “haritaların hükmü hiç yoktur” dense yeridir. Çünkü toplumsal olaylar ve sorunlar çok yönlü, çok boyutlu, hatta çok taraflıdır. Bilinenleri kadar bilinmeyenleri de vardır. Olası gelişmeleri hesaplayabilirsiniz ama belirleyemezsiniz. Tek kişilik yolculuklara benzemez. Yalnızca yol ve yolun zorlukları ya da bazen tehlikeli, bazen tatlı sürprizleri, vb. değildir yolcuyu / insanı, daha doğrusu sorunun taraflarını bekleyen. Öte yandan, gidilmemiş, daha önce yürünmemiş, aşılmamış, hatta var olup olmadığı bile bilinmeyen, yalnızca düşte, düşsellikte tasarlanan ‘yol’un ise haritası olmaz. Düşsel, düşünsel bir ‘yol’ için tasarlanıp çizilen ‘harita’nın hükmü de düşler kadardır. Düşler kadar mükemmeldir, düşler kadar çelişkiden ve tutarsızlıktan aridir, ‘yol’ da ‘harita’ da… Ama tasarlayan kadar da kusurlu, tasarlayan kadar da çelişki ve tutarsızlıklarla malûl…

İlinek İnsanın Hal-i Pür Meali

Ne var ki, “doğu”nun “ilinek insan”ı, bunu bilmeye, kavramaya, anlamaya cüret etmez. Bilse bile anlayıp düşünce, söylem ve davranışa yön veren bir bilinç hali kılmaya yeltenmez. Israrla bundan kaçınır. Aslında bu, despotluğun ve korkunun kuvveden fiile dönüşebilirliğinin içselleşmiş oluşunun da tezahürüdür. Kendini ve ötekini statüleriyle, “töz” addettiklerine yakınlığı ve uzaklığıyla değerlendirir. Buradan hareketle de ya ötekinin iradesine, söylemine, davranışına ipotek koymaya yeltenir ya da kendi iradesini, söylemini ve davranışını ötekine tabi kılmaya…

İlki, kendini “töz” addedilene en yakın, hatta onunla özdeşleşmiş sayma halinin dışavurumudur; en iyisini, en doğrusunu o bilir, çünkü “töz”ü o temsil eder. Ama O (artık büyük harfle yazılmayı gerektiren bir O olarak), hiç kimse ve hiçbir kurum tarafından temsil edilemeyendir. İkincisi ise, bir birey olamayışın, ilinek insan halinden kurtulamayışın cisimleşmişliğiyle, bilerek ya da bilmeyerek, kendi üzerini çizip düşünce, söylem ve davranış düzeyinde, ilkine, yani “töz”ün ya da “töz”ün tezahürlerinin kendisinde vücud bulduğuna inanılana “vecd içinde secde etme”nin göstergesidir. İlki de ikincisi de ilinek insanın hal-i pür mealidir. Ancak ikincisi, ilineğin ilineği olmakla karakterize olur ki Selahattin Hilav, “katmerli ilinekleşme” olarak niteler bu durumu.

İşte buna rağmen, ne yazık ki, uzunca bir zamandır, “Katmerli ilinekleşme”yle malul insanların “Açılım” sürecinin taraflarını oluşturduğu gelişmeleri izliyoruz. Çünkü her iki tarafın da gönüllü ya da gönülsüz bir biçimde uymak ve itaat etmek zorunda olduklarını hissettikleri tözler ya da tözün tezahürlerinin kendisinde cisimleşmiş olduğunu varsaydıkları kişiler, kurumlar, otoriteler, ideolojiler, kısacası kutsal ya da kutsallaştırılmış, düşünsel ya da gerçek varlıklar var. Her iki taraf da kendi tözüne göre hizaya girmeye çalışıyor. Her iki taraf da tözlerinden yansıyan kabullerle pozisyon almaya… Biliyorlar ki tözle çatışan, “sahne”nin, “sahne”deki “oyun”un dışında bırakılabilir, görünürlükten azledilebilir, koltuğunu yitirebilir ansızın. Onlar da böylesi bir sonla karşılaşmaktansa, “hiç”leşmek pahasına ilineğin ilineği olarak kalmayı seçiyorlar. Tüm ilinekler ve ilineğin ilineği olanlar gibi, töze endeksli hesapçı, pazarlıkçı, köylüler alınmasın ama “köylü kurnazlığı”yla malul tutumlar sergiliyorlar. Çünkü ilineğin ilineği olanların kendi düşüncesi, kendi iradesi yoktur; korkuları, kaygıları ve yitireceklerini düşündükleri şeyler vardır. Bundan dolayı, “Açılım” sahnesinde boy gösterenler ilineğin ilineği olan insanlar olsa da, aslında arka planda var olanlar sözüm ona töz addedilenler ve daha da önemlisi uluslararası gerçek güçlerdir.

Her Türden Tözü Yaratan İnsandır

Oysa her töz addedilen ya da tözleştirilen, ister gerçek isterse düşünsel bir varlık olsun, her daim insanın ürünüdür. Töz addedilene dair olduğu söylenen her şey için de geçerlidir bu. Ancak ilinek ya da ilineğin ilineği olan insanın, yanılsamalı bir bilinç haliyle kendi düşüncesini, söylemini ve davranışını tabi kıldığı bir töz yoktur gerçeklikte; yalnızca töz addedilen, kendisinden korkulan varlık ya da varlıklar vardır. Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde, “Töz ; değişen durumlar ve niteliklere karşı kalıcı olan; bir başka şeyle ya da bir başka şeyde değil, kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan. Öznede değil, kendinde var olan. Bağımsızca kendi içinde var olan. Spinoza’nın tanımı ile ‘Varoluşu için başka bir şeye gereksinme duymayan şey’”2 olarak belirlenir. Yani töz, neliği olup gerçekliği olmayan kavramlardan biridir. Bundan dolayı olsa gerek ki, işi gerçeklikle olan “Modern doğa bilimleri için töz, (…) biçimsel bir kavramdan başka bir şey değildir”.

Ne İlineğin İlineği Ne De Figüranlar Sorun Çözebilir

Gerçek sorunlar, gerçekliği bütünsel olarak kavrayan, düşünen, söyleyen gerçek insanlarla çözülür. İlinek ya da ilineğin ilineği olan figüranlarca değil. “Kürt sorunu” da hem toplumsal hem de uluslararası gerçekliğe haiz bir sorundur. Bundan dolayı, ne gerçekliğe aykırı bir biçimde oluşturulduğu için “Kürt sorunu”nun da önemli nedenlerinin başında gelen, yaklaşık 80-90 yıllık kabulleri, “Milli Birlik Projesi” adı altında çözümün kabulü kılma akl-ı evvelliğine sığınan figüranlar ne de töz addettikleri kişi ya da kurumlardan gelen tutarsız açıklamalarla, rüzgarın önündeki kuru bir yaprak gibi bir o yana bir bu yana savrulan ve adı dışında hiçbir hükmü şahsiyeti olmayan paravan kurumlar (ki bunlar kapansa ne olur kapanmasa ne olur) ve oralarda arz-ı endam eyleyen “katmerli ilinekleşme”yle malul kişilerce çözülebilir. Anlaşılan odur ki, “açılım” şimdilik düğüm düğüm bir kördüğümdür. Ve çözüm, ne zaman geleceği şimdilik belirsiz olsa da bir başka baharın işidir. O zamana dek de yeniden yeniden kaşınacak ya da nüksedecektir.

Ancak kördüğümün birazcık da olsa gevşetilmesi ve iki tarafın figüran ve ilineklerinin kapalı kapılar ardında ya da önünde, asıl aktör(ler) tarafından, tabir-i caizse kulaklarından tutulup masaya oturtulması ve geçici bir “mola”ya ‘ikna’ edilmesi yakındır (elbette öncesinde bir iç savaş galebe çalmazsa). Çünkü gerçek insanların, gerçek güç ve kurumların, hele hele bunlar uluslararası aktör; oyuncu, senaryocu sıfatını rast gele almamışlarsa ve bölgede öncelikli, acil, ertelenemez ve ikame edilemez çıkarları olduğu var sayılıyorsa, gerçek ihtiyaçları vardır. Yanılsamalı bilinç halleriyle malul ilinek ya da ilineğin ilineği olanların savruluş ve kuruntularıyla, kendi ihtiyaçlarını belli bir noktadan sonra ertelemeye yanaşmazlar. Hal böyleyken, kulaklarından vazgeçmeye hazır kaç ilinek ya da figüran var sanıyorsunuz ki…?

Unutulmasın ki, bu gerçek güçler, ortamını bulduklarında ve ihtiyaçlarına denk düştüğünde sorunları büyütüp bir ülkeyi yangın yerine çevirmeye de, “töz” addedilenleri “paket”lemeye ve hatta onları pazara çıkarmaya da kadirdirler. Bundan dolayı, zamanında kulaklarını onların eline verenlerin ve onların hamiliğini yaptığı insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizm koşullarında bir çözüm olasılığına bile güle oynaya “evet” diyenlerin yerli yersiz “efelenme”lerinin, “açılım” sahnesindeki görüntülerinden daha öte bir hükmü de yoktur zaten.

*• Felsefe Öğretmeni;  http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Selahattin Hilav’ın “Felsefenin Başlangıcı, Doğu, Korku, Birey” başlıklı bu makalesi, ilk olarak 1983 yılında, Yazko Felsefe Yazıları 5. Kitap’ta, daha sonra da “Felsefe Yazıları” adlı kitabın içinde Yapı Kredi Yayınları’nca yayımlanmıştır.
2 Felsefe Terimleri Sözlüğü, Töz maddesi, sy. 168, Türk Dil Kurumu Yayınları.