Ünlü yazarların
ilk kitapları nasıl reddedildi?
Dünya edebiyatında, bugün birer başyapıt
sayılan çok sayıda eser yayınevleri tarafından reddedilmişti. Bu reddedilme
hikâyelerinden bazılarını derledik.
2007 yılında David Lassman adında bir
İngiliz, yazdığı kitapların yayınevlerinden sürekli geri çevrilmesinin kabahatini kendi yazdıklarında
değil yayınevlerinin sallapatiliğinde arar ve tuhaf bir oyunla bunu ispatlamaya
girişir. Sadece İngiliz edebiyatının değil, dünya edebiyatının temel
taşlarından sayılan Jane Austen‘ın üç
büyük romanını ufak tefek değişikliklerle kopyalayan Lassman, kitapların
altlarına kendi imzasını atar ve değerlendirilmeleri için onları 18 büyük
yayınevine gönderir. Yazarı intihalle suçlayan bir tanesi hariç, diğer 17
yayınevi romanları yayımlamayı reddeder.
J. K. Rowling’in temsilcisi, adı “İlk İzlenimler” olarak
değiştirilmiş Aşk ve Gurur’un, “Herhangi bir yayınevine
sunulabilecek yeterlilikte bir eser olmadığı” kanaatine
varmıştır. Aşk ve Gurur’un yayın haklarını elinde tutan Penguin yayıneviyse
Lassman’ın gönderdiği ilk bölümlerin “okunması ilginç ve orijinal” olduğunu
kabul etmekle birlikte, romanın geri kalan kısımlarını okumak için pek heves
göstermez. Bloomsbury, Random House, Harper Collins gibi yayınevleri ise
gerekçe dahi belirtmeden eseri geri çevirmekle yetinirler.
Don Kişot bugün basılır mıydı?
Amerikalı bir editörün, Don Kişot üzerine yazdığı bir incelemede romanı “editörlerin problemli bulacağı cinsten” ve “bugün yayımlanması şüpheli” olarak
nitelendirmesinin ardından bir gazete, Türkiye’deki büyük yayınevlerine “Bugün size gelse Don Kişot’u basar mıydınız?” sorusunu
yöneltmiş ve bazılarından dürüst bir “Hayır” yanıtı
almayı başarmıştı.
Editör, Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanının ancak sıkı bir
düzeltmeden sonra karton kapaklı ciltlere bölünerek basılabileceğini
söyledikten sonra kestirip atar: “Eğer yazar buna razı
olmazsa, o zaman unutun gitsin. Bu haliyle kitap çok, çok -ne demeli?- çok
tıknefes”.
Kant’ın Pratik
Aklın Eleştirisi uğraşmaya değer bile bulunmaz: “Susan’dan şuna bir bakmasını rica ettim, Barthes’tan sonra bu
Kant’ı çevirmenin hiçbir anlamı olmadığını söyledi bana.” Editörümüz İncil’in
de ilk birkaç yüz sayfasını soluk soluğa okur ama sonrasında “haddinden fazla
şiirsel uzantıları, açıkça tiksindirici ve sıkıcı pasajları, anlamsız feryat ve
figanı olan bir antoloji olduğunu fark edip” basmaktan
vazgeçer.
Herkes reddedilir, hem de kaç kere…
Kimi büyük yazarların eserlerini
bastırabilmek için giriştikleri yorucu ve sinir bozucu çaba, “hayatta başarı” kitaplarının
temel düsturunu doğrular niteliktedir: Reddedilmekten korkmayın, inatçı olun,
amacınızın peşinden yılmadan koşun.
Bakınız George
Bernard Shaw, ünlü olmadan önce yazdığı beş romanla tam tamına 60 yayınevinden ret cevabı almasına rağmen pes
etmez.
William Golding‘in bugün bir klasik
kabul edilen romanı Sineklerin Tanrısı, 20’den
fazla yayınevinin burun bükmesine maruz kalır. John Fowles,
Koleksiyoncu’yla türlü yayınevleri tarafından itilip kakılır. Bahsettiklerimiz,
inatla gelen, ibret verici birer başarı öyküsüdür. John Kennedy Toole gibi hassas bir ruh ise
başyapıtı olarak gördüğü Alıklar Birliği‘nin
ardı ardına geri çevrilmesine tahammül edemez ve 32 yaşında hayatına son verir.
Romanı, ölümünden 12 yıl sonra Pulitzer Ödülü’yle taçlandırılacaktır.
T. S. Eliot, Orwell’ı nasıl reddetti?
Başlangıçta hor görülüp sonradan klasik
mertebesine yükselen eserler, sahiplerine birer taç; onları reddetme gafletine
düşmüş editörlere ise birer maskara külahı giydiriverir.
1944 yılında George Orwell, ünlü eseri Hayvan Çiftliği’yle,
Faber&Faber’ın başında olan T. S. Eliot’ın kapısını çalar. Yanıt, Eliot’ın
karısının kaleminden gelecektir: “Benim bu yapıtla ilgili
genel tatminsizliğimin temeli, en yalın haliyle, yapıtın olumsuz havası.
Yazarın istediklerine, karşı çıktığı şeylerin bazılarına sempati duyuyorum ama
kitaba hâkim olan ve genelinde Troçkist diyebileceğim bakış ikna edici değil.”
Alfred Humboldt adlı bir
yayınevi sahibi, kendisine Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı dosyasını gönderen
arkadaşına dehşetle, “Sevgili dostum, muhtemelen
kafam durdu, ama Tanrı aşkına, bir insanın uykuya dalmadan önce yatakta oradan
oraya dönmesini anlatmak için otuz sayfaya ihtiyaç duymasını bir türlü
anlayamıyorum” diye yazar. Bu sıkıntı Humboldt’a has kalmaz.
Kendisi de büyük bir yazar olan André Gide, Gallimard Yayınevi’nin başındayken önüne
gelen Kayıp Zamanın İzinde’yi paketini bile açmadan geri gönderir ve Proust
kitabını nihayet kendi imkanlarıyla bastırıp da beklenmedik bir başarı
kazanınca utançtan kendini paralar.
Joseph Conrad ve D. H. Lawrence’ı edebiyat tarihine
kazandırmış olmakla onurlanan Edward Garnett ise James Joyce’un Sanatçının Bir
Genç Adam Olarak Portresi’ni yayımlamayı reddederek falso yapar.
14 yaşındaki Victor Hugo…
Bu olgunluk dönemi sayılabilecek romanların
geri çevrilmesini gördükten sonra Victor Hugo’nunkine üzülmek elden gelmez.
Hugo daha 14 yaşındayken Paris’te bir editörün karşısına dikilir ve şiirlerini
bastırmak istediğini söyleyip net bir “hayır” yanıtı alır. Hugo kendine değil
editöre acımıştır: “Hata ettiniz. Bu ilk şiirlerimi basacak
olsaydınız, sonraki bütün eserlerimin yayın hakkını size verecektim.”
Nabokov ve Dreiser ise
eserlerindeki ahlak zafiyeti yüzünden reddedilirler. Swinburne’ün müstehcen
şiirlerine bulduğu yayıncı önce tongaya düşüp eseri basar sonra da alelacele
toplatır. Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı ve Imre Kertesz’nin Kadersizlik’i
devlet tarafından bloke edilir. Henry David Thoreau, yirmi cilt tutan
eserlerinin sadece iki cildini dünya gözüyle basılmış görecek; yayınevi toplam
219 adet satabildiği kitabın elde patlayan 706’sının parasını yazardan talep
edecektir.
Yayımlarız ama bir şartla…
Küçük Kadınlar’da Jo, ilk romanını büyük
hayallerle yayınevine gönderir. Editör kitabı basmayı kabul eder ancak bir
şartı vardır; işaretlediği yerler çıkartılacaktır. Jo kendini “bebeğin beşiğe sığabilmesi için bacaklarının kesilmesinin
gerektiği söylenen bir anne gibi” hisseder.
Kerime Nadir’in Ruh Gurbetinde’sinde
Neslihan da aynı istekle yüz yüze gelir. Üstüne üstlük ondan bir de romanının
adını değiştirmesi talep edilir.
Malcolm Lowry’nin başına gelenler
düşünülürse bu iki hayali yazar çok şanslıdır. Lowry, on yıldan fazla zamanını
Yanardağın Altında adlı romanını yayınevlerinin istediği şekle sokmaya
çalışarak geçirir ve sonunda isyan bayrağını çeker.
Yazara eserini değiştirmesi yönünde
tavsiyede bulunan ya da emir veren editörler bazen de minnetle anılırlar. Patricia Highsmith, Trendeki Yabancılar romanını
değiştirmesini tavsiye eden editörüne boyun eğer ve ortaya çıkan sonuçtan
kendisi de memnun olur. Çehov ise küçük hikayelerini yayımladığı derginin
editörünün diretmesiyle daha da kısa yazmak zorunda kalır. Bu zorunlu
minimalizm, sonraları üslubunun başat özelliği olacaktır.
Thomas Hardy, İngiliz yüksek
sosyetesinin snopluğunu saldırgan bir şekilde işlediği ilk romanıyla kapısını
çaldığında eleştirmen George Meredith, bu roman piyasaya çıkarsa bir daha
hiçbir kitabının yayımlanmayacağı uyarısında bulunur genç yazara. Hardy,
sonradan kaybolup maalesef hiç gün yüzüne çıkmayan romanını geri çekmeyi uygun
bulur. Meredith bu öğüdüyle dünya edebiyatına bir yazar kazandırırken bir roman
kaybettirir.
Rüzgar Gibi Geçti satar mı?
Günümüzde klasik kabul edilen çoğu
romanın kendi çağlarında epey avangart çalışmalar olduğu düşünülürse, kitleler
tarafından okunmayacakları kaygısıyla reddedilmeleri doğal karşılanabilir. Asıl
ilginç olan, vasat ve kitlesel bir okuma zevkine hitap eden çok-satar
kitapların da yayınevi kapısından dönmeleridir. Yayımlandığı zamandan beri
çok-satar kimliğini hiç kaybetmemiş Rüzgar Gibi Geçti‘nin,
“Kimse İç Savaşı anlatan bir romanı okumaz” gerekçesiyle
reddedilmesi editörün basiretsizliğinden başka bir şey değildir.
Ya da Richard Bach‘ın
kolay yoldan hayatın anlamı romanı Martı‘nın 18, Adam Fawler‘ın Olasılıksız’ının 50, Tavuk Suyuna Çorba
kitabının tam tamına 140 yayınevi tarafından “satılması çok zor”
diye çevrilmesi akıl havsala alacak şeyler değildir.
Bunlara Paul Auster‘ın
17 yerden geri dönmesini ekleyelim ve Yüzüklerin Efendisi‘nin
“Satmaz“, Harry Potter‘ın “Fazla kalın ve pahalı” bulunmasını da unutmayalım.
Gülten Dayıoğlu‘nun, Türkiye’nin ilk
çocuk best-seller’ı olan romanı Fadiş, bir
yarışmada ilk on roman arasında seçilmesine rağmen yıllarca raflarda bekler.
Ayşe Kulin 25 yıl
romanlarını basacak bir yayınevi arar.
Buket Uzuner ilk romanının hemen
hemen tüm yayınevleri tarafından reddedildiğini anlatır.
Dövüş Kulübü’nün yazarı Chuck Palahniuk, ilk kitabını basacak yayınevi bulmak
için uzun ve acılı bir çaba gösterir. Sonradan ünlü bir yazar olduğunda da bu
karanlık dönemi unutmayacak ve “Reddedilmek İçin Yazmak”
adlı bir grup kuracaktır.
Alternatif çözümler!
Kitapları tabiri caizse peynir ekmek
gibi satan Agatha Christie, Çölde Kar adlı
polisiye olmayan romanı şöyle üstünkörü reddedilince hemen kaldırıp köşeye
koyacak kadar iddiasızdır. Yıllar sonra yazdığı ve meşhur dedektifi Hercule
Poirot’nun da ilk defa görücüye çıktığı ilk polisiyesinin geri dönmesini bile
doğal karşılasa da başka bir yayınevinde şansını denemekten geri duramaz (iyi
ki): “Müsveddenin üzerinde hiçbir oynama yapılmadan doğruca geri
gönderilmişti. Buna şaşırmadım -başarıya ulaşmayı beklemiyordum- fakat
müsveddeyi başka bir yayıncıya gönderdim.”
Kabul edildi- edilmedi, basıldı-
basılmadı stresine dayanamayan yazar adayları için alternatif çözümler de
mevcut.
Örneğin William
Blake gibi şiirlerini kağıda bastırmayıp kendi elleriyle bakır
levhaya çizip, resim ve gravür olarak çoğaltmak mümkün. Ya da Horace Walpole gibi yayınevi kurup hem kendi
kitaplarınızı hem de sevdiğiniz yazarları hiçbir baskı altında olmadan
basabilirsiniz. Bu lüksten faydalanan Virginia Woolf, romanlarının,
kocasıyla beraber kurduğu yayınevinde basılacağından duyduğu emniyetle istediği
gibi yazabilmenin ona nasıl bir özgürlük bahşettiğini yazılarında sık sık
vurgulamaktadır.
Yazma bağımlıları
Ne yazık ki, yazdıklarını ille de
yayımlama inadı, ancak sonunda başarılı olduğunuzda takdir görecek bir meziyettir.
Nihayet olayın bir de yayıncı cephesi vardır ve neredeyse her editörün en az
bir tane; yazdıklarında en ufak bir pırıltı olmamasına karşın benliği yazmak ve
yayımlamak azmiyle dolup taşan yazar adayından çektikleri temalı bir anısı
vardır. Yazdıkları başlarda sıkça geri çevrilen Çehov dahi,
bir yazar adayının sıkıcının da fevkinde eseriyle bunaltılan yazar hikâyesi
kaleme almadan duramamıştır. Jean- Marie Laclavetine’inAdsız Yazarlar Kulübü adlı romanı, hikâyeyi bir de
yayınevi cephesinden anlatır.
Ünlü bir yayınevi sahibi, eserini
reddettiği bir yazar adayının canına kıydığını duyunca şok geçirir. Hata
kendisinde değildir; eser cidden basılacak nitelikten uzaktır. Nihayet, kötü
yazdıkları habire izah edildiği halde yine de yeni kitaplar yazıp getirmeden
duramayan bu insanların olsa olsa birer bağımlı olduklarına kanaat getirir.
Onlar da tıpkı alkolikler gibi tedaviye muhtaçtır.
Buraya alınan ya da
alınmayan türlü örneğin gösterdiği üzere kimin gelecekte anlaşılacak bir yazar
kimin salt bir “yazma bağımlısı” olduğunu
kesin olarak tespit etmek mümkün değildir. Son tahlilde kararı tarih verir.
Yazar adayına düşen, yılmadan yazmaya devam etmekten ibarettir.
Kaynak: kitapzamani.com.tr (03 Mayıs
2012)
*** Sözün özü: Ne yazdıklarınız reddediliyor diye üzülün, ne de yazdıklarım yayınevleri tarafından kabul ediliyor ve çok satıyor diye sevinin. Yukarıda örnekleri verilenler yanı sıra, burada adları anılmayan bir çok eseri reddeden editörleri anımsayan bile yok. Ancak adları bile anılmayan editörlerin reddettiği birçok eser, geç de olsa yayınlanmış ve dünya edebiyatı içinde hak ettiği yeri almıştır. Editörlerin beğenisine mazhar olup best-seller sıfatını kazanmış birçok kitap ise zzamanını bile aşamamıştır. Editörlerin beğenmesi ya da beğenmemesi sizi ne üzsün ne de sevindirsin!)
- See more at:
http://www.edebiyathaber.net/unlu-yazarlarin-ilk-kitaplari-nasil-reddedildi/#sthash.w9IUhH3r.dpuf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder