Kuantumcu eğitim anlayışı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kuantumcu eğitim anlayışı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2013

MEB ve Öğretmenler Başardı...


MEB ve Öğretmenler Başardı: Türkiye Dünyada Birinci!

Atalay Girgin*

Türkiye, Dünya genelinde yapılan sınavda “Matematik ve Fende” ‘birinci’ oldu1. Türkiye’nin başarısını görmezlikten gelen uluslararası ajanslar, haber bültenlerinde bile yer vermedi.  Bu birincilik, Türkiye’yi çekemeyen, küçümseyen, kıskanç ve ikiyüzlü Dünya’nın pek umurunda olmasa da, başarıya hasret Türkiye için çok önemli. Nedenlerini sorgulamayı, üzerine derin araştırmalar yapmayı gerektirmeyecek denli hayati değeri olan bir başarı! 40 gün 40 gece eğlenceler düzenlesek yeridir!

Elde edilen bu ‘birinci’likten dolayı, MEB’i ve 60 yıldır, gelmiş geçmiş tüm Milli Eğitim Bakanlarını ve onlara ayak uydurmaya çalışmaktan, saksağan misali kendi yürüyüşünü yitiren öğretmenleri can-ı gönülden kutlamak gerek.

Elbette MEB’in son yıllardaki bilgelik kokan yaklaşımlarının bu başarıdaki payını da inkâr etmemeli. Çünkü başta eğitim camiası olmak üzere, herkesi, rakiplerini üzmemek için içlerine akıtmak zorunda kaldıkları sevinç gözyaşlarına boğan bu başarı, MEB’in, yerli yersiz oyuncu ve taktik değişiklikleri yaparak oyuna müdahale eden bir teknik direktör edasıyla, eğitim sistemi üzerindeki kaynağı belirsiz düzenlemeleri ve buna ayak uydurmaya çalışan öğretmenlerin katkısıyla elde edilmiştir. Dahası “Matematik ve Fen” alanındaki bu Dünya ‘birinci’liğiyle taçlanan başarının ardında 60 yıllık şanlı bir tarih yatmaktadır.

MEB’in Şanlı Tarihinden İki Örnek2

Türkiye Cumhuriyeti tarihi içerisinde, kendine özgü diyebileceğimiz neredeyse tek eğitim projesi ve uygulaması, ömrü yaklaşık 13 yıl sürebilen Köy Enstitüleridir. Öğretmen yetiştirmek, öğretmen açığını gidermek üzere kurulan bu kurumlar, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra, başta ABD olmak üzere, emperyalist-kapitalist devletlerin gözüne batmaya başlamıştır. Çok geçmeden ilgilerini bu kurumlardan esirgemeyen ve Türkiye içerisinde buldukları destekçilerini de seferber eden bu güçler 1948’den 1953’e kadar süren 5 yıl içinde amaçlarına erişmişler ve Köy Enstitülerinin kapısına kilit vurulmuştur. Ve ardı sıra da, MEB’in şanlı tarihindeki ilk emperyalist müdahale ve değişimin kapısı aralanmıştır.

Aralanan kapıdan Amerikan Ford Vakfı’nın kadirşinas ve hayırsever, Türkiye’nin çıkarlarından başka hiçbir gayeleri olmayan, yetkilileri ve uzmanları girmekte gecikmemişlerdir. Yıl 1956’dır. İktidarda Adnan Menderes’in Demokrat Parti Hükümeti ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda Celal Yardımcı vardır. Kısa zamanda, Amerikan Ford Vakfı’nın, hiçbir karşılık talep etmeksizin sunduğu mali desteği ve engin fikri yönlendiriciliğiyle, eğitim sistemine ilk neşter vurulur: İlköğretim programı değiştiriliverir, hem de Viyana’da!

İkinci önemli değişiklik içinse AK Parti Hükümeti’ni beklemek gerek. Bu kez devrede Avrupa Birliği vardır. Milli Eğitim Bakanlığında Hüseyin Çelik… Yapılan değişiklik ve düzenlemeler “Devrim” diye sunulur gazete ve televizyonlar aracılığıyla… Ve bir de afili jargonu vardır sürecin: Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiş!

Geçiş o geçiş! MEB tam gaz ilerlemekte, yerine göre iyice işleyişi bozan, yerine göre amacına nail olmak için hukukun ardına dolanan, yerine ve işine geldiğinde hukuka aykırı olduğunu bile bile yaptığı uygulamalarla yol almaktadır. Sonuç ise aşağıda değineceğim değeri ve önemi tartışılmaz başarıdır.

Neylesiniz ki, Truman Doktrini ve Marshall Yardımları’yla çıkılan ve “Küçük Amerika” olma düşleriyle yürünen yolda, mukadderat kaçınılmazdır: Şairin dediği gibi, nasıl ki, “Her ömür kendi gençliğinden vurulur”sa, her toplum da kendi gençliğinden teslim alınır. Bu süreçte MEB ne güftenin sahibidir ne de bestenin; orkestra şefliğinin yanından ise hiç geçemez. Ve hükmü yalnızca öğretmenler üzerinde uygulayıp, yabancı uzmanlardan oluşan kadrolarla ahenk içinde çalışır.

Ve Gerçeğin Hakikati

Anadolu Ajansı’nın geçtiği habere göre, “Eskişehir Osmangazi  Üniversitesi (ESOGÜ) Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Selahattin Turhan, Dekan  Yardımcısı Doç. Dr. Cemil Yücel, Eğitim Fakültesi Öğretim üyesi Doç. Dr. Engin  Karadağ, 2011 yılından yapılan Uluslararası Matematik ve Fen Eğilimleri  Araştırması Sınavı (TIMSS) sonunda Türkiye’nin matematik ve fen eğitimindeki  analizini çıkarttı.”

Prof. Dr. Turan’ın rakamları da sıralayarak yaptığı analizin ayrıntılarını burada aktarmayacağım. Çünkü ilgilisi zaten bunları bulur. Ancak Turan’ın açıklamasında dikkati çeken bazı noktaları sizlerle paylaşacağım. Prof. Dr. Turan, yukarıda MEB’in şanlı tarihine örnek olarak verdiğim gelişmeleri de içerecek tarzda, diyor ki, “Batının eğitim modelleri alındı. Bunlar çalışmıyor. Her ülkenin  kendine özgü eğitim modelleri var. Türkiye, kendine özgün modelleri geliştirmek  zorundadır.”

60 yıl sonra gelinen noktaya bakın: Kendine özgü tek model olarak nitelenebilecek olan Köy Enstitülerini, emperyalist devletlerin yönlendirmeleri ve onların işbirlikçilerinin desteğiyle ve binbir türlü iftiraya sığınarak kapatan bir ülke, kendine özgü model geliştirmek zorunda.

Yalnızca bu da değil, Prof. Dr. Turan’ın vurguladığı. Aynı zamanda, eğitimle sosyal adalette bozulan denge arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor ve “Bu rapor, Türkiye’de sosyal adaletin bozulduğunu söylüyor.” diyerek ekliyor: Giderek  uçurum artıyor. Kamu ve özel sektör, Türkiye’de eğitim politikalarını tamamen  kazananlar üzerine inşa ediyor. Anadolu insanının çoğunluğunun gittiği okular göz  ardı ediliyor. Kırsal kesimin çocukları daha başarısız, sosyo-ekonomik statüleri  düşük olan öğrencilerimiz daha başarısız.”

Anlayanlar için, Prof. Dr. Turan’ın bu sözlerinin üzerine söylenecek söz yoktur. Çünkü bu sözler, bir akademisyen, bir bilim insanının ağzından dökülen, ne denli edepli söylenmiş olursa olsun, sağır sultanın bile duyması gereken bir çığlıktır. Bu sözlerden herkesin payına düşen en az bir hisse vardır. MEB’i saymıyorum. Ancak bu toplumun öğretmenlerine, herkesten daha fazla pay düşmektedir. Çünkü dünyanın egemenleri, emperyalist güçleri ve onlar adına, onlarla işbirliği içinde çalışanların belirledikleri eğitim politikalarının, bu toplumun, bu ülkenin çocuklarının bilincine bir deli gömleği misali geçirilip geçirilmemesinde asıl söz sahibi, asıl sorumlu onlardır.

Dünyanın her yerinde öğretmenler güçtür. Yeter ki güçlerinin bilincine varsınlar! Yeter ki güçlerinin farkına ve bilincine varırken ne yapacaklarına karar versinler!

Belki de Çetin Altan misali bağlamak gerek bu yazıyı: Çıkmayan candan umut kesilmez ya… Enseyi   karartmayın siz! Gün olur, devran döner ve çelikten bile olsa tüm deli gömlekleri parçalanıp atılır. Yeter ki öğretmenler karar versin! Yeter ki öğretmenler, düzenin duvarındaki tuğla olmaktan vazgeçmeye görsün! O gün her ülkenin, her toplumun insanı daha onurluca dikecektir gözlerini ufka… Enseyi karartmayın efendim! Sabah ola hayrola!



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Eğitim Haberleri sitesinin, AA’ya dayanarak ve “Matematik ve Fende Sondan Birinciyiz” başlığıyla verdiği habere göre, Türkiye Matematik ve Fen Bilimleri eğitimi alanında yine birçok açıdan geride kaldı.

29 Eylül 2009

ÖĞRETMENLİK : İş midir, yoksa çalışma mı?

ÖĞRETMENLİK : İŞ MİDİR YOKSA ÇALIŞMA MI?

Atalay GİRGİN

Öğretmenlik iş midir? Yoksa çalışma mıdır? Her iş çalışma mıdır? Her çalışma iş midir? “Öğretmenlerin sorunları” denildiğinde, öğretmenler ve öğretmen sendikaları, öğretmenliği bir iş olarak mı görmektedirler yoksa bir çalışma mı? Öğretmenlik bir işe indirgenebilir mi? Ya da içerisinde yaşadığımız koşullarda, öğretmenlik çalışma kılınabilir mi? Öğretmenlik nedir? İş nedir? Çalışma nedir?

Soruları daha da çoğaltmak mümkün, ama gerek yok şimdilik. Tek tek bu soruların doğrudan yanıtlarına yönelmek yerine de, başlığın içerdiği kavramlarla başlamak gerek.

Öğretmenlik, iş ve çalışma... Bu üç kavram birbirine indirgenemez. Ama birbirleriyle ilişkilendirilebilir.

Çalışma ve İş
Bu kavramların içerisinden özellikle son ikisi, yani iş ve çalışma, yakınî bir anlam bağlamında, günümüzde sık sık birbirine indirgenerek ya da birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Oysa neliği ve gerçekliği açısından ele alındığında bu kullanım yanlıştır. Çünkü, sabahtan akşama çalışan ama bunun sonunda satılabilen, herhangi bir meta ya da değişim değeri olan bir şey üretmeyen/üretmemiş sayılan insan, örneğin “ev kadınları” gibi, “işsiz” ve “çalışmayan” sayılmaktadır. Bunun temel nedeni, çalışan kişinin, işgücünü satamıyor ya da onu, pazarda alınıp satılabilen bir malın ya da üretilip tüketilebilen bir hizmetin içerisine, sözüm ona ‘ekonomik bir değer’ olarak katamıyor/katmıyor oluşudur. Ancak bu kişinin hiçbir değer üretmediğini söylemek mümkün müdür?

Dolayısıyla, bir insanın severek, kendini gerçekleştirerek yaptığı herhangi bir alandaki çalışma, karşılığında bir ücret getirmiyorsa, “iş” olarak görülmemektedir. İş, karşılığında ücret alınarak, işgücünü bir mal ya da hizmetin üretimine koşabilmek olarak değerlendirilmektedir ki burada, kişinin bunu severek yapıp yapmamasının ya da kendini gerçekleştirip gerçekleştirmiyor olmasının hiçbir önemi yoktur. Önemi olan tek şey, sonunda, alınıp satılabilen, yani metalaştırılabilen bir şeyin ortaya çıkmasıdır. Çünkü bu bir çalışma değildir; İŞ’tir... İşgücünüzü; bilginizi, becerinizi bir ücret karşılığında o mal ya da hizmetin üretimine katmanıza indirgenen bir İŞ... Bu anlamda, insan, farkında olsun ya da olmasın, İŞ’te, işgücünün dışında paranteze alınan bir varlık haline gelir.