Gölbaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gölbaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Kasım 2014

Gelinin Kerameti


Gelinin Kerameti
Atalay Girgin

Kevser’in kayınbabası Keramettin Hörgüçlüzade’nin ikindi namazının sonrasında, başında kukuletası, sırtında entarisi, tepeden tırnağa bembeyaz yatak kıyafetlerine bürünüp gündüz uykusuna yatmasından ve rüyasında gördüklerinin etkisiyle kan ter içinde gözlerini açmasından iki gün öncesiydi. Başkent’i kavuran sıcak Haziran günleri daha gelmemişti. Ama eli kulağındaydı. 

 Ankara’da baharın sonunu, yazın başlangıcını müjdeleyen güneşli ve sıcak bir Perşembe günüydü. Kocasının kullandığı lüks otomobille Dikmen Vadisi’ndeki evlerinden Gölbaşı’na doğru hızla yol alan Kevser düşünceli ve sessizdi. Ne var ki görüntüsünün aksine, yola çıktıkları andan beri, bedeni çoktan, zihnindeki esrik ve isterik düşlerin etkisine kapılmıştı. Ayakkabılarına dek uzanan tesettürlü kıyafetinin altındaki çıplak bacaklarından kalçalarına, kasıklarından daha sütü kesilmemiş memelerine dek her geçen an yükselen haz ateşini körükleyen düşlerinin peşi sıra sürüklenmekteydi.

Onun sessizliğini dört beş günlüğüne de olsa ayrılacak olmalarına yoran kocası, teselli etmek istercesine sevecen bir sesle “Canım, üzülme!” dedi, “Allah’ın izniyle göz açıp kapayıncaya dek gelirim. Sen de yokluğumda annenle hasret giderirsin. Annen bebeğe bakarken, sitede yaşayan uzun süredir görüşmediğin arkadaşlarınla vakit geçirir, dertleşir, sohbet edersin. Şehrin gürültüsünden uzak, ağaçların, çiçeklerin arasında, yemyeşil bahçede gezinir, çıplak ayakla toprağa basar, geceleri yıldızları seyredersin. Cıvıl cıvıl kuş sesleriyle uyanırsın sabaha. Fena mı olur?”

O sırada bir başka hayale kendini kaptırmış ve yolun bir an önce bitmesi için sabırsızlanmakta olan Kevser, kocasının söylediklerini işitse de tam olarak ne dediğini algılayamamıştı. Ancak zihninden geçenleri anlayıvereceği kaygısıyla, dikiz aynasından kendisine bakan gözlerden bakışlarını kaçırarak, duyulur duyulmaz bir sesle, “Hı… Hıı” diye karşılık verdi, “Lütfen çabuk gel! Daha fazla özletme kendini!”

Otomobil, Haymana Yolu’ndan lüks villaların bulunduğu sitenin caddesine saptığında, Kevser’in gözleri parlamaya, kalbi yerinden fırlayacakmışçasına hızla atmaya, başörtüsünün açıkta bıraktığı beyaz yanakları pembeleşmeye, dudakları tatlı bir tebessümle kıvrılmaya başladı. Ellerinin arasında tuttuğu cep telefonundan saati kontrol etti. Kendini haz deryasına bırakmaya az bir zamanı kalmıştı.

Dört bir yanı duvarlar ve tel örgülerle çevrili, gün yirmi dört saat kapısında nöbet tutulan, gireni çıkanı kameralarla izlenen siteye varmışlar, sıra sıra dizilmiş büyük bahçeli villaların arasından annesinin yaşadığı villanın kapısına yaklaşmaktaydılar. Gözlerini kocasına çevirip “Allah vere de oyalanmasa bari!” diye düşündü ve hemen ardı sıra tüm şirinliğini takınarak gülümsedi:

- Canım benim! İstersen bizi bırakır bırakmaz sen git. Malum yolun uzun. Annem, bütün kaynanalar gibi biraz sitem edecek olsa da ben onu idare ederim. Ne dersin?

Belli etmek istemese de kaynanasına başlangıçtan beri bir türlü ısınamayan kocası, Kevser’in sözlerini onayladığını belirtmek için, “Canıma minnet” dercesine, dikiz aynasından ona gülümseyerek göz kırptı:

- Olur canım! Sizi ve eşyalarınızı indireyim, kapıdan selamlaşır, elini öper dönerim. Gerisi sana kalmış artık.

Dakikalar hızla azalıyor olsa da her şey Kevser’in istediği gibi gelişmekteydi. Kocası daha bahçe kapısından çıkmadan aceleyle eve girdi. Hemencecik giysilerini aralayıp avuçladığı memelerinin her birinden, bebek için süt sağıp biberona doldurdu. Mışıl mışıl uyumakta olan bebeğe baktı. “İki üç saat daha uyanmaz!” diye düşündü.

Bebeği uyandırmaktan korkarcasına fısıltıyla, “Karnın aç mı kızım? Yiyecek bir şeyler hazırlayayım mı?” diyen annesine, “Yok anneciğim!” karşılığını verdi, “Arkadaşlarla haberleşmiştik öncesinden. Beni bekliyorlardır. Onlarda yerim. Daha fazla gecikmeden gideyim. Bebek de hemen uyanmaz zaten. Bir şey olursa ararsın. Çabucak gelirim.”

Annesinin söylenmesine fırsat vermeden kapıya yönelip ayakkabılarını giydi ve koşar adımlarla çimlerle kaplı bahçeyi geçti. Ardından şangırtıyla kapanan demir bahçe kapısının gürültüsüne bile aldırmadı. Yürümüyor adeta kanatlanmış uçuyordu. Hızından, yerlere dek uzanan dökümlü giysisinin etekleri havalanıyor, çıplak ayak bilekleri gözler önüne seriliyordu. Okullar daha tatile girmediğinden ortalıkta kimsecikler yoktu. Yaz kış sitede kalan az sayıdaki yaşlı erkek ve kadınlar ise bastıran öğle sıcağıyla birlikte ya evlerin içine çekilmişler ya da ağaç gölgesine attıkları koltuklarında uyuklamaktaydılar. Kevser’i telaşla koşar adım yürürken görecek birileri yoktu. İki sıra ötedeki villaya erişip kapı ziline basıncaya dek saç diplerinden, koltuk altlarından, terler fışkırmakta, bedeninin görünür görünmeyen yerlerinden süzülüp, bacaklarının arasındaki ıslaklığa ve yangına eşlik etmekteydi.



İkinci kez basmasına gerek kalmadı zile. Kapı aralandı. Kevser usulca içeri süzülürken, gözleri atletik yapılı, uzun boylu, geniş omuzlu, kıvırcık saçlı, badem bıyıklı erkeğin gözlerindeydi. Kollarını onun boynuna dolayıp, bedenini bedenine teslim edercesine bırakırken, genizden gelen bir sesle, fısıldadı:

- Geldim aşkım! Geldim! Uzun sürdü, aylar aylar geçti, yıl geride kaldı, ama geldim. Hadi, eski günlerdeki gibi uçur beni. Maviliklerden soy, maviliklere uçur.

Erkek, dudaklarını Kevser’in ıslak dudaklarıyla birleştirirken iri ve kemikli ellerinin tüm hoyratlığıyla diri kalçalarını da avuçlamaktaydı. Sıkıp sıkıp bıraktıkça kadının kalçaları ayrılıp ayrılıp yeniden birleşmekte, bedenini kuşatan arzuyu tetiklemekteydi. Erkek soluklanmak için dudaklarını aralar aralamaz, fısıltıyla sordu:

- Mavi misin Gülpembem, mavi misin?

Kevser, başını, sımsıkı sarıldığı erkeğin göğsüne yaslayarak karşılık verdi:

- Hem de tepeden tırnağa her şeyimle! Yalnız senin için giyindim. Her şeyimle masmaviyim aşkım. Hadi maviliklerden soy beni…