Komünizmle Mücadele Dernekleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Komünizmle Mücadele Dernekleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Nisan 2012

İdeolojik Denklem: 4+4+4=?


İdeolojik Denklem: 4+4+4=?

Atalay GİRGİN*

Yaşamın hangi alanında olursa olsun, ideolojik sorunların teknik taktik çözümleri yoktur. İdeolojik-siyasal bir sorunun çözümü de ideolojik ve siyasal olmak zorundadır. İdeolojik bir soruna teknik-taktik çözüm arayışı, çalınan minareye kılıf aramaktan ya da ona uygun bir kılıf biçip dikme ve bu arada da küçük makyajlarla toplumsal meşruiyeti genişletme, bir başka deyişle yanılsamayı güçlendirme arayışından öte bir değer taşımaz. Tıpkı eğitime ilişkin olup bitenler gibi…

Eğitimde son yaşanan sorun da ideolojik bir sorundur. Kamuoyuna ve basına yansıyan adıyla, ister “4+4+4” densin, isterse “4x3”, bu hakikatin hükmü meridir. Çünkü gündeme getirilen bu politika ve bunun yasalaştırılması girişimi, gençliğin yeni bir ideolojik-siyasal biçimlendirme sürecinin nesnesi kılınması için mevcudu bozmaktır.

“Mevcudu bozmaktır” derken, var olanın siyasal ve ideolojik olmadığını ve mükemmel, olması gereken olduğunu da söylemiyorum. Aksine; yürürlükteki eğitim uygulaması da en az getirilmek istenen kadar siyasal ve ideolojiktir. Çünkü eşyanın tabiatı gereği, eğitimin de siyasal ve ideolojik olmaması düşünülemez. Bunu iddia edenler, kendini akıllı, âlemi aptal yerine koymaya çalışan akl-ı evvellerdir.

Eğitimle uzaktan yakından bir biçimde ilgilenmiş, onun üzerine birazcık düşünüp sorgulamış ve hem felsefi hem de bilimsel anlamda okuyup araştırma yapmış herkes bilir ki, sistematik eğitimin üç temel amacı ve işlevi vardır. Bunlardan birisi siyasal-ideolojik, ikincisi kültürel, diğeri de ekonomiktir. Uzun uzadıya bunların ayrıntısına girip yazıyı uzatmaya gerek yok. Ancak bunların içinde asıl ve başat olanın ne olduğunu belirtmeden geçmenin gereği de… O belirleyici amaç ve işlev de siyasal-ideolojik olandır.

Dünyanın neresinde olursa olsun, eğitim politikalarında değişikliğe giden egemen güç her daim yeni politikayı şu sorulara verdiği yanıtlara dayandırır: Nasıl bir toplum istiyoruz? Nasıl bir insan istiyoruz? Güncel tartışmalarla bağlantılı bir son soruyla bağlayalım: Nasıl bir gençlik istiyoruz?

Hangi mizansen ya da hangi anlatım ve sunum kompozisyonu içerisine yerleştirilmiş, hangi renge boyanmış, hangi ambalajla pazarlanmış olursa olsun, yukarıdaki soruların yanıtları, günümüz dünyasında, her şart altında ideolojiktir. Bir adım daha ileri gidelim: Sözüm ona hangi bilimsel, hangi akademik, hangi pedagojik açıklamalara sığınılmaya çalışılırsa çalışılsın, verilen ve verilecek yanıtların ideolojik olmadığını ileri sürmek, eğer safdillik değilse, düpedüz şarlatanlıktır; düpedüz kamuoyunu yanıltmaya, aldatmaya yöneliktir. En hafif deyimiyle, bunu söyleyen kişi saflar âleminden bir saf değilse, düpedüz yalancıdır.

Milli Eğitim Bakanı Haklı

Milli Eğitim Bakanı Dinçer, yeni uygulamaya dönük tepki ve eleştiriler karşında, “tereddütler ideolojik”tir açıklamasını yaparken yerden göğe kadar haklıdır. Ancak; getirmeye çalıştıkları uygulamanın, ideolojik olmadığını ima ederken, hatta artık eğitimde hiçbir ideolojinin olmadığı ve olmayacağı mesajını verirken de yerden göğe kadar haksızdır. Dahası, gerçekliğe aykırı bir biçimde kamuoyunu yanıltmaktadır. Çünkü ideolojik yaklaşım ve açılımlar karşısında verilen tepkilerin, gösterilen tereddütlerin, yapılan açıklamaların ideolojik olmaması mümkün değildir. Tıpkı kendisinin söylem ve yaklaşımları, önerdiği ve yaptığı eğitimdeki politika ve açılımlar gibi.

Ancak bunların hiçbirinin önemi yok. Çünkü bir toplumda siyasal iktidarı şu ya da bu biçimde ele geçiren, kullanan güçler, sahip oldukları siyasetin ve ideolojinin göreliği özerkliği içinde bazen uluslararası güçlere yaslanarak, onların destekleri ve yönlendiriciliğiyle bazen de kendilerine aşırı güvenlerinden dolayı pervasızlaşırlar. Bu süreçte el atılacak en önemli başat alanlardan biri olarak da eğitimi seçerler. Çünkü gençliği ve toplumun geleceğini biçimlendirmenin en etkili yolu eğitim alanıdır. Şairin “Her ömür kendi gençliğinden vurulur” deyişi gibi, her toplum da kendi gençliğinden teslim alınır.

Komünizmle Mücadele, Amerikan Ford Vakfı ve Eğitimde İlk Operasyon

Ne yazık ki bu durum Türkiye için yeni değildir. Bundan önce de benzerleri yaşanmış ve meyveleri, egemenlerce başarıyla alınmıştır. Örneğin; eğitim alanında, Cumhuriyet dönemi itibariyle, gerçekleştirilen ilk değişikliğin tarihi 1956’dır. İktidarda Demokrat Parti vardır ve Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunda oturan kişi Celal Yardımcı’dır. ABD Kongresi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve 1947 yılında Truman Doktrini çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’yi Komünizm’le mücadelenin “iki kale”sine dönüştürme kararı alır. Bu karar doğrultusunda da yapılacak harcamalara ilişkin kongre kararıyla mali fonlar ayrılır ve kullanıma açılır. Çok geçmeden de 1948 yılında Türkiye’de Komünizmle Mücadele Derneği1’nin kuruluşu için ilk başvuru yapılır ve faaliyetlerine başlar. Komünizmle Mücadele Derneği adıyla ikinci kez İstanbul’da başvurusu yapılan ve faaliyetlerine başlayan kuruluşun tarihiyle ilköğretim programında gerçekleştirilen değişikliğin tarihi ise aynıdır: 1956. Eğitimde gerçekleştirilen bu değişikliğin finansörlüğünü ve fikri yönlendiriciliğini üstlenen ise Amerikan Ford Vakfı’dır.

Türkiye’yi Komünizmle mücadelenin “kale”lerinden birine dönüştürme kararının kâğıt üzerinde kalmasını istemeyen ve işini şansa bırakmayı beklemeyen ABD ve devşirmeleri kısa zamanda harekete geçerler. Hem de üç koldan… Bir yandan farklı tarihlerde kuruluşları gerçekleşen Komünizmle Mücadele Dernekleri, bir yandan eğitim programlarındaki değişiklikler, diğer yandan da ordu içinde Sivil Harp ve Seferberlik Daireleri, dahası NATO şemsiyesi altında Amerika’da eğittikleri subayları da kullanarak gerçekleştirdikleri Kont-Gerilla örgütlenmesiyle bu süreci örmüşlerdir. Günümüzde, bu sürecin ürünü olan ve üniversiteden siyasete, dinden ekonomiye dek değişik alanlardan devşirmeler aracılığıyla kurulan ve yeni devşirmeler derleyip yetiştiren kurumlar, cemiyetler, cemaatler, vakıflar hâlâ varlığını ve faaliyetini sürdürmektedir. Keza “Ergenekon” adıyla tezgâhlanan sürecin kökleri de o günlere dek uzanır. Belki de bugün yaşananlar gecikmiş bir iç hesaplaşmanın tezahürleridir. 

Avrupa Birliği ve Eğitimde İkinci Operasyon

Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından, şatafatlı bir biçimde “Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiş” denilerek sunulan ve sözüm ona “Devrim” olarak nitelenen ikinci ve kapsamlı operasyon Avrupa Birliği patentini taşır. Değişikliği, televizyon kameraları karşısında bayrak direği metaforuyla anlatmayı seven Çelik, bu değişikliğin siyasal ve ideolojik boyutuna, uluslararası siyasal ve ekonomik güçlerin, politika yapıcıların etkisine hiç değinmemiştir. Tıpkı bakanlıkta yıllardır var olan ve görev yapan, artık kolonyal şapkasız dolaşan uluslararası uzmanların görev ve yetkilerinin neler olduğuna değinmediği gibi. Tıpkı bu değişikliğin, kapitalizmin gelişiminin, onun egemen sınıflarının ihtiyaçlarının bir gereği olarak siyasal ve ideolojik olduğundan hiç söz etmediği gibi.

Bu değişiklikle, öğrencileri bir küp misali doldurmanın ifadesi olan “davranış kazandırma” sözü, yerini “kazanıma” bırakmış. Eğitim de akşamdan sabaha “öğrenci merkezli” oluvermişti. Elbette bu, değişikliğin, basında yer alan, açıklamalarda öne çıkan, kamuoyuna yansıyan boyutuydu. Tıpkı, günün teknolojik gelişmeleri gereği okullarda kullanılmaya başlayan teknik donanım, internet olanağı,  öğretmenlere de banka kredisi karşılığı sağlanan bilgisayarlar, vb. gibi.

Ancak bu değişiklik sürecinin zihinlerde ve davranışlarda kendisini gösteren siyasal ve ideolojik boyutundan doğru dürüst söz edilmedi. Oysa okulların önemli gün ve haftalarına “Avrupa Günü” giriverdi önce. Sonra “Avrupa Birliği Bilgi Yarışması” eklendi buna. Ve bunların yanı sıra işleyen Sokrates, Leonardo da Vinci ve Erasmus eğitim programları doğrultusundaki uygulamalar. Özellikle sonuncusu, yani eğitim programları doğrultusunda, okul idarelerinin de katkı ve yönlendirmesiyle, dünün, “Batı Kulübü” sözünü ağzından düşürmeyen milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı öğretmenlerini; “vatan millet Sakarya” nutukları atıp milliyetçilikte üzerlerine toz kondurtmayan eğitimcilerini; hatta “Kahrolsun Emperyalizm! Bağımsız Türkiye!” diye bağıran solcu, devrimci öğretmenlerini Avrupa Birliği Projesi peşinde kafa yoran, onun peşinde koşuşturan elemanlara dönüştürüverdi. Hazırladıkları projelerin kabul edilmesiyle fonlardan gelecek olan paralar sayesinde Avrupa Birliği ülkelerini gidip görme hayalleri kurmaya yöneltti2.

Yıllar önce okuduğum bir romanda “Önce hayaller ölür” diyordu yazar. “Önce hayaller ölür”, sonraysa teslim oluş gelir, çözülene çürüyene… Ya da öncekinin yerine yeni hayaller, düşler verene… Yeni hayaller, düşler kurdurtana… Adlarının önüne hangi siyasal, ideolojik, dinsel, etnik sıfatı ekliyor olurlarsa olsunlar, bu düşleri görmeye, bu hayalleri kurmaya ve bunlar doğrultusunda düşünüp davranmaya başlamış olanlar, farkına bile varamadan emperyalizmin “ideolojik esir”lerine, yeni devşirmelerine, yeni ve gönüllü devşirme adaylarına dönüşmüşlerdir. Bu durumdan kurtulmadıkları sürece kendilerine atfettikleri sıfatların hükmü meri değildir artık.

ABD ve AB emperyalizminin politika yapıcıları ve yerli devşirmeleri bir kez daha başarmışlardır. Toplumu kendi gençliğinden teslim alacak ana gövdeyi yakalamışlar ve onun nabzını tutmuşlardır. Bunların büyük bir çoğunluğunun öğretmen statüsünü taşıyor olması ise sorunu hem daha vahim kılmakta hem de yeni politika değişiklikleri karşısında ne olup biteceğini anlamanın işaretini vermektedir. Elbette anlayanlar ve öğretmenlere dair ham hayaller kurup uyanık düşlere dalmayanlar için.

“Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla”dır

Bunu yine de kısaca birkaç maddeyle açayım: Birincisi, öğretmenler, iktidarların memurudur. Ve bu memurluğu yitirmemenin kaygısı bilinçlerine içselleşmiştir.  Kendi başlarına kaldıklarındaki ya da dışarıdaki atıp tutmalarına, bağırıp çağırmalarına bakmayın.  İktidar ellerine ya da ağızlarına hangi düdüğü verirse, ayak sürüyen birkaçı dışında, geneli, her zaman onu öttürür. Büyük bir çoğunluğu siyasal ve ideolojik işlevlerinin bile farkında değildir. Marx, yıllar öncesinden, “İnsanların, grupların, partilerin kendileri için ne düşündüklerine, ne söylediklerine değil yaptıklarına bakmak gerek”tiğini, boşuna yazmamıştı. Bundan dolayıdır ki, eğer iktidar kararlı bir biçimde bastırırsa, bırakın “4+4+4”ü, karikatürize ederek yazıyorum, “3x4”ü de “2x6”yı da hayata geçirir ve başarıyla uygular öğretmenler. Çünkü onların görevi, ne denli gönülsüz olurlarsa olsunlar, düzenin duvarında işgal ettikleri ve iktidarın kendilerinden beklediği, siyasal ve ideolojik “tuğla”lık işlevini yerine getirmektir.

İkincisi, bu süreçte öğretmen sendikalarının ne hükmü vardır ne de esemesi okunur. Kimse onlara, hatta en elle tutulur sayılabilecek olanına bile bel bağlamamalıdır. Çünkü neredeyse tamamının ipi iktidarın ellerindedir. Ve ne yazık ki onlar iplerini kendi elleriyle iktidara teslim etmişlerdir. Bu aşama, kendilerine atfettikleri siyasal ve ideolojik sıfat ne olursa olsun, memurluğun ve amirliğe ram eyleyişin zirvesidir. Üyelerinin aidatlarını işverene toplatıp, onun ellerine bakar hale gelmek nasıl bir anlayışın ve hangi zihniyetin tezahürüdür ki… Gerçi bu süreçle birlikte, her bir sendikanın malı mülkü artmış, her biri az ya da çok zenginleşmiştir. İşin ucunda para varken ipin kimin elinde olduğunun hükmü mü sorulur? Her güzelin bir kusuru vardır, dedikleri bu olsa gerek.          

Devrim Mi? Biçimsizleştirip Bozma Mı?        

AKP’nin on yıllık iktidarı döneminde eğitimde yapılanlar iki kez “Devrim” diye sunuldu. Birincisini, AB’ye uyum adı altında “Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına” geçiş olarak sunup pazarlamışlardı. Bu sürece paralele olarak, sıra sözüm ona ikinci “Devrim”e gelinceye dek, kel başa şimşir tarak misali akıllarına esen karar ve uygulamalarla yol aldılar.

Makyaj kabilinden “Davranış”ı “kazanım” olarak ifade etmeyi, “öğrenci merkezli eğitim”, vb. sözlerini geçiyorum. Önce öğretmenlere rütbe ve onlar arasında hiyerarşi sevdasına tutuldular. Sözüm ona öğretmenleri “Başöğretmen” “Uzman öğretmen” ve “öğretmen” olarak kademelendireceklerdi. Buna ilişkin yaptıkları sınav sonucu, “uzman öğretmen”leri belirlediler. Ya sonra? Büyüklere masal anlatılacak değil ya… Gerisi hikaye…

Sonra Anadolu vb. Liselere öğretmen geçişi için sınavlar düzenlediler. Başlangıçta baraj 70’ti. Baktılar ki olmuyor. Barajı 40’a düşürdüler. Düşünün bir kez: Sınavla öğrenci alınan kurumlara 40 baraj puanına bile ulaşamayan öğretmenler atanmaya başladı. Herhangi bir dersten 45 alamayan öğrenciyi sınıfta bırakan sistem sınavdan 40 alan öğretmeni ödüllendirmeye girişti. Ne var ki bu da yetmedi. Hangi zihniyetin, nasıl bir anlayışın ürünüyse, bir sabah barajı sıfıra indiriverdiler.

Yasaymış, hukukmuş, kazanılmış hakmış kimin umurunda? “Ben yaptım oldu” diyen bir Deli Dumrul zihniyetinin tebdil-i kiyafet arz-ı endam eylediği bir zamanda soru mu şimdi bu? Elbette aklına eseni, estiği zaman yapacak değil mi? Yaptı da… Anadolu Lisesi’ne sınav sonucu atanmış bir öğretmenin çalıştığı okula, sınava girmemiş ya da sınavda yeterli puanı alamamış, ama hizmet yılı ve puanı yüksek bir öğretmeni atayıverdiler. Sonuç: Sınav puanıyla atanan öğretmenin norm fazlası ilan edilip başka okula görevlendirilmesi.

Yukarıdaki örnek, AKP’nin Milli Eğitim’de yaptıklarının yandaş ve stepne basın yayın organları tarafından bir kez daha “Devrim” diye nitelenerek göklere çıkartıldığı Bakan Dinçer dönemine ait. Ne devrim ama… Böylesi “dam üstünde saksağan” türü uygulamaların bazıları şimdilik mahkemelerden dönüyor, bu örnek olayda olduğu gibi. En azından, yine şimdilik, uygulama durduruluyor. Mevcut toplumsal koşullar içinde ve mahkemelerin hal-i pür meali karşısında yarının ne olacağı ise ne yazık ki belirsiz. Umutsuzluğa teslim olmak gerekmese de karamsar olmak için yeterince neden var ortada. Çünkü taraf olan da karşı çıkan da ne olup bittiğini bütünsel olarak anlamaya ve kavramaya çalışmaksızın önlerine yuvarlanan taşın peşi sıra koşturmakla meşgul.

Örneğin; Dinçer’in bakan olur olmaz yaptıklarından ve “devrim” diye nitelenen işlerinden biri, bakanlığın görevleriyle ilgili “laiklik ve Atatürkçülük”le ilgili pasajlardan birinin yerine “küreselleşme, insan hakları”, vb. ifadelerin yer aldığı bir pasajı koymasıydı. Ve sonrasında bunun, bir yanda “devrim”, diğer yanda “karşı devrim” olduğuna dair sözler havada uçuştu. Ardı sıra da ilk günlerin ateşli sözlerinden eser kalmadı geriye.

Oysa ortada ne “devrim” diye sunulacak bir şey vardı, ne de “karşı devrim” diye ortalığı velveleye verecek. Çünkü Milli Eğitim temel Kanunu da Milli Eğitim Bakanlığı’nın görev ve yetkilerini düzenleyen metinler de eklektisizmle malul yamalı bohçalardı. Herhangi bir pasaj değişikliğiyle metnin yapısını değiştirmek kabil değildir. Eğer toplumsal ve siyasal koşullar uygunsa, her iki metnin de virgülüne dokunmaksızın, içerik olarak tepeden tırnağa, hatta taban tabana birbirine zıt eğitim politikalarını farklı dönemlerde uygulamak mümkündür. Çünkü özellikle Milli Eğitim Temel Kanunu, her kesime mavi boncuk dağıtırcasına hazırlanmış, her iktidarın rengine ve meşrebine uymaya hazır ve nazır bir metindir.

Asıl sorgulanması, eleştirilmesi ve değiştirilmesi gerekenlerden biri bu kanundur. Ancak AKP bile kısmi değişiklikler dışında buna yanaşmaz ve on yıldır da yanaşmamıştır. Çünkü onlar da getirmek istedikleri eğitim anlayışını, “Nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorusunun yanıtını, Milli Eğitim temel Kanunu’na dayandıracaktır ve dayandırmaktadır da. Bunun temel nedeni, söz konusu kanunun, içerik itibariyle hem bütünüyle çağın gereklerine uygun çağdaş-bilimsel-laik bir eğitim yapmaya hem liberal, piyasacı, küreselleşmeci bir eğitim uygulamaya hem de eğer istenirse bunun tam tersi yönde, dinsel, muhafazakâr, mukaddesatçı, ırkçı, milliyetçi bir eğitim yapmaya da olanak vermesidir. Ya da aynı anda bunların karması veyahut da unsurlardan birkaçının öne çıktığı ve kuşatıcı olduğu bir içerikle eğitim yapılmasına…

Dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanması içinde, bunlardan hangisinin uygulanıp uygulanmayacağına karar veren görünür merciler, her daim, öncelikle siyasi iktidarlardır. Keza karar da her zaman siyasal ve ideolojiktir. Dahası, söz konusu karar, mevcut iktidarların siyasal ve ideolojik tercihlerinin göreli özerkliğinin etkisini taşır. Ancak bir de doğrudan görünmeyen merciler vardır: Efendiler ve o efendilerin işgüderleri.

“Efendiler”, eğitimde siyasetin ve ideolojinin göreli özerkliğinin, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzeninin kendini yeniden üretimine, hiyerarşik yapının sekteye uğramasına neden olmayacağına ve kendi ihtiyaçlarına da denk düştüğüne inandıklarında ya da bunu bildiklerinde herhangi bir müdahalede bulunmazlar. Aksi bir durumda ise dünyanın neresinde olursa olsun, onların efelenmelerine bakmaksızın, devşirmelerin kulaklarına yapışıverirler. Ya da devşirme olduklarını unutanların yerine bazen akşamdan sabaha bazen de kısa bir süre sonra yeni devşirmeleri allayıp pullayıp gerekli statülere kavuşturuverirler. Karikatürize ettiğime bakmayın, elbette işler bu denli basit olmasa da çok fazla da karmaşık değildir. Ve bu gün siyasi iktidar Türkiye’de bir karar vermiştir. Ancak bu kez, ilk iki operasyonda olduğu gibi uluslararası hamiler doğrudan işin içinde yok. En azından görünürde yok. Dahası “ben yaparım olur” pervasızlığı sürece damgasını vurmakta. Bakalım nereye kadar?

Kininin ve Öcünün Sahibi Gençlik  

Hangi kin? Hangi öç? Daha doğmamış, daha okula başlamamış, okula başlasa bile ABC’den ötesine geçmemiş çocuklar; ergenliğe yeni yeni adım atan gençler, kimin kininin sahibi olacak? Kimin öcünün sahibi? Yanıtını 21.yüzyıldan alan, yanıtı 21.yüzyıldan verilen sorular değil bunlar. Aksine yanıtını Necip Fazıl’ın “Gençliğe hitabesi”nden alan sorular. Devşirmelerin ve onların devşirdiklerinin Komünizmle Mücadele dernekleri çatısı altında, ABD emperyalizminin yeşil dolarlarıyla ve örtülü ödenekten aktarılan paralarla yaydıkları gerçekliğe aykırı düşüncelerin, yalan ve iftiralar döneminin bilinçlere sinmiş ve uygun ortamı bulduğunda yeniden nüksetmiş bir tezahürü. Hakkında yazılan ve aktarılan parlatma, yıkayıp cilalama cümlelerine rağmen, Başbakanın ağzına yakışıveren dizelerin sahibi olan Necip Fazıl da söz konusu kaynaklardan, özellikle örtülü ödenekten beslenen bir zevat.  Söz konusu kesimlerin bülbülü… Onların bir işgüderi… Onların kalemşörü… ABD’nin ve yerli devşirmelerinin işbirliği içinde Türkiye’nin başına sardıkları Komünizmle Mücadele Derneği tezgâhının bir “ideolocya” unsuru…  “Nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorusuna yanıtın, Necip Fazıl’dan verilmiş olması, bundan dolayı hiç de tesadüf değildir.

Sorun tepeden tırnağa siyasal ve ideolojiktir. Toplumsal yaşamın her alanında bu sorunla bu açıdan hesaplaşmak gerekir. Hatta bir adım daha atıp bütünsel anlamda kapitalizmle hesaplaşmaya, onunla mücadeleye dönüştürmek gerek süreci. Yoksa meseleyi “kesintili mi kesintisiz mi? Parçalı mı yekpare mi? Ya da kaç artı kaç olmalı? 4+4+4 eğitim pedagojik ve akademik olarak uygun mu?” türünden sorulara indirgemenin, karşı çıkışı buna endekslemenin herhangi bir hükmü yoktur.

Pedagojik ve Akademik Uygunluk Yanılsaması

Kamuoyunda yer alan bu açıklamalardan bazılarının tepkiselliğin, çaresizliğin ifadesi oluşunu, bazılarının ise “ne sizinki olsun ne de bizimki hadi arada bir yerde uzlaşalım” tarzı utangaçça yaklaşımları, anlamak mümkün.  Ancak eğitimde “4+4+4” düzenlemesinin “pedagojik ve akademik açıdan uygun olup olmadığını” araştırma girişimlerini anlamak mümkün değil.

Çünkü toplumsal koşullardan, siyasal-ideolojik tercihlerden bağımsız bir biçimde, her derde çare, zaman ve mekân üstü geçerliliğe sahip bir pedagojik ve akademik yaklaşım yoktur. Keza her akademik yaklaşım ya da açıklamanın da bilimsel değeri… İktidarın akademisinde, her daim iktidarın siyasal ve ideolojik tercihlerine uygun pedagojik yöntemleri, formülleri üretmek ve bunları akademik içeriğe büründürmek mümkündür.

Özellikle de iktidarların hizmetine koşulmuş, her iktidarın hizmetine amade akademiler ve akademisyenlerce, uygulanmak istenen eğitim politikalarına uygun, bilimselliği tartışmalı da olsa, pedagojik ve akademik proje ve çözümler üretilir. Sonra da bunu üretenlerin adlarının önündeki akademik unvanlara atıfla bunlar bilimsel diye sunulur. Oysa akademilerin, akademisyenlerin, akademik formelliğe uygun olarak üretip servis ettikleri her bilgi her daim bilim niteliğine, bilimsellik vasfına sahip değildir.

Velhasıl, adına ister “4+4+4” denilsin, ister “2x6”, ister kesintili isterse kesintisiz; pedagojik ve akademik ‘uygun’luk kriteri, hiçbir koşulda mevcut eğitim uygulamasının da AKP iktidarının getirmek istediği eğitim uygulamasının da ideolojik ve siyasal niteliğini ve içeriğini ortadan kaldırmaz. Sorunun hem bu boyutunu hem de asıl olarak sınıfsal temelli ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda bir sistem sorunu olma niteliğini kavramadan ortaya konan tepkiler ve sözüm ona arayışlar, hakikatin üzerine çekilen ve yanılsamayı güçlendiren bir perde olma işlevinden öte gitmez. Aksine; mevcut haliyle kaldığı sürece, insanın insanı sömürüsüne dayanan, cinsel, dinsel, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. boyutuyla bunu üreten tahakküm düzeninin hangi ideolojik makyaj ve kılıflar altında sürdürülüp sürdürülmeyeceğinin çekişmesine dönüşür. Elbette her iki tarafın da bunu açıkça telaffuz etmeye yanaşmadığı bir çekişme…

Zaten yaşanan süreç de bu minval üzre seyretmektedir. İktidarın ve bilumum kesimlerdeki yandaşlarının malzemesi, “biz toplumun isteklerine duyarlı, ideolojik olmayan bir düzenleme yapıyoruz. Ama bize karşı çıkanlar ideolojik davranıyor” olurken; buna karşı çıkanların malzemesi ise, “pedagojik akademik olarak uygun olmamak”tan, gericiliğe, dini eğitim getirmeye; Atatürkçülük ve çağdaş, bilimsel eğitim anlayışına karşı olmaya, vb. dek değişiyor. İtirazları duyar duymaz, yalandan kim ölmüş sözünü anımsatırcasına, birinciler atağa geçiyor: Eğitimde ideoloji olmayacak. Tereddütler ve eleştiriler ideolojiktir. Artık tek boyutlu düşünen gençlik yetiştirmeyeceğiz. Dindar gençlik yetiştireceğiz. Ateist gençlik yetiştirmeyeceğiz.

Akl-ı selim hiçbir insanın yaşananlara ve bu hay huy içinde söylenenlere bakıp da “breh… breh… Bu yaşta bu zekâ… Tenakuz abidesi mübarekler!” dememesi mümkün değil. Sonuçta kim mi kazanacak dersiniz? Elbette insanın insanı sömürüsüne dayanan sistem ve efendileri. Eğitimde hangi uygulama gelirse gelsin, AKP’nin yasa önerisine hangi makyaj yapılırsa yapılsın, sistemin ve efendilerinin, vecd içinde secde etmenin adabını bilen, huşu içinde el etek öpmeyi öğrenmiş nur topu gibi, itaati meziyet bilen münevverleri olacak!

“Münevver”i de bir halt sanmayın sakın! Münevver dediğin, altı üstü kendisine verileni yansıtan, aksettiren bir ayna zevattır. Kendi aklıyla aydınlanmış, soran sorgulayan, eleştirel düşünen entelektüel bir birey değil. Yalanı bir siyasal söylem yöntemine dönüştürmüş ve tenakuz abidesi yöneticileri olan herhangi bir toplumun da entelektüel aydınlar, düşünen sorgulayan eleştirel yaklaşım sahibi bir gençlik nesine gerek ki zaten… Beyni yıkanmış, namazında niyazında bir “Münevver” olsun önce… Gerisi Allah Kerim!!!       


NOT: Yukarıdaki yazı, Öğretmen Dünyası Dergisi'nin 388. sayısında yayınlanmış olan son halidir.


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Komünizmle Mücadele Derneği’nin, adının önüne “Türkiye”yi ekleyerek üçüncü kez kuruluş tarihi ise 1963’tür. Türk milliyetçiliğinin sözüm ona şanlı ve şahlanışının tarihi olarak da anılan bu dönem, ABD dolarlarıyla yemlenen ve devşirilip yetiştirilen kadrolar dönemidir. Keza Allah ve din yolunda şehadete erme hülyalarıyla devşirdikleri gençlerin vesveseye düşmemesi için “çok iyi beyin yıkamanın lüzumuna inanıyorum” (Küçük Dünyam, sf. 67-68) diyen, camilerde verdiği vaazlarda Komünistlerin ihbar edilmesini buyuran Fethullah Gülen’in de bu sürecin unsurlarından biri olması tesadüf değildir. Mukadderat işte; devşirmeleriyle ünlü Osmanlı’nın ‘torunları’nın da devşirildiği günler gelip çatmıştı. Ve bu toruncukların, tosuncukların siyasal ve ideolojik kimliklerinde Türk milliyetçiliği, Müslümanlık, “vasati muhafazakâr” yazıyordu.      
2 Bu konuyu, “ÖĞRETMEN; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabımdaki makalelerde olabildiğince ve yeri geldikçe değindim. Yazıyı daha fazla genişletmemek için üzerinde durmuyorum. İlgilenenler söz konusu kitaba bakabilirler.
ideolojik denklem: 4+4+4=?

27 Eylül 2010

Türkiye Cumhuriyeti Paradigması Son Kalesinde

Türkiye Cumhuriyeti Paradigması  Son Kalesinde

Atalay GİRGİN*

Son kalesinde olan “Türkiye Cumhuriyeti” değil. Çünkü o, bugüne dek ne denli ilan edilmemiş olursa olsun, siyaset ontolojisi açısından çoktan miadını doldurmuştur. Referandum sonuçları da, tabir-i caizse, üzerine “tüy dikmiş”tir bunun… Ne gidecek bir kalesi vardır artık ne de herhangi bir kaleye ihtiyacı… Şimdi ondan geriye kalan, bu yazı bağlamında kısaca değinilecek olan, üç şey var: Birincisi “Türkiye Cumhuriyeti” kavramı. İkincisi “Devlet” ve üçüncüsü ise “Türkiye Cumhuriyeti”nin on yıllar öncesinden “iflas” etmiş paradigmasının son sığınağı, belki de mezarına dönüşen o “son kale”…

Cumhuriyet: Cumhurun iyeliği yanılsaması

Birincisi, yani “Türkiye Cumhuriyeti” kavramı, her yere iliştirilmekten, herhangi bir yerde neliği ve gerçekliğiyle var olma olanağı bulamayan kavramlardan birine dönüşmüştür artık. Elbette ki, “Türkiye Cumhuriyeti” kavramının bu hale dönüşmesinin / dönüştürülmesinin, her geçen gün görünüşe mahkum kılınıp içerikten sürgün edilişinin temel nedeni, salt her yere iliştirilişine indirgenemez. Çünkü bu yalnızca bir sonuçtur.

Asıl olan, öncelikle bu kavramın, “Osmanlı bakiyesi” topraklar üzerinde kurulan ‘yeni devlet’in sıfatına ve şekline ilişkin, 1789 Fransız İhtilali ve sonrasındaki siyasal gelişmelerin de etkisiyle, toplum nezdinde meşruiyet yaratmaya dönük siyasal - ideolojik bir bilincin oluşması / oluşturulması ve yaygınlaştırılmasına hizmet amacı ve işleviyle kullanılmış oluşudur. Ancak bu amaç ve işlevle toplumsal (ve aynı zamanda tarihsel) gerçekliğin hakikati arasındaki farklılıklar, ne denli görülmek ve gösterilmek istenmese de dönem dönem nükseden fiili ve potansiyel sorun alanları olarak varlığını korumuştur. Bunların da etkisiyle, ‘yeni devlet’in kuruluşundan itibaren hem kitle iletişim araçları hem de eğitim kurumları aracılığıyla bu yönde yapılan sürekli vurgulara rağmen, söylemden ve yanılsamalı bir bilinç hali yaratmaktan öteye geçilememiştir.

Toplumsal gerçeklik, ideolojik kabullerin ve söylemin rengine boyanıp değiştirilememiş; tüm inkâr ve yok saymalara rağmen tek dillilik ve tek kültürlülükten ibaret ‘deli gömleği’ne hapsedilememiştir. “Türkiye Cumhuriyeti” denilmekle de ne devlet sabahtan akşama cumhurun iyeliğine geçebilmiş, ne de “Türk” bu devletin siyasal ve coğrafi sınırları içerisinde yaşayan cumhurun yegâne sıfatına dönüşebilmiştir.

Keza söz konusu gerçekliği ve hakikati, ne referandum sonuçları ne de bunları cumhurun “devlete el koyması”, bir nevi onu iyeliğine alışı olarak değerlendirme akl-ı evvelliğiyle malûl her cenahtan avenenin, efendilerininkinden bile daha yükseğe çıkıp göğü tutan sevinç çığlıkları değiştirmeye kadirdir. Çünkü başlangıcından bugüne dek, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve insanın insanı sömürüsü koşullarında, cumhurun iyeliği söyleminin de bunun üzerine bina edilen cumhuriyet anlayışının da cumhurun ve cumhuru oluşturanların bilincinde yanılsamalar yaratmaktan öte temel bir işlevi yoktur. Velhasıl; cumhuriyet, cumhurun iyeliği yanılsamasının adıdır. Türk’ün iyeliği ise, eğer inanırsanız, bu dünyanın ve öte dünyanın, tüm evrenin her metrekaresinde, her santimetrekaresinde ilelebet payidar olacaktır; hatta ondan başka hiçbir şey olmayacaktır…

Devletin amacı değil, işlevi vardır

İkincisi devlet. Tüm kurumlar ve araçlar gibi, devletin de, amacı yoktur; işlevi vardır. Kendisinden beklenen ya da istenen işlevleri yerine getirebildiği sürece varlığını sürdürür. “Antik imparatorluk”lar için olduğu gibi, “modern devlet” sıfatını taşıyan ulus devlet ya da devlet uluslar için de geçerlidir bu... Birincisi, fethi fetihle finanse etse bir nevi haraca dayansa da ekonomik ve siyasal olarak egemen/yönetici sınıf ve sınıflar açısından, her ikisinde de devletin temel işlevi, organlarının, alt kurumlarının uyumlu işleyişiyle, öncelikle üzerinde kurulu olduğu siyasi-coğrafi sınırların ve içerisinde doğup geliştiği toplumsal yapının ve sistemin, içerden ve dışardan gelebilecek her türlü tehdit karşısında varlığını korumasına, sürekliliğini sağlayıp mevcut sınıfsal güç dengeleri değişmeksizin gelişmesine hizmet etmektir.

Kimilerine göre ulus devlet, kimilerine göreyse devlet ulus olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti başlangıçtan bugüne yaşanan süreç içerisinde kendisinden beklenen işlevleri zora dayanan zapturapt yöntemlerinin dışında sağlayamamıştır. Kaldı ki, salt siyasal, askeri, bürokratik, vb. bir örgüt / kurum olarak bunun daha ötesini başarabilmesi de olanaklı değildir. Çünkü devletin işlevselliğini, yani temel kurumları arasındaki uyumu, eşgüdümü sağlaması amacıyla oluşturulan eldeki paradigma, ne siyasal coğrafi sınırlar içerisindeki toplumsal gerçekliğe uygundur ne de onun değişimine paralel olarak ortaya çıkan ve karşılaşılan sorunları, kendini yenileyerek çözebilmeye…

Bunun elbette, bazıları (örneğin dogmatiklik; Atatürk tabusuyla sorgulanmazlık zırhına alınmak, saplantılı bir biçimde, on yıllar öncesinden bir biçimde ifadeye bürünmüş kabuller ve sav sözlerle belirlenmiş statükoya değişmezlik atfetmek, vb. gibi) inkar edilmeye çalışılan, bazıları da (imparatorluğun genellikle yenilgi ve toprak kayıplarıyla sonuçlanan savaşlarla küçülmesi, egemenliği altındaki farklı etnik unsurların bağımsızlık talep ve isyanlarıyla sarsılması, vb. gibi) gerçeklikten kaynaklanan ve hem eğitim hem de yazılı ve sözlü söylemlerle nesilden nesile aktarılarak neredeyse toplumsal bir paranoyaya dönüş(türül)en “içerde ve dışarıda düşman görme ve bölünme korkusu, kaygısı” gibi, üzerinden atlanıp geçilemeyecek önemli nedenleri vardır. Bir de bunların üzerine, ABD kongresinin 1947 yılında aldığı “Türkiye ve Yunanistan’ı komünizmle mücadelenin kalesi” kılma kararı sonrası akıttığı mali kaynaklarla, bilumum araç kullanılarak, asker, memur, din adamı demeksizin birçok etkili ve yetkili kişi devşirilerek1 “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurdurulup yalan ve iftiralarla, düşmanlık söylemleriyle toplum içerisinde yeşertilen ve yaygınlaştırılan komünizm fobisini eklemeyi de unutmamak gerek… Paralel bir sürecin ordu ve istihbarat teşkilatı içinde yaşandığını da… Dahası bu sürecin etkisini ve günümüzde yaşananları anlamak için, hala siyasetten bürokrasiye dek önemli kurumlar ve mevkilerde egemen ve söz sahibi olan kadroların birçoğunun hem siyasal-ideolojik bilinç olarak bu fobiyle yetişmiş hem de “efendi” için “Komünizmle mücadeleden ‘Ergenekon’a evladı makbul” kalabilmiş olanlar olduklarını da… Keza bunların, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin, hem kurucu yönetici ve kadrolarınca dile getirilen, eğitim başta olmak üzere çeşitli kurumlar aracılığıyla toplumun içselleştirmesi için uğraşılan, laiklik, çağdaşlaşma gibi anlayış ve değerleriyle hem de paradigmasının kabulleriyle bazen açıktan, genellikle de (son yıllara dek) örtük bir biçimde çatışma içerisinde olduklarını da…

Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti, içerisine düştüğü açmazdan, acz durumundan, “modernleşme” çabalarıyla kurtarılmaya çalışılan “antik bir imparatorluğun” yıkıntıları üzerinde kurulmuş, başlangıçtaki yönetici kadroların tüm reddiyelerine rağmen bir biçimde onun devamı olan “modern bir devlet”ti. Ama kuruluşundan bu yana, toplumsal, siyasal, vb anlamda sürekli değişen dünya, bölge ve ülke gerçekliği karşısında paradigması iflas etmiş, süreç içinde (hatta yaklaşık 50-60 yıllık bir süreçte  planlı bir biçimde ki, asıl bunu planlayıp sabırla, bir başka devlet ve toplum yapısı içinde icra edebilen, o toplum içinden devşirmeler yetiştirip temel kurumlarında söz sahibi kılabilen, onlardan bazılarını kendi siyasal projelerinin “eş başkanlığına, yöneticiliğine” atayıp, pardon seçtirip, sonra da hiçbir şey olmamış gibi, o projeyi rafa kaldırıveren devlet, büyük devlettir) yönetici ve kadrolarının önemli bir çoğunluğu her geçen gün cumhuriyetin değerleri ve kabulleriyle çatışma içerisindeki kişilerden oluşan bir devlete dönüşmüş, dönüştürülmüştür. İşte referandum sonuçları, bir başka anlamıyla da bu “modern devlet”in egemenlerce ilan edilmemiş miadının gecikmeli bir ilânıdır. Keza, ne dün ne de bugün, kavramların ve söylemin ötesinde söz konusu devletin, yalnızca cumhurun değil, aynı zamanda Türk’ün iyeliğine de haiz olmadığının ilânı… O halde bir soru: Peki;  bu devletin iyeliği kimdedir/kimlerdedir?

“Modern devlet”te kuvvetler ayrılığı biçimseldir

Modern devlet demişken: Kuvvetler ayrılığı prensibi, Montesquieu’dan bu yana, bir hukuk devleti olduğu varsayılan “modern devlet”in karakteristik özelliklerinden biri kabul edilir. Devlet erkinin, tek bir elden değil, birbirinden bağımsız olması gerektiği belirtilen / varsayılan yasama, yargı ve yürütme organları aracılığıyla uygulanması, egemen kılınması esasına dayanır. Bu üç kuvvetin birbirlerine ilişkin denetleme ve etkileme işlevlerinin olağan dönemlerdeki rutin seyri, “bağımsızlık” vurgusunun fazlaca sorgulanmasını gündeme getirmez, hatta bunu pekiştirir. 

Oysa ister olağan dönemlerde olsun isterse olağanüstü dönemlerde olsun, yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsızlığı mutlak değil, görelidir. Dahası, her türden söyleme ve görünüşe rağmen, bunlar arasındaki eşgüdümü sağlayan, ‘bağımsızlık’, ‘tarafsızlık’ yanılsamasını güçlendiren; istisnai dönemler ya da gelişmeler dışında, söz konusu kurumların “ortak bir akıl”la düşünüyor, söylüyor ve eyliyormuşcasına uyumlu çalışmalarını olanaklı kılan, egemen ideolojiye, daha doğrusu genel anlamda egemen / resmi sosyal siyasal-ideolojik paradigmaya tabilikleridir. Paradigma varlığını, geçerliliğini ve işlevini sürdürdüğü sürece bu kuvvetler arasında, genellikle, bir çatışma ya da birbirleri üzerinde egemenlik kurma girişimleri gözlenmez. Çünkü o görünmez bir el gibi çalışan, insanı, toplumu, dünyayı; ekonomik, sosyal, siyasal, vb. ilişkileri anlayıp anlamlandırmayı koşullayan, bir bilinç haline dönüştürülmüş ve kabulleri sorgulanmaz, hatta en azından başlangıçta kuşkulanılmaz bir şekilde eleştiriden muaf kılınmıştır.

Aslında olağan ya da olağanüstü dönemlerin tamamında tüm göreliliğine rağmen ısrarla bağımsızlığından söz edilen ya da ısrarla bağımsız olmadığı ve bağımsız olması gerektiği vurgulanan, sık sık siyasallaştığından yakınılan kurum, yargıdır. Hiç kimse yürütmenin ve yasamanın da birbirleri karşısındaki bağımsızlığından söz etmez, tartışmaz nedense... Oysa yürütmenin, yani hükümetin ister koalisyon isterse tek parti temelinde oluşmuş olsun, bir azınlık hükümeti olma hali hariç, her daim yasama organı nezdinde çoğunluğa dayanan bir egemenliği vardır. Bu anlamda yasama organı, özellikle milletvekilliğinin parti genel başkanlarının iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı olduğu koşullarda, çoğunluğu itibariyle yürütmeye tabidir. Hele hele ezici bir çoğunluğa dayanan tek parti hükümetleri dönemi söz konusu olduğunda, yasama organında yer alan muhalefet partileri ve onlara mensup milletvekillerinin tabir-i caizse salt dolgu malzemesine dönüştüğü koşullarda, yasamanın yürütme karşısında bağımsızlığından söz etmek, tam anlamıyla abesle iştigaldir.

Ancak böylesi bir tablo, yine de şu iki koşulda, güvensizlik, bunalım ve çatışmaya neden olacak bir sorun olarak algılanmaz: Bunlardan birincisi,  tüm göreliliğine rağmen mevcut egemen ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal ilişkiler ve yapıların varlığını sürdürmesidir. İktidar partisinin, yürütme organını,  açıktan ya da sözüm ona gizliden, kendisini destekleyenlere hatta yandaş ve doğrudan yakınlara ekonomik kaynak ve rant aktarmada bazı ayrıcalıklar sağlamada kullanıyor olması, bir yere kadar ihmal edilebilir; göz yumulabilir bir durum olarak algılanıp değerlendirilebilir egemenlerce. Hele hele “Bal tutan parmağını yalar” anlayışının meşru ve mubah farz edildiği bir toplumda, iktidara oy verenlerin yanı sıra toplumun farklı kesimleri de görmezden gelebilir bunları… Hatta böylesi icraatları nedeniyle yargılanıp hüküm giyme kaygısı altında, yargı üzerinde tasarrufta bulunarak aklanma hesapları yapmalarını da… İkincisi ise, egemen sınıfın toplumun alt sınıflarını denetim altında tutması, yönetmesi, denetlemesi, vb. aracı olan devletin, resmi siyasal ideolojik paradigmasına bir halel gelmemesidir.

Paradigmanın son kalesi

Ne var ki, Türkiye gerçekliğinde on yıllardır inşa edilen ve yaşanan süreç her iki koşul açısından da hem toplumsal hem de kurumlar arası ilişkiler anlamında güvensizlik, bunalım ve çatışmayı körükleyecek denli sorunludur. Birinci koşul şimdilik bir yana… İkinci koşul açısından durum vahimdir. Kurumlar arası işleyişte uyum ve eşgüdümü sağlayan “paradigmanın iflası” ve geçersizleşmesinin de etkisiyle, yürütmenin, öncelikle yasama organındaki çoğunluğuna, bunun yanı sıra uluslararası aktörlerin ihtiyaçları açısından da konjonktürün uygunluğuna dayanarak yargıyla giriştiği çekişmenin her geçen gün ayyuka çıkan bir kavgaya dönüşmesini kolaylaştıran da budur zaten…

Paradigma ve kabulleri, yıllardan beri adım adım birçok kurumdan sürgün edilip Atatürk heykelleri, büstleri, tabloları ve sözleri ardında can çekişmeye terk edilmiştir. Bu süreçte devletin, birçok kurum ve kuruluşta, bayram söylevlerinin hamaseti dışında geçerliliği olan, kendisine halel getirilebilecek egemen bir paradigması da kalmamıştır. Bir yanda bunlar gerçekleşirken, diğer yanda da yargı, hem paradigmanın kabulleri hem de “Türkiye Cumhuriyeti”nin kuruluş sürecindeki değerleriyle varlığını sürdürebildiği istisnai kurumlardan birine dönüşmüştür, belki de sonuncusuna...  

Oysa “Son kale”sinde paradigma kazansa bile kaybedecek olandır. Çünkü o varlığın dününden seslenmekte, değişen toplumsal gerçekliğin sorunlarına, değişmeyen kabullerle çözümler sunmaya çalışmaktadır. O “son kale”yse, ne denli direnirse dirensin, o direniş, hatta ardından gelebilecek olası bir zafer (ya da yenilgi) ne denli destansı olursa olsun, sisteme ve onun hukukuna teslim olacaktır. Çünkü kapitalizmin sınırları içinde kalan, mevcut sınıfsal ve toplumsal ilişkileri yeni bir toplumsal proje temelinde değiştirip dönüştürmeye yönelmeyen her türlü reddiye ve karşı çıkış için, sisteme, onun egemenlerine ve hukukuna teslimiyetten öte bir yol yoktur. Gerisi laf-ı güzaftır. Referandum sonuçları da şimdilik, bir başka seçenek bırakmamıştır zaten, “son kale”sine paradigmanın…


1 Bu süreçte, işi iyiden iyiye azıya alıp yüzleri bile kızarmadan, gönüllü devşirmeye dönüşenler, Amerikan Büyükelçiliği’nden “Komünizmle Mücadele Derneği” için açıktan açığa para istemekten ve almaktan geri durmamışlardır. Keza bu beslenme, pardon fonlanma süreci 1980 sonrası da devam etmiştir.. Bu devşirmelerin yaşayan en ünlülerinden birinin, kameraların karşısına neredeyse  her geçtiğinde manik-depresif ruh halleri sergilemekten geri durmayan ve hizmetlerine mukabil, “efendi”sinin koruma ve gözetiminde ömrünün son demlerini sürmekte olduğu bilinmektedir.