Mehdi ve Mesih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehdi ve Mesih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mayıs 2015

Atalay Girgin'le Söyleşi

Atalay Girgin’le Söyleşi

Başbakanın Günlüğünden Sayfalar

A.GALİP’in Atalay Girgin’le Yaptığı ve Aydınlık Kitap’ta Yayınlanan Söyleyişi

2011 yılında ilk serisini yayınlayan Atalay Girgin dördüncü romanıyla karşımızda. Kemeutopya denilen bir gezegenin Lağımpaşa, Ambarya gibi semtlerinde yaşayan küçük, kuyruklu, sevimli yaratıkların kıyasıya iktidar savaşları anlatılıyor.

Romanlarda çizilen fantastik atmosfer şaşkınlık yaratacak bir
biçimde günümüzle paralellik gösteriyor. Ortalıkta uçuşan günlükler, ses kayıtları için bir öngörü mü yoksa sanatçı imgelemi mi demek gerektiğini okuyuculara bırakıyorum.
Aşağıda Atalay Girgin’le sanatçı, gündelik hayat ve politik ilgi konusunda yaptığım bir söyleşiyi sunuyorum.

    A. Galip - “Kıranlar Kırılanlar Zamanı” yayınlanan 4. romanınız. Önce, ilk üç romanınızdan, “Mehdi ve Mesih”, “Lağımpaşalı” ve “Başbakanın Günlüğü”nden söz etmek istiyorum. Kemeutopya dediğin bir “coğrafya”da yaşanan son derece tanıdık bir serüven. Aslında her biri bağımsız da okunabilecek romanlar. Aynı coğrafyada geçtiği için genişleyerek devam eden bir nehir roman olarak da değerlendirebilir miyiz?

   A.  Girgin - “Kemeutopya” bir kurgu gezegen ve o gezegendeki ülkeler, kişi ve olaylar da düşseldir. Kemeutopya başta olmak üzere, romanların evreninde var olan ülkelerin, kişilerden bazılarının yeni olaylarda boy göstermeye devam etmeleri, Kemeutopyalılar roman dizisinin bir nehir roman olarak değerlendirilebilmesine kapı aralamaktadır. Ancak, her biri bağımsız olarak da ele alınıp değerlendirilebilir. 
  
  Örneğin; dizinin ilk romanı olan “Mehdi ve Mesih”te, kendisinin Mehdi olduğuna inanan bir anti-kahramanın çevresinde kurgulanıp anlatılıyor olaylar ve kişiler. Doğrudan açıkça söylenmese de her kutsalın ve kutsallaştırılan herkesin ve her şeyin ardın bir mutfak olduğu sergileniyor. 
“  Lağımpaşalı”da ise, iktidarı kendi çıkarları için isteyen, her geçen gün tescilli bir yalancı haline gelen bir politikacının öyküsü anlatılıyor. Toplumun ve kendini seçenlerin kutsal değerlerini kendi amacı için hiç tereddüt bile etmeden harcayışı… İktidarı bir zenginleşme aracı haline getirişi…

  “Başbakanın Günlüğü”nde ise, seçim zaferi sonrası Lağımpaşalı’nın kendinden geçişi sergileniyor. Kendini her şeyin hakimi sanırken, günlüğünün çalınıverişi… En mahrem yaşantılarının olduğu özel odalarında görüntü ve ses aktarıcı mikro cihazların bulunduğunu… Ve bunların çevresinde kurgulanan olay ve kişiler…

Kıranlar Kırılanlar Zamanı” ise toplumun önemli bir kesiminin haysiyet isyanıyla ayağa kalkışını, işaret edilmeyi bekleyen “Mehdi”nin yaşadığı hayal kırıklığı ve kızgınlığı eşliğinde savruluşunu aktarıyor. Mehdi’nin, efendisi Yoseuf’un sözleriyle “Kendi sözlerinin büyüsüne kapılışı”… Ve Başbakanın Mehdi’yle Mehdi’nin Başbakanla kavgası…

A. Galip- Son derece tanıdık bir serüven. Biraz bu romanları esinlendiren olaylardan söz edebilir misin?

Romanlardaki serüvenlerin tanıdık gelmesinin öncelikle iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi her yazarın, çağının çocuğu olmasıdır. İkincisi de okurun, yazarla aynı toplumsal, siyasal zaman ve mekân koşullarında yaşamasına bağlı olarak, anlatıda var olanları çağrışımsal düzeyde gerçeklikle bağlamaya, ilişkiler kurmaya yönelen anlamlandırma ve değerlendirmeleridir.

Ancak eser ortaya çıktığı zaman ve mekân koşullarından uzaklaştıkça, okur da yazar ve eserle aynı koşulları paylaşmaktan uzaklaştıkça anlatılanların “tanıdık bir serüven” olma niteliği giderek ortadan kalkar.
Örneğin; G. Orwell’in hem “Hayvan Çiftliği” hem de “1984” adlı romanlarının ilk yayımlandıkları yıllarda okurda yarattığı çağrışımsal “tanıdıklık” etkisiyle, günümüzdeki okurda yarattığı “tanıdıklık” etkisi aynı değildir.



Çünkü zaman ve mekânın değişimine, aradan geçen yıllarla birlikte ortaya çıkan yeni okurlara bağlı olarak bu etki sürekli azalmıştır. Dolayısıyla kitaplarımdaki “tanıdık bir serüven” etkisi, yazarın, eserin ve okurun aynı zaman ve mekân koşullarında yaşıyor olmasından, benzer olaylara tanıklık ediyor olmasından kaynaklanmaktadır.

Malzeme devşirmekten tarihsel romana

A. Galip- Bir romancının tarih ve güncellikle nasıl bir   ilişkisi vardır?

Her romancı, her insan gibi, belli bir toplumsal tarihsel  çevrede yaşar. Yaşadığı zaman diliminde olup bitenler, tanıklıkları onun şimdisidir, güncelidir. Güncelde olup bitenler karşısında bazen sevinir, üzülür; bazen öfkelenir, taraf olur; duygu ve düşünceleriyle onların içinde ya da kenarında yer alır. Severken, aşık olurken, sevgilisinden ayrılırken, vb. Çünkü ‘şimdi’, her türlü eylemin ve etkinin yegane zaman dilimidir. Bu etki kimi yazarlarda kendine kaçışa, salt bireysel olana yönelişe neden olur. İçerisinde yaşadığı toplum ve dünya derinden bir alt üst oluş yaşarken, bilinen ya da bilinmeyen bir dizi nedenle bunları görmezlikten gelir. Kimileri ise küçücük bir olaydan, küçücük bir tanıklıktan bile, insana ve insanlık durumlarına ilişkin bambaşka bakışlara, değerlendirmelere uzanır. Düşsel ve düşünsel olarak bunlara işaret eden, bunları göstermeye algılatmaya çalışan yapıtlar üretir.

Romancıların tarihle ilişkisinde de çok fazla neden rol oynayabilir. Bunların başında siyasal ve ideolojik bakış açısını dikkate almak gerek. Kim neyi neden, niçin ve nasıl göstermek istiyorsa, yaptığından ne umuyor ya da bekliyorsa ona göre bir ilişki kuracak ve anlamlandırıp sunacaktır. Örneğin; bazıları “tarihsel roman”la kendi siyasal ve ideolojik anlayışına malzeme devşirip sunmaya çalışırken, kimileri neyin nasıl olmadığını göstermeye yeltenecek; bir başkası “pir uçmaz mürit uçurur” anlayışıyla kalem oynatacaktır. Kimileri de gelecek kaygısının toplumu sardığı, geçmişten
beslenmenin, geçmiş övgüsünün revaçta olduğu koşullarda “tarihsel roman” yazmayı bir gelir kapısı olarak değerlendirebilecektir.

Dolayısıyla her romancının tarih ve güncellikle ilişkisi     çok farklı açılardan değerlendirilebilir ve bu anlamda      “Nasıl?” sorusunun tek bir yanıtı yoktur. Ancak     her romancının tarihle ilişki söz konusu olduğunda,     bir tarih felsefesiyle hareket etmesi gerekir, diye düşünüyorum.

A. Galip - Genelde edebiyatın özelde ise romanın ne gibi
bir politik gücünden söz edilebilir veya böyle gücü var
mıdır?



Politik romanlar yazan biri olarak bu soruya “Evet! Vardır” demem beklenebilir. Ancak hem edebiyatın neliğini hem de yaşanan toplumsal siyasal gerçekliği düşündüğümde yanıtım şudur: Genelde edebiyatın, özelde ise romanın, anda gerçekleşen, anda etkisini gösteren politik bir gücü yoktur. İster az satar olsun, isterse çok satar olsun, tek başına hiçbir roman politik olarak okurlarını bir taraftan bir başka tarafa yöneltmeye kadir değildir. Bir edebiyat yapıtından da bunu beklemek doğru değildir. Çünkü bir roman en iyi ihtimalle, gösterdiği insan ve insanlık durumlarıyla okuru düşündüren, karşılaştığı durumlara ilişkin yeni ve farklı değerlendirme olanaklarına işaret edişiyle etkide bulunabilir. Bunun yanı sıra düşünsel ufkunun genişlemesine katkıda bulunarak, mevcut tercihi ve yönelişini güçlendiren, pekiştiren bir etki sağlayabilir. Velhasıl genelde edebiyatın özelde ise romanın politik etkisini abartmamak gerekir.

14 Temmuz 2012

"Bildiğiniz Bir Yere Hayali Bir Yolculuk!"


SÖYLEŞİ:
“Bildiğiniz Bir Yere Hayali Bir Yolculuk”*
Mustafa SÜTLAŞ

-       S- "Kemeutopyalılar" dizisi sürecek mi? Başbakanın günlüğünü de     okuyabilecek miyiz?

Y- Evet! Eğer uygun bir yayıncıyla karşılaşıp anlaşabilirsem “Kemeutopyalılar” roman dizisini, başlangıçta düşündüğüm hızda sürdürmeyi istiyorum. Ancak ilk üç kitaptan sonra, istemeye istemeye de olsa, bir süredir diziye ara verdim. Dizinin dışında, fabl olmayan, birkaç roman yayınlamanın daha uygun olduğu düşüncesi ağır bastı. Bu doğrultuda şu an üzerinde çalıştığım iki dosya var. Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek, sözünü ettiğiniz, “Başbakanın varlığı inkâr edilen günlüğü”nü ya da bir başka deyişle “Güncesi”ni de şu anda zamanını kestiremiyor olsam da okuyacaksınız. Zaten Ambarca’da yayımlandı. Mesele uygun bir zaman ve yayıncı bulup Türkçe’ye tercümesini gerçekleştirip yayınlamakta… 

S- Böyle bir dizi roman yazma düşüncesi aklınıza nereden geldi?

Y- Ambar’dan… Belki size komik gelecek, belki inanmak istemeyeceksiniz ama ambardan geldi. Meşhur ambardan… Malum; insan içerisinde yaşadığı gerçeklikten, tanık olduklarından etkileniyor. Düşünüyor. Her insan da kendi donanımı, duyarlılıkları oranında çevresinde olup bitenlere ilişkin bağlar, bağlantılar kuruyor. Bunları anlamaya, yeniden anlamlandırmaya çalışıyor. Ve iş bazıları için salt bu aşamada kalmıyor. Benim için de böyle oldu. 2008 yılında, anlamlandırmaları, teorik-politik makaleler dışında ifadeye yöneldiğimde “Ambarya Öyküleri” ortaya çıkmaya başladı. Ancak öyküler o kadar çok ve o kadar iç içe geçmiş bir haldeydi ki, bu işin öykülerle sınırlanamayacağını düşündüm. Ama ötesini de nasıl yapmam gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Kafamda dönüp duran, beni bir türlü rahat bırakmayan düşüncelerle üç yıl geçti. Aslında bu süre, bir olgunlaşma dönemi, fikrin tasarının şekillenme dönemi oldu. Üç yılın sonunda, yeni bir gezegen ve o gezegenin içinde Ambarya fikri oluşuverince, roman dizisi de kendiliğinden ortaya çıkıverdi. Çünkü öylesine çok malzeme var ki, yazılıp anlatılacak, sanki gök delinmiş de yağmur olup akmakta…

S- Dizinin ilk iki bölümünün arkasında, üçüncünün de girişinde yer verdiğiniz tepki ve değerlendirmeler dışında nasıl tepkiler aldınız?

Y- Dizinin üç kitabına ilişkin de aldığım tepkileri üç grupta toplamak mümkün. Bunlardan birincisi, “tamamlanmamışlık hissi” verdiği ki bu doğru. Çünkü adı üzerinde dizi... Her biri göreli olarak bir diğerinden bağımsızmış gibi düşünülse de, hem geniş anlamda mekân hem de kahramanların önemli bir bölümü ortak. Bazı kahramanlar ilerleyen bölümlerde görünmese, yenileri ortaya çıksa da, bazıları baştan itibaren varlıklarını koruyor. Dahası ikinci ve üçüncü bölümde ortalıkta görünmeyen kahramanlardan bazıları sonraki bölümlerde yeniden arz-ı endam eyleyecek. Önceki bölümlerde ikincil olanlardan kimisi, daha sonraki bölümlerde başatlaşacak.

Tepki ve değerlendirmelerden ikincisi ise, kitaplara ve bana ilişkin herhangi bir işlem yapılıp yapılmadığıyla ilgili. Sanırım kitapların siyasal niteliği ve okurun kahramanlara ilişkin algı ve anlamlandırmaları bu değerlendirmenin temel nedeni. Aslında bunu önemli buluyorum. İnsanların yaşananlar karşısında, farkında bile olmadan ne hale geldiklerinin, getirildiklerinin önemli bir göstergesi. Her insan, tek tek bireyleri aşıp topluma sirayet etmeye başlamış olan bu düşünsel algı ve beklentiden rahatsızlık duymalı diye düşünüyorum. Öte yandan korku ve kaygının bireysellikten çıkıp toplumsallaşmaya başlaması, sorunun çözümünün ve panzehirinin de nerede olduğunu göstermesi açısından önemli. Elbette bu kavranıp, düşünce, söylem ve davranışa yön veren bir bilinç kılınabilirse…

Üçüncü grup değerlendirme ve tepki ise, romanın kahramanlarından özellikle ikisine ilişkin: Tumu ve Savcı. Şu ana kadar aldığım değerlendirmeler, “Mehdi ve Mesih”te yer alan Tumu’nun ve “Başbakanın Günlüğü”ndeki Savcı’nın birer roman olarak ortaya konulması doğrultusunda. Gelen tepkilere bakılırsa, Tumu, sevilen ve ileride ne olacağı ne yapacağı beklenen bir karakter oldu. Keza Savcı da…

S- Bu roman dizisi içeriği itibariyle bir hayli "siyasi". Romanda bir muhalif yaklaşım hissediliyor. Siyasi yelpazede kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz?

Y- Doğru! İçerik siyasal. Çünkü dizi siyasal açıdan tasarlandı zaten. Dünyada ve toplumda yaşananlara tanık olup da toplumsal ve siyasal olanın dışına kaçmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Elbette herkesin kendi tercihi ve öncelikleri vardır. Kimi tarihsele sığınır. Kimi aşka ve erotizme… Kimi dinsel olana… Ben de insana, topluma, dünyaya bakışım ve var olan karşısındaki duruşum gereği siyasal olanı seçtim. Bu seçimim, daha önceki yıllardan beri yazdığım, edebiyattan eğitime, felsefeden ekonomiye dek makale ve denemelerimde de belirgindi. Bu itibarla, siyasi yelpazenin solunda olduğumun gizlisi saklısı yok. 

Ancak bu sol, düzenin siyasal bilinç sınırları dışındaki bir soldur. Aynı zamanda da sormaya sorgulamaya kendini kapatmayan, dogmatizme kapılanmayan bir sol. “Amaç için her araç ve her yol mubahtır” demediği gibi, düşünce, söylem ve davranış boyutuyla etik tutarlılığa sahip bir sol.  Kendi dogmatik kavrayış ve anlayışını, kendi yaptıklarını sorgulamak yerine, zevahiri kurtarmak için, “Kitlelerin üzerine ölü toprağı serpilmiştir” teranesine, “Marksizmin bunalımı” lafzına sığınmayan bir sol.    

S- Roman karakterleri gerçek yaşamda tanıdığımız pek çok karakterle çok önemli benzerlikler gösteriyor, onlara dair romanda atfettiğiniz kimi özellikler nedeniyle bir "korku" ya da "kaygı" yaşadınız mı? Doğrudan ya da dolaylı bir tehdit, resmi bir işlem veya buna yönelik bir girişim söz konusu oldu mu? Daha da önemlisi kendi kendinize bir "oto-sansür" uyguladınız mı?

Y- Dizinin ilk iki kitabı olan, “Mehdi ve Mesih” ile “Lağımpaşalı” yoğun bir çalışma ve yazma süreci içinde çıktı. Dolayısıyla romanlarla yatıp kalktığım, kendimi neredeyse duygusal ve düşünsel olarak onlara vakfettiğim bir dönemdi. Onların dışında fazla bir şey düşünüp hissettiğimi söyleyebilmem güç… Ancak romanları okuyan ve değerlendirmelerine güvendiğim bazı insanların söylediklerinin başlangıçta endişelenip kaygılanmama neden olduğunu belirtmeliyim. Bunun dışında şu ana kadar doğrudan bana yansıyan, şimdilik, bir tehdit ya da resmi işlem söz konusu olmadı. Elbette bu bundan sonra olmayacağı anlamına da gelmiyor. Son sorunuza gelince: Yazma sürecinin hiçbir aşamasında oto sansür uygulamasına başvurmadım. Fabl türü anlatıyı seçmemin önemli nedenlerinden biri de buydu zaten. Okurun ya da birilerinin anlamlandırması ne olursa olsun, ben gerçek kişileri değil, kahramanları farelerden oluşan bir toplumu, o toplum içindeki ilişkileri olayları anlatıyordum ve kime neydi ki…

S- Özellikle ana akım medya romanın ana aktörlerinden birisi, somut olay benzerliklerinden yola çıkarak pek çok özellik, nitelik atfediyorsunuz, hatta bazılarını çok bilinir özellikleri ve yaptıklarıyla anlatmışsınız, onlardan herhangi bir "geri dönüş" (karşılık/tepki/tehdit) aldınız mı?

Y-Medya, yaşadığımız dünya ve toplum gerçekliğinde çok önemli bir işleve sahip; hem siyasal ve ideolojik hem de manipülasyonlar boyutuyla. Yalnızca bizim dünyamızda değil elbette… Kemeutopya’da da televizyonların, gazetelerin, gazetecilerin rolü ve etkisi, ne denli tartışmalı olsa da önemli.  Hem iktidarın onlarla ilişkisi hem de onların iktidarla ilişkisi açısından. Dahası toplumu istenen doğrultuda düşündürmek için kullanılabildiği gibi,  aydınlatma ve doğru bilgilendirme için de kullanılabilir bir araç… Ne var ki Kemeutopya ve Ambarya’da medya patronları, genel yayın yönetmenleri ve gazeteciler, istisnaları dışında, film setindeki ışıkçılar gibi davranıyor: Işığı hep yönetmenin gösterilmesini istediği yere tutuyorlar. Yönetmense malum… 

Kitaplara ilişkin, bir-iki istisna dışında, medyanın herhangi bir kesiminden herhangi bir geri dönüş almadım. Çünkü görmediler!!! Kitap eklerinin yeni çıkanlar bölümünde bile… İstisnalarından biri, kitaba ilişkin tanıtım yazısı yayımlayan Taraf Kitap. Keza birinin bir yetkilisi de, kendileriyle iletişime geçen bir arkadaşa, daha kitabı bile okumadan, “Bizimle ilgili bir şey yoksa değerlendiririz” demiş. Ne olacağını sanıyorlarsa… Kitapta anlatılan Türkiye değil ki Ambarya…

S- Bu dizi romanın bir "fabl" denemesi olduğunu ileri sürüyorsunuz. "Fabl" genellikle insanlara bir mesaj ya da bir ders veren hayvan hikâyeleridir. Siz hikâyeden çok bir roman yazmışsınız ve yaşadığımız gerçeği görünür, derli toplu özetler ve yaşadıklarımızın nereye gidebileceğine dair bazı çıkarımlarda bulunacak şekilde kaleme almışsınız. Üç cildi ve varsa sonrakileri okuyan okurlarınızın bu romandan çıkarmasını istediğiniz ders nedir?

Y- Fabl türü anlatının, yalnızca masal ve hikâyelerle sınırlı olarak düşünülüp değerlendirilmesinin doğru olmadığı kanısındayım. Keza G. Orwell’in “Hayvan Çiftliği”, alt başlığında “Bir Peri Masalı” yazıyor olsa da bir roman… Mesaja gelince: Her öykü, her masal ve her şiir gibi, türü ne olursa olsun her romanın da mesajı vardır hem de birden çok… Bu mesaj ya da mesajlar bazen olabildiğince örtükken bazen de apaçık kılınabilir. Siyasal romanda gösterilen şey, yazarın gösterme ve anlatım biçimi kadar, okurun kabulleri, dünya görüşü, vb. doğrultusunda, gösterileni algılama ve gerçeklikle bağ kurup anlamlandırma biçimi, yazardan bağımsız olarak, örtük bir mesajın açık kılınmasına da açık bir mesajın farklı değerlendirilmesine de neden olabilir. Çünkü gerçek ya da düşsel, düşünsel bir var olanı görme ve gösterme biçimi kadar, onu ya da ona dair yazılanı okuyup anlama dahası anlamlandırıp yeniden değerlendirme ve çıkarımlar yapma da farklı kabuller temelinde şekillenmektedir. Bundan dolayı, dizinin yayınlanan kitaplarına ilişkin, hangi dersleri çıkarması gerektiğini okura söylememin uygun olmadığını düşünüyorum. Dahası bu doğru olmadığı gibi, okura da onun zekâsına da haksızlık olur. Çünkü siyasal romanların mesajlarının bir çoğu örtük olsa da bir kısmı da apaçık ortadadır zaten.  

S- Romanı bir filmin "storyboard"ı gibi okumak da mümkün, yazılı bir roman yerine bir çizgi roman ya da gerçek bir düşsel sinema örneği olarak gerçekleştirmeyi düşündünüz mü, böyle bir projeniz var mı?

Y- Bu soru için teşekkür ederim. Kitabı tasarlayıp yazma sürecinde bana eşlik eden düşüncelerimin tercümanı oldunuz. Ki bunu, yalnızca çok yakınımda olan ve dizinin oluşma sürecine tanıklık eden birkaç arkadaşımla konuşmuş ve animasyon bir film yapılabileceği düşüncesini paylaşmıştık. Ancak, şimdilik, salt düşünce düzeyinde kalan sözlerden öteye geçmedi.  Özellikle, “Başbakanın Günlüğü” romanını izleyecek olan günceyi de bir karikatürist ya da çizerin çizgileri eşliğinde, günlük bir gazetede dizi halinde yazmayı tasarlamıştım. Ancak şimdilik bu tasarıyı gerçekleştirebilecek ilişkilerden yoksun olduğumu da itiraf etmeliyim.

S- Dizinin adındaki "utopya"dan yola çıkarak bu diziyi bir "anti-utopya" olarak da nitelemek mümkün mü? Yoksa bu sözcüğün kelimenin gerçek anlamından yola çıkarak bir eleştiriyi ortaya koymak; bu ülkede yaşananların aslında "yok hükmünde" olduğunu belirtmek için mi bu adı koydunuz?

Y- Düşsel, düşünsel bir gezegen ve bir ülkeden söz edilmesi anlamında, ütopik olanı çağrıştırsa da kelimenin gerçek anlamında bir ütopya olmadığını biliyorum. “Anti-ütopya” olarak değerlendirilmesinin de fazlaca uygun olmadığı kanısındayım. “Kemeutopya” kelimesi, her halükarda iki ayrı kelimenin birleşiminden oluşuyor. Birincisi, “Keme” ve “ütopya”; kemelerin, farelerin yaşadığı bir gezegenin adı olarak düşünüldü. İkincisi ise “Kem” ve “eutopya”; kötü bir yer olarak… Yaşananların ise “yok hükmünde” olduğunu ise hiç mi hiç düşünmedim. Aksine değiştirilmesi dönüştürülmesi gerektiğini düşündüm. Hem de yaşatanlara bedeli en ağır biçimde ödetilerek…
   
S- Romanda yazarken en çok keyif aldığınız bölüm ya da tip hangisiydi?    Neden?
Y- Dizinin ilk kitabı, “Mehdi ve Mesih”ten başlayarak yanıtlayacak olursam, yazarken en çok keyif aldığım yer yer hüzünlendiğim tiplerin başında, şu anda anımsadığım kadarıyla, önce Tumu geliyor. Sonra Fistanıbol’un görevden alınan Teşkilat Müdürü Knatta Samso, Meftun-u Kâhya’nın Doktor’u, Nihan ve elbette Mehdilik düşleri kuran Meftun-u Kâhya ile Knatta Samso’nun yerine Teşkilat Müdürlüğüne atanan Hastun Hark. Özellikle son ikisini yazmak oldukça keyifliydi. İkinci kitap “Lağımpaşalı” da ise başta romanın kahramanı olan başbakan, Fistanıkara Belediye Başkanı ve turizm bakanı tiplemeleri… “Başbakanın Günlüğü”ndeyse, yine ülkenin başbakanı, avukatlarından Kehzaw Kahqalach ve elbette Savcı Wargah. Keza başbakana soytarılıkta yarışan genel yayın yönetmenlerini de bunlara eklemeliyim. 

“Neden?” sorunuza gelince: Bu tiplemelerden bazıları, gözlerinde büyüttükleri iktidar ve güç sahipleri karşısında tam bir kişiliksizlik ve tutarsızlık örneği sergileyen, vecd içinde secde eden tipler. Aynı zamanda da fırsatını bulduklarında başkalarını kendi konumlarına düşürmeye çalışan tipler. Hepsi de, kendisini dev aynasında görme yanılsamasına kapıldığında bile, kendi değerini kendisinden başlatamayan ilinek kişilikler. Kendilerini ve karşılarındaki kişileri değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip biri olarak değil, aksine statüleri ve iktidara yakınlığı ya da uzaklığına göre değerlendiren tipler. Bu halleriyle yer yer komik ve acınacak duruma düşmelerine rağmen kof bir böbürlenme düşünce, söylem ve davranışına sahipler. Kendilerini “Efendi” sandıklarında bile bu konumlarını daha büyük bir “Efendi”ye boyun eğişlerine borçlular. Tumu, Savcı Wargah gibi tipler ise doğru ya da yanlış kendi ilkeleriyle tutarlı bir yaşam sürmeye çalışıyor, gerektiğinde doğruları için eğilmektense kırılmayı göze alıyorlar. Doktor ve Knatta Samso tiplemeleri ise önemli bir dönem itaat etmiş olsalar da belli bir noktadan sonra sormaya sorgulamaya girişenlere örnek…



* Yukarıdaki söyleşi, Bianet yazarlarından Sayın Dr. Mustafa SÜTLAŞ tarafından gerçekleştirilmiştir. Burada yalnızca Sayın SÜTLAŞ’ın sorularına ve benim onlara verdiğim yanıtlar yer almaktadır. İlgilenenler, yazının tamamını http://bianet.org/biamag/sanat/139562-bildiginiz-bir-yere-hayali-bir-yolculuk adresinden okuyabilir.

11 Haziran 2011

MEHDİ ve MESİH

Mehdi ve Mesih
Tekgül Arı


“Mehdi ve Mesih” Atalay Girgin’in ilk romanı. Genellikle ilk romanlar için biyografik romanlar denilse de yazarın bunu aştığı görülmektedir. Akıcı bir dil kullanan Girgin’in, kitabın konusu gereği kullandığı Arapça ve Farsça sözcükler okuyucuyu zorlamadığı gibi romanı daha da gerçekçi kılmakta.

“Bir rivayettir dolaşıyordu ortalıkta.  Müritlerine göreyse, her an işaret edilmeyi bekleyen peygamber kıvamında biriydi. Kemeutopya’nın bir yarısında Mesih, diğer yarısında Mehdi’ydi. İkisinin de kendisinde hercümerç olduğu bir Ambar. Hem Mesih hem Mehdi… Her şeyin doğrusunu El-ilah bilirdi elbette, belki de vakti saatinin gelmesini bekleyen bir peygamberdi.”

Atalay Girgin, romanında yeni bir dünya kurmuş gibi görünse de aslında içinde bulunduğumuz yaşamda bildik, ama fazla konuşulmayan, hatta üzerine gidilmesi sakıncalar yaratacak bir sistemi tüm açıklığıyla gözler önüne sermiş. Girgin’in düş gücüyle Ambarya diye inşa ettiği ülkenin sakinleri farelerdir. En büyük düşmanları kedidir.  Efendi vardır, bir de efendinin efendisi. Onun da efendisi var mı, bu henüz bilinmez. Ama bilinen bir şey varsa, efendinin belirlediği kurallar birer kanundur. Bu kanunlarda sözüm ona dine göre düzenlenmiştir.

Roman, sayrılı bir karakter olan Efendi’nin üç katlı kırk bir odalı fakirhane diye adlandırılan villasında başlar. “Efendi”nin bir dediğini iki etmeyen ve etrafında dolanan önemli müritleri “Şeyh”, “Doktor” ve “Abla” ile sonradan bu sistem içine dahil edilen Nihan’dır.  Sık sık nöbetler geçiren Efendi’nin bu sayrılı hali bile hayra alamettir. Bir de fakirhane dışında ayrı bir dünya vardır ve oradaki kişiler bazı bölümlerde başat kişiler kadar öne çıkar. Düzeni sorgulayanlar, doğru yoldan gitmek isteyenlerin başına gelen felaketler öyle bir anlatılır ki, sizde okuyucu olarak birden bir roman kişisi oluverirsiniz. Öfkelenirsiniz…

Roman kişileri hakkında detaylı bir şekilde psikolojik tahliller yapılmamasına karşın diyaloglarda verilen ipuçlarıyla bu karakterlerin özelliklerini az çok tahmin edebiliyorsunuz. Kahramanların birine/birilerine ait olma duygusuyla bu rejimin içinde yer aldıklarının ayırımına varabiliyorsunuz. Atalay Girgin’in karakterleri öyle bildik yoksul ve okumamış kişiler değil aslında. Tam tersine ekonomik kaygıları neredeyse olmayan, üniversite oku(yan)muş kişiler oldukları göze çarpıyor. Aslında bu kişilerin içlerindeki yitiklikten çıkmak için sığındıkları bir liman oluyor, bu aldatıcı düzen.

Elbette romanda yoksul bir kesimde var, onlar yaşamı iyileştirme mücadelesine fark katan ama en büyük acıları da göğüsleyen kişiler.

Kitabın sayfaları ilerledikçe “Koşulsuz bir mutlulukla prangalara bağlanmak…” duygusu ürkütür insanı.  İnsanların kendi hapishanelerini yaratması en büyük tutsaklıktır. Bir bedeni hapis edebilirsiniz ama ruhu hapsedemezsiniz.  Ama sistemde bedenin yanı sıra ruhun  hapisliği de istenmektedir.  Roman kişisi “Doktor” bunu fark ettiğinde ölümü de göze alarak kaçmaya çalışır. Nihan da rahatsızdır artık. Terk ettiği sevgilisini düşünür, her ne kadar “kızıl-komünist” olsa da onun insani yaklaşımı onu öylesine etkilemiştir ki, sıcaklığını arar. Oysa gönüllülükle geldiği bu evde kadının sadece cinsel bir meta olarak kullanılması, Efendi’nin ve başkalarının yatağına ikram edilmesi sonradan sonraya acı vermeye başlar. Gerçekte sistem din adına yapılan her şeyi mübah kılmaktadır.  

Dünyanın oluşumundan bugüne kadar kurulmuş her düzende en büyük acıyı çeken kadınlardır. Girgin’in kitabında erkeğin tasarrufuna sunulmuş kadınlar vardır. “Abla” da bu kadınlardan biridir. Ama Nihan’dan bir farkı vardır. Efendi’nin ateşli bir bakışı ruhunu yüceltmektedir. Sabırlıdır Abla, sırasını bilmektedir. Hiç şikayet etmez, hatta Efendi için kardeşi Doktor’u bile harcar. Gerçekte bu sistem, bilinçli olarak bünyesine aldığı bu yitik kişilikleri, tekdüze bilgilerle ruhlarını sağaltmaya çalışacağına inandırmaktadır. Onları önceden bulundukları yaşamın içinden sıyırıp kendilerinin belirledikleri  kurallarla; sözde mutlulukla tutsak ettiklerinin farkında(mı)dır aslında! İçine aldığı bu mutluluğu bir süre sonra öylesine sömürmeye başlar ki,  bu da bireylerde derin bir sızıya dönüşür.

Çoğalan müritleriyle her geçen gün güçlenmiştir sistem. Ülkenin en kilit noktalarında artık düzeni kuranların yetiştirdiği insanlar vardır.  Bir makinenin dişlilerini oluşturan bu kişiler bir süre sonra bu dişlilerin arasında ezilenlerin kendilerine benzeyen insanlar olduğunu da görürler. Ama makine kimseye aldırmadan görevini tıkır tıkır sürdürür. Dişliden çıkma çabasında olanları ise sessizce yok eder. 

 Atalay Girgin, romanında “korkudan korkmamak” gerektiğini de vurguluyor. Her ne kadar bu kişiler sessizce yok edilmeye, sindirilmeye çalışılsa da her zaman bir umut vardır. İnsandan umudu kesmemek gerekir. Bu sistemi değiştirecek olan yine insandır.

Felsefe öğretmeni olan Atalay  Girgin,’in makalelerinden oluşan ilk kitabı “Düzenin Duvarındaki Tuğla: Öğretmen”de okuyucuyu sorgulamaya iten yanı, “Mehdi ve Mesih” romanında daha vurucu olarak ortaya çıkar.

Romanın sonuna geldiğinizde  “ama..? neden bitti?” diye sorular çoğalırken usunuzda, en altta bir not ;

“Birinci kitabın Sonu.”  İkinci kitap ise “Lağımpaşalı”dır!



* "Mehdi ve Mesih" üzerine değerlendirmeleri için "Tekgül Arı"ya teşekkür ederim.

25 Nisan 2011

Mehdi ve Mesih

Mehdi ve Mesih
Atalay GİRGİN*

Mehdi ve Mesih tartışmasında son nokta…

Yüzyıllardır süren bir sorun bu… Neredeyse her yüzyılda denilebilecek kadar sıklıkta, her daim birileri ortaya çıkıp Mehdi’nin, Mesih’in gelmesinin yakın olduğunu ilan etmiştir. Bazen ilanla birlikte utangaçça işaret etmek istediği kendisi olmuştur.

Bazen birilerinin yönlendirmeleriyle dolduruşa gelip işi, “Mehdi benim!”, “Mesih benim!” demeye vardıranlar da çıkmıştır. Bunlar Şeytan’ın ve Deccal’in kötülüklerine karşı iyiliği kaim kılma yolunda kendisine müritler de bulmuşlardır.

Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, bundan sonra da aynı sıfata bürünüp ortaya çıkanların az ya da çok hep müritleri olacaktır. Bunlar ister birer meczup olsun, isterse gerçeklik algısını sık sık yitiren, şiddetli bilinç yarılması yaşayan şizofren olsun, her daim kendilerine “akıl tutulması”na uğramış şakirtler bulacaktır. Çünkü kutsallık zırhına bürünmüş yanılsamaların galebe çaldığı her yerde aklın ve bilimin aydınlığı sırra kadem basar. Rüzgârlı ve karanlık bir havada titrek bir “mum ışığı”na dönüşüverir bilimin ve aklın aydınlığı…

Artık buna son noktayı koymak, kutsallık zırhına bürünmüş saplantılı yanılsamaların karanlığını kovmak zamanıdır! İşte tam da bu amaçla “MEHDİ ve MESİH”1 adlı kitap şu soruların kesin yanıtlarını ortaya koymaktadır:

1)    Mehdi ve Mesih zati midir yoksa manevi mi?

2)     Mehdi ve Mesih ayrı ayrı bedenlerde mi vücut bulacak? Yoksa her ikisi de bir tek bedende mi zuhur edecek?

3)    Mehdi ve Mesih, birilerinin iddia ettiği gibi 2011’de mi zuhur eyleyecek? Yoksa başka birilerinin iddia ettiği gibi zamanımızdan 570 yıl sonra mı? Yoksa başka bir tarihte mi?

4)     Kutsal kitapları ellerine alıp kendi iddialarını kanıtlamak için bilumum hesaplamalar yaparak farklı tarihler verenlerin amacı ne? Onlar doğruyu mu söylüyor? Yoksa başka birilerinin amaçlarına mı hizmet ediyorlar? Aynı kutsal kitaplara bakarak birbirlerinden farklı tarihler vermelerinin ardındaki amaç ne?

5)    Huruç edip zuhur eylemeyi bekleyen Mehdi ve Mesih, hangi ülkenin hangi şehrinde yaşıyor?

6)     Mehdi ve Mesih ilk kez hangi ülkenin hangi şehrinde zuhur edecek? Neden o ülke? Neden o şehir?

7)    Mehdi ve Mesih’in vücut bulacağı bedenin sahibini, zuhur anına dek kim ya da kimler finanse ediyor ve edecek? Neden?

8)     Mehdi ve Mesih siyasal bir partiye katılacak mı?

9)    Siyaset, saltanat ve din işlerinin üçüyle de ilgilenecek olan Mehdi ve Mesih seçimlerde hangi lidere desteğini sunacak?

10) Mehdi ve Mesih’in sağlığını tehdit eden hastalık ne?

11) Kendi ülkesinin en etkili dini şahsiyeti Mehdi ve Mesih’i karşısında gördüğünde tanıyacak mı? Tanımak istemediğinde nasıl ikna edilecek?

12) Mehdi ve Mesih’i tanımamak için direnen tanınmış zamanın ünlü dini liderlerine neler yapılacak?

13) Mehdi ve Mesih’in cinsellik anlayışı ve cinsel tercihi ne?

Tüm bu soruların ve yazıyı daha fazla uzatmamak için yer vermediğim yüzlerce sorunun yanıtları, “MEHDİ ve MESİH”in birinci ve ikinci kitabında… Birinci kitap “MEHDİ ve MESİH” üst başlığıyla çıkıyor! Yakında kitapçılarda…

Her düzeyden ilgilenenlere iyi okumalar dileğiyle…


1 Mehdi ve Mesih, yazan Atalay GİRGİN.