Hz. Muhammed köşesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. Muhammed köşesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05 Nisan 2012

EĞİTİM REFORMU: NEDEN ve KİMİN İÇİN?

Eğitim Reformu: Neden  ve Kimin İçin?
Fikret Başkaya
Eğitim sistemi her zaman egemen sınıfların ihtiyacına cevap verir. Tarihsel süreç içinde eğitimin işlevleri değişebilir ama değişmeyen şey eğitim sisteminin mutlaka mülk sahibi  egemenlerin ihtiyaçlarına cevap vermesidir. Kapitalizm öncesinin sosyal formasyonlarında eğitimin amacı, egemen ideolojiyi üretmek ve yaymak ve devlet aygıtının yönetici-bürokratik kadrolarını yetiştirmekti. Kapitalizmin egemen üretim tarzı haline geldiği dönemde, yukarıdaki iki işleve bir de sermaye sınıfının ihtiyacı olan “yetişkin” işgücünü yetiştirme işlevi eklendi. Son dönemde, neoliberal kürelileşmeyle birlikte eğitimin hızlı bir tempoyla paralılaşması, metalaşması, şeyleşmesi, bir kamu hizmet alanı olmaktan çıkıp özelleştirilmesiyle, artık eğitim bir kâr alanı ve aracı haline de dönüşmüş bulunuyor. Başka türlü söylersek, eğitim artık her hangi bir mal gibi alınıp-satılan bir metaya dönüşmekte. Değerlenme sıkıntısı çeken sermaye için bir kâr alanı haline gelmekte.
Eğitimin eğitilenler bakımından işleviyse, belirli düzeyin üstünde eğitim görmüş olan diplomalılara “sınıf değiştirme” yolunu açmasıdır. Böylece eğitim, emekçi sınıfların çocuklarının, mütevazı kesimden gelen çocukların egemen sınıf katına, şimdilerde burjuva sınıfına katılmasını sağlıyor. Tabii onları içinden çıktıkları sınıfa yabancılaştırmak kaydıyla... Başka türlü söylersek, onları ezen tarafın unsurlarına dönüştürüyor. [ Elbette eğitilmiş olanlar arasından az da olsa içinden çıktıkları sınıfa ihanet etmeyenler de çıkabiliyor. İyi ki de çıkıyor, aksi halde durum daha da vahim olurdu...] 
Eğitim sisteminin her zaman ve mutlaka hâkim sınıfların ihtiyacına göre şekillendiğinden habersiz olanlar, ekseri sorunu yanlış bir zemin üzerinde “tartışma” eğilimindedirler. Sanki bir şeyler yapılırsa eğitimin daha iyi olacağı yanılsaması söz konusudur. Başka türlü söylersek, daha iyisi yapılabilirken ve yapılamadığı için sistemin kötü olduğu, kötü işlediği, ihtiyaca cevap vermediği düşüncesi geçerlidir... Oysa egemenler ihtiyaçlarına cevap vermeyen sistemi anında değiştirirler. Bu tür yanlış anlayışlar eğitimin toplumun tamamı için tasarlandığı, oluşturulduğu düşüncesinden kaynaklanıyor.
AKP hükümeti tarafından dayatılan son eğitim reformu – 4+4+4- modeliyle ilgili tartışmanın tarafları, yapılmak isteneni kavramaktan uzak oldukları için, asıl kaygının ve amacın pedagojik, entelektüel ve “bilimsel” olduğunu, amacın eğitimi yaygınlaştırmak olduğunu sanıyorlar... Öyle olunca da tartışma “kesintili mi yoksa kesintisiz mi olmalı” biçiminde yürüyor. Dolayısıyla operasyonun ne amaçla ve neden yapıldığı gözden kaçıyor. Yeni modelin başlıca iki amacı var: Birincisi, sermayenin, özellikle de küçük ve orta boy sermayenin ucuz emek ihtiyacını karşılamak, bu amaçla da çocuk emeği sömürüsünü derinleştirmek; ikincisi, eğitimdeki özelleştirme sürecini hızlandırmak. Bir taraftan sermayenin ihtiyacı olan ucuz işgücü meslek okullarında üretilirken, diğer taraftan da eğitimin tüm aşamalarını özelleştirmek. Lâkin kesintili mi, kesintisiz mi? tartışmasının tarafları eğitimin muhtevasını hiç gündeme getirmiyorlar... Dolayısıyla tartışma sorunun esasını angaje etmiyor. Türkiye’de ilkokuldan üniversiteye, eğitim ve okul sistemi oldum olası “düşük yoğunluklu” militer bir yapı arzediyor. Bunlara yarı-askerî kurumlar demek mümkündür. Eğitim sisteminin birinci başat niteliği budur. İkincisi, eğitim baştan sona bağnaz bir resmi ideolojiyi [devlet yalanlarını] genç nesillerin kafasına enjekte etmek üzere kurgulanmıştır. Yarı-militer kurumlar olan okullarda çocukların bilinci resmi ideoloji enjeksiyonuyla daha baştan köreltiliyor. Böyle bir yapıdan özgür bireylerin çıkması mümkün müdür? İşte Türkiye’deki eğitim sisteminin asıl misyonu ve varlık nedeni budur ve sistem tam bir etkinlikle toplumsal bilinci köreltmeyi, toplumu köleleştirmeyi başarıyor. Dolayısıyla egemen sınıflar bakımından eğitim sistemi son derecede başarılıdır. Velhasıl, Türkiye’nin “modern” okul ve eğitim sistemi böyle bir amaca hizmet ediyor.
Fakat eğitilenlerin bilincini köleleştirmek, körleştirmek, köreltmek, genç nesilleri ufuksuzlaştırmak, bilinci köreltilmiş/köleleştirilmiş eğiticileri varsayar... Dolayısıyla eğitim kadrosu da son derece başarılıdır. Tam da gerekeni yapıyorlar, özgür düşüncenin yeşermesini, filizlenmesini daha baştan engellemeyi başarıyorlar. Civcivi yumurtadayken eziyorlar... Yarı-askerî kurumların eğiticileri, öğretmenleri, tek tip bağnaz egemen/resmi ideolojiyi büyük bir başarıyla kafalara sokmayı başarıyorlar. İşte Türkiye’nin kolay yönetilen bir ülke oluşunun, demokratikleşme zaafının gerisindeki başlıca nedenlerden biri budur. Genç nesiller özgür düşüncenin ve özgürlük bilincinin gelişmesini önleyen bir eğitim sürecinden geçiyorlar...
Son eğitim reformu yangından mal kaçırırcasına oldu bittiye getirilse de epey zamandır egemenler katında mayalandırılmaktaydı. 1999 yılında yapılan 16. Milli Eğitim Şûrası’nın temel gündem maddesi ‘Meslekî ve Teknik Eğitim’di. Söz konusu şûrada alınan kararlardan birinde: “ İlköğretimin bütün sınıflarında meslek alanını tanıtıcı etkinliklere yer verilmelidir” deniyordu... 2010 yılında yapılan şûradaysa, ilk yılı okul öncesi eğitim olmak üzere, dörder yıllık üç aşamalı 13 yıllık zorunlu eğitim öneriliyordu. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği [TOBB] başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, 2010 genel kurul açış konuşmasında ne yapılması gerektiğini söylüyordu: Eğitim sistemini piyasanın [sermaye sınıfının densin] ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn etmek... Hisarcıkloğlu şunları söylüyordu: “Eğitim sistemindeki sorunlara çare bulmalıyız. Ülkemizin mesleki eğitim altyapısını komple elden geçirmeliyiz. Kısır tartışmaları bir yana bırakıp, mesleki eğitim sistemimizi piyasanın taleplerine duyarlı hale getirmeliyiz”. Ve iki yıl sonra, 2012 de “kısır tartışmalara da pek yer vermeden” eğitim sistemi talebe “duyarlı hale getiriliyor...

Camiyi okula taşımak: AKP’nin son harikası.

TC baştan itibaren iki temele dayandı: Okul ve Cami. Durum böyleydi ama Laik Türkiye söylemi hiç dillerden düşmedi. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum devletin tam da göbeğine yerleşmişken, Milli Eğitim Bakanlığı içinde “Din Eğitimi Genel Müdürlüğü” diye bir birim varken, vb. bu ne menem laiktir dendiğinde, cevap hazırdır: Bu Türkiye’ye özgü bir laikliktir... Yani alaturka laiklik... Ve başta okullu-diplomalı kesimler olmak üzere insanlar rejimin laik olduğu yalanına inandırıldı. Türkiye’nin laik olduğuna inanların başında da “en eğitimli” kesimler geliyor... Tabii bu da şaşırtıcı değil zira okullu olmak demek resmi ideolojinin rahle-i tedrisatından geçmiş olmak demektir. Ve okulluluk ne kadar uzunsa, resmi ideolojinin “içselleştirilmesi” de o ölçüde büyük oluyor... Dolayısıyla bilinci en çok köreltilmiş kesim en eğitimli kesimdir... Bu kesim Türkiye’nin laik olduğuna o kadar samimiyetle inanır ki, yerli yersiz, Türkiye laiktir laik kalacak... sloganına sarılırlar... Aslında yalanı üretenlerle ona inanalar aynı kesimlerdir demek daha doğrudur. Oysa din-devlet ilişkisi özü itibariyle Osmanlı İmparatorluğunda geçerli olanın miras alınmasıydı. Zaten Osmanlıdaki din-devlet ilişki biçimi de Bizans’tan kopya edilmişti. “Laik Cumhuriyet” uyduruk resmi ideolojisine dayanarak yönetemezdi. İdeolojik temelini güçlendirmek için camiye ihtiyacı vardı ve bu amaçla dini duruma göre manipüle etti ve kullandı. 12 Eylül 1980 sonrasında din, Türk-İslam sentezinin bir gereği olarak zorunlu din dersiyle eğitim sistemine sokulmuştu. İmam Hatip Okullarının  ve Kuran Kurslarının varlığı da, bir bakıma din Müslümanlara bırakılmayacak kadar önemlidir demeye geliyordu. AKP hükümeti güya 28 Şubat’ın rövanşını alıyormuş görüntüsü altında iki şey yapmak istiyor: Birincisi seçmene selam yolluyor; ikincisi, Seçmeli ‘Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin Hayatı” dersleriyle camiyi, yani devlet dinini okula sokuyor... Fakat seçmeli söylemini nüanse etmek gerekir. Bu ikisi herkesin seçmesi mümkün olmayan dersler. Mesela ateistlerin, Hıristiyanların, Musevilerin, vb. bu dersleri seçmeleri mümkün değil. Demek ki sadece bir kesim için seçmeli dersler söz konusu... Seçme işi de tabii öğrencinin değil, öğretmenin ve okul müdürünün işi olmak kaydıyla... Dolayısıyla seçmeli ders söylemi sadece işi kılıfına uydurmak için...

Aslında kanunlar sadece yolu açar. Asıl uygulama yönetmeliklerle, tüzüklerle ve talimatnamelerle gerçekleşir. Bakanlık gerisini getirecektir. Mesela her okulda bir mescit ve abdest alma mekânları, Hz. Muhammed köşesi, vb. zamanla kotarılır... Bir sonraki aşama mesela artan okul ihtiyacını karşılamak için camilerin de “Laik eğitim”e açılması olabilir... Camiyle okul arasındaki ayrım artık iyice silikleştiğine göre...  Aslında tartışmaların bir anlam taşıyabilmesi için yapılacak şey gayet basit: Devlet dinden elini çeksin. Buna var mısınız? Aksi halde ikiyüzlülüğün bir âlemi yok. Eğitim sistemi tartışmalarına katılan “ilmi kendilerinden menkûl zevât,  “birbirinden değerli uzman konuklar” ve “her konunun uzmanlarının” ağzından hiç böyle bir şey duydunuz mu? Peki bu ne demektir? Eğitim sisteminden önce rejimin niteliğini tartışmaya cüret etmek demektir...

Kapitalizm geçerliyken “demokratik eğitim” mümkün değildir.
Demokratik eğitim, her sınıfsal kökenden çocukların eğitim kurumlarından eşit yararlanmaları anlamındadır. Eğitimin demokratikleşmesiyse eğitimin özgürlük ve demokrasi ilkeleri temelinde yürütülmesi demeye gelir. Şimdilerde özelleştirme dalgası pupa yelken yol alırken, artık “demokratik eğitim” diye bir şey retorik olarak bile gündemde değildir. Yoksul kesim çocuklarına burs vermek gibi yöntemlerle eğitim eşitsizliğini gidermek mümkün değildir. Bir küçük köylü çocuğunun veya bir işçi çocuğunun, bir işportacının veya işsiz çocuğunun, eğitim sistemi karşısındaki konumu, bir büyük kapitalist patronun, yüksek yargı üyesinin, baro başkanının, profesörün, müsteşarın, siyasi parti başkanının, ünlü bir şarkıcının veya sinema oyuncusunun, vb. çocuğuna göre son derecede dezavantajlıdır. Elit sınıfın çocukları elit okullarında eğitim görürler ve o kadarı sistemin ihtiyacını az-çok karşılar. Emekçi sınıftan da elit okullarına veya “iyi üniversitelere” tırmananlar olsa da bunlar istisnadır. Zaten şimdilerde eğitimin paralılaşması-özelleştirilmesiyle o dar yol da kapanmaktadır. Osmanlı döneminde “reaya oğlu reaya olur” denirdi. Şimdilerde artık işçi/emekçi oğlu işçi/emekçi olur denecektir ama bir iş bulabilme ihtimali de zorlaşmak kaydıyla... Dolayısıyla artık geçerli slogan: Parası olan/ parayı veren eğitim hizmetini satın alır şeklindedir. Oysa eğitimin bir hak ve kamu tarafından sunulması gereken bir hizmet olması gerekir... Eğitimin bir kâr aracına dönüştürülmesi demek bu hakkın yok sayılması demektir... Neden sevgili “uzmanlarınız” bu sorunu tartışma zahmetine katlanmıyor? Eğer eğitim hizmetleri özelleştiriliyorsa, sağlık hizmetleri özelleştiriliyorsa, belediye hizmetleri özelleştiriliyorsa, velhasıl akla gelen her şey özelleştiriliyorsa, parayla alınır-satılır birer metaya dönüştürülüyorsa, o zaman insanlar neden vergi veriyorlar? Vergiler ne için denmeyecek midir? Bir soru daha: Bu ülkede vergiyi kim veriyor ve/veya ne kadarını kim veriyor? Söz konusu olan vergi mi yoksa haraç mı? İki- üç yüzyıl kadar önce Batı Avrupa’da bir slogan şöyleydi: Temsil yoksa vergi de yok... Bu gün de şöyle bir slogan gerekmiyor mu: Kamu hizmeti/sosyal hizmet yoksa vergi de yok... Elbet bir gün asıl sorunlar da tartışma gündemine gelecektir, mesela mülkiyet sorunu gibi...