Uygarlık Krizi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uygarlık Krizi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

03 Aralık 2015

UYGARLIK KRİZİ



Fikret Başkaya: “Bu sıradan bir kriz değil, uygarlık krizidir”

Erol Anar, Özgür Üniversite Başkanı Doç. Dr. Fikret Başkaya ile “dunyalilar.org” adına bir söyleşi gerçekleştirdi. Fikret Başkaya, Erol Anar’ın sorularına şöyle yanıt verdi:

Erol Anar: Sevgili Fikret hocam, öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiǧin için dunyalilar.org adına teşekkūr ederim. 1990’lı yılların sonlarında “Özgūr Üniversite” ve Tūrkiye Ortadoǧu Forumu Vakfı’nı birlikte yeniden kurmuş ve yaklaşık dört yıl beraber çalışmıştık. O yılları özlūyorum. O yıllardan bu yana Özgūr Üniversite anlamında neler deǧişti? Çalışmalarda ne gibi gelişmeler var?

Fikret Başkaya (FB): Özgür Üniversite’nin ilk faaliyete geçişi, Ekim 1992. Ben 1994 yılında “Paradigmanın İflas” adlı kitabımdan hapse girince, Özgür Üniversite bir sarsıntı geçirdi. Hapisten çıkınca, 1996’da Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfını kurduk ve sen kuruculardan biriydin. Ve Özgür Üniversite’yi de vakfın çatısı altına aldık. Özgür Üniversite’nin ve Forumun başlıca dört amaç etrafında faaliyet göstermesini amaçlıyorduk: 1. Resmi ideolojiyi ve resmi tarihi teşhir etmek, o alandaki bağnazlığa dikkat çekmek; 2. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın entellektüel alandaki olumsuz etkisine dair bir duyarlılık yaratmak; 3. Emperyalizmin yeni versiyonu olan neoliberal küreselleşmeye karşı mücadele etmek amacıyla ideolojik-entellektüel bir netleşme, bir karşı duruş yaratmaya çalışmak; ve nihayet 4. Özellikle Sovyet sisteminin dağılmasından sonra sosyalist-komünist toplum perspektifi ve idealindeki aşınmanın onarılmasına katkı yapmak…

İşte bu çerçevede ve bu amaçlar doğrultusunda, dersler, seminerler atölye çalışmaları, konferanslar, sempozyumlar yaptık. Periyodik bir yayınımız vardı. Yüz kadar kitap yayınladık… Merak edenler bir fikir edinmek için web sayfamız ‘ozguruniversite.org’a bakabilirler…  Bu zaman zarfından her yaştan ve meslekten on binlerce insan Özgür Üniversite’nin etkinliklerine katıldı… İki yıl önce Ankara’daki merkezi İstanbul’a taşıdık. Şu anda Ankara’da bir şube bulunmuyor. Son dönemde özellikle “yaratıcı ütopya” temasına odaklanmak gibi bir niyetimiz var…

EA: Marx’ın özellikle “1844 El Yazmaları” kitabında söz ettiǧi yabancılaşma gūnūmūzde boyutlandı. Tūketim kapitalizminin geldiǧi aşamada, insanları kendilerine, çevrelerine, yarattıkları artı deǧere yabancılaştıracak araçlar da çoǧaldı. Marx’ın sözūnū ettiǧi yabancılaşmanın boyutları inanılmaz biçimde arttı. Bu baǧlamda gūnūmūzdeki yabancılaşma sorununu nasıl deǧerlendiriyorsunuz?

FB: Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine dayanıyor ve tabii bir yabancılaşma yaratıyor ve her ileri aşamada yabancılaşma daha da büyüyor. Kapitalizm maddi olsun, manevi olsun, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerine, tüm gözeneklerine nüfuz ediyor, dönüştürüyor, değiştiriyor, dejenere ediyor. Tam bir tsunami gibi her şeyi kapsıyor. Canlı olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürüyor. O kadar ki, felaketleri, acıları, yıkımları dahi bir kâr aracı haline getiriyor… Şimdilerde kapitalizmin yarattığı yabancılaşma, Marx’ın yaşadığı döneme göre çok daha derinleşmiş, genelleşmiş durumda… Nerdeyse insan insanlıktan çıkmanın eşiğine gelmiş gibi… Velhasıl, ürpertici, vahim bir tablo karşısındayız ama bu kepazeliği sorun edenler şimdilik çok küçük bir azınlık… Artık insanlar tam birer tüketim nesnesi haline gelmiş durumdalar. Sanki yabancılaşma kavramı durumu anlatmakta yetersiz… Akıl almaz bir kültürel çürüme almış başını gidiyor…

2001-2002 yıllarında, Kalecik Cezaevinde, “Çığırından çıkmış bir dünya” adlı kitabım için okumalar yaparken, Marx’ın, “Kapital”in yayınlanmamış bölümünde (sonradan yayınlanmış tabii) bir cümleye rastlamıştım. Marx, “öyle ki, sanki metalar birer insan satın alıcısı olarak ortaya çıkıyor” diyordu… Bundan birkaç ay önce bir AVM’nin konfeksiyon bölümünün önünden geçerken gördüğüm manzara, bana birden Marx’ın o söylediğini hatırlattı. Eşyalar arasına gömülmüş insanların tavır ve hareketleri, “burada kim kimi satın alıyor” dedirtecek cinstendi… Ve kendi kendime: “Burada iki türlü eşya var: duran eşyalar, yürüyen eşyalar”  dediğimi hatırlıyorum… Velhasıl durum vahim. Gerçi insanların kafasında bir beyin var, ama bir şeye yarayıp-yaramadığı artık tartışmalı… Tabii bu kepazeliğin farkında olan bir kesim de var ve iyi ki, var. Aksi halde durumumuz iyice umutsuz olurdu…

EA: Dūnyada “sol” “ilerici” görūnūmlū hūkūmetler, hatta “islâmi referanslı” hūkūmetler dahi neoliberalizmin uygulayıcısı durumundalar. Özellikle Latin Amerika’da bu “sol” görūnūmlū neoliberal politikaları hūkūmetler var, Brezilya örneǧinde olduǧu gibi.  Marksist coğrafyacı Harvey “Farklı muhalefet türlerinin birleştirilmesi daima temel önemde olacaǧını” belirtiyor. Slovakj Zizek’e göre  ise “demokratik motivasyonlara sahip taban hareketleri başarısız olmaya yazgılı görünüyor, bu yüzden belki de en iyisi küresel kapitalizmin ‘militarizasyon’ üzerinden süregiden habis döngüsünü kırmak” gerekiyor. Sizce Neoliberal cendereden çıkış yolu nedir?

FB: Sorduğun bu soruyla ilgili ekseri gözden kaçan bir şey var: Sanılıyor ki, her koşulda istenen ekonomik-sosyal model uygulanabilir! Böyle bir şey yok. Her ekonomik-sosyal model belirli sınıfsal güç dengelerine dayanıyor. Mesela II. Dünya savaşı sonrasında adı öyle konsun, konmasın, sosyal demokrat bir ekonomik-sosyal model geçerli oldu. O dönemde güçlü bir sendikal mücadele vardı, sosyalist-komünist ütopya canlıydı, Sovyet sisteminin prestiji yüksekti ve bir çekim merkezi durumundaydı, 1955 Bandung Konferansı sonrasında sömürge halkları ayağa kalkmış, “biz de varız, yüzyıllardır uzak tutulduğumuz sofraya dahil olmak istiyoruz” diyorlardı, sömürgeciliğin tahribatına son vermek istiyorlardı… Velhasıl, dünya ölçeğinde ezilen ve sömürülen sınıflar lehine bir güçler dengesi oluşmuştu. Tabii böylesi bir güçler dengesi durumu da  kapitalizmin kuşatılması, ödünler vermek, “uyumlanmak”  zorunda kalması demekti…

Lâkin, 1979-1980 ‘den başlayarak, neoliberalizmin kendini dayatmasıyla, güçler dengesi kesin olarak sermaye lehine döndü. Dolayısıyla verili yeni güç dengesi durumunda artık ‘ben sol, sosyal demokrat bir program uygulayacağım’ demenin bir karşılığı yoktu… Hangi parti iktidara gelirse gelsin, yapabileceklerinin sınırı neoliberalizm tarafından belirlenmişti. Bir fikir vermek için, Türkiye”de 16 milyondan fazla işçi (proleter) var ve bunun sadece %6’sı sendikalı… Üstelik bu %6’nın %3’ünün toplu sözleşme hakkı yok! Sendikalarda “örgütlü” kesim 1 milyon kadar işçiyi kapsıyor. Sendikaların %90’ı da AKP iktidarının destekçisi… Şimdi böyle bir tablo varken kendine sosyal demokrat diyen bir partinin ne kadar şansı olabilir?