ilinek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ilinek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05 Mart 2013

SAKSAĞANLAŞAN 'SOSYALİST'LER ve ÖCALAN


Saksağanlaşan 'Sosyalist'ler Öcalan Karşısında Neden Susar?

Atalay Girgin*

“Söyleyene değil, söyletene bak!”, derler. Öcalan’ın, resmi bir yetkilinin gözetimi ve denetimi altında kendisini ziyaret eden, Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan’dan oluşan heyetle yaptığı ve basına ‘sızdırılan’ görüşme notlarında yer alan sola dönük bazı sözleri için de geçerli yukarıdaki ilk cümle. Öcalan’ın “Sol”dan kastı ise, devrimci ve sosyalistler…

Öcalan’ın, uzun süredir içerisinde bulunduğu koşullara ve son zamanlarda devlet ve hükümet adına daha sık görüşmeye girdiği heyetlere ve o heyetlerle yaptığı görüşmelerde konuşulanların önemine istinaden olsa gerek, büründüğü haletiruhiyenin etkisiyle sarf ettiği sözler, birçok açıdan, düşündürücüdür. ‘Sızdırılan’ notlarda yer alan sözlerin geneli üzerinde durmayacağım. Bunu şu ana kadar yapan birçok kişi olduğu gibi, bundan sonra da yapacak ve her cümleden türlü türlü anlamlar çıkaracak yeterince kişi bulunacaktır.

Benim dikkatimi çeken ise, Öcalan’ın “40 yıldır Türk Solunu taşıyorum” sözleridir.  ‘Sızdırılan’ görüşme notlarının yayınlanmasının üzerinden günler geçti. Merak ve sabırsızlıkla bekledim: “Hangi sosyalistler üzerine alınacak? Kimler “ağır ol da hiç olmazsa molla desinler” diyecek? “Kimler duymazlıktan, bilmezlikten gelecek?”, diye…

Ancak boşuna beklemişim. Gerçi, kendisini ‘devrimci’, ‘sosyalist’ diye niteleyen hangi kişi, çevre ve grupların, onlarca yıldır olduğu gibi, yine ellerini ovuştura ovuştura huşu içinde hazır ola geçerek, “Sayın Öcalan haklı!”, “Yerinde ve doğru bir saptama!” türünden sözlerle, kendi geçmişlerini inkâr edercesine, birer “hık” deyici olarak, noter kâtibi edasıyla davranacaklarını tahmin ediyordum: Onlar, saksağanlaşan ‘devrimci’ ve ‘sosyalistler’dir. Ne var ki bu denli sessizlik, bu denli bir sırra kadem basma beklemiyordum.

Oysa neliği gereği, sınıflar mücadelesinde taraf olan, siyasal ve ideolojik tercihleri, gerçekleştirmek için mücadele ettiği toplumsal projesi, bu taraf oluşuyla karakterize olan hiçbir devrimci ve sosyalist, tek başına kaldığında bile saksağanlaşmaz. Düşe kalka da olsa, sınıflar mücadelesiyle karakterize olan yolunu şaşırıp, birilerinin “hık” deyicisine dönüşmez. O birileri ne denli güçlü olursa olsun, kırılsa da, eğile büküle birilerine iltihak etmez. Onun ayırıcı karakteri ve duruşu, sınıflar mücadelesinin dışındaki herhangi bir toplumsal mücadele ve harekete desteğini sunduğunda bile söylemi ve eylemiyle kendini ayrıştırır. Çünkü o, hiçbir güç, örgüt, otorite ve kurum karşısında, kendi siyasal ideolojik kimliğini, sınıflar mücadelesinin gerektirdiği bağımsız tavrını ve tercihini, uğrunda mücadele ettiği toplumsal projesini, birilerinin peşinde ipoteğe vermek bir yana, kısa bir süreliğine bile olsa “askı”ya almaz.

Ancak Türkiye gerçekliğinde, kendine ‘devrimci’, ‘sosyalist’ diyen kişi ve grupların çok önemli bir bölümü bir zamanlar ağızlarından çıkan büyük büyük lafları unutup, o sözlerin kofluğunu sergilercesine, etkiledikleri ve peşlerine taktıkları gençlerle birlikte bazen birer ikişer, bazen bölükler, çevreler, gruplar halinde, kendilerine verilen iki satır yazı yazma fırsatı ya da siyasal alanda statü bahşedilmesi karşılığında Kürt hareketine gönüllü yazılmışlardır. Ne yazık ki her şeyin, hele hele her bahşedilen köşenin, her bahşedilen sıfat ya da statünün bir bedeli vardır. Mutlaka ödenir, ödetilir. Bu zat-ı muhteremler için de geçerlidir, aynı hakikat.

Peki; bu gönüllü taifeliğin bedeli nedir? Bazı dönemlerde, arada sırada, “dostlar alışverişte görsün” babında, peşlerine taktıklarına mavi boncuk dağıtırcasına, “sosyalizmden”, “işçiden”, “sınıf mücadelesinden” söz edip, Öcalan’ın, yersiz, gereksiz, hatta hakikate aykırı sözleri karşısında bile, küçük dillerini yutarcasına susmaktır. Çünkü hepsi de bilir ki, Öcalan’ın bu tür sözlerine, doğrudan değil, eleştirimsi dokundurmaları karşısında bile, kendilerini kapının dışında bulacaklardır. Ve onlar da, etkisi ve kerameti kendinden menkul, asıl olarak Kürt hareketinin kabulleri temelinde akıntıya kürek çeken ve ‘inci tanecikleri’nden geçilmeyen yazılarının yer aldığı bahşedilmiş köşeciklerini ve statülerini yitirmemek adına, gerçeğin hakikatinin Öcalan’ın söylediği gibi olmadığını bilseler de seslerini çıkarıp, en küçük bir kelam etmezler, edemezler.

Öcalan’ın, yeniden kendini kaptırdığı haletiruhiye içerisinde söylediği ve 1973 yılından beri Türk solunu, yani sosyalistleri sırtında taşımakta olduğuna ilişkin, gerçekliğin hakikatini yok sayan, görmezlikten gelen sözleri karşında, saksağanlaşan ‘devrimci’ ve ‘sosyalist’lerin, “dut yemiş bülbül” misali ağızlarını bile açamayacak olmalarının nedeni budur. Bir sinemacı olsa gerek, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Tarkovski’nin olduğunu sandığım bir sözü anımsıyorum: Hayat karşısında bir kez ilkelerini çiğneyen, bir daha hayat karşısında lekesiz bir tavır alamaz.

Bundan dolayıdır ki, karşınızdaki kim olursa olsun, eğer bir kez eğilip bükülmeye başlamışsanız, kendinize atfettiğiniz sıfatlar sizi kurtarmaya yetmez. Çünkü hiçbir sıfatın, hiçbir statünün kendinde bir değeri yoktur. Sıfatlar, ancak ve ancak, sıfatları ve statüleri yanılsamalı bir biçimde kendinden daha değerli kabul eden, ilinek insanlar için kurtarıcıdır ve yalnızca onlar için değerlidir. İlinekleşen insanların, geçmişleri ne olursa olsun, kendilerine atfettikleri sıfatların ise ‘efendi’ belleyip biat ettiklerinin dışında hükmü tarihtir. Hatta o ‘efendiler’i için bile ne denli geçerli ve değerli olup olmadığını, Allah bilir! Malum; her şey hizmeti mukabilindedir.

Sözün özü: Saksağanlaşanlar dışında, hiçbir sosyalist ve devrimciyi Öcalan’ın kırk yıldır, yani 1973’ten beri sırtında taşıması söz konusu değildir. Hatta bu söz, saksağanlaşanlara, onların geçmişine bile haksızlıktan öte saygısızlıktır (Ancak ilinekleşen, saksağanlaşan ve destek ile vecd içinde secde edişi birbirine karıştıranların, özsaygı yitimi içinde bunu bile düşünmeye ve itiraz etmeye mecali yoktur). Bundan dolayı Öcalan’ın sözünün, en hafif tabirle, abesle iştigal eylemekten, hüsnü kuruntu olmaktan öte hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Aksine, yeri gelmişken söyleyeyim, Kürt sorunu, sınıflar mücadelesinin ve sosyalistlerin, bir an önce asıl sahiplerine havale edip, tez elden kurtulmaları gereken sırtlarındaki kambur, ayaklarındaki prangadır. Çünkü bundan kurtulmayanlar, çok geçmeden saksağanlaşanlar gibi, en iyi ihtimalle, sürecin, şu ya da bu biçimde çözüme ulaşması temelinde, mevcutlarla el ele, diz dize, göz göze getireceği “yeni ve sonardan görme efendiler” sayesinde düzenin ayaklarının dibine yaraşacaklardır1.



1 Uzun uzadıya işlenebilecek, somut ve yaşanmış örneklerle bezenebilecek bu yazı, kendilerine atfettikleri ya da atfedilen sıfatlarla, kendi geçmişleri yok sayılırken yüzleri bile kızarmadan sessiz sedasız ortalıkta dolaşan zerzavatlara inat, yalnızca bugüne bir dipnot düşmek için kaleme alınmıştır. Kürt sorununun çözüm-çözümsüzlük ikilemine ilişkin ilgilisi için aşağıda iki yazı var:
a)      Sorunun ilinek insanlarla çözülemeyeceğine dair bir yazı: http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/12/kurt-sorunu-ilinek-insanlarla-da.html
b)       2 Çözümün figüranlara bağlı olmadığına ilişkin bir başka yazı: http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/08/kurt-sorununu-figuranlar-cozemez.html

08 Ocak 2010

Sınıfsal hak, Tekel işçileri ve sosyalistler

Sınıfsal hak, Tekel işçileri ve sosyalistler

Atalay GİRGİN*

21.yüzyılın sözüm ona “post-modern dünyası”nda, dönem dönem köşe yazılarına dek yansır. Avrupa-merkezci bir tarzda toplumsal mücadeleler tarihine ve bunun içinde de işçi sınıfının oluşma, mücadele ve örgütlenme tarihine ilişkin ‘mürekkep yalamış’ ve arada sırada da bu konuda kelam eylemeye meraklı kimi zevat şöyle yazar : Bizde Batı’daki gibi bir işçi sınıfı yoktur. Ardı sıra da vaziyeti dengelemek ve yanılsamayı güçlendirmek için “burjuvazi de yoktur” derler. Bu söz, sağından solundan çekiştirilerek, nihayetinde “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” hükmüne dönüştürülüverir.

Ne yazık ki, bu yanılsamayı güçlendirecek yaklaşımlar da geçmişten günümüze hiç eksik olmamıştır : Hem memur sendikaları hem de özellikle işçi sendikaları ve üyeleri, sınıfsal hak mücadelesi yapmaktan çok, bir biçimde verilmiş ya da edinilmiş ayrıcalıklarını (artık yenileri şimdilik söz konusu olmadığı için) koruma peşine düşmüşlerdir. Sınıfsal olarak kazanmak yerine, “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışına kapılanmışlardır. Keza, “sınıf sınıf” diyen bazı devrimci-sosyalist kesimlerin de, lafziliği ve kitabiliği aşamayıp tekil ve salt kendilerine dönük “ayrıcalık” talepleri eksenindeki işçi eylemleri ve mücadelelerine, “kahramanlık”, “şanlılık” sıfatları yükleyen hamasi yaklaşımlarını ve methiyelerini de bunlara eklemek gerek.

Öte yandan, “Mülk Allah’ındır” söyleminin ardında, üretim araçlarının özel mülkiyetini ve insanın insanı sömürüsünü meşrulaştıran; sınıfın kolektif bilinci üzerinde yarattıkları yanılsamayla kapitalist sömürü düzenine ideolojik-siyasal-örgütsel anlamda paratoner olan, her düzey ve konumdaki “gönüllü kullar”ın etkisiyse, görmezlikten gelinemeyecek denli apayrı bir konudur. Yeter ki, eklektik bir tarzda ampirik verilerle bezenip genellenmiş ve sonra da sanattan siyasete dek toplumsal yaşamın her alanında ve ‘aydın’lar nezdinde “ideolojik esir”liğin argümanı kılınmış, düşünsel ve yanılsamalarla malûl “post-modern dünya” algısı, dünyanın, bölgenin ve toplumun gerçekliğine giydirilmemiş olsun… Çünkü bunlar (hem din hem de post-modernizm), toplumsal gerçekliğin, sınıfsal boyutlarıyla birlikte algılanması ve anlamlandırılmasını engelleyen ve yanılsamaları güçlendiren ideolojik örümcek ağlarıdır.

İşçi sınıfının varlığı yadsınamaz

Sınıfın varlığına ilişkin yanılsamayı güçlendiren tüm bu yaklaşımları da dikkate alarak, “Türkiye’de (Batı’daki gibi) bir işçi sınıfı yoktur” hükmünün doğru olduğu söylenebilir mi? Elbette hayır!... Çünkü bu, sanki Dünyanın her yerinde işçi sınıfının oluşumu ve gelişiminin Batı’daki, yani daha doğrusu Avrupa’nın belli başlı kapitalist ülkelerindeki süreci izlemesi zorunluymuş gibi, bir yanılsamadan kaynaklanır. Oysa böyle bir zorunluluk, hatta gereklilik ne ekonomik, sosyal, siyasal kültürel ne de mücadele ve örgütlenme anlamında vardır. Avrupa’nın genelinde bile geçerli değildir bu. Çünkü Dünya söz konusu olduğunda, hem kapitalizmin ve onun egemen sınıfı burjuvazinin gelişimi hem de sanayileşme düzeyi açısından hiçbir yerde eşzamanlılık yoktur. Hiçbiri, bazı karakteristik özellikler dışında aynı süreci izlemez. Bunun temel nedeni, “kapitalizmin eşitsiz bileşik gelişimi”dir.

Immanuel Wallerstein’in deyişiyle Dünya “evrensel bir çözücü” olan kapitalizm, adım attığı her ülkede, mevcut toplumsal yapının tüm kurumlarını etkiler. Onların işleyişini ve kurallarını hızlı ya da yavaş bir biçimde değiştirir. Öncelik her zaman için, egemen sınıfının gelişimine ve ihtiyaçlarına denk düşenlerdedir. Bundan dolayı, toplumsal kurumlardaki değişim ve bunların birbirlerine eklemlenmeleri ve aralarındaki etkileme-belirleme ilişkisi “eşitsiz bileşik” bir süreç izler. Bu “eşitsiz bileşik gelişim” süreci hem kapitalizme ve onun hiyerarşik yapılanmasına eklemlenen ülkeler hem de aynı toplum içindeki kurumlar için geçerlidir.

Sürecin işleyişi ne denli hızlı ya da yavaş olursa olsun, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. alanlarda kapitalizmin ve onun egemen sınıfının şu ya da bu ölçüde etkileyen-belirleyen bir unsura dönüşme süreci, onun “mezar kazıcılarını”(Marx) da yaratır. Bunların yarı-köylü ya da şehirli oluşu işçi sınıfının ortaya çıkmakta oluşu gerçekliğini değiştirmez. Köyle bağlarının kopmamış ve daha tam anlamıyla mülksüzleşmemiş oluşları, kapitalizmin vahşi olarak nitelenebilecek gelişim dönemlerinde bu insanlara, bir yanıyla, özellikle ekonomik anlamda önemli bir destek, dayanak olur ve bu aşamada nesnel olarak işçileşme sürecinin sürekliliğini sağlar. Elbette diğer yanıyla da bunun, bir sınıf bilincinin oluşması, örgütlenme, mücadele, dayanışma ve bağımsız bir sınıf tavrının kuvveden fiile açısından, olumsuz etkileri vardır.

Tüm bunların etkisi altında, Osmanlı’nın son dönemlerinden günümüze dek geçen süreçte, Türkiye’de nesnel anlamda bir işçi sınıfı oluşmuştur. Bazı dönemlerde de, yenilmesine rağmen mücadele, örgütlenme ve dayanışmanın parlayıp sönen başarılı örneklerini sergilemiştir. Dolayısıyla, saplantılı bilinç halleriyle malul olmayan, Avrupa eksenli ve şablonik düşünmeyen ya da bile isteye yanılsamalar yaratma peşinde koşmayanlar için, Türkiye’de nesnel anlamda işçi sınıfının varlığı yadsınamaz bir gerçekliktir. Hem de “mavi yakalı”sından “beyaz yakalı”sına dek… Keza sorunlarının varlığı da…

İşçi sınıfının temel sorunları

İşte Abdi İpekçi Parkı’nda polisin kimyasal gaz saldırısına maruz kalan Tekel işçileri de Bursa’da madende çalışan ve bir kısmı grizu patlamasında göçük altında kalıp yaşamını yitiren maden işçileri de, İstanbul’da eylemlerini sürdüren itfaiyeciler de bu sınıfın birer parçasıdır. Keza, yaşamak için işgücünü satmaktan başka seçeneği olmadığı halde iş bulamayan işsizler de… Sendikalaşmak istediği için işten atılanlar, sendikasızlaştırılanlar; herhangi bir sosyal güvenceden yoksun bir biçimde sigortasız, hatta asgari ücretin altında çalıştırılanlar; sigorta primi gerçek ücretten ödenmeyenler de Türkiye işçi sınıfının birer parçasıdır.

Türkiye işçi sınıfın bu temel sorunları, ne yazık ki, ne özelleştirme sürecinde ne de son eylemlilik sürecinde Tekel işçilerinin sorunu haline dönüşebilmiştir. Bir başka deyişle, ne Tekel işçileri, itfaiyeciler ve diğerleri ne de bunların örgütlü olduğu sendikalar, sorunu kendi eksenlerinin dışına taşıyıp sınıfın temel sorunlarıyla bağ kurabilmişlerdir. Dolayısıyla, tek tek işçilerin ve işçi gruplarının sorunu işçi sınıfının da sorunu olmasına rağmen, işçi sınıfının öncelikli ve acil sorunları bu kesimlerin sorunu haline gelememiş ya da getirilememiştir. Tabir-i caizse her biri kendilerini bulundukları kuyuya hapsetmiş ve kuyunun ağzına çıkmaya, sınıfın geniş ve örgütsüz kesimleriyle buluşmaya birlikte örgütlenme ve mücadeleye yeltenmemişlerdir. Böyle bir önceliklerinin olmadığı da aşikârdır.

Ancak mevcut egemen anlayışla ve mevcut koşullarda bu kesimlerin ve başlarındaki sendika yöneticilerinin elde edebileceği her şey de palyatif olmaktan, günü ve vaziyeti kurtarmaktan öte geçmeyecektir. Bugüne dek de geçememiştir zaten. Oysa böylesi bir anlayış, tutum ve davranış temelinde de ne günü kurtarmak dışında kendilerinin ne de sınıfın kazanması mümkündür.

Dolayısıyla, başta Tekel işçileri, itfaiyeciler, madenciler ve diğerleri olmak üzere, sınıfın temel sorunlarını kendi sorunları kılıp bunun için, işsiz, sigortasız, sendikasız ve sigorta primi gerçek ücretten ödenmeyen işçilerle, dahası kendi toprağında tüccarın işçisine dönüşen küçük tarım üreticisi yoksul köylülerle birlikte örgütlenme ve mücadeleye yönelmeyen hiçbir kesimin kazanma ihtimali yoktur. Hatta ellerinde kalan / var olan ve artık ayrıcalığa dönüşmüş hak kırıntılarını koruma ihtimalleri bile…

Çünkü sınıfsal olarak kazanılıp sınıfsal olarak kullanılıp korunamayan her kazanım, her hak, şu ya da bu nedenle, birilerinin geçici olarak verdikleri ya da vermek zorunda kaldıkları ayrıcalıktan öte bir değer taşımaz. Ayrıcalıklar da çok geçmeden verenler tarafından geri alınır. İşçi sınıfının ise ayrıcalıklara değil, kendi örgütlü gücüyle koruyuculuğunu yaptığı, genelleştirip uygulanmasını gözettiği sınıfsal-toplumsal haklara ihtiyacı vardır.

Sosyalistler saksağanlaşmamalı

Tekel işçileri ve sınıfın tüm kesimleri bunu anımsamalı; onlara hamasi methiyeler düzen devrimci ve sosyalistler ise asla unutmamalı ve unutturmamalıdır. Çünkü unuttukları ve methiyelerle vaziyeti idare etmeyi sürdürdükleri sürece, kendi üzerlerini çizmekten; bağımsız bir sınıf siyaseti üretemeyip tekil işçi eylemlerinin ardında ya da “Kürt sorunu” ve son dönemin siyasal gelişmeleri ve odakları peşinde savrulup bunların ardı sıra saksağanlaşmaktan kurtulamazlar.

Oysa bu kesimlerin, özellikle ilk ikisinin, saksağanlaşan değil, düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle bağımsız bir sınıf siyaseti izleyen, yürüten, dünya, bölge ve Türkiye gerçekliğine ilişkin sınıf temelli hakikati dile getiren ve bunun gerektirdiği davranışı gösteren sosyalistlere ihtiyacı vardır. Peşlerinde vecd içinde secde eden saksağanlara değil…

Saksağan ise, malum, onun bunun peşinde koşturup onların yürüyüşlerini taklit etmeye çalışırken kendi yürüyüşünü ve duruşunu kaybeden bir kuş türüdür. Böylelerinin başkalarına ve kendilerine ne yararı olur bilemem. Ama kendilerine atfettikleri sıfatlara bilinçli ya da bilinçsizce zarar verdikleri, bunları erozyona uğrattıkları kesindir. Bundan dolayı, saksağanlaşanların sosyalistlikleri yitiktir, ilinek bir sıfattan, bir aksesuardan öte değer taşımaz.

*Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com/