Nermi Uygur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nermi Uygur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Haziran 2021

Deneme Hakkında Bir “Deneme”

 

Deneme Hakkında Bir “Deneme”

Halit Suiçmez

“Hayatı bir yara gibi deşmek gerek,

Hayatı bir buğday tanesi gibi keşfetmek gerek”(Ö.İnce)

(Kaynak; Atalay Girgin, ÖĞRETMEN, Düzenin Duvarındaki Tuğla, 2. Baskı, Sobil Yayıncılık, 2014, s;129)


Deneme bir yazınsal türdür.

Bir yazarın bilim, felsefe, yazın ve sanat konuları üzerinde kişisel düşünce ve duygularını içtenlikle dile getirdiği bir düzyazı türüdür.

En sevdiğim edebiyat dallarından biridir deneme. Konuyu özgürce seçersin. Yazıda düşünsel boyut ağır basar.

Bir konuşma-sohbet havası içinde, güler yüzlü, iddiasız, samimi bir tarzda yazarsın anlatmak istediklerini.

Şişinmeden, böbürlenmeden, bilgiçliğe kaçmadan...

Bu türün babası 16.yüzyılda Fransız yazar Montaigne’dir.

Yazar, “yeni bir edebiyat türünü deneme” anlamında deneme kavramını ilk kullanan kişidir. O günden beri bağımsız bir yazın alanı olarak büyük bir gelişme göstermiştir.

Denemeci öne sürdüğü her düşünceyi kanıtlama peşinde değildir. Denemeyi makale ve eleştiriden ayıran yönü burasıdır. Çünkü bilgilendirme ve öğretme temel amaç değildir denemede.

Ünlü denemecimiz Nermi Uygur’a göre:

22 Ekim 2020

MEB Kimlere Teslim? İlinek İnsana Mı? Yoksa...?

 

MEB Kimlere Teslim İlinek İnsana Mı? Yoksa…? 

Atalay Girgin* 

Başlıktaki soruyu bir kez daha tekrar edip devam edelim: MEB kimlere teslim? MEB’i bu kişilere kim ya da kimler teslim etti?

Malumunuzdur ki Türkiye’de eğitim hem nicelik hem de nitelik anlamında hızla enkaza dönüş(türül)müştür. Eğitimin bu içler acısı halini günümüzde hâlâ bilmeyen, duymayan kaldı mı? Bilmiyorum.

Hatta “Fikri bir buhranın içinde çırpınıyoruz”, “Topyekûn bir eğitim öğretim reformu yapmamız gerekiyor” sözleriyle Recep Tayyip Erdoğan bile mevcut durumu kabullendi ve sonunda bunu bilenler ve bildirenler (Bu konuda herkes aynı şeyi bilmiyor ve bildirmiyorsa da) kervanına katıldı. O’nun bu sözlerinden sonra, bakalım, “2023 Eğitim Vizyonu”nda mevcut eğitim enkazına “nicel başarı hikâyesi” diyerek methiye düzen Ziya Selçuk ne söyleyecek?

Gerçekten merak ediyorum: Ziya Selçuk kem küm mü edecek? “Kim ne derse desin! Ben sözümün arkasındayım!” mı diyecek? Yoksa bir gün önce söylediklerinin tam tersini işitir işitmez, hem de zerre utanıp sıkılmadan, yüzleri bile kızarmadan, “Biatsa biat! İtaatse itaat! Liderim ne derse odur!” diyen çemişler misali, boynunu büküp “Sukut ikrardan gelir!” dercesine susacak ya da onların sözlerini mi yineleyecek?

22 Kasım 2018

24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ MÜ?


Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğladır

Atalay Girgin*

Her 24 Kasım’da olduğu gibi, bu kez de öyle oldu. Dört bir yandan öğretmen popülizmi yükseltildi. Beklentiler çoğaltıldı. Hatta abartıldı.

Günümüz Türkiye gerçekliğinde mücadele aracı olmaktan çok, her biri küçük ya da büyük birer “öğretmen kümesleri”ne dönüşen eğitim sendikalarından, gazetelerde ve internet sitelerinde eğitim üzerine kalem oynatan yazarlara dek neredeyse her kesim öğretmenlere şirinlik yapmakta, öğretmenin sırtını kaşımakta birbirleriyle yarıştı. Öneri üstüne öneri, talep üstüne talep eklendi. Sendikalar ardı ardına, öğretmenlerin ekonomik durumuyla ilgili anketler yayınladı.

Milli Eğitim Bakanı bile 24 Kasım Öğretmenler Günü için 3600’le ilgili “sürprizimiz olabilir” derken, bazıları hızını alamayıp, gönlünden ne geçerse sıralamaya girişti. Takım elbise talebinde bulunan bile vardı bunların arasında…

Sanırım 24 Kasım pazarı biraz daha erken açılsa iç çamaşırı, sütyen, külot, çorap diyenleri de görecekti memleketim insanı… Neyse… Daha o günlerle karşılaşmadık. Lakin bu gidişle çok da uzak değildir o günler!

Peki; tüm bunlar neden ve niçin yapıldı? Öğretmenlerin ekonomik, sosyal sorunlarını çözmek, özlük haklarında iyileştirmeler sağlamak ve yeni haklar doğrultusunda yeni bir mücadeleye girişmek için mi?

Ne yazık ki hayır! Tüm bunlar, hakların mücadeleyle kazanılmadığı her yerde olduğu gibi, ulufe ve lütuf beklentilerini körüklemek için yapıldı ve hala da yapılıyor.

Lakin gerçekliğin ve onun hakikatinin yanından geçenler, kıyıda köşede ve yok denecek kadar azdı. 24 Kasım’ı vesile ederek yazan köşe yazarlarından eğitim sendikalarının dile getirdiği taleplere kadar dikkatlice izleyin. Hiçbirinde gerçekliğin hakikatinin kırıntılarına, eğitimin ve öğretmenin asli sorunlarına ilişkin palyatif olmaktan öte, köklü ve kalıcı çözüm önerilerine rastlayamazsınız.

Neredeyse her şey, istisnai bazı talepler dışında, ekonomiye ve ekonomik sorunlara endekslenmiştir. Sanki öğretmene on bin lira ya da iki bin dolar maaş verilse eğitim sorunları sabahtan akşama düzelecek, öğretmenin ve öğretmenliğin sorunları ortadan kalkıverecekmiş gibi…

Gerçi “İtibardan tasarruf olmaz” yaklaşımı düstur bellenecek olursa, toplumun ve devletlûların bilincine içkin olan bu bakışa göre en azından “itibar sorunu” sırra kadem basar ya… Neyse… Hamasi söylemlerle öğretmenliğe övgüler düzmek, öğretmenin sırtını kaşımak varken, gerçek sorunlara değinmenin, hakikati dile getirmenin ne önemi var ki…

12 Mart 2013

"FELSEFENİN GÖÇMEN KUŞU"NU HATIRLIYOR MUSUNUZ?


“Felsefenin Göçmen Kuşu”nu                   Hatırlıyor Musunuz?

Atalay Girgin*

Sizi bilmem ama, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) unuttu onu.  Sekiz yıldır, YÖK’ün takvimine girip girmediğine ilişkin ise hiçbir emare yok. Başta İstanbul Üniversitesi olmak üzere, üniversitelerin hiçbirinden ses çıkmadı bunca yıl. Peki; bunca kurum anımsamazken, öğretmenler hatırlar mı, “Felsefenin göçmen kuşu”nu?

Hayır! “Kuş” deyince, felsefeyle ilgilenen birçok kişinin aklında beliriveren “Minerva’nın baykuşu” değil sözünü ettiğim. Derler ki, “Minerva’nın baykuşu” gün kararıp, akşam olunca başlar uçuşuna. “Felsefenin Göçmen Kuşu”1 ise “Güneşle” seslenir. Günışığı altında yazar ki, “Güneşle”deki yazılarının ortak özelliği de, kendi deyişiyle, “günün yalnızca güneşli saatlerinde yazılmış olmalarıdır”.

“Güneşle” sözünü okur okumaz, ilgilileri hatırlamış olmalı. Ama ben yine de bilmeyenler ve hatırlayamayanlar için yazayım, kimden söz ettiğimi, “Felsefenin Göçmen Kuşu”nun kim olduğunu…

Felsefenin Göçmen Kuşu” sözü ne denli kendisine yakışsa, ne denli onu anımsatıveren bir imge olsa da o bir insandı. O bir beyefendi… O üretken bir düşünürdü; üretken bir filozof. “Kalamış’taki evinin önünden son kez havalan”ışının üzerinden sekiz yıl geçti. Adının önüne hiçbir titri, hiçbir sıfatı ve statüyü iliştirmeye gerek yok. Çünkü adı dışında her sıfat, her statü ona ilinek olmaktan öte bir değer taşımaz. Onun adı, hâlâ Nermi Uygur’dur. O, birçokları gibi sıfatlar ve statülerle değerlenen değil, aksine kendisine iliştirilen sıfat ve statülere değer katandı.

Son kez kanatlarını açıp havalanışının ardından, geçen zaman içinde, hakkında ve düşünceleri üzerinde kapsamlı çalışmalar2 yapıldığına dair, günışığına kavuşmuş herhangi bir emare yok ne yazık ki. Kimileri, “Bekleyin! Daha erken. Önümüzdeki yıllarda felsefe bölümleri, yüksek lisans ve doktora tezleriyle bu eksikliği giderir” deyip geçse de, günümüzde bunu beklemeyenler de var. İyi ki var!

Sözcelem Felsefe - Edebiyat Dergisi de bu beklemeyenlerden. Sanki, artık hatırlamayanlara hatırlatmak, unutanlara yeniden anımsatmak istercesine, Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi 3. sayısında,  “Felsefenin Göçmen Kuşu” adını taşıyan bir “Nermi Uygur dosyası”yla çıkmış okurun karşısına.

Uygur’un aramızdan ayrılışının onuncu, yirminci ya da yuvarlak rakamlı bilmem kaçıncı yıldönümüne ertelememişler, onu anmayı ve başkalarına da anımsatmayı. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyelerinden felsefeci H. Haluk Erdem ve Çukurova Üniversitesi öğretim üyelerinden felsefeci Mustafa Günay’ın da katkılarıyla oluşturdukları dosyayla, Nermi Uygur’u unutmadıklarını ve hatırlatmak istediklerini göstermişler.

Sizce de 1925 yılında doğan, ilkokul yıllarındaki lakabı “sorgucu”ya çıkan; şimdilerde fazlaca anımsayan olmasa da yaptığı çalışmalarla “1960’larda şöhreti Almanya, ABD, İngiltere, Fransa’ya ulaş”an; günümüzde birçoklarının diline pelesenk olan “çokkültürlülük” kavramını daha 1980 başlarında telaffuz edip, “Kültür Kuramı” adlı eserinde, eğitimin çokdilli, çokkültürlü olması gerektiğini ileri süren; anadilde eğitimin önemine vurgu yapan Nermi Uygur, anımsanmaya ve yeniden okunmaya değmez mi? Hele “Yaşama Felsefesi”, “Felsefenin Çağrısı” başta olmak üzere denemeleriyle…

Keza Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi de… Dergi alıp okuma alışkanlığınız olmasa bile, takdir edilmeye değmez mi?

Elbette sorum da sözümde, “Felsefe de neymiş ki, onun kuşuyla uğraşalım!” diyen kurumlara ve öğretmenlere değil. Onları kendi hallerine bırakmak gerek. Çünkü onlar, yaptıkları işte bile hükmünü sürdüren ve adlarını dahi bilmedikleri birilerinin felsefeleriyle yaşadıkların fark etmeden, felsefeye burun kıvıra kıvıra tamamlarlar ömrü hayatlarını. Ne var ki onlar geçip gitse de, hatırlayanlara ve hatırlamayanlara rağmen, kültür dünyasının rengarenk gökyüzünde süzülerek uçuşunu sürdürür, “Felsefenin göçmen kuşu”. Bazen, hafif bir kanat çırpışıyla, kitap evlerinin raflarında görünür ve her daim insanlığın yazılı hazineleri kütüphanelerde konaklar…


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com 
1 Serhan Yedig, 27.02.2005, Hürriyet Pazar.
2 Maltepe Üniversite’nin Nermi Uygur’un ölümünden bir yıl sonra yayımladığı “Yaza – Yaşaya; Nermi Uygur’un ardından” adlı derleme kitabı ve 2005 yılında düzenlediği toplantıyı da burada anmak gerek. 

21 Ağustos 2009

"Kürt Sorunu" Felsefecilerin de Sorunudur!

“Kürt sorunu” felsefecilerin de sorunudur!

Atalay GİRGİN*

Ahmet İnam’ın , Akşam gazetesinde, “Derin bir kök sorunun parçası olarak Kürt sorunu”1 başlıklı bir köşe yazısı yayımlandı. Daha başlığı okur okumaz sevindim. Yazının içeriğinde neler denilip denilmediğinden bağımsız bir duygulanım durumuydu bu. Çünkü bu sorun, çok yönlü ve çok boyutlu konumuyla Türkiye’de yaşayan her insan gibi, felsefecilerin de sorunuydu. Sayın İnam’ın bu yazıyla attığı adım, felsefeciler açısından ne denli geç kalmış bir adım olsa da önemliydi. Bundan dolayı, “Darısı diğer felsefecilerin başına! Umarım gerisi gelir” diye düşündüm. Ve yıllar önce, 2004 sonu - 2005 başında yazdığım bir makaleyi anımsadım :

Memurlaş(tırıl)an ‘felsefeci’ler

“Felsefeciden Memur, Memurdan ‘Felsefeci’ Yaratılan Türkiye’de Felsefenin Yeri” başlığını taşıyan bu yazıda, “Memurlaş(tırıl)an felsefeci, memurluğu sürecince, içerisinde yaşadığı toplumsal gerçekliğin sorunlarını genellikle ya görmezden gelir ya da kendi konumuna halel getirmeyecek türden, “etliye sütlüye” bulaşmayan yanıtlarla geçiştirir. Olup biten ya da yaşanan sorunları neliği (ve gerçekliği) açısından konu edinip, eleştirel bir biçimde sormaya, sorgulamaya, yanıtlar üretmeye yelten(e)mez. Örneğin : Türkiye sınırları içerisinde yaşanan ve onbinlerce insanın ölümüyle sonuçlanan ve halen varlığı devam eden ve devletin ileri gelen temsilcilerince de tanınması gerektiği söylenen “Kürt realitesi”ne ve bunun sorunlarına, çözüm yollarına ilişkin, toplumbilimcilerden iktisatçılara, siyaset bilimcilere dek farklı alanlardan birçok akademisyen olumlu ya da olumsuz görüş beyanında bulunmasına rağmen, iktidarın akademisinde yer alan felsefecilerden kayda değer açıklama ve çalışmalar yapılmamıştır. Ki bu, siyasal, toplumsal, kültürel, v.b boyutları olan bir sorundur. Bu noktada, kayda değer bir açıklama ya da çalışmanın yapılmamış olmasını, toplum felsefesi, kültür felsefesi, siyaset felsefesi alanlarında çalışma yapan felsefecilerin yokluğuna mı bağlamak gerek, yoksa bu alanlardaki ya da farklı alanlardaki felsefecilerin bu sorunu görmediklerine, bilmediklerine mi? Hangisi?

Elbette ki ikisi de değil. Bunun asıl nedeni, varolan felsefecilerin, nerdeyse genelinin memur ya da memurlaş(tırıl)mış felsefeciler oluşunda saklıdır; ve bunların da, kimin işgüderi olduklarını unutmadan, kendi konumlarının gereği olarak, neyi görüp görmeyeceklerini, neyi konu edinip edinmeyeceklerini bilerek davranmalarında... Ve bu bir giz değildir. Akıl ve bilinç, bir kez birilerinin ya da bir şeylerin ipoteğine verilmeye ya da hizmetine koşulmaya dursun, o andan itibaren, düşünce, söylem ve davranışların icazet sınırı da şekillenmeye başlar ki felsefeciler herkesten daha çok farkındadır bunun.”2 demiştim.

Çeyrek yüzyıl “dut yemiş bülbül”ler

“Kürt sorunu”, daha öncesi itibariyle 100 yılı geride bırakan bir sorun olmasına rağmen, konumuz açısından 1980’in ilk yarısının sonundan itibaren 1990 ve 2000’li yıllarda da toplumun can alıcı birincil gündemlerinden biriydi. Keza hâlâ başat önemini sürdürmektedir. Bu yıllar boyunca, iktidarın akademisinde akademinin iktidarıyla eylemeyi bir bilinç hali olarak içselleştiren felsefecilerin geneli, bu sorunla ilgili nerdeyse kayda değer hiçbir şey üretmemişler ve yapmamışlardır. Yapmaya yeltenenler de sağından solundan dolaşarak, “kaçak güreş”meyi seçmişlerdir. Sanki “Felsefenin görevi, adeta, feleğin dalgınlığı kargaşanın berisinde yol almamıza ses çıkarmadıkça bizi korumak ve bu kargaşaya dalmak zorunda kalır kalmaz da bizi terk etmektir”3 diyen Cioran’ı haklı kılmak istercesine, sorun toplumda tüm yakıcılığıyla varlığını sürdürürken “dut yemiş bülbül” misali susmuştur felsefecilerin, özellikle de iktidarın akademisindeki felsefecilerin geneli.

Bu dönemlerde dünyadaki değişik sorunlar üzerine yazanlar da olmuştur, Irak’taki savaşa ve orada ölen çocuklara ilişkin… Filistin’de Lübnan’da olup bitenlere dair yazanlar da… Keza siyaset ontolojisi açısından miadını dolduran, paradigması çoktan iflas etmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefi temelleri üzerine yazanlar da olmuştur. Ne var ki ne öncekiler ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘kuruluş’ döneminde siyasal ve ideolojik söylem anlamında veri olan, ancak değişen toplumsal, bölgesel ve dünya gerçekliği karşısında, artık, yalnızca birer dogmaya dönüşen resmi kabullerle, onun felsefi temellerinin izini sürüp ortaya koymaya çalışanlar, “Kürt sorunu”nu, bütünselliği bir yana, ne toplum felsefesi açısından, ne de siyaset felsefesi ve kültür felsefesi açısından ele almaya, sorup sorgulamaya yeltenmişlerdir.

Ötelerdeki sorunlarla ve felsefi teorik konularla uğraşmaktan gözlerinin önünde olup biten ve yaşanan “Kürt sorunu”na gelmeyi bir türlü başaramamışlardır; çünkü içerisinde yaşadıkları toplumu ve burada olup bitenleri görüp algılayamayacak denli ‘meşguldürler’. İşte Ahmet İnam’ın, tanınan, bilinen bir felsefeci olarak, tirajı 100 bini geçen bir gazetede ve dahası izleyememiş olsam da bir televizyonda adıyla sanıyla “Kürt sorunu”na ilişkin düşüncelerini dile getirmesi, önermelerinin belirlemelerinin içeriği bir yana, bunlardan dolayı da oldukça önemlidir (ki buna biraz sonra değineceğim).

Ancak bunlara rağmen, 1983 yılında yazıp söyledikleriyle ayrı tutulması ve saygıyla anılması gereken bir felsefecimiz var: Nermi Uygur. Onunla ilgili başlığı açmadan önce, burada da kullandığım için, bir nevi dipnot yerine, bu konuya, yani siyaset ontolojisine kısaca değinip geçeyim:

Siyaset Ontolojisine İlişkin ya da Siyaset Ontolojisi Nedir?

Bir çok kişi, daha önceleri de birkaç yazımda kavramsal olarak yer verdiğim “Siyaset ontolojisi”nin “ne” olduğunu merak ederek sorup öğrenmeye çalışırken, akademinin iktidarıyla hem de felsefe gibi bir alanda “skolastik” bir biçimde terbiye edilmiş bazıları da, sorup sorgulamak, düşünmek yerine, çok bilgiç bir edayla, “böyle bir şey yoktur” hükmünü veriyor. Her şeyi konu edinebilir, her şeyi sorgulayabilir olanlar, kendilerine sunulan kabulleri aynı rahatlıkla sorgulamaya ya da bu kabuller dışına çıkmaya yanaş(a)mıyorlar nedense.

Oysa siyaset ontolojisi, siyaset felsefesinin üzerinde yükselmesi gereken bir alandır. Yani siyaset felsefesinin ontik zeminidir, temelidir. Mevcut haliyle siyaset felsefesi, ontolojik olana bulaşmaksızın, temel kavramlar olarak belirlenen kavramlar ve bunlar arasındaki ilişkiler üzerine sorma, sorgulama, eleştirel akıl yürütmeler, çıkarımlar ortaya koymakla ilgilenen, dolayısıyla ontolojik olandan bağımsız bir biçimde siyaset epistemolojisi yapılmaktan öte geçmeyen bir alandır.

Bunun yanı sıra, bir de hem akademide hem de liselerde öğrencilere belletilen / belletilmeye çalışılan, “siyaset felsefesi olanı olması gereken açısından ele alır” diyen bir önerme var ki akıllara ziyandır. Çünkü bir şeyi, örneğin devleti, birilerinin “olması gereken açısından ele al”abilmesi için, öncesinde “olması gereken devlet”e ya da “ideal devlet”e, en azından düşsel düşünsel anlamda epistemolojik olarak sahip olması gerekir ki bu açıdan olanı değerlendirebilsin. Oysa böyle bir şey, eğer ki Platon’un 5040 kişilik “İdeal devleti” ya da Farabi’nin “El-Medinetü’l- Fazıla”sı ya da bunlar gibi ütopyalar kastedilmiyorsa, kimsenin elinde yoktur. Zaten “olması gereken”den kastedilen bunlarsa sonuç daha da vahimdir.

Bağımsız bir yazı konusu olan bu sorunu daha fazla uzatmadan ve şimdilik kısaca belirteyim : Siyaset ontolojisi, bütün siyasal yapıları konu edinen bir felsefe dalıdır. Siyaset ontolojisi, siyasal yapıları, toplumsal ve kültürel anlamıyla hem bir var olan hem de varolanlara katılan “yeni varolanlar” olarak, fiili ve potansiyel anlamda ortaya çıkışları, değişip dönüşmeleri, varlıktan gidişleri açısından sorup sorgulayan, eleştirel bir biçimde konu edinip araştıran, inceleyen ve bunun bilgisini ortaya koyan bir felsefe alanıdır. Siyaset felsefecisini, kavramların genelliği ardına saklanıp “İsa’ya da Musa’ya da” değmeyen, yaşadığı coğrafyaya göre “Muhammed’in” ise yakınından bile geçmeyen, genellik zırhına bürünmüş önermelerle vaziyeti idare etmekten kurtaracak ve “şu” diye gösterilen varlığa, daha doğrusu siyasal varlığa, yapıya ilişkin felsefi düşünce üretmeye yöneltecek olan bir felsefe dalıdır siyaset ontolojisi. Bu konu, yani siyaset felsefesinin ontolojik temeli, genelde felsefecilerin, özelde ise tüm siyaset felsefecilerinin problem edinmesi gereken bir konudur. Şimdilik bu kadar. Gelelim “Kürt sorunu” açısından Nermi Uygur’un önemine :

Çokkültürcü bir “Türk Felsefe”ci ve çokkültürlü eğitim

Nermi Uygur, kitaplarından bildiğim kadarıyla ki yanılıyorsam bilenler düzeltebilir, adıyla sanıyla “Kürt sorunu”na ilişkin bağımsız bir yazı kaleme almamıştır. Bundan dolayı, “Nermi Uygur’la “Kürt sorunu”nun ne ilişkisi var ki” diyen birileri, haklı olarak ortaya çıkabilir elbette. Ancak Uygur’un, erken denilebilecek bir dönemde, 1983 yılında ortaya koyduğu eğitim ve anadilde eğitime ilişkin yaklaşım ve anlayış, o tarih itibariyle bu sorunla dolaylı ama günümüz açısından ise doğrudan ilişkilidir. Çünkü günümüzde bile Uygur’un ifade ettiği açıklıkta sorunu ortaya koyup tartışanlar, parmakla gösterilecek kadar azdır. Ki bu yazıyı kaleme almamın vesilesi olan Ahmet İnam, ilgili yazısında bunun yakınından bile geçmiyor.

“Kürt sorunu”nun “açılım”dan çözüme yönelebilmesinde temel kabul noktasından sonra öne çıkan iki nirengi noktası vardır : Temel kabul noktası; bir arada yaşama iradesinin, tüm taraflarca gönüllülük koşullarında güvensizliğe ve kuşkuya yer bırakmayacak denli açıkça ortaya konulmasıdır. Ki taraflar, en azından taraflardan birinin önemli bir kesimi diyelim, daha başlangıç olan bu temel kabul noktasında olabildiğince güvenmez ve paranoyaya varacak denli kuşkucu, hesapçı ve yadsıyıcı davranmaktadır. Diğer tarafın bu konudaki beyanlarını bile dikkate almaya yanaşmayan ve uzlaşı bir yana, diyaloga bile kapalı bir tavır sergilemektedir. Bu açıdan bakıldığında “açılım” daha “toplumsal mutabakat” bir yana egemen “siyasal mutabakat” arayışı aşamasında bile kadüktür ve temel kabul noktasına bile erişememiştir. Bu çift yönlü güvensizlik ve çok aktörlü arayış ortamında da “açılım”dan asli ve kalıcı bir çözüme erişmek, mucize kabilinden bir hayaldir. Ancak konumuz bağlamında bizi ilgilendiren şudur : Buna, yani temel kabule erişmeye bağlı olarak başat öneme sahip iki nirengi noktasından biri “anayasal vatandaşlık / yurttaşlık”, diğeri ise eğitim, anadilde eğitimdir. Bunları taçlandıracak adım ise genel bir “siyasal af”tır.

İşte Nermi Uygur’u diğer felsefecilerden ayrı tutmaya neden olan ve hem son çeyrek yüzyılın hem de günümüzün sıcak gündem maddesi “Kürt sorunu”na bağlayan da budur. Yani eğitim, çokkültürlü, çokdilli, anadilde eğitim.

Nermi Uygur, o yıllarda, yani günümüzden çeyrek yüzyıl önce, “çokkültürlü, çokdilli, anadilde eğitimi” öneren ilk, belki de tek “Türk felsefe”cidir. Felsefi düşüncenin ve bilginin genelliği prensibini dikkate almayan ya da bu konuda unutuveren birileri, “Uygur, eğitime ilişkin bu öneriyi başka bir yerde başka bir bağlamda yapmıştı” gibi bir itirazda bulunabilir. Ancak bunun herhangi bir hükmü yoktur. Çünkü Uygur’u bu öneriye ulaştıran temel hareket noktası şudur : Tarihsel ve toplumsal anlamda veri olan “tüm yeryüzünü kuşatan çokkültürlülük”4 gerçekliği.

“Çokkültürlü, çokdilli eğitim” önerisini bu gerçeklik üzerine bina eder Uygur. Ve der ki, “çokkültürlü eğitimbilim o saygıdeğer, geleneksel tekkültürlü eğitimbilimin yerini almalıdır.” Ona göre, “Çokkültürlü eğitimbilimin en önemli kesiti dildir, her şeyden önce anadil ile yabancı dil”. Uygur, “Anadil sorunu yeni eğitimbilimde ilk yeri işgal eder” diye yazar. Nedenini ise şöyle açıklar : Hiçbir kültür gücü, önemce, insanın anadilini öğrenmesiyle, anadilde gelişip serpilmesiyle, anadilde gelişmesiyle aynı düzeye konamaz.

Bu konuyu, yani Uygur’un eğitim anlayışını, “Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitapta da ele aldığım için daha fazla uzatmayıp burada keseceğim. Ancak Uygur’un bu görüşlerinin yer aldığı bildiriyi sunduğu tarih 1983’tür. Bu bildirinin de içerisinde yer aldığı “Kültür Kuramı”nın ilk yayımlanış tarihi ise 1984. Bundan dolayı, “Kürt sorunu” üzerine düşünce beyan etmeye girişen ve bunu bütünselliği içerisinde değerlendirip enine boyuna ele almaya yeltenen, diğer alanlardan gelen görüş sahipleri bir yana, hiçbir felsefecinin Uygur’u anmadan geçmeye hakkı yoktur. Özellikle eğitim konusunda da Uygur’dan daha geri düşmeye… Çünkü Uygur ve söyledikleri, felsefeciler açısından bir eşiktir, geri dönülmemesi gereken bir eşik...

Ahmet İnam’ın “Kürt sorunu”na yaklaşımı

“Kürt sorunu”, Türkiye toplumsal yaşamının, tarihsel ve güncel anlamıyla, yaşana gelen ve yaşanmakta olan somut bir sorunudur. Ahmet İnam, söz konusu yazısında, bu sorunu, bir “KÖK SORUN”, hatta “derin bir kök sorunun parçası” olarak belirliyor. Bu belirleme, doğru ya da yanlış, uygun ya da değil dersiniz, kabul edersiniz ya da kabul etmezsiniz ama, özgün bir yaklaşımdır, en azından nev-i şahsına münhasır bir yaklaşım.. “Bir ülkenin kök sorunu o ülkenin tarihinde bulunan, toplumsal bilinç dışının içine yerleşmiş, onu sürekli tedirgin eden sorunlara verdiğim bir addır.” diyen İnam, “Onu anlayabilmek, teşhis edebilmek, yorumlayabilmek; sorun derinlerde ve çok boyutlu olduğu için; sosyal bilimlerin, ekonominin, siyasal bilimlerin, terör bilimlerinin, kültür bilimlerinin, toplumsal psikiyatrinin, tarih biliminin ve felsefenin ışığını gerektirir.” tespitini yapıyor.

Konu edinilen şeye ilişkin düşünce ve bilgi üretmeye yönelebilmek açısından adlandırmak önemlidir. Çünkü adlandırmak, adlandıran için bir varolanı, varolanların sonsuz ve sınırsızlığı içinden alıp onu bilginin ve buna bağlı olarak da değerin ve eylemin konusu olan nesneler evrenine katmaktır; yani bir başka deyişle özneliğin, özneleşmenin göstergesidir. Ancak adlandırmak önemli olsa da yeterli değildir. Bundan dolayı, adlandırmadan tanımlamaya, belirlemeye doğru yönelmek ve o şeyi neliği ve gerçekliği temelinde, olabildiğince bütünsel olarak kavrayıp anlamaya ve yorumlayıp anlamlandırmaya geçebilmek gerekir. Nelik ve gerçeklik ilişkisi, genel ve özel bağlamında “şu” diye gösterilenle bağ kurulabilmesini de gerektirir. Çünkü etik ve/ya estetik boyutuyla değer “şu” diye gösterilebilen(ler)in bilgisi temelinde olanaklıdır ki genel ve özel bağlamında ortaya konan her bilgi şu ya da bu ölçüde davranışı koşullayan bir değer barındırır içinde, açık ya da gizil bir biçimde.

İnam’ın yazdıklarını genel ve özel bağlamında ele aldığımızda şunu fark ediyoruz : İnam, adlandırmadan hareketle belirlemesini yaptıktan sonra, bir “kök sorun”un parçası olarak nitelediği “Kürt sorunu”nu neliği ve gerçekliği temelinde “anlayabilmek, teşhis edebilmek, yorumlayabilmek” için, “sosyal bilimlerin, ekonominin, siyasal bilimlerin, terör bilimlerinin, kültür bilimlerinin, toplumsal psikiyatrinin, tarih biliminin ve felsefenin ışığını”n gerekli olduğunu yazıyor.

Toplumsal psikiyatri alanında bu soruna ilişkin kapsamlı çalışmalar yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Ancak İnam’ın belirttiği bilim alanlarının genelinde bazen bireysel düzeyde, bazen sponsor olan çeşitli sivil kuruluşlarca farklı gruplara yaptırılan ve genellikle akademisyenlerin denetiminde çalışmalar ortaya kondu. Ama felsefe hariç… Yapılmış olan çalışmaları eksik, taraflı ya da peşinen kabul edilen bir önermeyi, varsayımı doğrulamaya dönük olarak elde ettiği verileri yorumlamıştır diyerek eleştirmek mümkün olabilir elbette. Bu ayrı bir şeydir. Bunu paranteze aldığımızda, birçok bilim alanında hem de akademik düzeyde, soruna, karınca kararınca ışık tutan ya da ışık tutmaya çalışan araştırmalar yapıldığını söylemek gerekir.

Eksik olan “felsefenin ışığı”dır. Bu ışığı sorunun üzerine yöneltmesi ve düşürmesi gerekenler ise felsefecilerdir. Elbette ki bu da, düşe yatarak ya da kukumav kuşları gibi salt kendi kendine düşünerek gerçekleşmez. Diğer alanlarda ortaya konan hem kuramsal yaklaşım ve bilgilerin hem de araştırma sonucu elde edilen ampirik verilerin değerlendirilmesi ve bunların olabildiğince bütünsel bir biçimde çok yönlü ve çok boyutlu olarak, nelik ve gerçeklik bağlantısı yitirilmeksizin kavranıp anlaşılabilmesi ve yeniden anlamlandırılmasıyla olanaklıdır. Bu anlamda aslında felsefecilerin sorunu kavrayıp anlamlandırabilmeleri ve çözümler üretebilmeleri açısından, neredeyse tüm veriler mevcuttur, hazırdır. Eksik olan, hazır olmayan ise, ne yazık ki felsefecilerdir. (Bunun nedenlerini “Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabın içerisinde yer alan “Felsefeciden memur, memurdan ‘felsefeci’ yaratılan Türkiye’de felsefenin yeri” başlıklı makalede belirtim. Tekrar etmeyeceğim.)

İşte bu noktada, eksik ya da fazla, doğru ya da yanlış, uygun ya da değil, ne denirse densin, Sayın İnam bir adım atmıştır. Sorunun değişik yönlerine dikkat çekmeye çalışmış ve “sığ, ucuz, kolay, geçici, kandırıcı sözde çözümler”e yönelmemek gerektiğini belirtmiştir. “Bu sorun yumağının içindeki insanlar kendi yandaşlarına da karşıda düşman gördüklerine de tam güven duymamaktadır.” diyerek “güven”, “güvensizlik” olgusuna dikkat çekmiştir ki bu daha somut yaşamsal sorunların yanında hafif kalsa da en küçük bir olumsuzlukta “ötekileştirme”yi körükleyen, ayrımcılığı tetikleyen ve besleyen önemli bir duygusal unsurdur. Kendi deneyimlerimden bildiğim için rahatlıkla söyleyip yazabiliyorum : Türk öğrencilerin yoğun olduğu okullarda ve sınıflarda, Kürt öğrencilerin ötelenmesine, dışlanmasına engel olmak istediğinde hemen “PKK”lı olarak etiketlenirken; Kürt öğrencilerin yoğun olduğu okullarda, Türk öğrencilerin ötelenip dışlanmasına engel olmaya çalıştığında da “Türk öğretmen”, “Türk milliyetçisi öğretmen” olarak damgalanmaktan kurtulamıyorsun. Oysa her iki okulda da yaklaşımın ilkesel ve etik ama güvensizlikle beslenen ötekini algılamanın ve anlamlandırmanın bir bilinç hali olarak insanlara içselleştiği yerde bunun her hangi bir hükmü yok oradaki insanlar için. Bundan dolayı, İnam’ın dikkat çektiği ve “duygusal hazırlık yapmak gerekir” dediği “güven”, “güvensizlik” olgusu, üzerinden atlanıp geçilemeyecek denli önemlidir.

Ancak İnam, ortada duran ve acilen çözüm bekleyen onca yaşamsal soruna rağmen, “Bunun için insanımızın ekonomik sıkıntısını giderip, geleceğe umutla bakabileceği güven ortamını ne denli zor olsa da adım adım sağlamak gerekiyor.” diyerek, sorunun çözümünü geleceğe erteliyor. Oysa sorun hem dünün hem şimdinin sorunu, dündeki ‘çözüm’ denilenlerin çözümsüzlüğü ve dolayısıyla sorunu süreklileştirdikleri bariz bir biçimde açığa çıktı. Dolayısıyla şimdinin toplumsal ve yaşamsal sorununa gelecekte değil, şimdi çözüm üretme ve uygulama iradesini ortaya koymak gerek. Ancak İnam, kendi sözleriyle “acil çözüm bekleyen somut, yaşamla ilgili sorunların” olduğunu bilmesine rağmen, buna yanaşmıyor. Neden?

Elbette bunun felsefeci İnam açısından temel bir nedeni var. İnam bu yazıya konu olan yazısından kısa bir süre önce, “Felsefe soyut düşüncelerle uğraşır ama yaşamın somut sorunlarına yanıt vermez.”5 diye yazmıştı. Felsefenin, “yaşamın somut sorunlarına yanıt verme”yeceği kabulünden hareket eden ya da felsefeyi böyle değerlendiren İnam’dan bu konuda bir öneri beklemenin de hükmü yoktur. Cioran’ı anımsamamak ne mümkün…

İnam, “felsefenin ışığını”, toplumsal ve yaşamsal öneme sahip “Kürt sorunu”na ilişkin çözümsel öneriler üretmeye yöneltmiyor. Ama uzun zamandır unutulan ya da dillendirilmeyen bir noktanın altını çiziyor, bir anlamda binlerce yıl öncesinden süzülüp gelen değer ve değerler alanına işaret ediyor : Anadolu. Bundan dolayı, sorun, “Anadolu'da gönlünü yaşayabilecek, kendini gerçekleştirebilecek insanın sorunudur. Anadolu sorunudur. Anadolu insanının sorunudur.” diyor.

Neredeyse her kesimden insanın, güncele ve görünene endeksli düşündüğü, inşa edilmiş siyasal ve ideolojik kimlikler üzerinden yaklaştığı bir dönemde İnam, üzerinde binlerce yıldan beri yaşanan, değerler üretilen ve bunlarla nesilden nesile yeni kuşakların etkilendiği, biçimlendirildiği bir alanı hem kültürel hem de düşünsel zenginliği anlamında dünden şimdiye ve yarına taşıyabilirlik açısından soruna bağlıyor. Ve diyor ki , “Anadolu insanının gönlünün olanca zenginliği ile inşa edebileceği, üstünde insan olma onuru ve sevinci duyulabilir Anadolu toprakları oluşturma projesinin yılmaz savunucuları olmak için düşünce üretmeliyiz.”
Bu toz duman içinde ve acil çözüm bekleyen yaşamsal sorunlar ortamında ne denli dikkate alınır bilemiyorum. Ama kulağa hoş geliyor : Üstünde insan olma onuru ve sevinci duyulabilir Anadolu toprakları oluşturma projesinin yılmaz savunucuları olmak6

Son söz : Bu türden ve şimdilik salt düşünsel projelerin yanı sıra, felsefecilerin, “Kürt sorunu”nun çözümüne “felsefenin ışığını” düşürebilmesi gerek… Uygur’u unutmadan ve İnam’ın attığı adımın devamını getirip onu da aşarak… Çünkü “Kürt sorunu” felsefecilerin de sorunudur. Ama emekliliği garantiledikten sonra ya da kendini garantiye aldıktan sonra sorun edinecekleri bir sorun hiç değildir. Tüm toplumsal sorunlar gibi…

· Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Akşam Gazetesi, 6/8/2009, http://www.aksam.com.tr/2009/08/18/yazar/13800/ahmet_inam/.
2 Atalay Girgin, Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla, sy 112, Algıyayın, Nisan 2009.
3 E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, sy, 50, Metis yayınları, Ocak 2000.
4 Nermi Uygur, Kültür Kuramı, sy. 28, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 1996. Şu andan itibaren tırnak işareti içerisinde ve iki noktadan sonra Uygur’a atfedilen tüm sözler bu kitabın “Dil, Kültür ve Eğitim” başlıklı makaleden alıntıdır.
5 Ahmet İnam, , Felsefede mizah mizahta felsefe, Akşam Gazetesi, 23.7.2009, http://www.aksam.com.tr/2009/08/18/yazar/13620/ahmet_inam/
6 Bu yazı, Ahmet İnam’la bir polemik ya da tartışma kaygısıyla yazılmadı. Böyle bir şey yapılamayacağı için değil. Aksine bu yapılabilirdi, sorgulayıcı, eleştirel, hatta yadsıyıcı bir yaklaşım da sergilenebilirdi. Sayın İnam da eleştirel bir değerlendirmeyi felsefenin neliği gereği, olgunlukla karşılardı ki bundan kuşkum da yok. Ancak baştan beri belirttiğim gibi, felsefecilerin özelde “Kürt sorunu” genelde ise tüm toplumsal sorunlar karşısında susmamaları ve bunları kendilerine konu edinip, düşünceler üretmeye yönelebilmelerini hem kendileri hem de felsefe açısından önemli ve gerekli gördüğüm için şimdilik yalnızca belirlemelerle yetindim.

06 Mayıs 2008

Anadil yasağı ve bir "Türk Felsefe"ci

Anadil yasağı ve bir “Türk felsefeci”
Atalay GİRGİN

Anadili, her insan yavrusuna varolanlar evreninin kapısını açan bir anahtardır. Her çocuk bu anahtarı kullandıkça tanır ve anlamlandırır kendinden başlayarak evreni…

Anadili konuşma yasağı ise “ötekileştirileni” tahakküm altına alma ve tabî kılma isteğinin dışsallaştırılmasıdır. Egemen ya da kurucu bir etnik unsur temelinde, siyasal ve ideolojik olarak “ulus” inşa etmeye yönelik her uygulamanın vazgeçilmezidir bu.

İnşa edilen her şey gibi, “ulus” da dışsal ya da içsel etkenler ve gelişmelerle tasfiye edilebilir. Ortadan kalkabilir. Değişip dönüşebilir. Ancak hiçbir egemen güç, ulus-devlet döneminin öğrenilmişlikten alışkanlığa dönüşüp içselleşen refleksiyle, bu değişime ve tasfiyeye izin vermek istemez. Kendi varlık koşullarının yok olmasına seyirci kalmaz. Doğruluğuna ve yanlışlığına bakmaksızın, varlık koşullarını savunma tedbirlerini almaya yönelir.

Oysa bu, aynı zamanda, tehdit olarak görülüp “ötekileştirilene” ve onun varoluşuna karşı yöneltilen bir saldırıdır da. Her toplumun çokkültürlü oluşu gerçekliğinin hakikâtini paranteze alıp onu tektipleştirme girişimidir.

Ulus-devletlerin ortaya çıkışından bugüne uygulanmasına rağmen, egemenleri nihai başarıya ulaştırmayan tektipleştirme politikaları, son zamanlarda, Avrupa’nın bazı ülkelerinde yeniden sahneye konulmaktadır. Avrupa’da, özellikle toplumun nüfus yapısında ve bileşiminde görmezden gelinemeyecek düzeyde değişimin yaşandığı ülkelerden ikisi bu politik girişimin başını çekmektedir. Bunlardan birisi Almanya’dır. Diğeri ise Hollanda... Her iki ülkede de toplum çokkültürlü ve çokdillidir. Gerçekliğin bu hakikâtine rağmen, hem Almanya’da hem de Hollanda’da, okullarda anadilinde konuşma yasağı getirilmiştir çocuklara. Artık bu ülkelerde, farklı etnik kökene sahip çocuklar, kendi anadillerini konuşamayacaklardır okullarda. Yani Türkçe yasaktır; Kürtçe yasaktır... Elbette diğerleri de...

Ancak ne Türkçe’nin ne de Kürtçe’nin okullarda yasaklanmasına karşı kayda değer bir tepkinin esamesi yok görünürde. Hangi etnik kökenden olursa olsun “milliyetçilik”te üzerine toz kondurtmayanlardan, “insan hakları” hassasiyetine sarılanlara dek ne bir ses var ne bir nefes... Aksine, sükutu ikrar ile tam bir riya hali hükmünü sürdüren... Tıpkı anadilinde konuşma yasağı kararı alan Almanya ve Hollanda egemenlerinin tutumu gibi...
Oysa bu yasaktan yirmi üç yıl öncesi de vardı. Kürt çocukların anadillerinde konuşmaları yasaktı hala. Aziz Nesin, “Bulgaristan’da Türk, Türkiye’de Kürt Yoktur” diye yazmamıştı daha. Önce Almanya’da, ardından Hollanda’daki okullarda, çocuklara anadillerinde konuşma yasağı da getirilmemişti daha. Açıkça telaffuz edilen bir yasak yoktu Avrupa’da anadile ilişkin.

Yirmi üç yıl önce Almanya’da, tarih 1983’ü gösterirken, Würzburg Üniversitesi’nin konferans salonunda bir “Türk Felsefeci” konuşuyordu kürsüden. “Dil, Kültür ve Eğitim : Çağdaş Batı Avrupa’daki Çokkültürlülük Üzerinde Bir Derinleşme”1 başlıklı tebliğini sunuyordu O. Tartışmalı bir konferanstı bu, Avrupa’nın diğer ülkelerinden de katılımcıların yer aldığı...

O, kendine özgü düşünüş ve söyleyiş biçimiyle, “İnsanın anadilini öğrenmesi, kültür edinmesinden başka bir şey değildir” diyerek sesleniyordu, konferans salonundaki katılımcılara. Benimsediği fenomenolojik ve betimsel yöntemiyle aktardığı gözlemlerinin üzerine bina ediyordu, gerçekliğin şu hakikâtini : Tekdilli tekkültür yok Avrupa’da. “Tek kültür, tek dil” çığlığı çağdaş Avrupa’nın geleneğine aykırı düşer.

Ne var ki hakikât, o gün de bu gün de, kendi ülkesinde bile, egemenlerin çıkarlarına denk düştüğü oranda değerliydi. “Tek kültür, tek dil” çığlıklarının da duyulduğu Avrupa bundan arî olabilir miydi ki... Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Avrupa’da da bazen iktidarlar, bazen farklı iktidar odakları, gerçekliğin hakikâtini de kimi hakları da, kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece savunurlardı. Ve bu, tüm devletlerin, dahası açık ya da gizli, hükmü meri olan tüm resmi ideolojilerin, karakteristik özelliğiydi. Keza iktidar mücadelesi yürütenlerinin de...

Bir felsefeci için ise, gerçekliğin hakikâti değerine haiz algılanan ve telaffuz edilen her bilgi değer üretir. Etik ya da estetik boyutuyla davranışa dönüşmesi gereken.

İşte O da, önerileriyle buna uygun bir davranış sergiliyordu o gün. Günümüzde eğitimin çokkültürlü, çokdilli olması gerektiğini belirtip, “Çokkültürlü eğitimbilim o saygıdeğer tekkültürlü eğitimbilimin yerini almalıdır” diyordu. O’na göre, “anadil sorunu yeni eğitimbilimde ilk yeri işgal” etmesi gereken bir öneme sahipti. Çünkü “Hiçbir kültür gücü, önemce, insanın anadilini öğrenmesiyle, anadilde gelişip serpilmesiyle, anadille gelişmesiyle aynı düzeye konamaz”dı.

O’nun günümüzde anadilsiz eğitimi düşünmediği koşullarda, şimdi okullarda anadillerinde konuşmaları bile yasak çocukların. O, kendi ülkesinde Kürt çocuklara uygulanan anadil yasağına tanıklık etmişti. Ama bugünkü anadil yasağını göremedi. Çünkü O bir yıl önce, Şubat’ın son günlerinde ayrıldı aramızdan. O’nun adı Nermi Uygur’du.

Çokkültürlülüğün gereklerinin, anadil başta olmak üzere eğitimde uygulanması gerektiğini savunan ve çokkültürcü bir tutum sergileyen Nermi Uygur’u anmak yetmez. Keza anadili yasaklarını kınamak da yetmez. Her bir insan, düşünmeli ve düşündürtmeli çocuklara : Anadillerinden ne ister egemenler çocukların? Neden yasaklarlar anadillerinde konuşmalarını ve eğitim yapmalarını? Düşünün ve unutmayın Nermi Amcanızı çocuklar!... Şubat 20062
1 Nermi Uygur, Kültür Kuramı içinde, Yapı Kredi Yayınları 1996.
2 Bu makale, Mermi Uygur’un birinci ölüm yıl dönümü için yazılmıştır.