11 Ocak 2016

Federalizm ve Özyönetim ... Üzerine



FEDERALİZM, ÖZYÖNETİM …

Üstüne Notlar

                                                                                                                     Mehmet ERKAN
1- Giriş
Demokrasi, federalizm, otonomi/ademi-merkeziyetçilik/özerklik, desantralizasyon, yerel yönetimler, kamusal alan vb. kavramlarının geçtiği konuşmalara dikkat edildiğinde, bütün sorunun kitlelerin siyasete katılması, yurttaşların kendi kendilerini yönettiği bir idari, siyasi ve ekonomik sistemin kurulması, mekân ve kurumlarının yaratılmasıyla ilgili olduğu görülür. Fakat her iki sınıfın aydınları aynı kavramları kullandıkları anlarda bile, asla aynı şeyi anlatmazlar. Sosyalistler açısından sorun ya bir devrim sorunu bağlamında ele alınır, ya da işçi devletinde sosyalizmin inşası sürecinde işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi kitlelerin sosyalist sınıf bilinciyle donanmış yurttaşlar olarak, mümkün olduğunca, siyaset sahnesindeki yerlerini almaları bağlamında. Siyaset, kendi iktidarına sahip çıkmanın, kendi kendini yönetmenin öteki adıdır artık. Burjuva düşünürleri açısından ise, sorun toplumdaki (yöneticiler-yönetilenler, sömürenler-sömürülenler) arasındaki sistemin devamını tehdit eden çatlağın genişlemesinin, uçuruma dönüşmesinin yarattığı tehlikenin onarılmasıdır. Bu düşünürler, zaman zaman sosyalistlerle aynı terimleri kullanarak, sömürülen kitlelere sistemin bir parçası olduklarını hissettirecek, siyasal hayattan dışlanmadıkları sanısını yaratacak kum havuzlarının yaratılması ve onaylarının alınarak sisteme entegre edilmeleri yolunda burjuvazinin yönetici sınıflarına akıl verirler. 

Örneğin, burjuva düşünürlerin de sık sık dillerine dolanan bu yukarıdaki kavramlardan biri olan yerel yönetim birimleri, sosyalistler açısından, kapitalist sistem içinde, “ne katılımın, çoğulculuğun ve taban inisiyatifinin en uygun araçları  olduğu için ne de demokrasinin gerçek beşikleri oldukları için ilgi odağıdır. Önemi, tarihsel süreç içinde sermayenin ve dolayısıyla emeğin yoğunlaştığı ve hem nesnel hem de ideolojik olarak yeniden üretildiği mekânlar olan kentlere ait bir olgu olmasıdır.” “Bu yeniden üretimde, ‘temsil’ gibi yerel yönetimleri de kapsayan ideolojik motifler yer almaktadır. Sonuç olarak, solun görevi, bu nesnel zemin üzerinden, emekçi kesimlerin kentsel mekanda ideolojik kuşatılmışlığına düzenli, uzun erimli stratejilerle müdahale etmektir.” [1]

“Burjuva ideolojisine alternatif bir ‘karşı ideoloji’ oluşturmak hedeflenmelidir. Emekçi kesimlerin siyasallaşması ‘yerel inisiyatif’, ‘katılım’, ‘özerkçilik’, ‘özyönetim’ vb. kavramlarla sınırlandırılmamalı. Özellikle ‘belediyecilik’ ideolojisinden uzak durularak, ülkenin bütününe ilişkin eşitlikçilik, kamuculuk, sömürü karşıtlığı, adalet gibi motifler öne çıkarılmalıdır. Biraz açmak için ‘katılımcılığı’ ele alalım: “Katılma ilişkisi, yönetilenlerle devlet arasında bir ilişkidir. Taraflardan birinin bulunmadığı ya da bir tarafın ötekini etkilemesinin tümüyle olanaksız olduğu ortamlarda, bir ilişki de söz konusu olamaz.[2][3]  

Yerel yönetimlere bugün kapitalist sistem içinde nasıl yaklaştığımız ve yarınki sosyalizm projemizde nasıl bir yer verdiğimize işaret ederek, bunun düşüncemizde bir sürekliliği barındırdığını göstermemiz gerekiyor. Eğer yerel yönetimleri Komün gibi bir işçi hükümetiyle, “Emek’in iktisadi kurtuluşunun gerçekleşme olanağını sağlayan siyasal biçim”le birlikte ele almazsak “komünal kuruluş bir olanaksızlık ve aldatmaca olurdu”. Çünkü “Üreticinin siyasal egemenliği onun toplumsal köleliğinin sürdürülmesiyle bağdaşamaz.”
Bu yazı bütün bu sözü edilen kavramların genel olarak sosyalizm düşüncesi içinde nasıl bir yer tuttuğuna, tutması gerektiğine dair bir giriş denemesidir. Bu yazının dolaylı konularından biri bu. Bu nedenle de bu yazıda somut, pratik çıkarımlar ve öneriler yok. Bunun için, örneğin, az önce sözü edilen Ceyda Işık’ın yazısıyla ve Metin Çulhaoğlu’nun “Varoşlar ve Kent Yoksulları ...” yazısına bakılabilir.


Bu yazının bir diğer, asıl yazılma nedeni de şu: Sosyalizmden komünizme geçişin uzun süreci kapsayacağını söylüyorsak, (Örneğin Metin Çulhaoğlu, sosyalizmin ve komünizmin inşasını toplam olarak 100 üstünden 98’i sosyalizm veya bir başka ifadeyle işçi devleti ve demokrasisi, 2’sinin de işçi demokrasisinin yetkinleştirilerek aşıldığı bir komünizm olabileceğini tahayyül etmemizi, ihtimal dahilinde tutmamızı öneriyor[4]), bu, işçi devletinin siyasal ve idarî yapısı, işleyişi üstüne, yani “devlet aygıtının örgütlenişinde demokrasi” üstüne daha çok kafa yormamız gerektiği anlamına geliyor. Örneğin “... şu türden sorular, sosyalist demokrasinin genişliği hakkında bir fikir verebilir: ‘Toplumu devletleştirmeye değil, iktidarı sosyalleştirmeye ağırlık verecek bir politik sistem’in ana ilkeleri nelerdir? Burjuva demokrasisinin insanları siyasal yönden atomize eden parlamento, genel oy, temsil vb. anlayışı reforme edilebilir mi? Siyaset, üretim, özel hayat arasındaki duvarlar nasıl yıkılabilir? ‘Üretici ile tüketici’, ‘insan ile siyasal insan’, ‘özel ile kamu’ arasındaki parçalanmışlık, yabancılaştırıcı ayrımlar nasıl aşılabilir? Siyasetsizliğe geçişi ifade eden bir işçi devleti hangi ‘alternatif’ demokrasi ilkelerini vazgeçilmez saymalıdır?.. Klasik marksizmin daima gündeminde olmuş bu sorular, bugün yepyeni bir yakıcılık kazanmış durumdalar. Bütün yaşanmış deneylerin ışığında, üretim birimlerinin siyasal alan haline gelmesi, temsilcilerin her an geri çağırılabilirliği, devlet hizmetlilerinin maddi ve manevi imtiyazlardan yoksun kılınışı gibi ilkelerin hangi garantilerle sağlamca uygulanacağı üzerine düşünülmelidir.” [5]
Özgürlükçü Sosyalizm, Adem-i merkezî yerel yönetimlerin bir federasyonu üstüne kurulmalı ve doğrudan demokrasiye olan inanç ve özgürlükçü komünist toplum görüşüyle devletçiliğe karşı dinmeyen bir muhalefet yürütmelidir. Günümüzde radikal özgürlükçü sosyalizmin en önemli sorunu, bu ilkelerle ne yapacağı? Onlara nasıl toplumsal şekil ve içerik kazandıracağı? Hangi şekillerde ve hangi araçlarla onları günümüze taşıyıp ve özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için örgütlü sosyalist bir hareketin hizmetine sunacağıdır.

 2- Tarihsel Bir Ürün Olarak Yurttaş ve Demokrasi
Demokrasi tarihsel bir üründür. Yani, tarihsel-kültürel birikimin edinilmişliği, üretici güçlerin belli bir olgunluğa erişmişliği ölçüsünde demokratik bir sistemin işlemesi mümkündür. Demokrasi, içine doğduğu toplumun üretici güçlerinin gelişkinliği ölçüsünde ve tarihsel, kültürel ve politik mirasındaki birikimin ve deneyimin zenginliği ölçüsünde vardır. Bu da zaman unsurunu dikkate almamızı gerektirir. Bir demokrasi denemesinin, şartlar yeterince olgunlaşmadan buna girişilmesi halinde pek az başarıya ulaşma ve yaşama şansı vardır. Toplumun ve ülkenin tarihsel olgunluğundan, söz edilmesinin sebebi de budur. Bu anlamda, demokrasinin, belirli bir tarihin, belirli bir tarihsel oluşumun, ürünü olduğunu söylemek daha açıklayıcı olacaktır. Bu da, demokrasinin bir topluma ancak büyük güçlüklerle ve çok zaman harcayarak yukarıdan aşağıya getirilebileceği anlamına gelir.
Bu tarihsel ve kültürel birikimle, deneyimle donanmış olmak, özellikle işçi demokrasisi için daha çok önem taşıyor. Çünkü toplumun ezilen, sömürülen çoğunluğunu yönetime katmak gibi bir iddiası var. Yani üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesiyle iş bitmiyor, aksine yeni başlıyor. Hem siyasal alanda, hem de üretim alanlarında yönetici-yönetilen ilişkilerini değiştirmeye yönelik adımlar atmak, eski ilişkileri değiştirmek gerekiyor. “Bu da ancak, üretenlerin üretim araçlarına kendilerinin sahip olduklarını, sosyal mülkiyetin öznesi olduklarını bizzat günlük yaşamlarında bilmeleriyle, uygulamalarıyla ve siyasal mekanizmanın da tümüyle kendi iradelerine tâbi kılındığını görmeleriyle, yani hem üretim alanında, hem de siyasal alanda yığınların çok geniş demokrasisiyle, üretenlerin yönetme yeteneğine, o gelişkinlik düzeyine yükselmeleriyle, siyaset ve diğer yönetim organlarını kendi dışlarında, kendi bilgi ve ilgilerinden uzak bir başka alan, bir uzmanlık alanı, bir yetenekliler işi olarak görmemeleriyle mümkün”.[6] Ama devrimlerin gerçekleştiği ekonomik ve toplumsal açıdan görece geri ülkelerde emekçi çoğunluk, yıkmak konusundaki becerisini hayatın rutin olarak örgütlenmesinde o kadar çabuk ortaya koyamıyor; çoğunluğun bagajı politik ve tarihsel-kültürel birikim açısından genellikle pek dolu olmuyor. Bu nedenle, demokrasinin, “demokratik düzenin gelişimi kendi hayatı üzerindeki söz ve karar alma hakkını elde etmek bilincinde olan bir halkın oluşması süreci ile koşuttur.” [7]
Miliband’ın bir cümlesini değiştirerek söylersek: Demokrasi için temel ihtiyaçlardan birisi de, yurttaşlar arasında genel bir kültürel eşitliğin olmasıdır; böylece, toplumdaki hiçbir grup sürekli ve sınırsız bir güce ve karar almada da böylesi bir etkiye sahip olamaz. Politika, işte bu eşitler arasındaki bir ilişkidir. Yani hukuken eşit olmak, (politik anlamda) yurttaşlık için gerek şart, ama yeter şart değil; hukukî eşitlik gerçekten eşit olmak anlamına gelmiyor. Toplumsal, politik anlamda yurttaşlar olarak eşit olmak için bir “kültürel düzey” gerekiyor. Gerçek eşitliği belirleyen turnusol kağıdı bu oluyor. Öyle ki, kültürel düzeyin yetersizliği, işçi devletinde “çoğunluk kararı” alınmasını engelliyor, bürokratlaşmayı artırıyor. [8]
Yani, M. Çulhaoğlu’nun deyimiyle, “devrimin siyasal yanı ile toplumsal yanı arasında bir boşluk (ya da eşitsizlik)” görülüyor. Devrimin toplumsal koşullarının nesnel geriliği ile siyasal gelişme arasındaki  açıyı/boşluğu ve işçi sınıfının tabakaları arasındaki bilincin eşitsiz gelişiminin yarattığı sorunları, işçi sınıfının ileri unsurları ve onun partisi, yani öznellik kapatıyor/dolduruyor.[9] İşçi sınıfının ileri unsurları işçi sınıfının çoğunluğu adına Sovyetleri taşıyor, yeni jakoben özne, proletaryanın diktatörlüğünü ikâme ediyor. Proletarya diktatörlüğü, süreç içinde, “sınıfın devrimci unsurlarının diktatörlüğü”ne dönüşüyor. İşçi devleti daha baştan deformasyona mahkûm görünüyor. H. Draper, Lenin’in, ”açıkça, partinin bir azınlık diktatörlüğünün bilinçle kabul edilmesi çizgisine doğru” yöneldiğini söylüyor. Lenin’i Kamanev, Buharin ve dönemin Trotskiy’i izliyor, özellikle Trotskiy zaman zaman daha da uç noktalara giderek.[10] Parti-devlet’ler bu süreçten geçerek oluşuyorlar.
Dolayısıyla, “proletarya demokrasisi ‘çok demokratik’ bir siyasal yapıyı değil, toplumdaki sosyalist ilişkilerin özünden doğan demokrasiyi” anlatmaktadır ve sorun “teknik” bir sorun değildir. Kuşkusuz, “Özgürlükçü bir perspektifin içeriği ‘şeffaf insan’ değil ‘şeffaf yönetimler’ ve ‘şeffaf kurumlar’dır.”[11] Fakat demokratikleştirilmesi gerekenin yalnızca “yönetim” ve “mekanizmaları” sorunu olmadığı, aynı zamanda eşsiz, yaratıcı ve yetkin bir varlık olarak her bir bireyin ‘benlik’inin de eksiksiz geliştirilmesi gerektiğinin altını da çizmek gerekir. Kuşkusuz, “tümüyle gelişmiş birey, tümüyle gelişmiş bir toplumun sonucudur”. Fakat, bu yönde bir çaba olmadan, yeni tür bir yurttaş özne, yani kendi kendini yöneten yurttaşın geliştirilmesi söz konusu olmadan, gelecek toplumdaki ideallerimiz olarak bu toplumsal tahakküm düzeninin yerini alacak bir özyönetimden ve özetkinlikten bahsedemeyiz; devletin sönmesinden bahsedemeyiz. “Devletin, onu eleştiren yurttaş karşısında güvenceye alınmasını değil, tersine, insanın devlet müdahaleleri karşısında güvenceye kavuşturulmasını; insanın devlet tarafından denetlenmesini değil, devletin devletsizleştirilip toplumsallaştırılmasını; bürokrasinin ve sosyal kurulların, işletme ve sanayi kuruluşlarının; ilgili, muhatap kimselerce denetlenmesini istiyorsak bu gelişkin yeni sosyalist bireye ihtiyaç vardır.” Kısacası “kararnamelerle sosyalizm kurulamıyor”. Sosyalizm ve demokratik düzenin oluşup gelişimi kendi hayatı üzerindeki söz ve karar alma hakkını elde etmek bilincinde olan bir halkın, sosyalist bilinçle donanmış yurttaşların ve yeni kamusal alanın oluşması süreci ile koşuttur. Ve bu oluşum sürecinin mekânı kentler ve kent kültürünün de bu konuyla yakından ilişkisi vardır.
*                          *                          *
Bu söylediklerimiz açısından tarihsel deneylere baktığımızda ve/ya biraz literatür taradığımızda görüyoruz ki bir çok düşünür, politikacı vb. bu konu üstüne epeyce kafa yormuştur.
Örneğin, “Lenin’in Sovyetler’e desteği tamdı. 1918 baharında Sendikalar Kongresi’nde Sovyetler’i “üretici ve tüketicilerin kendi kendilerini yönettikleri Komünler” olarak tanımlıyordu. 6-8 Mart 1918’de toplanan parti kongresinde, üretimin işçi örgütleri, sendikalar ve fabrika konseyleri vb. tarafından yönetilmelerine dair tezler kabul edildi.”[12] Ama işçisi ve mujiğiyle Rus halkı buna tarihsel olarak hazırlıklı değildi. 1917 yılının Rus işçisiyle 45 yıl öncesinin Paris Komünü döneminin Fransız işçisi karşılaştırıldığında ortaya şu çıkıyordu: “Rus işçisi, Fransız işçisi gibi belli bir dönem için proletaryanın politik eğitiminde önemli bir etkeni temsil eden uzun bir parlamentarizm ve demokrasi okulundan geçmemişti.” Rus proletaryası “Fransız proletaryasının zengin devrimci geleneklerinin en ufak bir parçasına bile sahip değildi”. Rusya’da en dinamik yerler kentlerdi. Bu kentlerdeki işçi sınıfı belki Fransız işçi sınıfı kadar kültürlü ve deneyimli değildi. Fakat Rus işçi sınıfı, “Fransız proletaryasının devrimci enerjisini sınırlayan şüphe zehiri ve çözülme acısıyla ruhunu köreltmemişti” ve hafızasında 1905 devrim deneyinin sıcak ve canlı hatıraları vardı. Bir de, Komün’de olmayan, işçi sınıfına öncülük eden merkezileşmiş kusursuz bir öncü örgütü vardı Rusya’da.[13] Bu nedenle, iki büyük Fransız devrim deneyinin de dersine sahip Lenin, devasa Rusya coğrafyasında nicelik olarak küçük bir yer işgal etseler de, nitelik olarak önemli bir yer tutan işçi sınıfının hâkim olduğu kentlere büyük önem verdi.
Lenin’de proletarya diktatörlüğü ‘öncüden işçi sınıfına ve bu yığından da emekçilere kuvvet aktaran’ bir ana kaynaktır. Yine Lenin, bu kaynağın asıl gücünü şöyle tanımlıyordu:
‘Proletarya diktatörlüğü yalnızca sömürücülere karşı güç kullanımı demek değildir. Bu güç kullanımının temeli, başarı güvencesi, proletaryanın, kapitalizmle kıyaslandığında emeğin toplumsal örgütlenmesinde daha yüksek bir düzeyi temsil etmesi ve bunu yaratmasıdır.’
Geleneksel solda genellikle Lenin’in ‘şiddeti sevmemesinin’ kanıtı olarak kullanılan bu sözler, herhalde çok önemli bir başka saptamaya daha işaret ediyordu. Lenin, Rusya’nın bütününden söz etmeden, emeğin gelişkin toplumsal örgütlenmesiyle birlikte kentlerde sosyalizm doğrultusunda oldukça ileri adımlar atılabileceğine inanıyor. Başka deyişle büyük kentler, giderek gelişen ve güçlenen sosyalizmin daha sonra çevreyi de etkileyen kaleleri olacaklardı. Lenin’in döneminde, bu kalelerin, tarım kesimindeki sorunlar nedeniyle bir süre sonra yiyecek ekmek bile bulamayacağı akla gelmedi.” [14]
“Lenin’in kırsal kesime ilişkin beklentisi sanırım oldukça açıktır. Kentlerde, emeğin ‘komünist örgütlenmesi’ girişimlerinde besin ihtiyacı sorunsuz şekilde karşılandığı sürece, tarım kesimini zorlamanın gereği yoktur. Ve Lenin yaşamının sonuna dek, elektrifikasyonun getireceği belirli süre kısalmaları için kayıt düşmenin dışında, tarımda sosyalizme geçiş konusunda hiçbir şekilde tezcanlı ve zorlayıcı olmamıştır. Lenin’in bu tutumunu açıklayan gerekçeler özetlenirse, önce ‘dış tehdit’e ilişkin gerçekçi bir iyimserlikten, sonra belki de kırsal kesimde uzun dönemli sınıf ayrışmalarına bağlanan umutlardan söz etmek gerekir.” [15]
“Lenin’in tarımdaki geçiş modelini belirleyen düşüncelerini özetle görmeye çalıştık. Kısaca yinelersek, kent sosyalizmi, kırsal kesime de düşen bir ateş değil, merkezdeki ısısıyla çevredeki buzları çözecek bir kor olacaktı. Lenin, ekonominin ve bir bütün olarak da toplumun bu nedenle sergileyeceği düalist yapıdan pek ürkmüyordu. (...)” [16]
Çünkü, 1789 Fransız Devrimi’nde de, 1871 Paris Komünü’nde de kentler önemli rol oynamışlardı. Lenin’in Komün’ü “biçimsel demokrasinin bir ifadesi” olarak göstermeye kalkışan Kautsky’e, “soyut teorik dolandırıcılık” cevabını aktaran Trotskiy, “Komün, hem gelenek olarak hem de liderliğini yapan politik partinin -Blanquistler- anlayışı bakımından devrimci kentin ülke üzerindeki diktatörlüğünün bir ifadesiydi. Büyük Fransız Devrimi’nde bu böyleydi; Komün başlangıç günlerinde çökmeseydi, 1871 devriminde de böyle olacaktı. Paris’te bizzat genel oy hakkı temelinde seçilmiş bir hükümetin olması çok daha önemli bir olguyu -Komün’ün, yani tek şehrin köylü Fransa’ya, yani tüm ülkeye karşı yürüttüğü askeri operasyonlar olgusu- dışlamaz.”[17] diyor. Bu anlamda, “Komün, biçimsel demokrasinin yaşayan bir inkârıydı, çünkü kendi gelişimi içinde işçi sınıfı Paris’inin köylü ülke (Fransa) üzerindeki diktatörlüğünü ifade ediyordu. Geri kalanların hepsine baskın olan, bu olgudur.” [18]
*                          *                          *
Bazı anarşistler de kültür, tin (geist), özyönetim, devletin sönmesi bağlamında zaman zaman Marksistlere yaklaşmaktadırlar. Örneğin anarşizan Alman öğretim görevlisi Cantzen şöyle demektedir:
“Bir çok devrimci anarşistin başlıca talebi olan devlet mekanizmasının hemen parçalanması talebinin, bugünkü Batı ve Doğu sanayi toplumlarında hayata geçirilmesi olanaksızdır. Dolayısıyla da böyle bir amaç peşinde koşulmaması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü mevcut toplumun içinde, o toplumun egemenliğine dayalı devletçi organizasyonun yerine geçebilecek özgürlükçü sosyal yapılar geliştirilmediği sürece, büyük tarihsel devrimlerin de gösterdiği gibi, yıkma eylemleri  büyük bir olasılıkla iktidar ve güç sahiplerinin yer değiştirmesinden öte bir amaca hizmet etmemektedirler. Zaten devlet, mevcut toplumda önemli işlevler yüklenmektedir ve öyle bir çırpıda kaldırılıp bir yana atılamaz.” [19]
Devletin bir devrimle bir çırpıda ortadan kaldırılamayacağının farkında olan bazı başka anarşistler de bu konuda kültürün önemini vurgulamakta, kültürün devletin sönmesindeki öneminin altını çizmektedirler. Örneğin Gustav Landauer’e göre, “Tin'in bulunduğu yerde toplum vardır. Tin'sizliğin bulunduğu yerde devlet. Devlet, tin'in kusurlu bir ikamesidir.”[20] Yani devletin baskın rolünün bir nedeni de toplumun kültürel düzeyidir. Bu düzey yükseldikçe, insanlar kamusal hayata, kendi bugünlerinin ve geleceklerinin belirlendiği politik hayata daha çok katıldıkça, bir yurttaş (citoyen/citizen) olarak devlete yıkılan sorumlulukları daha çok üstlenip sahiplendikçe devlet de daha çok küçülecek, sönümlenecektir.
Dolayısıyla, “… özgür anlaşma ve uzlaşmalarla; komünal-Ademi-merkezî birleşmelerle yapılanmış bir toplumun gerçekleşmesini önle”yen, güçlü, merkezileşmiş bir devletin varlığı “’tinden’ ve ‘kültürden yoksunluğun’ da (bir) simgesidir.”[21]
Cantzen'e göre, Landauer'in, diğer bazı anarşistlerden farkı, “devleti öyle bir devrimle ortadan kaldırılacak bir şey olarak kabul etmemesidir.” Yâni Landauer'e göre, “Devlet de tıpkı sosyalizm gibi, insanların birbirlerine olan davranışlarının tarz ve biçimidir. Devlet, gerçekte insanlar arasındaki öteki (sosyalist, toplumsal) ilişkilerin serpilip gelişmesi ölçüsünde bertaraf edilebilir.”[22] Kısacası “Ancak eksiksiz yapılaşmış bir toplum, devletin mirasına konabilecektir.”[23]
Kendi kendilerini yönetebilmeleri için toplumun, insanların siyasal ve toplumsal eğitimi, yurttaşın yetkinleştirilmesi Bookchin’in de ısrarla altını çizdiği, üzerinde durduğu bir konudur. Çünkü kendi kendini yöneten yurttaşın, gelişkin “öz”lerin, “benlik”lerin yokluğunda, özyönetim “öz” ve “yönetim” olarak bileşenlerine ayrışacak, hiyerarşik yeni bir tahakküm düzeninin kapılarını açacaktır. Bu nedenle “Autonomia ya da ‘kendi kendini yönetme’, şayet Helenik polis’i (özellikle de Atina demokrasisini) teşkil eden ben’lerin/öz’lerin kardeşliği, muazzam ‘yönetim’ sorumluluklarını üstlenebilecek sağlam karakterde insanlardan oluşmamışsa, tamamen anlamsızlaşır. Kısaca polis, gücü güvenilir biçimde kullanma yetisine sahip olduklarından dolayı yurttaşlara ‘güç’ verilmesi öncülüne dayanır; bu yüzden, yurttaşların yönetmek üzere eğitilmeleri demek, onlara kişisel yetkinlik, zekâ, ahlâki dürüstlük ve toplumsal bağlılık eğitimi verilmesi demektir. Yılda en az kırk kere toplanan bir yurttaş meclisi olan Atina ecclesia’sı kendi kuralını koyma (autonomia -m.e.) eğitiminin sınav alanıydı; Atinalıların neredeyse bütün işlerini yürüttükleri kamusal meydan, agora ise bunun kendine özgü okulu oldu. Benlik, aslında, ilk olarak, üretim süreçlerinden değil, bir kişilik politikasında doğdu. (Burada şunu açığa kavuşturmalıyım: ‘Politika’ sözcüğünü terimin hellenik anlamında, yani seçim politikaları değil, polis’in yönetimi anlamında kullanıyorum. Polis’in yönetimi, Atinalılar için, her yurttaşın katılması beklenen canlı bir toplumsal etkinlik olduğu kadar sürekli bir eğitim süreci olarak da görülüyordu.) Etimolojik olarak, ‘ben/öz’ sözcüğünü terimin Yunanca anlamında toplumsal yaşam üzerinde denetim uygulama, ‘yönetme’ kapasitesinden ayırmak neredeyse saçmadır. Kişisel metanet ve ahlâki dürüstlük gibi yananlamlarıyla özniteliksel anlamından koparılmış benlik, tıpkı endüstriyel faaliyetlerinin enkazı gibi burjuva toplumunun artıkları arasına saçılmış insan kişiliğinin boş, genelde nevrotik kabuğu, ‘egoluk’a (‘egohood’) indirgenir.” [24]
Kısacası, yukarıda sözü edilen, “Böylesi özlere en alt düzeyde ulaşılmadıkça, özyönetim terim olarak çelişkili bir hale gelir. ‘Yönetmesi’ beklenen ‘öz’ olmaksızın özyönetim, aslında, karşıtlarına ayrışır: İtaat ve tahakküme dayalı hiyerarşi. Sınıf yönetiminin ortadan kalkması hiçbir biçimde bu tür hiyerarşik ilişkilerin varlığına meydan okumaz. Bu ilişkiler aile içinde, cinsler arasında, farklı etnik gruplar içinde, özgürlükçü bir örgütlenmenin ya da toplumun politikalarını uyguladığı iddiasındaki bürokrasiler ve idari toplumsal gruplar içinde varlığını sürdürebilir. Hiçbir toplumsal oluşumu, hatta en kararlı anarşist grupları bile, bireyin benlikle ilgili potansiyelini ‘gerçekleştirme’den gelen ‘özbilinç’ olmaksızın, hiyerarşik ilişkilerden bağışık tutmanın yolu yoktur. Bu, Sokrat’tan Hegel’e Batı felsefesinin verdiği mesajdır. Bu felsefenin, hakikate ve içgörüye ulaşmanın biricik rehberi olarak erdem ve özbilinç çağrısı erken dönemdeki, daha bütünlüklü toplumlarda olduğundan çok daha heyecan vericidir.” [25]

3- Kısa Tarih: 1789 Fransız Devrimi’nde Merkeziyetçilik ve Demokrasi
Anayasa Meclisinin son vermek istediği şeylerden biri vilayetlerin sahip olduğu eski rejimden kalan partikülarizmdi. Anayasa Meclisi, eski vilayetlerin feodal tarihi gelenek ve düzenden gelen bu partikülarizmini yok edip yerine geniş otonomiye sahip yeni idari ve politik yerel yapılar oluşturmak istiyordu.
Fransa coğrafyasının ulus-devlet öncesi idari-politik bölünümüne ve bütün bölgesel/yerel ayrıcalıklarına son vermek üzere gelen önerilerden birine (Tiers Etat milletvekili Abbe Sieyès’e),  göre, Fransa 80 vilayetten (İl’den) oluşan 324 kareye bölünmeli ve her vilayet 9 belediyeye ve her belediye 9 kantona (nahiyeye) bölünmeliydi.
Tartışmalar sonucunda Yasama Meclisi, aşağı yukarı bugün de devam eden, 83 vilayet ve geniş yetkilerle donanmış yaklaşık 44 bin belediyeden oluşan idari-politik bir bölünümü kabul etti. 1791 Anayasası, belediye meclislerinin vilayet meclislerine, vilayet meclislerinin de krala bağlanmasını öngören bir “anayasal monarşi” kabul ediyordu. (Cumhuriyet ilânı fikri henüz siyaset ortamına çıkmamıştı. 21 Eylül 1792’de monarşi kaldırılıp cumhuriyet ilân edildi.) Bu bağlılık ilişkilerini kontrol edecek ve güvenceye alacak kişinin Yasama Meclis tarafından seçilmesi ve bu seçilenin, geniş yerel otonomiye sahip vilayet ve belediye meclislerini denetlemesi de öngörülüyordu. Ayrıca belirtmek gerekirse, belediye meclisi üyeleri seçilmiş üyelerdir ve her yıl yarısı yenilenebilmektedir.
Anlaşılacağı gibi belediyeler yeni burjuva iktidarının temel örgütlenmeleridirler.
İdari-politik sistemin bu yeni organizasyonu ve işleyişi, bugünün gözüyle baktığımızda burjuva anlamında bile “yarı demokratik”tir ve sadece burjuvazinin ihtiyaçları o günkü ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Burjuva anlamda bile “yarı demokratik”tir, çünkü sadece “aktif yurttaşlar”ın seçme hakkı vardır. Yani toplumun, yaklaşık 4 milyon kadar olan, en zenginlerin oluşan bir “erkek” kesim için demokrasidir bu. “Pasif yurttaş” denilen 3 milyondan fazla yoksul  “erkek” kesim ve zenginiyle yoksuluyla bütün kadınlar için (seçilme hakkı bir yana) seçme hakkı yoktur.
Ek olarak burada belirtmek gerekirse, doğal olarak aktif yurttaşlar, aralarından en zenginleri belediye meclisi üyesi olarak seçmekte ve seçilmişler de aralarından vilayet meclisi ve ulusal meclis üyelerini seçmektedirler.
Fakat desantralizasyon da belediyeler düzeyinde bir realiteydi. Her belediyenin emrinde bir ulusal muhafız birliği vardı. Belediyeler toplam olarak 3 milyon civarında silahlı muhafıza sahiptiler ve bu ciddi bir güç anlamına geliyordu. Burada da altını çizmek gerekir ki, bu silahlı muhafızlar “aktif yurttaşlar”dan oluşmaktaydı, yani burjuvaziden.
Kısacası Fransız Devriminin ilk döneminde tanınan demokratik hakları, desantralizasyon ve demokrasi uygulamalarını halkın tamamını kapsayan uygulamalar olarak görmek yanılgısına düşmemek ve demokrasinin de bir tür ayrımcılığı (sonuncusu sınıfsal) içerdiğini ve sınıflar arası güçler ilişkisi sorunu olduğunu unutmamak gerekiyor.
Bu anlamda bir devrimi hukuk kurumlarının değil, kitlelerin bilinç ve inisiyatifin ve örgütlülüğünün var ettiğini, koruduğunu ve ileriye ittiğini burada tekrar hatırlatıyoruz.
Kralın ve eski rejim taraftarlarının bu kadarına bile tahammül edememesi ve kralın Fransa’nın doğusuna doğru kaçarken Varenne şehri halkının kendiliğinden eylemiyle tutuklanması, bu yukarıdaki ayrımları silip süpürdü. Süreç içinde, yavaş yavaş emekçi kitlelerin inisiyatifi ve silahlı gösteriler de dahil olmak üzere eylemlilikleri ve Yasama Meclisi üzerindeki baskıları arttı. 1792’den itibaren mevcut anayasa fiili olarak geçersizleşti, kadük hale geldi. Yeni bir Yasama Meclisi (Convention) seçildi. Kral düşürüldü, ve yine sadece erkeklere olmak üzere, genel oy hakkı kabul edilerek aktif yurttaş-pasif yurttaş ayrımı ortadan kaldırıldı. Bu kararlar, karşı-devrimci eski rejimin restorasyon çabalarına karşı burjuvazinin radikal kanadının ihtiyaç duyduğu emekçi kitlelerin geniş desteğini sağladı.
Konvansiyon içinde burjuvazinin ekonomik olarak en güçlü kanadının temsilcileri olarak Girondenler devrimin bir yerde durması gerektiğini, artık fazla ileriye gitmeye başladığını düşünmeye başladılar. Denge sağlamak ve aşırıya kaçtığını düşündükleri bu gidişatı durdurmak için Paris’te simgeleşen merkezi idareye/iktidara karşı yerel idareleri öne sürerek bir çatışma odağı yaratmayı denediler. Paris’in Fransa’nın 83’te biri (yani 83 vilayetten biri) olduğunu ve kendi yasasını bütün ülkeye empoze edemeyeceğini öne sürdüler, bir tür federalizm talebinde bulundular.
Girondenlerin bu “federalizm” talebi, kamu örgütlenmesi ve işleyişi üstüne basit bir idari anlayış farklılığından gelmiyordu. Bu anlamda, bu tartışma, Konvansiyonun en radikal kanadı olan Montagnardlarla (Dağlılarla) Girondenlerin arasındaki basit bir fikir ayrılığı değildi. Yani politik sınıfsal nedenleri ve doğuracağı sonuçları vardı, kısacası nötr değildi. Bu nedenle çatışmalar da sert oldu.
Fransız Devrimine karşı savaş açmış Avrupa’nın gerici devletler koalisyonunun ordusuna karşı kazanmak ve Girondenlerin başkaldırısını kırmak için Dağlıların lideri Robespierre, toplumun en yoksul kesimi olan “baldırı çıplaklar”ı harekete geçirdi. Baldırı çıplaklar, Paris’te 48 seksiyon halinde Devrimci Komün’de ve taşra il ve ilçelerinde ise, benzeri bir model ama farklı adlar altında, dernek, kulüp ve komiteler şeklinde örgütlenmişlerdi.
Kitleler iradelerini gündelik yaşamda kabul ettiriyor, hatta empoze ediyorlardı. Kendileri bizzat yönetmemekle birlikte, kendi adlarına alınan kararları, yapılan uygulamaları yakından takip ediyorlardı. İdari uygulamaları denetliyorlar, belediye yetkililerini gözlüyor ve meclisler üzerinde baskı yapıyorlardı.
İktidarın bu aşırı şekilde merkezileştirilmesi ve baldırı çıplakların inisiyatifi sayesinde, karşı-devrimcilerin askeri müdahalesi kırıldı. Bu yukarıda sözü edilen bileşim sayesinde, merkezi iktidar ve yerel iktidarın doğrudan silahlı halk tarafından icra edilmesi artık bir aynı şeydi.
Baldırı çıplaklar devrimi kurtarmıştı.
Artık burjuvazi bu devrimci döneme bir son vermek ve zaferin tadını çıkarmak istiyordu. Taşlar yerli yerine konmalıydı. Baldırı çıplaklar silahsızlandırılmalı, iktidardan uzak tutulmalıydı. Bu stabilizasyon isteği, 1794 yılında Dağlıların ve baldırı çıplakların liderinin, Robespierre’in iktidardan düşürülmesiyle ve Directoire’ın göreve başlamasıyla kendini ortaya koydu. Ordu burjuvazinin hizmetinde, emekçi kitlelerin isyanlarının bastırılması ve artçı komplolarla, General Bonaparte’ın iktidara gelmesine, diktatörlüğünü tesis etmesine kadar hakem rolü oynadı.
Napolyon Bonapart’ın 18 Brumaire (Kasım 1799) darbesinden sonra, burjuvazinin eski rejim üstündeki zaferi perçinlenerek ve kitlelerin baskısından ve müdahalesinden korunacak biçimde merkezi iktidar yerel yönetimler ilişkisi yeniden düzenlendi. Tabii bu arada merkezi iktidar icra yetkisini yerel yönetimler aleyhine genişletmiş oldu.
Bundan böyle, değişik ilhaklarla birlikte, 98’i vilayet ve 400’ü ilçe (arrondissement) olmak üzere 40 bin belediye vardı. Ama valiler, kaymakamlar ve belediye başkanları merkezi iktidar tarafından atanıyordu.
Valiler tek idari yetkiliydiler. Yeni bonapartist anayasanın “baba”larından biri olan Daunou’nun sözünü sakınmadan söylediği gibi, Valiler ve kaymakamlar, yönetilenlerin seçtiği temsilciler değil, hükümetin doğrudan birer eli, aracıydılar. Halkın yerel yöneticileri doğrudan genel oyla seçmeleri fikri, sadece federal anayasaların hüküm sürdüğü yerlerde kabul edilebilirdi ya da eski feodal sistemin zayıfladığı veya kalmak üzere olduğu yerlerde mümkündü.
Vali kamuyu denetliyor, askere alımları organize ediyor, şehrin, sağlık kuruluşlarının ve hayır kurumlarının ihtiyaçlarının ikmaliyle ilgileniyor. Özellikle belediyeler üstündeki vesayet yetkilerini kullanıyordu. Küçük şehirlerdeki belediye başkanlarının atamasını o yapıyor, büyük şehirler için belediye başkanlarını Napolyon Bonapart’a o öneriyordu. Belediye meclisi üyelerinin ataması da onun yetkisi dahilindeydi. Belediyelerin bütçesi de ondan soruluyordu ve onun yetkisi olmaksızın hiçbir önemli karar alınıp uygulanamıyordu. Paris özel bir statüye sahipti. Bir büyük şehir ve başkent olarak Paris 12 ilçeye (arrondissement) bölünmüş ve eyalet valisi aynı zamanda belediye başkanı olarak da görev yapıyordu.
Napolyon Bonapart öyle bir merkeziyetçi rejim kurdu ki, merkezi iktidarın temsilcileri her düzeyde yerel iktidarın görevlerini icra ediyorlardı. Halkın her düzeydeki en küçük politik denetimi bile dışlanmış, ama yerel yönetim yetkililerinin halkı denetimi onların görevleri arasına yazılmıştı. Marx, valilerin böylesine önemli rol oynadığı yerde, bu kurumun basit bir gerici araca dönüşmesinden söz ediyordu.
Bu valilik sistemi, Fransa’da, günümüze kadar uygulamada kaldı. Bugün de, ana ilke olan “atanmışların seçilmişleri denetlemesi ilkesini” zedelemeden bazı reformlarla ve demokratik rötuşlarla birlikte uygulanmaya devam ediyor.
19. yüzyılda monarşinin en gericileri bile bu sistemi, bürokrasisini ve bu aşırı merkeziyetçi bürokratik yapının yarattığı ekonomik israfı eleştiriyorlardı. Monarşist sağ, mevcut sistemi eleştirirken ve taşra kentleri lehine daha fazla iktidar/yetki için desantralizasyon talep ederken bunu, halkın yerel düzeyde kendi kaderi üstünde daha fazla söz sahibi olması, müdahalede bulunabilmesi için istemiyordu. Onlar desantralizasyonu, sadece zengin taşra eşrafının kendi yerel bütçe üstünde daha fazla söz sahibi olması için istiyorlardı.
Ama bu eleştirilere rağmen, ne 19. Yüzyılın birinci yarısında hüküm süren monarşist rejim, ne de geçici İkinci Cumhuriyet, idari sistemde esaslı, ciddi bir değişiklikte bulunabildiler. Sadece yetkilerini artırmaksızın biraz daha fazla yer verdiler yerel meclis seçimlerine. Bu durum Louis-Napolyon Bonapart’ın 2 Aralık 1851 darbesine kadar sürdü. Bu darbeyle amca Bonapart’ın kurduğu düzene geri dönüldü.
Devlet aygıtı III. Napolyon döneminde iyice irileşerek büyümeye devam etti; 500 bin memur ve 500 bin sürekli asker vardı.
Paris işçi sınıfı, 1871 Paris Komünü’yle bu devasa bürokratik devlet aygıtının parçalanabileceğini ve işçi sınıfının bu kapasiteye sahip olduğunu kanıtladı. Marx Komün’ü Fransa’da İç Savaş adlı kitabında uzun uzun analiz etti. Marx’ın gelecek toplum projesine örnek oluşturan ve önemli dersler içeren bu girişim bütün komünist hareketin tarihinde önemli bir yer teşkil etti.
“Toplumsal yaşamın daha eski ve hatta sönmüş biçimleriyle belli bir benzerlik gösteren yepyeni tarihsel oluşumların haksız yere o biçimlerin bir yinelenmesi olarak görülmeleri genellikle bu yeni oluşumların kurtulamadıkları bir yazgıdır. Nitekim çağdaş devlet aygıtını paramparça eden bu yeni Komünde de ilkin bu devlet iktidarına öngelen  ardından onun temelini oluşturan ortaçağ komünlerinin bir canlanması görülmek istendi. Komünal kuruluş haksız yere başlangıçta zor yoluyla kurulmasına rağmen, şimdi güçlü bir toplumsal üretim etkeni durumuna gelen ulusların o büyük birliğini, Montesquieu ve Girondenlerin düşlerine uygun bir küçük devletler federasyonu biçiminde bir bozma girişimi olarak görüldü. Komün ve devlet iktidarı karşıtlığı, haksız yere aşırı merkeziyetçiliğe karşı eski savaşımın aşırı bir biçimi olarak görüldü. (...) Komünal kuruluş, o güne kadar toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından emilen tüm güçleri toplumsal gövdeye geri verecekti.” (Marx, Fransa’da İç Savaş, sf. 59-60, Sol Yayınları, 1991)
“Komün, sürekli ordu ve devlet memurculuğu gibi iki büyük gider kaynağını ortadan kaldırarak, bütün burjuva devrimlerin o ucuz hükümet sloganını gerçekleştirdi. Komünün varlığı bile sınıf egemenliğinin, hiç değilse Avrupa’da, olağan yükü ve vazgeçilmez maskesi olan krallığın yokluğunu öngerektiriyordu. Komün cumhuriyete, gerçekten demokratik kurumlar temelini sağlıyordu. Ama ne ‘ucuz hükümet’, ne de ‘gerçek cumhuriyet’ onun son ereğiydi; bunlar onun gerekli sonuçlarından başka bir şey değildi.”

4- Merkeziyetçilik, Otonomi ve Federalizm
“Merkeziyetçilik ile federalizm arasındaki ilişkiler sorunu, XIX. yüzyılın ilk üçte ikisi boyunca tartışmaların en önemli konusunu oluşturuyordu. Federalist düşünceler 1789 Fransız devriminden sonra, Almanya ve İtalya’nın birleşmesinin yol açtığı yarım yüzyılı aşkın bir zaman boyunca kafaları kurcalayıp duran en yakıcı sorunların izinde geniş bir yaygınlık kazanmışlardı. Bu düşünceler birbirini pek tutmayan düşüncelerdi ve kendilerine yol açan çeşitli ideolojik ve toplumsal etkenleri yansıtıyorlardı. Bazıları, jakoben diktatoraya karşı bir tepki oldukları için, gerici bir ayrımcık (nüans) taşıyordu. Ama genel olarak bu düşüncelerin çoğu, küçük burjuva devrimcilerin düşünceleriydi. Kapitalist gelişmenin merkezleştirici gücüne karşı küçük-burjuva bir protesto olarak Birinci ve İkinci İmparatorluğun bir merkeze bağlı siyasetine doğal bir tepki niteliğiyle ortaya çıkıyorlardı. Bir çok küçük burjuva ideolog için federalist rejim, onlara göre bireyin özgürlük ve bağımsızlığını güvence altına almaya en elverişli rejim olduğu için, demokrasiyi simgeliyordu. Marx ve Engels’in bu ütopyacı teoriler karşısındaki tutumu ve özellikle Almanya’nın birleşmesi dolayısıyla benimsedikleri davranış biliniyor.” [26]
Marx ve Engels, tarihi açıdan ilerici olarak gördükleri kapitalizmin gelişmesi için en iyi arena olması açısından, milliyetçiliğe herhangi bir erdem atfetmeden, ulusal devletin arzulanır olduğunu iddia ederek Almanya’nın birleşmesini istediler.[27]
“1871 Alman birliğine, şu ya da bu biçimde Alman topraklarında politikayla ilgilenen herkesin, buna karşı çıkmayı isteyenlerin bile temel ilgi odağını oluşturan, uzun süredir beklenen bir hedefe ulaşılması gözüyle bakılıyordu. Marx ve Engels bile Bismarck’ın ‘1866’da olduğu gibi, şimdi bizim işimizin bir parçasını kendilerince (yapıyorlar)’ (diye -m.e.) hissetmişlerdi.”[28]
Marksistler, hiçbir fikrin, kavramın kendi içinde, kendinden menkul bir değeri olduğunu savunmamışlardır. Bu ademi merkezileşme, federalizm vb. kavramları için de geçerlidir. Çünkü Paris Komünü ve daha sonra da Sovyetler Kongresi vb., “hepsi de yüksek derecede merkezi, ama yine de oldukça demokratiktir. Öte yandan, feodalizm hem ademi merkezi ve hem de fazlasıyla bürokratikti. Kilit soru, ‘merkezi’ aygıtın aşağıdan (seçilmiş ve geri çağrılabilir delegelerce) denetlenip denetlenmediği veya sözde adına hareket ettiklerinden kendisini ayırıp ayırmadığıdır.” [29] Ademi merkeziyetçilik ve federalizm bunu kolaylaştırıcı idarî ve siyasî bir faktördür sadece. Ama önemli bir faktör. İşte bu faktörün önemi devrimin ateşinin düştüğü, heyecanının azaldığı yıkma döneminin bitip yapma (kuruluş) döneminin başladığı süreçlerde daha iyi anlaşılır.
*                          *                          *
Anarşistler açısından, özyönetim, sovyetler, konseyler, fabrika ve işyeri komiteleri, tarım komünleri (kooperatifler, kibbutzlar vb.) kavramlarını, federalizm ve otonomi kavramlarından ayrı olarak ele alabilmek mümkün değil. Ama komünistler bu kavramları federasyon ve otonomi kavramlarıyla hiç ilişkilendirmeden kullanabiliyorlar. Yani, anarşistlerin tersine, komünistlerin literatüründe ve pratiğinde, federalizm ve otonomi kavramlarını toplumsal örgütlenmede sınırlayan yaklaşım örnekleri hâkim. Oysa federalizm kavramı Paris Komüncülerinin literatüründe vardı ve bir komünar için, “komün” kavramını “federalizm” kavramından ayırmak (neredeyse) imkânsızdı. Henri Lefebvre’in ifadesiyle, “Komüncüler için, zafer, yani tasarılarının gerçekleştirilmesi, merkeziyetçi olmayan ve federalist projenin gerçekleşmesiydi: özgür üretici birlikleriyle toplumun radikal dönüşümü.”[30] Komünarlara, federeler (les fédérés) ve Komün’ün sonunda, yığınsal olarak katledildikleri Père Lachaise’deki duvara da Federeler Duvarı (le mur des fédérés) denmesinin nedeni Komün’de federalizm fikrinin yaygınlığıyla ilgili.[31] Fakat bu kavram, Komün deneyinden Marksist literatüre geçemedi. Acaba bunun nedeni proletarya diktatörlüğü kavramı mı sorusu geliyor hemen akla. Yani proletarya diktatörlüğü ile komünlerin/sovyetlerin/konseylerin kentsel, bölgesel ve ulusal federasyonu, ulusal federal birliği çelişkili mi bulundu? Proletarya diktatörlüğü kavramının Komün deneyinden sonra içeriğinin yeniden doldurulduğunu biliyoruz. Bu yeni içerik komüncülerin ve (bir bütün olarak) federalizm fikrinin bir eleştirisi miydi?
Bizce değildi. Çünkü, “Sosyalist demokrasi, merkeziyetçiliğin ve Ademi-merkeziyetçiliğin diyalektik bir bütünselliğini içerir.”[32] En azından Marx’ta da değildi diyebiliriz. Marx ve Engels’in “Çağdaşlarından çoğunun Komün’ü, salt federalist bir ayaklanma olarak yorumladıkları biliniyor; özellikle bakuninciler onu, her şeyden önce kendi aşırılıkçı bir federalizm kavramlarının bürünümü ve doğrulanması olarak görüyorlardı. Komün üzerine bu yargının anlamdan yoksun olduğu söylenemezdi. Ancak bu yargı, görüşlerin yüzeysel niteliğini, yeni görüngüler ve gelişme eğilimlerini eski basmakalıp ve beylik düşüncelerle örtüştürmek isteğini açıkça ortaya koyuyordu.”[33] Kuşkusuz Komün, 1789 Fransız Devrimiyle başlayan merkezî üniter yapıya, esas olarak da (Bonapartist) İkinci İmparatorluk döneminde yaratılan aşırı merkeziyetçi devlet yapısına ve “kapitalist gelişmenin merkezileştirici gücüne karşı küçük burjuva protesto olarak”[34] doğal bir tepkiyi içeriyordu. Ama buradan Komün (federasyon/federalizm) ve devlet iktidarı (merkeziyetçilik) arasında karşıtlık olduğu fikrine varmak da diğer uca savrulmak, Komün’e olduğunun ötesinde nitelikler yüklemek anlamına geliyordu. “Komün’ün karşısına çıkan sorun, özyönetimi belli bir merkeziyetçilikle birleştirmekti”. “Komün’ün yerel inisiyatif ile belli bir merkeziyetçiliği en çok birleştirme olanağı sağlayan biçimleri aramaktan başka bir yapacağı yoktu.”[35] Yani, Komün’ün oluşturduğu federalist yapı anarşistlerin federalizm anlayışıyla birebir çakışmıyordu. Bu nedenle, Komün’ü, kendi fikirlerinin gerçekleşmesi ve “devletin ilgası” olarak gören Bakunin gibi anarşistler, Komün’ün, devrimci bir hükümet ve bir ordu kurmasını, “jakoben gericiliğin yoluna” girmesi olarak görüyorlardı.[36] “Komün’ü proletarya diktatorasının ana örneği olarak gören Marx ve Engels (ise), proleter devletin ulusal ölçekte örgütlenmek zorunda olduğunu, merkeziyetçilik ve yerel özerkliği içermesi gerektiğini belirtiyorlardı.”[37] Bu iki zorunluluğu Marx, “iktisadi gelişme gereksinmelerine, proleter devletin ‘ulusal ve uluslararası düzeyde bu biçimlerin (toplumsal üretim biçimlerinin) uyumlu eşgüdümüne’ yol açacak artan bir iktisadi etkinlik gereksinimlerine bağlıyordu.”[38]
“Marx Komün’ün eski aşırı bürokratik merkeziyetçiliğin olumsuzlaması olduğunu yadsımıyordu. Ve bu konuda, Komün’ün sınıfsal niteliğini ortaya çıkaran Marx,  bunun genel olarak devletin sönmesine doğru atılan ilk adım olduğunu açıklıyordu. Belirgin bir sınıf çözümlemesi ve devletin gelişme (sönümlenme) yasalarının bulgulanması Marx’a, aynı zamanda yeni görüngünün içerik ve biçimini de ortaya koymak olanağını sağlıyordu. Marx Komün’ün, ‘Fransa’nın Fransız toplumu dışında varolan bu biçimsel birliği yerine, Fransız toplumunun komünal örgütlenmeden doğan siyasal birliğini geçirmeye’ giriştiğini yazıyordu. Bir başka deyişle, proletaryanın sınıfsal egemenliği, ulusun tepeden tırnağa yeni bir temel üzerindeki birliğine yol açıyordu. Proletarya diktatorası devleti, yerel özyönetim ve yığınların etkinliğine dayanan yeni bir merkeziyetçilik türüydü.”[39]
Bu dersleri daha sonraları Henri Lefevbre, günün ihtiyaçları doğrultusunda yeniden ele alıp yorumladı. “Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması olgusunun, adem-i merkezileşmeye ve federatif ilkeye, ki sadece bunlar azgelişmiş ülke ve bölgelerin büyük ekonomik birimlere sömürü ve egemenlik altına girmeksizin katılmasını sağlar, yeni bir anlam yüklediğini (uyum, pratik) de ekliyoruz. SSCB gibi Yugoslavya'da federasyondur ve bu federasyonlarda ademi-i merkezileşme sorunu, devletçi merkeziyetçiliğin aksi yöndeki eğilimlerine rağmen giderek keskinleşen bir aciliyetle ortaya çıkacaktır. Yarının Avrupa’sı ya ademi-i merkezileşecek ya da dayanılmaz biçimde otoriter olacaktır.
“Üstelik, büyük işletmelerin çoğalmasıyla gelişen endüstri, teritoryal olarak tanımlanmış komünün yanında, üretimin birliğini (işletme) özyönetimin ve serbest birlikteliğin temeli olarak ortaya koyacaktır. Bu nedenle, sadece ve sadece ademi-i merkezileşme projesi bir programa dönüşebilir ve, reeli ve olasıyı ideolojik olarak temsil etmeyi bırakarak praksise girebilir.” [40]
Tekrar Marx’ın Komün değerlendirmesine dönersek... Komün deneyini gelecekteki işçi devletinin ve sosyalist toplumun örgütlenmesi açısından çözümleyen Marx, kentlerin komünal temelde (belediyeler bazında) federal birliğini esas alan Komün’ün siyasî (ve idarî) yapısının, yalnızca eski merkeziyetçiliğin olumsuzlanması olmadığını gösterdi. Kuşkusuz, Komün’ün bir “ulusal örgütlenme“ planı hazırlayacak zamanı olmadı; ama kendisine, kentlerdekine benzer bir şeyin “Komünün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçimi” olması gerektiğini de  açıkça ortaya koydu.[41]
Marx, 1870’e kadar, proletaryanın Fransız Devrimi örneğini izleyerek iktidarı ele geçirmesi, kendisini egemen sınıf olarak örgütlemesi ve sosyalist bir parlamenter demokrasi inşası öngörüsüne, 1848 Alman devriminin yenilgisine rağmen, bağlı kalmıştı. Fakat embriyon halinde olmasına ve değişik ideolojik ve politik etkilerin verdiği/yarattığı karışıklığına rağmen Paris Komünü deneyi, Marx’ın bu jakoben modele ve parlamenter demokrasiye olan bağlılığına son verdirtti. Marx, hem jakoben modelin, hem de parlamenter demokrasinin aşılmış olduğu kanaatine vardı. Paris Komünü’nü ‘çalışmanın ekonomik özgürleşimini gerçekleştirmeyi mümkün kılan nihayet bulunmuş model’ olarak gördü. Komün’de başka tür bir demokrasi buldu Marx. Genel oyla seçilmiş temsilcilerden oluşan, yasama, yürütme (ve hattâ belki yargı) yetkileriyle donanmış, yani iktidarın bütününü elinde tutan komünlerin ve konseylerin federasyonuydu bu.[42]
“Engels (ise), Komün’den sonra 1875 yılında Bebel’e yazdığı bir mektupta ‘halkın yasamacılığını’ boş bir talep olarak değerlendiriyor(du). Asıl, halkın ‘bizzat idareciliğini’ önemli buluyor ve bunu da ‘demokratik’ bir talep olarak nitelendiriyor”du.[43]
İktidarın bu derece yoğunlaşmasının/merkezileşmesinin çalışanlar için tehlike yaratmaması için Marx, birçok engel dikiyor, tedbirler alıyordu. Her şeyden önce, çalışanların örgütlerinin çoğulluğu (partiler, sendikalar, kooperatifler), sınırsız söz ve basın özgürlüğü, sonra silahlı halk milislerinin varlığı, ve buna karşılık polisin ve sürekli ordunun lağvedilmesi. Çalışan halkın tamamı silahları ellerinde tutma hakkına sahip olacaklar ki, iktidarın kötüye kullanılması halinde, düzendeki ayrıcalıklı olabilecek bir toplumsal tabakanın hâkim olma girişimlerine karşı direnebilsinler, başlarına örülecek çorabı parçalayıp atabilsinler.
Bu durumda, silahlı başkaldırı sadece bir hak değil, aynı zamanda çalışanların, demokrasi savunucularının ve (işçi devletini bizzat yaratmış olan) devletin koruyucularının/sahiplerinin görevidir. Sosyalist demokrasinin gelişmesi ve yayılmasıyla, uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ve sınıfların kendisinin  ortadan kaldırılması ve onların ardından da, bir sınıfın bir diğer sınıf üstündeki egemenlik aygıtı olarak devlet, kendi misyonunu tamamlayıp yok olacaktır.[44]
Marx’ın, Komün deneyinden sonra işçi devletini jakoben tarzı bir devlet olarak tasavvur etmekten vazgeçtiğini söyledik. Franz Mehring, “Marx’ın Hayatı” adlı biyografik çalışmasında, bu dönüşümün altını bir de şu noktada çiziyor. 1848 tarihli “Komünist Parti Manifestosu”, devletin sönmesi tasarımına/fikrine sahipti, ama sadece uzun bir sürece yayılmış olarak. Marx’ın Komün deneyinden çıkardığı dersleri içeren “Fransa’da İç Savaş” kitabı, bu noktada da Manifesto’yu belli ölçülerde revizyondan geçiriyordu. Mehring, Komün değerlendirmesinde Marx’ın, deyim yerindeyse, liberterlere yaklaştığını söylüyor. Fakat daha sonraki süreçte, Marx’ın ölümünden sonra Engels, anarşist akımlarla mücadelede bu düzeltmeye boş veriyor ve eski, yani  Manifesto’nun kavramlarına geri dönüyor.[45]
Bir başka kaynak ise, Engels’in, Paris Komünü’nünden sonra da, 1891’de, Marx’ın 1871’den itibaren terk ettiği, artık aşılmış olan eski  proletarya diktatörlüğü örneğine, jakoben modele referanslarda bulunduğunu, kurumlarının ne olacağını belirtmese de proletarya diktatörlüğüyle sarmalanmış bir demokratik cumhuriyetten söz ettiğini belirtiyor. [46]
Miliband ise, Engels ile ilgili olarak biraz farklı düşünüyor.
“1850’de Marx ve Engels ayrıca, proleter devrimcilerin temel görevlerinden birisinin küçük burjuva devrimcilerinin merkeziyetçilikten uzaklaşma  eğilimlerine karşı çıkmak olduğunu öne sürmüşlerdi. Oysa ‘işçiler yalnızca tek ve bölünmez bir Alman cumhuriyeti için uğraşmakla yetinmemeli, ayrıca bu cumhuriyet içinde iktidarın devlet otoritesinin ellerinde en kesin biçimde toplanması için çalışmalıdırlar ...’ (MECW,sf. 106)”
“Bu yalnızca Marx’ın (ve Engels’in) çalışmasındaki en aşırı ‘devletçi’ reçete -Marx’ın bu konudaki ilk ‘Hegelci’ bildirilerini bir kenara bırakırsak, türünün ilk örneği- olmakla kalmaz. Daha önemlisi, bu reçetenin proleter devrimi için değil, burjuva demokratik devrim için düşünülmüş olmasıdır. (...)”
“Bu konuda, Engels’in Çağrı’nın 1885 basımına, bu pasajın Fransız devrimi deneyinin ‘yanlış anlaşılmasına’ dayandığını ve ‘yerel ve eyalet öz-yönetimlerinin’ ‘ulusal merkezleşme’yle çelişmediğini açıklayan bir not eklemeyi gerekli sayması biraz ilginçtir.(age., sf. 107”[47] diyor Miliband.
*                          *                          *
Federalizm ve otonomi kavramlarının programatik metinlerde toplumun ve devletin örgütlenmesi bağlamında yer almamasının bir diğer nedeni de, bazılarının zannettiği gibi, demokratik merkeziyetçilik kavramıyla, otonomi ve federalizm kavramları arasında bir çelişki olması değildir. Çünkü bunlar aynı düzeyin kavramları değildir.
Örneğin Rolf Cantzen, demokratik merkeziyetçilik ile (idarî) merkeziyetçilik’i karıştırmakta ve demokratik merkeziyetçilik ilkesini, bir parti ya da sendikanın işleyiş ilkesi olmaktan çıkarıp devlete ve topluma uygulamakta ve şöyle demektedir:
“Federal Alman Cumhuriyetinde federalizmin içinin oyulup boşaltılmasının yanı sıra, genelde ‘yasal yönden güçlü bir’ Birleşik Avrupa'nın yaratılması hedefinin büyük ölçüde benimsenmiş olması, merkezi olmayan yapılar üstüne kurulacak bir federalizmin, merkeziyetçi tahakküme yönelik bu eleştirel boyutunu unutturmaya çalışıyora benzemektedir. Geleneksel ‘Demokratik merkeziyetçilik' anlayışı, geçmişte olduğu gibi bugün de kurtuluşun ve özgürleşmenin çaresi olarak görülmektedir. Bu nedenle, merkezi olmayan yapılara görünürde değer veriliyor gibi yapılması, mevcut merkeziyetçi yapılar çerçevesi içinde, Ademi-merkezîyetçi yapıların sadece düzeltici ve bütünleştirici işlevlerini etkin kılma amacına yöneliktir diyebiliriz; federalizm fikrinin egemenlik eleştirisine yönelik itici gücü ne yazık ki yitmeye yüz tutmuştur.” (abç) [48]
Cantzen’in karıştırmadığını varsaysak bile, demokratik merkeziyetçilik anlayışı, Cantzen ve başka bazılarının zannettiği gibi, sadece Bolşevik Marksistlere özgü bir ilke ve anlayış da  değildir. Kuşkusuz Bolşevikler bu anlayışın tarihsel, ilk ve özgün bir formülasyonuna sahipler. Fakat bu ilke, ilk anlamıyla, belli bir insan sayısına ve genişliğe ulaşmış tüm politik örgütlenmeler için olmazsa olmaz bir geçerliliğe sahiptir. Lafzî düzeyde bu ilkeyi reddetmek bir şeyi değiştirmez. Bu ilkenin örgüt içinde aldığı şekil Bolşeviklerin özgün örneğine benzemese de temelde aynı amaca yöneliktir: azınlığın söz ve eleştiri hakkını saklı tutarak çoğunlukla alınan kararları uygulamaya sokmak; örgütü canlı, dinamik ve kararlı tutmak. Bu ilkeye karşı öne sürülmüş “konsensüs” gibi diğer ilkelerin bu ilkeden kaynaklandığı düşünülen zaaflardan daha büyük zaaflarla malûl oldukları, örneğin konsensüsle alınan kararların daha sonra sahibinin bir türlü bulunamamasından da anlaşılmaktadır.
“Diğer yandan, konsensüs yoluyla karar alma, sürmekte olan anlaşmazlığı (dissensus) –yokluğunda bireysel yaratıcılığın olduğu kadar toplumsal yaratıcılığın da olanaksız olacağı sürekli diyalog, itiraz etme, meydan okuma ve karşı meydan okuma sürecini— engeller.
Konsensüs temelinde işleyişin sağladığı bir şey varsa o da, önemli karar alma süreçlerinin ya bir azınlık tarafından manipüle edilmesi ya da tamamen sonuçsuz kalmasıdır. Ve alınan kararlar, görüşlerin en küçük paydasını temsil eder ve anlaşmanın en az yaratıcı düzeyini oluşturur.”[49]
Ayrıca “demokratik merkeziyetçilik” yerine “demokrasi”yi geçirmek tamamen göz boyacılığıdır. Eğer kitlelerin ve kadroların entellektüel, politik düzeylerinde bir yükselme, aralarındaki ilişkilerde bir değişme, yakınlaşma, yoldaşlık ve militan politik eşitlik duygusu yoksa, ister demokratik merkeziyetçilik, isterse sadece demokrasi olsun hiçbir şey değişmemektedir. Örneğin, demokratik merkeziyetçilik kavramını artık programlarında kullanmayan yani literatürlerinden çıkaran Komünist partilerin örgütsel işleyişinde bu anlamda hiçbir değişiklik olmamıştır. Demokratik merkeziyetçilik ilkesini tüzüklerinden çıkarmadan önce ne kadar bürokrat ve ruhsuzsalar, şimdi, çıkardıktan sonra da o kadar bürokrat ve ruhsuzdurlar.

5- Özyönetim, Doğrudan Demokrasi
Anarşistlerin federalizm ve otonomi kavramlarıyla ilişkili olarak toplumun örgütlenmesine ilişkin olarak kullandıkları diğer kavramlar ve tarihsel örnekler (sovyetler, fabrika ve işyeri konseyleri/komiteleri, kent ve tarım komünleri vb.) Marksist sözlüklerde ve konu üstüne kitaplarda proletarya diktatörlüğü ve işçi demokrasisi vb. gibi kavramlarla ilişkili olarak bulunuyor, kullanılıyor. Ama bunun yetmediği düşünülüyor ki, 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren, yeni veya geleneksel, hemen hemen tüm solun literatürüne tamamlayıcı olarak bir de “özyönetim” kavramı giriyor. Özyönetim kavramı Marksist hareket içinde bir arayışı ve dönüşümü ifade ediyor. Bir çok Marksist hareket ve parti önce bu kavramı literatüre kabul etmek istemiyor. Örneğin trotskistler bu kavramı 1968 sonrası kabul ederlerken, Avrupa'da bile SBKP'nin bir çok kardeş partisi bu kavrama karşı tutumunu 70'li yılların ikinci yarısına kadar sürdürüyor. Örneğin Fransız Komünist Partisi bunlardan biri. Bu kavramın Marksist literatüre girişi, bize, federalizm ve otonomi kavramlarının Marksist literatüre ulus sorunuyla ilişkili olarak tek boyutlu girişinin doğurduğu bir eksikliği giderme çabası gibi geliyor. Çünkü özyönetimi bu kavramlardan ayırmak mümkün görünmüyor.
Özyönetim, sınıflı toplumlarda, parlamentarizm kadar zengin bir tarihe sahiptir. Antikçağ’dan Ortaçağ’a özyönetim, ya toplumların ve yeni devletlerin yapılarının ortak anlatımı, ya da mevcut toplumsal düzenin ve kurumlarının bir biçimde reddiydi. (Eski Yunan, Siteler, Hussites’ler hareketi, Reform). Demokrasinin ve yurttaşlık kavramlarının doğuşuna kaynaklık eden Atina Polis’i (Site’si) kendi kendini yönetmenin ilk özgün örneğiydi. Yunan polisi, yurttaşların yüksek kültürel birikimine ve etik değerlere yaslanıyordu ve siyasal yönden tamamen özerktiler. Ticaretin yabancılaştırıcı ve yozlaştırıcı etkilerinden kendilerini korumaya özen göstermişlerdi. Ama zamanla büyüyen Akdeniz ticareti bir yandan polis’in, özgün bir burjuva çizgide gelişmesini engellerken, bir yandan da onun yurttaşlık değerlerini zayıflattı. Polis büyümekte olan Akdeniz ticaretinin kurbanı oldu. Polis’in kentsel değerleri, bin yıldan sonra, Ortaçağ kentlerinde yeniden boy verdi; ancak bu kent komünleri Yunanlıların toplumsal yaşamlarına getirdikleri açık rasyonellikten yoksundular.[50]
Bir de genç Amerikan devletleri birliğinin (Birleşik Devletler) özyönetim sistemi örneği var. On dokuzuncu yüzyıldaki bu Communities adı verilen örgütlenmeler,  göçmen kolonilerini  İngiltere kralına, Yerlilere ve Fransızlara karşı bir araya getiriyordu. Bu örgütlenmeler (Communiti’ler) aslında çok demokratikti (elbette, Antik Yunan demokrasisini, yani Atina Polis’ini değerlendirirken yapıldığı gibi, kölelerin varlığı ve cins ayrımcılığı bir yana bırakılırsa), siyasal yönden özerktiler, geniş yetkileri vardı. “Bu kuruluşlarda, merkezî olmayan ve kendi kendilerini yönetmenin değişik biçimleri” bulunuyordu. Ama zamanla Amerikan sermayesinin etkisi altında bugünkü temsili sisteme ulaşmak üzere, yetki ve imtiyazları, direnmelerine karşın azar azar sınırlandılar. Başka daha az demokratiklerden biri olarak: özyönetimci geçmişlerinden sadece bir kaç kalıntıyı korudular; yargıçların ve şeriflerin seçimle göreve gelmesi örneği gibi. Sanayi devrimiyle ve merkezî ulusal devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, yerel ve ekonomik yönden bağımsız birimlerin sınırlanması eğilimi günümüze kadar artan bir hızla sürmüştür.[51]
Farklı mümkün toplumsal örgütlenme biçimleri üstüne  düşünen geçen yüzyılın sosyalistleri, özyönetim kavramını geliştirip incelttiler. Ama Amerikan deneyinin etkisi altında kalıyorlardı. Bu noktadan itibaren de anarşistler tekrar prim yapmaya başladılar. Aynı dönemde Marksistlerin ilgisi, işçi sınıfı tarafından iktidarın ele geçirilmesi yolları üstüne yoğunlaşmıştı, özyönetim üstüne bazı araştırmalar da küçük burjuva üretim sistemi, doğaya dönüş, toplumun atomizasyonu ve bugünden yarına devletin kaldırılması konularıyla bütünleşmişti. Bu da, Marksistleri bu konulardan uzaklaştıran bir başka etken oldu. Oysa, kendi kendini yönetmenin, halk yönetiminin sorunları tam da bu konularda ortaya çıkıyordu, beliriyordu.[52]
Özyönetim kelimesine günümüzde “ne anlam yüklediğini” Çek Marksisti P.Uhl şöyle açımlıyor: “Biz (bu) kelimeden toplumun tamamı için geçerli kurumlaşmış bir iktidar sistemini anlıyoruz. Yasama, yürütme, yargı işlevlerini birleştiren ekonomik ve politik iktidarın bir örgütlenmesi. Uluslararası ilişkileri olan ve bütün insanî aktivite alanlarını kapsayan bir sistem olarak özyönetim. Tarih bu anlamda özyönetimci girişime tanık oldu. 1871’de Paris komüncülerinin kahramanca girişimi vardı. Rusya’daki (1905 et 1917) işçi, köylü ve asker temsilcileri sovyetleri de özyönetimci birer davaydı, ama sovyetler ağır basan temsilî bir karakter içeriyordu. (....)”[53]
Görüldüğü gibi, Ademi-merkezi (otonom) komünlerin birliği olarak federalizm ve özyönetim kavramları içiçe geçmiş bir biçimde kullanılıyor. Çünkü, işlevleri düzene lojistik destek sağlamak, mevcut yapıyı düzenleyip güçlendirmeye, muhafaza etmeye yönelik oldukça, “Ademi-merkezileşme” isteği bütünüyle anlamsızdır. Bu tür bir Ademi-merkezileşme, sadece merkezi kararların uygulanmasında yerel düzeyde idari yürütmeyi güçlendirir, yoğunlaştırır. Toplumun çalışan çoğunluğu yine toplumun bütününü ilgilendiren karar alma ve bu kararları uygulama süreçlerinin, kısacası “politika”nın dışında kalır, yani “seyirlik politika”ya mahkum olmaya devam eder. Bu nedenle, “Herkesin karar alma süreçlerine özgürce katılabildiği ve tüm maddi yaşam araçlarının komünal olarak sahiplenip üretildiği ve bölüştürüldüğü bir özyönetim olmaksızın ‘Ademi-merkezîleşme’ talebi katıksız bir cehaletperverliktir.” Bu nedenle, “Ademi-merkezîleşme ve insan ölçeğine evet! Ama, mülkleri, ürünleri ve çevresi komünal olarak paylaştırılan ve hiyerarşik olmayan bir biçimde yönetilen bir toplumda.”[54]
Bu nedenle “sosyalist hareket kendisini salt siyasal bir hareket olarak görmez ve mücadelesini siyasal faaliyetle sınırlamaz. Siyasal demokrasiyi aşmaya yönelik bir perspektifi vardır. ‘Doğrudan demokrasi’ kavramının anlamı burada ortaya çıkar. ‘Doğrudan’ sözcüğüyle, bütün bütüne ortadan kaldırılması imkânsız olan temsil ilişkisi değil, tüm toplumsal kararların alınmasındaki siyasal dolayım yadsınmaktadır.
Dolayısıyla “proletarya demokrasisi ‘çok demokratik’ bir siyasal yapıyı değil, toplumdaki sosyalist ilişkilerin özünden doğan demokrasiyi” anlatmaktadır.[55]
Konuyu tamamlamak üzere, “değişik uygulamaları dikkate alan iki özyönetim tanımı” daha aktarıyoruz. Bu tanımlar da şöyle:
“Özyönetim, sadece ekonomik değil, aynı zamanda (bir politikacılar kastının yönetim tekeli olarak anlaşılan) politika kavramını ortadan kaldırarak, her aşamada insanların işlerini kendi ellerine almalarına olanak verecek biçimde  ona yeni içerik kazandıran radikal bir dönüşümdür.”[56]
“Özyönetim, her şeyden önce toplulukların -belediyeler, işletmeler, bölgeler- kendi düzeylerine tekabül eden ve devlet işi niteliğini taşıyan görevlerin taban tarafından yönetimidir. Fakat aynı zamanda siyasi kararları uygulayıp denetleyen bir iktidar biçimidir.” [57]

6- “Devlet Aygıtının Örgütlenişinde Demokrasi”
R. Yürükoğlu, “devlet aygıtının örgütlenişinde proletarya diktatörlüğünün kendi yapısına en uygun olan yığın demokrasisi için” “sahip olması gerekenleri” şöyle sıralıyor: “Lenin’in sözleriyle ‘merkezde proletarya diktatörlüğü, yörelerde özerklik’. Bu, şu anlama gelir: Ülkenin her yanına söz geçirebilen yetkin merkezî otorite. Yerel organlarda, örneğin belediyelerde vb. ise geniş bir özerklik, ve bu özerkliği güvence altına alacak malî kaynak, personel, ekonomik olanak vb. Yoksa özerklik sözde kalır.” [58]
Yürükoğlu, yerel organlara, örneğin Paris Komünü’ne adını veren “belediyelere” (komünlere) “geniş bir özerklik” (otonomi) verilmesini ve bunları güvenceye alacak ekonomik önlemleri de şöyle gerekçelendirip açımlıyor:
“Böyle bir mekanizma kurulması bürokratizme karşı en güçlü savaşım araçlarından biridir. Çünkü en küçük bir konuda bile karar almak için yukarıya başvurmak zorunluluğu ortadan kalkar. Yerel organ kendi kararını verir, geneli ilgilendirir biçimde uygun gelmediği zaman merkezin o kararı değiştirme yetkisi vardır. Fakat bu yukarıdan aşağıya doğru bir şeydir. Aşağıdan yukarı danışmayı kaldırınca bürokrasiyi önleyen en önemli önlemlerden birini almış olursun. Yığınların devlet çalışmasına, yönetime katılmasına kapıyı açan en büyük olanaklardan biri budur. Bu aynı zamanda proletarya diktatörlüğünün hedefi olan ucuz, basit, çabuk devleti sağlamanın yollarından biridir. (abç)[59]
Yürükoğlu ayrıca sosyalist devlet aygıtının örgütlenişinde demokrasiyi güçlendirici, tamamlayıcı bir etken olarak “toplumu ilgilendiren önemli konuların, çıkartılan önemli yasaların halk oylamasına (referanduma) sunulmasını” öneriyor. [60]
Çünkü, “Referandumlarda halk etken öznedir; karar alma sürecinin başında vardır (partilerine oy ve yön vererek ya da halk inisiyatifinde tasarı metnini bizzat hazırlayarak), ortasında vardır (partisinin milletvekillerine görüşme ve uzlaşma yetkisi vererek), sonunda vardır (sonuç belgesini onaylayarak). Egemenliğin sahibi olarak tüm görüşler ifade edildikten sonra oluşan nihai kararın en yüksek, demokratik meşruiyet kaynağıdır. Plebisitte halk edilgen nesnedir; sürecin yalnızca sonunda vardır. Tek seçeneği evetleme/hayırlama durumunda bırakıldığı ve egemen gibi davranamamış olduğu içindir ki, kendisine çoğunlukla olaydan sonra (ex post facto) ve usulen onaylatılan kararın ve eylemin meşruiyeti de yapaydır.” [61]
“Siyasal topluluklarda yasama işlevini yerine getirirken, temsilî demokrasinin ayırdedici özelliği seçim ve seçim dönemi boyunca vekâlettir. Temsilî demokrasiden katılımcı demokrasiye uzanan yol üzerinde, halkın kendi oyu ile seçtiği yasama meclisi üyeleri üzerinde seçim süresi içinde de denetimini aktif olarak sürdürmesinin ve yasama faaliyetine doğrudan katılmasının ana mekanizmalarının başında referandum gelir.” [62]
Daha sonra bir çok sosyalist ülke insanı da farklı terimlerle dillendirdi bunu. “Sosyalizmin stratejik sorunu bundan (küçük ölçekli kollektif ve bireysel mülkiyete dönmekten -m.e.) daha büyük bir şeydir; ekonominin bütünü hepimizin denetimine verilmelidir. Bunu bir kez denedik, ama yürümedi, yürüdü mü? Ama uğraşmaya devam etmedik; sorun buydu. Evet, sık sık ilan ettik, ama yaptığımız şey oldukça farklıydı. Ulusallaştırma ve kamu mülkiyeti sloganı altında işçilerin mülkiyete yabancılaşmasını ve bürokratizmi yerleştirdik.
“O zaman ne yapacağız? İktidarın işçilere, mühendislere ve fabrikalardaki ekonomistlere devredilmesiyle başlayabiliriz, ama bununla yetinemeyiz!
“İnsanlar, kendi işlerinde yönetim ve örgütlenme konularıyla ilgilenmeye başladıkça, bürokrasiyle mücadelede asıl sorunların üst düzeydekilerden kaynaklandığını hızla öğreneceklerdir. Bir yanda bakanlıkların ve hükümet dairelerinin diktası, diğer yanda da embriyon halindeki piyasa. Bunların birincisi, müşterilerden çok göstergelerle ilgilenen ve planı yücelten, söz dinleyen ve etkili bir yönetici gerektirir. İkincisi ise, ticarî gizlilik, girişimci bir yönetici ve elinde kullanabileceği fonları olan, pazarın durumuna göre hareket edebilecek bir işadamı... Her iki durumda da, gerçek özyönetim bunlara yardımcı değil, engel olacaktır. Bu koşullarda işçi inisiyatifi de en fazla takım düzeyinde ya da atölye düzeyinde kalacak, daha ilerisi işçiyi ilgilendirmeyecektir. (Teknokratik yönetim eğilimlerinin kurumlaştığı, 30 yılı aşkın süredir, işletmenin işçiler tarafından yönetilmesiyle piyasa ekonomisini uzlaştırmaya çalışan Yugoslavya’da olduğu gibi.)
Farklı bir yaklaşım geliştirmeye çalışalım. Özyönetim ve halkın üretimi kontrol etme ilkesini yerel, endüstriyel (günümüzde endüstriler arası) ve ulusal planda daha üst düzeye çıkardığımızı düşünelim. Bu yaklaşım, ilk bakışta ütopya olarak görülecektir.” [63]
“Şimdi de fabrikayı aşan düzeylerde özyönetime kısaca göz atalım. İlk deneyime bakalım; kendi ekonomik yaşamlarına egemen olma çabalarına işletme, kent ve bakanlık bürokrasisinin engel olduğunu hisseden Kuzbass fabrikalarının işçileri ne yaptılar? Birleşmeye ve kent grev komiteleri (grevden sonra İşçi Komiteleri adını aldı) oluşturmaya karar verdiler. Neden? Kent ve bakanlıkların yetkililerinin hareketlerini kontrol etmek, ücretlerin ödenmesinde, kuralların koyulmasında ve sermayenin yatırıma dönüştürülmesindeki keyfiliği önlemek için birbirlerine yardımcı olmak amacıyla.
“Tabii ki, bu ilk adımdır. Daha doğrusu, ilk adımı atmak için bir girişimdir. Ama kendi tarihimize güvenirsek, Batı Avrupa ve Japonya’daki bürokratik olmayan ve pazara da yönelmeyen ekonomik düzenlemelerin toplumsal yönlerinin doğuşuna bakarsak, yeni bir modelin ana hatlarını görebiliriz. Bu modelin esası, özyönetim, planlama (Buzgalin ve Kolganov buna, aynı yazı içinde bir başka yerde, ‘diyalog içinde planlama’ diyorlar -m.e.) ve toplumsal hedeflerdeki önceliğin bileşimidir.” [64]
Görüldüğü gibi, “komünal karar verme imtiyaz ve yetkilerinin ve bunların yeniden biçimlendirilmesi olanaklarının genişletilmesi yönündeki talep, merkeziyetçi devlet düzeninin yapısının federalist bir toplum düzeni yapısına dönüştürülmesi perspektifine kadar genişletilememektedir. Ancak günümüzde sık sık ortaya atılan merkezileşmenin dağıtılması, demokrasiyi tabana yayma ve tabanın aktif katılımını sağlama talepleri, (...) federalizm projelerine dikkatimizi yöneltmemizin gerekçesi olabilirler.” [65]
Çünkü, daha önce söylediğimiz gibi, “halk yönetiminin sorunları tam da bu konularda beliriyor”, yani toplumun devletin ve ekonominin yönetimine katılma, bu konularda söz sahibi olma, politika yapma hakkı, kısacası özyönetim konusunda. Ve federatif siyasî demokrasi de, bu bağlamda, sosyalist ekonominin bir özyönetim olarak örgütlenmesinin tamamlayıcısı, onun bir parçasıdır.

7- Anarşistler ve federalizm ve ütopizm
Anarşistler, Saint Simon, T. More ya da Campanella gibi ayrıntılı gelecek toplum projeleri çizmediler. Onların böylesi belirlenmiş, programlanmış ayrıntılı ütopyaları olmadı, ama yine de geleceğin dünyasının bazı genel hatlarını çizmeye de çaba gösterdiler. “Hemen tüm anarşistler özgür bireylerin gönüllü işbirliğine dayalı merkezsizleştirilmiş bir toplum; hükümetsiz ya da mülkiyetsiz, açlık ya da yokluğun olmadığı, insanların kendi işlerini herhangi bir otoritenin engellemesi olmadan yürüteceği bir toplum öngörüyorlardı. Çoğu anarşistler için, böyle bir toplumun doğal çevresi hem kentsel, hem de kırsal özyönetim komünlerinin gevşek bir federasyonuydu.”(abç)[66]
Ama yine de anarşistler ütopyacılıkla suçlanmışlardır. Çünkü ta başından bu yana, Paris Komününden bile önce, passeist bir yanları, bir kanatları oldu hep. Bu en modernlerinden, teknik ilerlemeden yana olanlarında bile görülebiliyordu. Bu ikincilerde passeizm özerklik, federasyon vb. kavramlarıyla sarmalanmış olarak ortaya çıkıyordu.
“Ancak bunun ötesinde, pek az bir anlaşma söz konusuydu. Kimi anarşistler için altın çağ, yalın bir geçmişe, insanları ruhsuz robotlar ordusu durumuna dönüştürmeye başlayan büyük ölçekli sanayinin öncesine bir geri dönüş demekti. Onlar ortaçağ komünündeki ve sanatçılar (zanaatçılar ?) kooperatifindeki doğrudan insan ilişkilerini geri getirmeyi ve ne çarın ne devletin olduğu, yalnızca toprak ve özgürlüğün bulunduğu ilkel bir mutluluğu yeniden kurmak istiyorlardı. Bununla birlikte, çoğunluk teknik ilerlemeyi olumlu karşılıyor, çağdaş makinaların insanları bıkkınlık ve yorgunluktan kurtaracağına, dinlenme ve kültürel uğraşlar için zaman bırakacağına ve kol emeğine geleneksel biçimde vurulmuş olan lekeyi temizleyeceğine inanıyorlardı. (...)” (abç) [67]
Henri Lefebvre de Paris Komünü’ne ilişkin şunları söylüyor:
“Komüncüler için, zafer, yani tasarılarının gerçekleştirilmesi, merkeziyetçi olmayan ve federalist projenin gerçekleşmesiydi: özgür ortakların (üreticilerin) beraberliğiyle toplumun radikal dönüşümü. Ancak bu projenin ve koşullarının olgunlaşmamış olduğunun altını çizmek zorundayız. Projenin belirsizliklerine ve geçmişe özlem duyan (passéiste) yönlerine işaret ettik: Ortaçağın yeniden canlandırılması, bölgecilik, kavalın sesini takip etme (sürü psikolojisi), jirondizm. (abç)[68]
Lefebvre’in anarşistlerin önemli bir rol oynadıkları Paris Komün’ünde yaptığı passeizm saptamasının, bir benzerini Avrich, az üstteki alıntı da görüldüğü gibi 1917 Rus Devrimi anarşistlerinde yapıyor.
Anarşistlerle Marksistlerin federasyon ve konfederasyon terimlerinden aynı şeyi anlamadıkları çok açık. Bu terimlerden anarşistler, otarşik kentler, tarım komünleri, konseyler vb. arasında, yaptırım gücü olmayan bir koordinasyon, Avrich’in ifadesiyle “kentsel ve kırsal özyönetim komünlerinin gevşek bir federasyonu”nu anlıyorlar. Marksistlerse bunu, Paris Komünü’nün yenilgi sebeplerinden biri saydıkları için eleştiriyorlardı. Komün’ün başarısızlığında bu passeist otarşik özerklik anlayışı etkili olmuştu. Küçük burjuvalar, kapitalizmin (sermayenin) merkezileştiren gelişmesine ve örgütlenmesine karşı tepki duyuyorlardı. Bu nedenle, bu etkinin altında kalan komünarlar, ortaçağın özerk, kendine yeten kentlerinin hayaliyle, Komün’ün merkezî bir örgütlenmeye gitmesine de karşı çıkmışlar, Paris özelinde de bunu geciktirmişlerdi. “Pasiflik ve kararsızlık, bu durumda, kutsal özerklik ve federasyon ilkesiyle” desteklenmişti. “Bilindiği üzere, Paris diğer birçok komün arasından yalnızca biriydi. Paris kimseyi bir şeye zorlamak istemiyor”du. Paris, komünlerin ulusal düzeyde merkezî federal birliğini gerçekleştirmek, ulusal çapta bir proletarya diktatörlüğü örgütlemek için mücadele vermiyordu. “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” deyip Versailles’ın üstüne yürümek, saldırmak yerine, “Paris’in önderleri kendilerini komünal özerkliğe hapsetmeye kalkıştılar: Eğer diğerleri onlara saldırmazsa, onlar da diğerlerine saldırmayacaklardı; her şehir kendini yönetme kutsal hakkına sahipti.” Komün “bir küçük burjuva reformu olan komünal özerkliği, gelişmekte olan proleter devrimin yerine” koymaya çalıştı ve partikülarizme boyun eğdi. “Hangi forma bürünürse bürünsün partikülarizme eğilim, ölü geçmişin bir mirasıdır.” (Trotskiy, sf. 49-50)
Kapitalizmin gelişip güçlendikçe her şeyi yavaş yavaş merkezileştiren örgütlenmesine karşı haklı düşmanlık, öbür uca savrularak, Fransız proletaryasına olumsuz bir miras bıraktı: passeizm ve partikülarizm. Sermayenin merkezileştiriciliğine karşı küçük burjuva bir tepki olarak ortaya çıkan merkeziyetçiliğe düşmanlık ve yerelliğin ve özerkliğin yüceltilmesi, Fransız proletaryasının belirli bir bölümünün güçsüz yanıydı. Bu olumsuz miras, özerklik, federasyon vb. kavramları ardına saklanarak, onunla sarmalanarak ortaya çıkıyordu. “Bazı devrimciler için mahalleler, bölgeler, taburlar, şehirler için özerklik, gerçek etkinliğin ve bireysel bağımsızlığın en mükemmel garantisi”ydi. “Fakat bu, Fransız proletaryasına pahalıya mal olan büyük bir hatadır.” (Trotskiy, sf. 50)
Paris Komün’ü, ne yazık ki sadece kuşatılmış bir şehirle sınırlı, bir ulusal ayaklanmadan çok yerel bir ayaklanma olarak kaldı. Bu da tabii ki, yenilgiye uğramalarının bir nedenidir.[69] Komün’ün bir başka yenilgi nedeni ise, hemen yukarıda Lefebvre’in sözünü ettiği komünarların projelerinin koşullarının olgunlaşmamış olmasıdır.
 Bazı anarşistlerin federalizm anlayışı, bana, ütopik sosyalistlerin sosyalizm anlayışıyla bir noktada birleşiyormuş gibi geliyor. Her ikisi de içinde yaşadıkları şehirden, topluluktan, yani köklerinden koparak, bir ölçüde tarihsizleşerek yeni bir yerleşim yeri ve yeni bir topluluk/komün oluşturmayı öneriyorlar sanki. Bu tür anarşistlerin federalizmi bu komünlerin “gevşek” bir federasyonu anlamına geliyor. (Çağrışım yaptırması açısından buna belki de en iyi örnek, tarihsel bir komünist ve anarşist etki almış olmakla birlikte komünist ve anarşist olmayan, köklerinden koparak dünyanın dört bir yanından gelmiş insanların kurduğu İsrail’in ilk zamanlarındaki Kibbutzlar.) Bu nedenlerle anarşistlere ütopist denmesi ve onların federalizm anlayışlarına şüpheyle bakılması anlaşılabilir bir şeydir.
Anarşistler her şeyin hep daha özerk, daha bağımsız, daha özgür, daha bireysel olanını istiyorlar; federasyonun gevşek, örgütsel ilişkinin yatay olanını, kararların bağlayıcı olmayanını. Bu nedenle merkezî bir ilişkiyi ve merkeziyetçi bir yapıyı gerektirecek her türlü çokluktan sakınmaya çalışıyorlar. Ve bireyci anarşizme ve nihilizme kadar uzanan bir çeşitlilik oluşturuyorlar. Bizi burada ilgilendiren bu çeşitlilik değil. Bizi ilgilendiren işçi sınıfına yakın duran, bu sınıfla şu ya da bu düzeyde ilişkisi ve geleceğe yönelik projesi olan anarko-sendikalistler ve anarko-komünistler ve onların dün ve bugün (daha çok dün, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde güçlü oldukları geçmişte) ne söyledikleridir.
Örneğin Anarko-komünist Bookchin, Anglo-Amerikan dünyasında moda post-modern, bireysel anarşizmdeki bu passeizmin çok yeni ve uç versiyonlarının eleştirisini yapıyor, “Toplumsal Anarşizm mi, Yaşamtarzı Anarşizmi mi” adlı kitabında. Bookchin, “Ekolojik Bir Topluma Doğru” adlı kitabında da,  sürekli olarak, passeizme düşmemek, ama geçmişten öğrenmek gerektiğini söylerken, kendince ince ayrımlar yapıyor. Ve komünü ve komünoteyi esas alan, yüz yüze demokrasiyi öngören geleceğin toplumsal projesinde “insanî boyutlu”, “bir bakışta kavranabilen” kentler hayal etmekten de geri kalmıyor. Bookchin Antik Yunan’ın “Polis”inden ve Ortaçağın lonca kentlerinden vb. öğreneceğimiz çok şey olduğunu söylerken haklı olarak (negatif anlamıyla) ütopyacı olduğunu kabul etmiyor. Ama Bookchin, geleceğin özerk, otarşik, kendi kendine yeten anlamında özerk kentlerinden oluşacak bir komünler konfederasyonu tasarlarken de (negatif anlamında) ütopyacı değil, sadece radikal olduğunu  düşünüyor. Bu nedenle de Herbert Marcuse’ü eleştirirken şöyle diyor:
“Marcuse ve Lenin’i ortak bir inançta birleştiren şey, Marcuse’ün sözleriyle, ‘modern bir kitle toplumunda, hangi biçimiyle olursa olsun demokrasi, bir temsil sistemi olmaksızın kavranamaz’ görüşünü paylaşmalarıdır. Bu formülü moleküllerine ayırdığımızda, Engels’in sosyalizmi fabrikalar olmaksızın hayal edemediği gibi, Marcuse’ün de sosyalizmi bir ‘kitle toplumu’ olmaksızın hayal edemediğini görürüz ..” (Bookchin, sf. 213)
Bookchin güzel şeyler söylüyor, üstünde düşünebileceğimiz ilginç öneriler getiriyor, ama Bookchin bir politik devrim olmadan bunların (sosyal devrimin) nasıl olacağına dair bize bir şey söylemiyor. Bir yandan antik kent komünlerine, düştüğü şerhler durumu kurtarmıyor, aşırı övgüler düzerek passeizme, bir yandan da her şeyi kendiliğindenliğe, özerk site, mahalle ya da kasaba sakinlerinin toplantılarına bırakarak; geleceği mikro politikalara bağlıyarak partikülarizme düşüyor. Otarşik, ekonomik olarak kendine yeten, alternatif eko-teknolojiler sayesinde enerji bağımlılığı olmayan, politik olarak özerk (bağımsız) kent komünlerinin ya da belediyelerin konfederasyonunu öneriyor. Konfederasyon, hiç bir yaptırım, müdahale gücü vb. olmayan bir koordinasyon örgütlenmesi anlamına geliyor. Bookchin bu projenin, ancak “tümüyle gelişmiş bireylerle” mümkün olduğunu söylüyor ve ekliyor, “tümüyle gelişmiş bir birey, tümüyle gelişmiş bir toplumun sonucudur”. Ama bu topluma, “kitlelerin” nasıl gideceğini söylemiyor. Bir devrim örgütlenmesi olarak konseylere, sovyetlere de yer vermiyor kendi projesinde. Onların temsili kurumlar olduğunu ve yüz yüze demokrasiye, özyönetime zarar verdiklerini söylüyor. Çünkü ona göre, konsey türü örgütlenmeler coğrafî yaşam alanlarından koparılabilen, koparılan örgütlenmelerdir.
Paris Komünü’yle ilgili olarak Bookchin’in de andığı “evrensel cumhuriyet” nasıl gerçekleşecek? Bookchin, sınıf mücadelesine ve işçi sınıfına düşüncesinde merkezi bir rol vermediği, hatta bir rol bile vermediği ve toplumsal devrimi önceleyen bir politik devrim öngörmediği için, “evrensel cumhuriyet ve komünal toplum” hedefine  nasıl ulaşılacağını bilemiyoruz. Bookchin’in projeleri ve o güzel önerileri, birer ütopya olarak şimdinin (güncelin) mikro politikalarında ve kent sakinleri “kitlesinin” kendiliğindenliğinde, günlük sıkıntılarında hapsolmuş durumdadır. Diyelim ki, bir ülkede bir devrim oldu, Bookchin, bu durumda emperyalist saldırganlara karşı, o devrimin kendisini nasıl savunacağını da söylememektedir. Daha önce bir başka biçimde söylediğimiz gibi, eğer partikülarizm ve otarşik otonomizm bir devrim için tehlikeliyse, bunlar bir devrimci ordu için çok daha fazla tehlikelidir; yenilgiye de mahkumdur. Bilmiyoruz, belki de Bookchin ve onun gibi düşünen anarşistler “eş zamanlı bir dünya devrimi” savunuyorlardır.
Kısacası, federalizme tarihsel deneylerin dışında ve onlardan ders çıkarmadan, onları yok sayarak özel anlamlar yüklemek (negatif anlamıyla) ütopizmdir. Bazılarının sosyalizm deneylerini “reel sosyalizm” diye küçümsemesine ve sosyalizmi ve komünizmi yine geçmişin ya da geleceğin ütopyalar dünyasına göndermesine benzer. Bu, sosyalizmi de, federalizmi de tarihsel koşullardan ve deneylerden kopararak, gerici ya da ilerici, passeist ya da fütürist anlamda ütopyaya indirgemek demektir. Reel olanı küçümseyip karalayarak, imajiner bir dünyaya sığınmaktır; tarihsel gerçekçi, ya da (olumlu anlamında) ütopist olmamaktır. Bizim bugün imkânsız, ütopya olarak görülen fikirlerimiz, projelerimiz bugün için ve bu düzen içinde imkânsızdır; bu doğru. Ama yarın, siyasal devrimle gelecek bir başka düzende ise imkân dahilindedir. Tarihsel şartlara, devraldığımız mirasa ve bize bağlı olarak bunlar realize edilebilirler, reeldirler. Oysa anarşistlerin ve bütün post-...ların, gelecek toplum projeleri, ütopyaları fiiliyatta, tarihin getirdiği güncel görevlerden kaçmak, yani bir tür apolitizm anlamına gelmektedir. Burada ütopya, gerçekliği değiştirmek adına politikadan kaçmak ve ellerini kirletmemek için uzak geleceğe sığınmak demektir.

8- Ulus, Ulus devlet, federalizm ve SSCB
Komünist Enternasyonal’in II. Dünya Kongresi’nin 26 Temmuz 1920’deki oturumunda “Milliyetler ve Sömürge Sorununa İlişkin” alınan kararların 7. ve 8. maddeleri şöyleydi:
“7. Federasyon, bütün ulusların emekçilerinin birleşmesine bir geçiş biçimidir. Pratikte federasyon, hem Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin öteki Sovyet cumhuriyetleriyle olan ilişkisi içinde (geçmişte Macar, Fin, Lituanya, şimdi Azerbaycan, Ukrayna Sovyet cumhuriyeti ile) hem de Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti içinde (geçmişte -ç) ne bir devlet varlığına, ne de kendi hükümetlerine sahip bulunmayan milliyetler karşısında (örneğin Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nde 1919 ve 1920’de kurulan Başkır ve Tatar özerk cumhuriyetleri) yararlı olduğunu kanıtlamıştır.
“8. Bu açıdan Komünist Enternasyonal’in görevi, sovyet düzeni ve sovyet hareketi temelinde oluşan bu federasyonların sadece geliştirilmesi değil, aynı zamanda incelenmesi ve deneylerinin sınanmasıdır da. Federasyon, tümden birleşmeye doğru bir geçiş biçimi olarak tanınırken, federatif bağların sürekli daha sıkılaştırılması yönünde çaba harcanmalıdır. (...)” (abç) [70]
Daha sonraları, Marksist literatürde federasyon ve otonomi kavramları, ulusal sorunla ilişkili olarak zaman zaman gündeme geldiğinde, neredeyse kimse, bu federasyonların “sovyet düzeni ve sovyet hareketi temelinde oluş(tuğundan)” söz etmez oldu. Unutuldu. Artık en fazla, çok-uluslu bir devlet içinde bir komünün veya bir ulusal azınlığın idarî sistemi olarak federasyondan konuşuldu.
Marksistler tarihsel gelişimin bir ürünü olarak “Ulus”u veri kabul etmişlerdir. Ulus, ulusçuların tarih-aşırı anlayışlarının aksine, Marksistler açısından aşılması gereken tarihsel bir kategoridir. Marksistlere göre, uluslarla belli siyasi sınırlar içinde oluşmuş ulus-devletler arasında birebir bir çakışma olmamıştır çoğu zaman. Çünkü “ulusal” sınırlar zafer kazanan burjuvazinin kendi ekonomik çıkarlarına göre belirlenmekte ve her zaman pazarlık konusu olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla enternasyonalistler, ulusçular gibi “öngörmedikleri” halde, siyasal birim ile ulusal birimin çakışması politik ilkesini tarihsel bir veri kabul etmişlerdir. Ama bu ulusçular açısından bir “öngörme”, enternasyonalistler açısından tarihsel bir durum, bir aşamadır. Sosyalistler bu ilkeye de burjuvaziyle aynı anlamı yüklememişlerdir. Yani, Marksistlerin buradan, bu politik ilkeden çıkardıkları sonuç, bir ulusu temel alarak, egemen sayarak, siyasal sınırlar içindeki değişik etnik grupların, halkların homojenize edilmesi, asimilasyonu olmamıştır. Ulusçularsa, ezelden beri var saydıkları ve ebediyete kadar da var olacağını öne sürdükleri kurgusal yüce egemen ulusları adına, gerektiğinde baskı ve zulüm de uygulayarak siyasal sınırlar içindeki etnik ve/veya dini kökeni farklı halklardan homojen (tek ulusal kimlikli) bir ulus yaratma politikalarıyla anlayış farklarını ortaya koymuşlardır. Deyim yerindeyse, sosyalistler, vücuda göre elbise biçmeye çalışmışlar, ulusçularsa elbiseye göre vücut biçmeye, yaratmaya çalışmışlardır. Evet, sosyalistlerin bu tavrı, siyasi birim ile ulus biriminin çakışmasını tarihsel bir veri kabul etmektedir; hatta Engels, Marx ölmeden bir ay önce Kautsky’e yazdığı bir mektupta, ulus-devletin “Avrupa burjuvazisinin normal politik oluşumu” olduğunu söylemiştir. (Ve hatta Bookchin’e göre, daha sonra Lenin’in, “ulusal mücadeleleri” desteklemesinin kaynağı da Engels’in ulus-devleti tarihsel açıdan “ilerici” gören yazılarıdır.[71]) Fakat sosyalistler, halklara “kendi kaderini tayin hakkını” tanıyarak, kültürel ve ulusal çok kimlikli federal ve konfederal yapılar önererek ulusçularla arayı açmışlardır. Ayrıca bize Sovyetler Birliği örneğinde göstermişlerdir ki, “her ulusa bir devlet” tezi ulus olmanın olmazsa olmaz bir şartı da değildir. Bunlar, aynı zamanda, Marksistlerin UKKTH ile Wilson’cu, burjuva “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” anlayışı arasındaki farklara da işaret eder.
Hatta bu teorik/politik yaklaşımla Bolşevikler, Ekim 1917 devriminden sonra, ulusçuların baskı ve homojenleştirme politikalarına karşı aralarındaki farkları, tersine uygulamalarla, henüz istemeyenleri bile ulus olmaya teşvik ederek keskinleştirmekten çekinmemişlerdir.
“Sovyetler Birliği, bilinçli biçimde, Asya’nın Müslüman halkları, hatta Beyaz Rusyalılar arasında eskiden hiç var olmayan veya akla getirilmeyen etnik-dilsel teritoryal ‘milli idari birimler’, yani modern anlamıyla ‘milletler’ yaratmaya girişmiş olan bir komünist rejimdi. Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik ve Türkmen ‘milletler’ine dayanan Sovyet Cumhuriyetleri fikri, Orta Asya halklarından herhangi birinin en başından beri duydukları bir özlemi değil, daha çok, Sovyet entellektüellerinin kuramsal bir kurgusunu yansıtmaktaydı.” [72]
Marksistler, özellikle SSCB'nin kuruluşundan itibaren, Ulus’u tarihsel, aşılacak bir kategori olarak görmelerine rağmen, “ulus” kavramını merkeze alan ve çizgisel tarih anlayışını fiilen onaylayan bir yola girmişlerdir. Bu, daha sonra, 19. yy. burjuva milliyetçiliğinin ve kendi kaderini tayin hakkı anlayışının burjuva ufkunun tamamen aşılamamasında da etkili olmuştur. Yani Marksistler, ulus ve ulus-devlet kavramını pek fazla sorgulamamışlardır; buna ihtiyaç da duymamışlardır. Önlerinde çözülmeyi bekleyen çok daha somut, pratik acil sorunlar vardır. Ayrıca bir de 1920'ler çok erken bir tarih olarak görünmektedir “ulus-devlet”i aşmak için. O dönemde “ulus-devlet, çağın normasıdır”. Ayrıca eklemek gerekirse; yakın geçmişte Marksistlerin, siyasal kurgularında ulus-devlet olgusuna bunca ağırlıklı yer vermiş ve ulus-devleti fazla sorgulamamış olmalarının bir nedeni de, somut politika yapmanın mümkün ölçeğinin ulus-devlet olması gerçeğidir. (Bu, Türkiye’de de, Ortadoğu devrimi, bölge devrimi vb. hayali görenler olmasına rağmen böyle olmuştur.) Enternasyonal ölçekte bir devrim ve iktidarı alma stratejisinden söz edilemeyeceğine göre, halihazırda siyasal iktidarı almaya yönelik politik, örgütsel faaliyetlerin ulus-devlet ölçeğinden başka bir verili zemini, nesnel olarak yoktur.
Burjuva devrimleri ulusçuluk ideolojisiyle (Hobsbawn’ın deyimiyle “laik dinler”le) buluştu ve ulus-devletlerle sonuçlandı. Burjuvazi ulusçu politikalarla, ekonomik çıkarları doğrultusundaki savaşlarla “ulusal” sınırları çizip bozarak uluslar üzerinde terör estirdi, düşmanlık yaydı. Böldü, parçaladı. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren burjuvazinin ve “(...) kapitalizmin, sermayenin kendisinden başka, şiddetle ihraç ettiği diğer bir şey de milliyetçilik (yalnızca kültürel özerklik talebi değil) ve merkezileştirilmiş ulus-devletler şeklindeki milliyetçilik idi. Aslında, merkezileştirilmiş ulus-devlet, kendi kültürel biricikliklerini ve özyönetim haklarını elde etmek için (federal ve -m.e.) konfederal mücadele ve toplumsal inşa şekillerine başvurmaları daha anlamlı olan halklara ihraç edilmişti. (...)”[73] “‘Balkanlaşma’ ve dar görüşlülük, felakete varan boyutlarda kötücül birer fenomen haline geldiler.”[74] Ulus-devletin ihracı yalnızca insanlık koşullarını değil, modern Solu da zehirledi. Sömürgeciliğe karşı savaşlar da çoğunlukla “ulus-devlet”lerin kurulmasıyla yeni bir aşamaya girdi. Ulusal baskıya ve ulusal kurtuluş savaşlarına karşı hassasiyet ve Sovyet Cumhuriyetinin yaşatılması için anti-emperyalist ittifak arayışları  pratikte ulusçu anlayışlara daha hoşgörülü olmayı getirdi beraberinde. Bir başka söyleyişle, “Bolşeviklerin yeni kurulmuş Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçirdikten sonra büyük oranda onurlandırdıkları ‘ulusal kurtuluş’ mücadeleleri, Solda yeni ulus-devletlerin oluşumuna karşı eleştirel olmayan bir bağlılık oluşturdu.”[75] Ayrıca, tek ülkede hapis olmuş olsa da sosyalist devrimin, yaşaması, ayakta kalması için gösterilen çabalar bir çok soruna sosyalist çözümler üretmeyi geriye atmaya, hatta unutmaya yol açtı. Kısacası, deyim yerindeyse, Proletaryanın KKTH'nın geriye itilmesinde ve Ulusların KKTH'nın merkeze oturmasında tarihsel ve reel politik etkenlerin önemli bir payı oldu.
Bu tarihsel süreçte, “Proletaryanın Kendi Kaderini Tayin Hakkı” kavramı yerini büyük ölçüde “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” kavramına terk ederek içeriği daraltılmış oldu. Paris Komünü’nün sloganı olan “sosyal ve evrensel cumhuriyet” ile sosyalist özyönetim ve işçi demokrasisi düşüncesinin (perspektifinin) bir gereği, demokratik bir istek olarak “ulus olmayanların” kendi kaderini tayin hakkı da 1920’lerden bu yana unutulmuş oldu. Bu politik tutum da, özellikle bugünün ulusallıkla malûl sosyalistlerine, federalizm ve otonomi kavramlarını sadece demokratik bir sorun olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkı arasında bir bağlantı kurulmasına izin vermekte, ama ulusal olmayan demokratik isteklere, özyönetim taleplerine, yani yerel düzeydeki düşünsel, siyasal ve kültürel kendi kaderini tayin hakkı (yani aynı zamanda “özyönetim”) isteklerinin bu kavramlarla ilişkilendirilmesine izin vermemektedir. Çünkü onlar için KKTH, aynı zamanda “özyönetim” ve bir devlet biçimi sorunu değil, sadece bir ulus ve ulus-devlet sorunudur.
Demir Küçükaydın’ın cümlelerini değiştirerek söylersek: Ulusal baskıya karşı hareketlerin, duvarın yıkılışına kadar ki tarihsel iklim ve konjonktürde kendilerini sosyalist ya da Marksist olarak tanımlamaları, büyük ölçüde enternasyonalizm ilkesinin ulusçuluğa prim veren sığ bir kavranışının dünya soluna hakim olması nedeniyledir. Ulusçunun ideali, en azından kendi devletini kurana dek, her ulusa siyasi sınırları çizilmiş bir ülke ve devlettir. Bu bakımdan enternasyonalizmin ulusçuluğa prim veren bu kavranışı nasyonaliste güzel bir ideolojik araç işlevi görmüş ve başarısı için iyi olanaklar sağlamıştır.
Oysa, programatik bağlamda, Lenin’in, Stalin’in ve Trotskiy’in anladığı biçimiyle, ‘Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı “her ulusa bir devlet” teziyle özdeşlenemez ve sınırlanamaz. Onlar, programatik formülasyonlarında, ulusçunun, tarih-aşırı, ezeli-ebedi var olan, homojen mitik ulusu gibi bir ulus anlayışına sahip değillerdir. Hatta tam da bu nedenle, ulusçunun hiç hoşlanmayacağı biçimde, aynı etnik kökenden gelen halkların, dilsel farklılaşmaları, farklı tarihsel ve bölgesel oluşumlar içinde yer almaları nedeniyle bir kaç farklı devlet şeklinde veya bir kaç farklı devlet içinde örgütlenmeleri bile gerekebilir.
Bu nedenle UKKTH, “demokratik bir istek olmaktan öte bir şey değildir; ilke olarak, öteki demokratik isteklerden farklı değildir” ve gerçek demokratik, sosyal ve evrensel cumhuriyet de, komünler’in özgür iradeleriyle gönüllü birliğinden oluşabilir ve oluşmalıdır. Marx, Engels ve Lenin’in sorunu bir de bu yönden ele aldığı düşünülmelidir.
Zira, burjuva ulus-devletin eleştirisi ve proletaryanın KKTH, “kültürel grupların tam ifade ve özyönetim yolundaki hakiki arzularını reddetmek anlamına” gelmez. Aksine  ulus-devlet, “onların kültürel biricikliğini ve özgürlük haklarını yok etmek için yapılanın ta kendisi”dir.[76] Çünkü, Landauer’in tanımlamasıyla, ulus-devlet, birleştirici “tinden/ruhtan” yoksun oluşu yüzünden, insanlar/halk arasındaki doğal ve yerleşip olgunlaşmış ilişkilerin yerine, adına ulus denen, birleştirip, aynılaştırıcı, yapay bir büyük organizasyonun keyfiliğini koyan, bir zorlama kuruluşudur aynı zamanda.[77] “Benim ilgilendiğim konu, diyor Bookchin, onların kültürel bağımsızlığının nasıl ifade edildiği ve kendilerini ayrı bir kültürel yapı olarak yönetmek için kurdukları kurumsal yapılar. Bir halkın kültürel bütünlüğü ille de ulus-devlet şeklinde vücuda gelmek zorunda değil. Benim görüşüme göre, konfederal özyönetim kurumlarında değerli kültürel gelenekleri ve uygulamaları koruyan şekillerde ifade edilmelidir. Bir Zamanlar Sol’daki anarşistler ve özgürlükçü sosyalistlerin büyük çoğunluğu, hatta bazı Marksistler tarafından özellikle ortaya atılan ve tasvip edilen de bu tür amaçlardı.” [78]
O halde biz sosyalistler, ulusal sorunda, ulusçularla aynı ilkeyi, deyim yerindeyse sınırlandırılmış, salt “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı değil; ulusçuların dayandığı ilkeyi berhava eden; isteyene istediği “ulus”u kurma; istediği “ulus”a katılma veya çıkma ve de  ulussuz olabilme hakkını, yani UKKTH’nı da kapsayan “proletaryanın kendi kaderini tayin hakkı”nı, bir başka deyişle “en küçük halk biriminin” bile bir topluluk olarak kendi kaderini tayin haklarını kullanma özgürlüğünü reddetmeden politik, ekonomik, sosyal vb. total özyönetim hakkını ve onların federasyon ve konfederasyonlarını savunmalıyız. Yani, çok-uluslu bir devlet içinde bir komünün veya bir ulusal azınlığın sadece basit bir idarî, temsilî sistemi anlamında değil, kendi kendini yönetmenin politik sistemi olarak da tasavvur etmeliyiz. Bu, artık enter-nasyonalizm olduğu kadar, yakın geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri’nin (Avrupa Birliği’nin) işçi sendikalarının, partilerinin vb., şimdiden başlamış yeni örgütlenme formlarında daha açık görmeye başladığımız gibi trans-nasyonalizm’dir de.
*                          *                          *
“Marx ve Engels’e göre, boyunduruk altına alınmış olanların hiçbir yurdu yoktu. Onları destekleyecek yalnızca uluslararası dayanışmaları ve tarihi olarak onları sınıflı toplumu ortadan kaldırmaya götürecek olan sınıf birlikleri vardı. İşte Komünist Manifesto’nun hafızalardan silinmeyen sonsözü: ‘Bütün Ülkelerin İşçileri, Birleşin! ve (...) bu eserde bize şu anlatılıyordu: Değişik ülkelerden proleterlerin ulusal mücadelelerinde, (Komünistler) her türlü milliyetten bağımsız olarak tüm proletaryanın ortak çıkarlarını öne çıkarır ve savunurlar.’” [79]

“Marx Komün’ün, ‘Fransa’nın Fransız toplumu dışında varolan bu biçimsel birliği yerine, Fransız toplumunun komünal örgütlenmeden doğan siyasal birliğini geçirmeye’ giriştiğini yazıyordu. Bir başka deyişle, proletaryanın sınıfsal egemenliği, ulusun tepeden tırnağa yeni bir temel üzerindeki birliğine yol açıyordu. Proletarya diktatorası devleti, yerel özyönetim ve yığınların etkinliğine dayanan yeni bir merkeziyetçilik türüydü.” (abç)[80] Marx’ın yukarıda altını çizdiğimiz bu sözlerinden ulus-devleti ve ulusların, etnik grupların federal birliğini aşan bir özyönetimci federal sosyalist projeye varılamadı. Tarihsel-toplumsal koşullar buna elvermedi. Ama Komün ve Marx’ın değerlendirmesi ulus-devletin aşılması doğrultusunda düşünsel bir esin kaynağı da olamadı.
Oysa, (bence) esin kaynağı belli olmasa da ve ilkesel, işçi demokrasisi ve özyönetim ile ilgili programatik bir sorun olarak değil de bir lütufmuş  gibi yaklaşsa da, geçmişte böyle bir düşüncenin varlığından Trotskiy söz ediyor örneğin:
“Devrimci kahramanlık döneminde, Bolşevikler gerçekten devrimci olan anarşistlerle el ele yürümüşlerdir. Parti bunların çoğunu saflarına kazanmıştır. Bu satırların yazarı, devletin derhal ortadan kaldırılması deneyini halkın onayıyla gerçekleştirebilmeleri için bazı bölgelerin anarşistlere bırakılması olasılığını Lenin ile birlikte pek çok kez araştırmıştır. Ama iç savaş, abluka ve açlık koşulları bu tür planlara fazla olanak tanımamıştır. “ (abç) [81]
Sovyet örgütlenmeleri de başlangıçta hakiki bir toplumsal federalizm özellikleri taşıyor ve her türlü ulusal, etnik, dinsel ayrımları aşıyordu. Yani SSCB, başlangıçta, uluslardan ve etnik gruplardan oluşan basit, kendi içinde üniter merkezi bir devletler, uluslar federasyonu değil; kentler bazında örgütlenmiş, özerkliği olan “sovyetlerin birliği” idi. (***Bu örgütlenmelerin kentlerde bir dezavantajı vardı, o da delegelerin sadece fabrikalarda çalışan işçilerce seçiliyor olmasıdır.) Üstelik bu bazı halklar için, uluslaşma sürecindeki gecikmeden dolayı daha da böyleydi. Daha sonra süreç içinde, tarihsel etkenlerle ve tarihsel zorlamaların getirdiği politikalarla “devlet olmayan devlet”in kurumları sovyetler aşırı merkezileşti ve basit birer bürokratik organa dönüştü. Sovyet kurumlarının içlerinin boşalmasıyla  birlikte SSCB özerk sovyetlerin birliği olma ve diğer özyönetimci özelliklerini yavaş yavaş yitirdi ve geriye etnik (ve ekonomik) bir federalizm kaldı.
Sovyetler Birliğinin, başlangıçtaki bu kısa dönemi dışında, adındaki gibi her biri kent ve bölge sovyetlerinin federal birliğinden oluşan, yani sovyetler bazında örgütlenmiş cumhuriyetlerin bir birliği olma niteliğini Lenin'in “sovyetlerin merkezileştirilmesi” girişimlerinin başarıya ulaşmasından sonra kaybettiği de söyleniyor. (Bkz. M. Brinton ve O. Anweiler). Ayrıca otonomi düşüncesinin Marksist dünyada prestij kaybetmesinin Engels'e kadar dayanan tarihsel teorik bir arka planı da bulunabiliyor. P. Uhl’dan yapılan aşağıdaki alıntı da bu görülebiliyor.
“Devrimciler, Rus Bolşeviklerinin pratikte yaptığı gibi, Engels’in, 'fabrikaya girildiğinde her türlü otonomi düşüncesi terk edilmek durumundadır' sloganını benimsedikleri sürece, insanlık zincirlerini asla kıramayacaktır.”[82] “Engels, ‘Otorite Üzerine’ adlı makalesinde, Marx’ın anarşizm eleştirisini özellikle fabrika işleyişi temelinde en sert sonuçlarına götürür.” [83]
Bugün çoğunlukla, ulusal kurtuluş mücadelesi veren ve hattâ kendisine “sosyalist” de diyen örgütler, bu geleneğe yaslanarak, “Bizim de bir devletimiz olsun!”  mantığıyla hareket ediyorlar ve ulus kimlikli bağımsız burjuva devletleri istiyorlar. Ulusal sorunu, sosyalist devrimi önceleyen, burjuva toplumda çözülebilecek bir sorun olarak gördükleri için, çözümü de sosyalist devrimin önüne bir aşama olarak koymakta bir sakınca görmüyorlar. Bu hedeflerine ulaşmak için de ara örgütlenmeler, geçiş sürecinin birleşik devlet örgütlenmeleri olarak federasyon veya otonomiden söz ediyorlar. Bu nedenle sosyalistler kendilerini, bu etnik, milliyetçi (ulusalcı) temellere dayalı ve kendi içinde üniter bir ulus-devlet ve özyönetimci olmayan bir federalizm ve otonomi istemlerinden ayırmalılar. Kendi anlayışlarını yeniden tanımlamalılar ve sosyalizm vurgusunu öne çıkarmalılar. Yani esas olarak tam da burada devreye girilmesi, müdahale edilmesi gerekiyor; hele bir de üretimde ve sosyal örgütlenmelerde özyönetimden, konseylerden, fabrika ve işyeri komitelerinden söz ediyorsanız. Çünkü sol, en fazla, mevcut aşırı merkezileşmiş yapılar çerçevesi içinde, ademi-merkeziyetçi, federalist yapıların sadece düzeltici ve bütünleştirici işlevlerini etkin kılma amacına yönelik bazı girişimlerde bulunmaktan öteye geçememiştir. Oysa bugün, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bir muhasebeye ihtiyaç var.
Çünkü, federalizm ve otonomi anlayışı, genel olarak toplumun örgütlenmesinde insanların duyarlılığını artıran, inisiyatifi teşvik eden ve aktif yığın demokrasisini güçlendiren bir etken. Ayrıca, dinsel, etnik, kültürel, politik her türlü kimliğin, farklılıklarını da koruyarak yan yana yaşamasını kolaylaştırıyor. Demokrasinin “azınlığın çoğunluğa uyması” ilkesinden doğacak ve ötekiler, azınlıklar üstünde baskıya yol açabilecek karar ve uygulamalarını bertaraf etme, ya da en azından hafifletme imkânı veriyor. Bu anlamda federalizm, burjuva devletin idarî örgütlenmesi olarak bile eksik ama ileri bir toplumsal bir aşamayı oluşturuyor. ABD, Almanya, Kanada, Belçika ve özellikle İsviçre örneğinde olduğu gibi. Bir de bu nedenle, sosyalistlerin, özyönetimci, özgürlükçü ve demokratik bir sosyalizm için, toplumların ekonomik ve politik örgütlenmesinde  federalizmi, konfederasyonu,  otonomiyi savunan ve yerel inisiyatifleri, yönetimleri güçlendiren anlayışlardan yana olması gerekiyor.
Ayrıca, kendi kaderini tayin hakkı, bu anlamda sadece uluslara, etnik ve dinsel gruplara (Gürcistan’daki Gürcü Müslümanların Acar Otonom Cumhuriyeti gibi) ilişkin bir mesele olarak tartışılmamalıdır. Sosyalizm içinde, başka türlü düşünen ve yaşamak isteyen, farklı bir toplum tasarımı olan toplumsal politik akımların, grupların da, Trotskiy’in daha önce sözünü ettiği bağlamda, ayrı birer federasyon, otonom bölgeler oluşturma hakları olabilir/tanınabilir. Yani sınıflı bir topluma dönüşü öngörmemek/önermemek, kısacası işçi devletinin federal yasalarına bağlı kalmak kaydıyla ayrı komünler ve idarî ve siyasî birimler oluşturma hakkı açık tutulmalıdır. Bu demokratik bir hak ve sosyalist demokrasinin ve özyönetimin bir gereği olarak görülmelidir. Bunu da yolu daha sonra tekrar açmaya çalışacağımız gibi federal örgütlenmenin bazını kentlere indirmektir.
Adından da anlaşılabileceği gibi bir Balkan anarşisti, G. Balkanski, bizi de esinlendirebilecek, konu üstüne düşünmemize yardımcı olabilecek, federalizm anlayışını şöyle özetliyor, “Ulusal sorun ve Liberter federalizm” adlı kitapçığında: “Federalizm de eski bir kavramdır. Bugün federalizmin, çeşitli federalist hareketler içinde örgütlenmiş çok sayıda taraftarı vardır. Ama bütün bu federalistler Amerika Birleşik Devletleri ve en iyi durumda İsviçre federasyonu modeli (fikrine) sahipler, yani Devletlerin federal birliği. Federalistlerin en ilericisi şimdiden (en fazla) bölgelerin federasyonundan konuşuyor. Ama bu federasyon onların tasavvurlarında, hep bir devlet veya birleşmiş birçok devletin iktidarının desantralizasyonunda olduğu gibi, yani birçok otorite ve kumanda merkezi arasında iktidarın paylaşımı, yeniden dağılımı olarak (sınırlanmış biçimde - memet)ortaya çıkıyor.
“Bizim federalizmimiz temelden farklıdır. İnsanların, belirli topraklar (bir coğrafya) üzerinde  oturan halkın (de peuples habitant des territoires determines) ve çalışanların-üreticilerin ve tüketicilerin, yani, terimin en geniş anlamında (değişik) ekonomik kategorilerden yurttaşların bir yeniden-birliğidir. Bu, elbette ki, etnik grupların birliklerini dışlamaz. Ama, federasyon çerçevesindeki bu son birliktelik, pratik olarak birleşmenin temel çizgisi olamaz ve hiçbir durumda federatif birlikteliğin işlevleri içinde gerçek yapıyı teşkil edemez.” [84]

9- Yeni Bir Uygarlık için Yeni Kentler ve Kentliler
Kendi kendini yönetim olarak “Demokrasi Antik Grek’te site ile birlikte doğdu. Yurttaş (citoyen) sözcüğü (de) siteden türemiştir. İki bin beş yüz yıl sonra, hâlâ açık bir tanımına varılabilmiş değil. Grekler’de kent demokrasisi söz konusudur. Ama aynı şekilde bizde de. Bu da bizi kent kuramına götürüyor.”[85]
On dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren radikal teori kent, komün ve komünote (topluluk, cemaat) konularıyla yavaş yavaş ilgiyi kesmiştir. Bu nedenle “on dokuzuncu yüzyılın başlarında su yüzüne çıkan geniş ufuklu ütopyacı vizyonlar” da varlıklarını sonraki dönemlere taşıyamamışlardır. Örneğin Fourier’nin komünote yorumları onun kuşağını izleyen çok sayıda kuşağın ilgisini çekmemiştir. Bu kopuşun kökenleri, marksizm’in bir toplumsal hareket olarak yükselişine kadar uzanır. Alman idealizmini, ütopik sosyalistlerin ve anarşist teorilerin toplumsal bakış açılarını beslemiş olan, zengin bir mirasa sahip yerel yönetim hareketi, marksizm’in bir toplumsal hareket olarak ortaya çıkışıyla gözden kaybolmuştur. Ağırlıkla Marx’ın sınıf teorisinin verdiği itkiyle, sakinlerinin kendi kendini yöneten bir yurttaşlar topluluğu (komünote) olarak yaşadığı kent fikri, ciddi bir ilgi konusu olmaktan ve komünote nosyonu da toplumsal yeniden yapılanmada bir amaç olmaktan çıkmıştır. Radikalizm, fabrikada ve proletaryada neredeyse bambaşka bir alan bulmuştur. Tıpkı burjuva kent sosyolojisinin kent adına işyerini ihmal etmiş olması gibi, radikal toplumsal teori de işyeri adına kenti ihmal etmiştir. [86]
Oysa işçiler, sadece fabrika ortamında varolamaz ve toplumsal deneyimleri üretim noktasında tüketilemez. Proletarya yalnızca sınıfsal bir varlık değil, aynı zamanda kentsel bir varlıktır da. Kapitalizm, genelde işçileri sömürülen bir artı-değer üreticisi olduğu kadar, kent sakini olarak da, kirlenmenin, kalabalığın, tecrit edilmişliğin, mülk yoksunluğunun, yöresel çöküşün, kötü ulaşımın, yönetsel manipülasyonun ve megalopoliten yaşamın duyusal olarak insanlıktan çıkarıcı etkilerinin kurbanı olarak da devrimci görüşlere daha açık kılan geniş bir toplumsal bunalım yaratır. Marx ve Engels bu olguya, daha sonra onlar adına konuşanlardan çok daha az ilgisiz kalmıştır. Engels, 1872’de kaleme aldığı Konut Sorunu’nda, görüşlerini hiç çekinmeden Owen ve Forier’nin en yaşamsal kavramlarıyla güvenle bağlantılandırmıştır. Konut sorununu -ya da bir bütün olarak kent sorunu da diyebilirsiniz- çözmek için Engels büyük kentlerin ademi-merkezileştirilmesi ve kent-kır ikileminin aşılması gerektiğini öne sürer. Aynı tema on üç yıl sonra, Engels’in son derece etkili olan Anti-Dühring kitabında yeniden ortaya atılmıştır. marksizm’in güçlü bir politik ideolojiye dönüştürülmesiyle beraber bu gelenek geri planda kalmıştır. ‘Bilimsel sosyalizm’ nosyonu Marx’ın ütopyacı öncelleri ve onların eserlerine işlemiş komünoter (toplulukçu) vizyona karşı önyargıya  ayrı bir güç katmıştır. Yüzyıl bitimiyle, kent sorunları Marksist teoride önemli bir konu olmaktan tamamen çıkmıştır. Hatta ademi-merkezilik nosyonu da, Marx’ın ölümünden sonra, anarşist akımlarla mücadele sürecinde “ütopik” bir saçmalık olarak gözden çıkarılmıştır. [87] Bunda o dönemde haklı bir yön de vardır. Çünkü bazı anarşistler bu kavrama sihirli bir anlam yüklemişler, neredeyse her kapıyı açacak bir anahtar gözüyle bakmışlardır. Oysa, marksizm’e şu ya da bu ölçüde bulaşmış olanlar, “kimi anarşistlerin savunduğu gibi ademi-merkezileşmenin kendi içinde bir değeri olduğuna kuşkuyla” bakmışlardır. Çünkü Paris Komünü ve daha sonra da Sovyetler Kongresi vb., “hepsi de yüksek derecede merkezi, ama yine de oldukça demokratiktir. Öte yandan, feodalizm hem ademi-merkezi ve hem de fazlasıyla bürokratikti. Kilit soru, ‘merkezi’ aygıtın aşağıdan (seçilmiş ve geri çağrılabilir delegelerce) denetlenip denetlenmediği veya sözde adına hareket ettiklerinden kendisini ayırıp ayırmadığıdır.”[88] Ademi-merkeziyetçilik bunu kolaylaştırıcı idarî ve siyasî bir faktördür. İşte tam da bu nedenle, yani kitlelerin aktif siyasî katılımını ve denetimini gerektirdiği için bu iki kavram (otonomi ve federalizm) İşte tam da bu nedenle, yani kitlelerin aktif siyasî katılımını ve denetimini ancak sosyalizmde mümkündür gerçek anlamını ancak sosyalizmde bulur.
Metin Çulhaoğlu da, “Varoşlar ve Kent Yoksulluğu” adlı incelemesinde, Marx ve Engels’e yönelik, “çözümlemelerinin büyük ölçüde emek süreciyle ve bu sürecin geçtiği işyeriyle sınırlı kaldığı, işçinin emek süreci dışındaki yaşamının içeriği ve yaşamın mekânlarıyla pek fazla ilgilenmedikleri” yönündeki yaygın eleştirilerini cevaplandırmakta ve “İngiltere’de Emekçi sınıfların Durumu” adlı çalışmayı anımsatarak, “en azından Engels’in daha 1845’te bu alana ciddi bir ilgi duyduğu açıktır” demektedir.[89] Ayrıca bu olguya daha fazla yer vermemelerinin bir nedeni de, kentleri ve hayatı yeniden düzenleyecek olan kapitalizmin yaratacağı değişikliklerin daha henüz ortaya çıkmamış, yaşanmamış oluşudur. Çulhaoğlu’nun cümleleriyle söylersek, “19. yüzyıl kapitalizminde, işyeri ile konut henüz birbirinden ayrışmamış, bir başka deyişle işgücü ile konut piyasası farklılaşan dinamikler sonucu henüz oluşmamıştır. İşçinin emek süreci dışındaki yaşam alanı, halen işyerinin yanı başındadır ve işçi bu mekânı kendisi gibi olanlarla, hatta aynı işyerinde çalışanlarla paylaşmaktadır. Bu insanlar hep birlikte yeni bir tür “köy” oluştururlar. İşyeri ile konutun ayrışması, kapitalizmin Marx sonrası daha geç dönemlerine ve kentleşme süreçlerinin gelişmesine özgü bir olgudur.” [90]
Çulhaoğlu yazısında, marksizm’in, kent sorununa da uzanacak biçimde, “işyeri dışındaki yaşam koşullarının, mekanlarının ve ilişkilerinin güncel çözümlemesine” ilişkin başlıca temel kavramlara sahip olduğunu da belirtiyor. Metin Çulhaoğlu şöyle diyor: “Marksist kuramın zenginliği, akla gelebilecek her konuya, her alana el atmasında değildir. Zenginlik, ulaşılan soyutlamaların ve kavramların, zamanla ortaya çıkan değişimleri, farklı eklemlenmeleri ve yenilikleri de kucaklayıp çözümleyebilecek açıklığa sahip olmalarındadır.
Açıklık dedik. Örneğin, artı değer kavramı içeriye (fabrikanın ya da işyerinin içi anlamında) doğru açıktır. Başka deyişle, emek sürecinin farklı örgütlenme biçimleriyle teknolojik yenilikler, artı değer kavramının içini dolduran, bu kavramı somutlaştıran olgulardır. Emek sürecinin yeniden üretimi ise, dışarıya (fabrikanın ya da işyerinin dışı, yaşam alanı, mahalle vb. anlamında) doğru açık bir kavramdır. Soyut bir kavram olarak emek gücünün yeniden üretimi, beslenme, sağlık, konut standartlarının yanı sıra, hanedeki diğer bireylerin işgücü piyasasına katılımlarıyla ve bu katılımın gerçekleştiği biçimlerle açımlanır. Sözgelimi, görece yeni sayılabilecek halk sağlığı kavramı ve buna ilişkin uygulamalarla, emek gücünün yeniden üretimi standartlarının 18. ve 19. yüzyıldan bu yana geçirdiği değişim arasında doğrudan ilişki bulunmaktadır. [91]
Kısacası, diyebiliriz ki, Marx ve Engels, işçinin emek süreci dışındaki yaşamının içeriği ve mekânlarıyla (kentle) öncelikle “emek sürecinin yeniden üretimi” bağlamında ilgilenmişler; ancak 1871 Paris Komün devrimi deneyinden sonra, proletarya diktatörlüğünün örgütlenmesinde bu mekânların rolü üstünde de durmuşlardır. Özellikle Engels, “Otorite Üzerine” adlı makalesinde, Marx’ın anarşizm eleştirisini özellikle fabrika işleyişi temelinde en sert sonuçlarına götürse de, onlar, Ceyda Işık’ın cümleleriyle söylersek, “Bir bütünlüğü ifade etse de, işçi sınıfının özgürleşebileceği biçimde dönüştürülebilmesi, emek süreci içinde değil, daha çok emeğin yeniden üretimi sürecinde, yani mahallesinde, evinde, kahvede olasıdır.” fikrine sahiptirler.
 Bu nedenle, Marksistleri emek süreci dışındaki yaşam mekânlarıyla, örneğin kentle, yeterince, hatta hiç ilgilenmemekle eleştiren ve marksizm’i bir burjuva sosyolojisi olarak niteleyen toplumsal anarşizmin teorisyenlerinden Bookchin bile bunun farkında gibi görünmektedir: “Gelgelelim, marksizm ve anarşizme ilk özgürleşmiş toplum modelleri sağlayan 1871 Paris Komünü’nün, ‘evrensel cumhuriyet’ hedefi özgür belediyeler ya da ‘komünler’in bir konfederasyonu çerçevesinde gelişen tamı tamına devrimci bir yerel yönetim hareketi olduğunu görmezden gelemeyiz.”[92] demektedir.
Kısacası Marksistler kentle ilgilenmişlerdir, ama sosyalist bir devrim perspektifi ve onun siyasi ve idari örgütlenmesi bağlamında. Bu bağlamda Bookchin’i bir İtalyan akademisyenin, Sartori’nin, bir saptamasıyla tamamlıyoruz: “Marx için Paris Komününün ‘Fransa’nın büyük sanayi merkezleri için bir model olarak görülmesi’ gerektiğini unutmamalı. Komün rejimi bir kere kurulunca... taşradaki eski merkezî hükümet de, yerini üreticilerin kendilerinin yönetimine bırakacaktı.’ (Fransa’da İç Savaş, sf. 58-59, Sol Yayınları, 1991). Görüldüğü gibi, Rousseau’yu ilgilendirmeyen bir sorun, ‘devletin genişliği’ sorunu, ulusal devleti bir dizi proleter polis’e bölerek Marx tarafından kolayca çözülmüştü.”[93]
Yine devrim perspektifiyle birlikte bakıldığında Sovyetler de birer kent örgütlenmeleri olarak ilgi çekiyorlar. Bu çok doğal, çünkü bu örgütlerin yaratıcıları kent sakini işçilerdi. Moskova’da, Petrograd’da, Kiev’de, Kazan’da ya da Bakü’de oturuyorlardı ve kendi sovyetlerini (meclislerini) kurdular, oturdukları kentleri birer “proleter polis”e dönüştürdüler. Komünistlerin önem verdikleri özyönetim deneylerinin çoğu kentlerde ortaya çıkmış, yaşanmış deneylerdir. Kentler, toplumsal çatışmaların merkezleri ve yeni bir uygarlığın, yeni bir dünyanın oluşum yerleridir. Bu, o dönemin, hem devrimden öncesinin hem de devrimden sonrasının Rusya’sı için de böyledir.
Öyle ki, “Lenin’e, döneminin yorumlarına ve tartışmalarına yeniden bakıldığında ‘tek ülke’, ‘düşmanlık’, ‘kuşatılmışlık’ vb. kavramların, bir ölçüde farklı bir içerikle doldurulması gereği duyulacaktır. Daha açık söylemek de mümkün. Lenin’de sosyalizme yönelen ‘tek ülke’ gerçekte Rusya değil, proletarya merkezleri, yani kentlerdi. Sosyalizmi kuşatanlar da yalnızca kapitalist ülkeler değil, aynı zamanda küçük köylü nitelikli Rus kırlarıydı. Lenin’in hep böyle düşündüğünü, sorunlara da böyle yaklaştığını sanıyorum.” [94]
*                          *                          *
“Paris’te başkaldıranların ‘komün’ terimini kullanmaları, komünist sempatiden değil, bunun ‘belediye’ anlamında kullanılan geleneksel Fransız, İspanyol ve İtalyan terimi olmasından kaynaklanıyordu.” [95]
Komün deneyi, Paris başta olmak üzere birbirine uzak başlıca üç kentin sınırları içinde (Paris, Lyon ve Marsilya) yaşanmıştı. Zamanın o kentleri ne bir kasaba, ne de bir köydüler, ama bugünkü nüfuslarına göre daha küçüktüler. Örneğin, bugünkü 10 milyonluk Paris’in o zamanki nüfusu 2 milyon civarındaydı. Fakat değişim, sadece nüfus artışı olarak görülmemelidir. Ayrıca örneğin, Bookchin’in cümlelerini ödünç alarak söylersek, “Yüz yıl önce Baudelaire’in aralarına karışmaktan zevk aldığı Paris’in neşeli kalabalığı, (günümüzde -m.e.) kendiliğindenlikleri dikkatle düzenlenen, ilişkileri soğuk ve yüzeysel hale gelmiş, içi boş kalabalıklara dönüşmüştür. İlişkilerdeki içtenliğin yerini sakınımlı bir nezaket almıştır. Megalopolis bu alçalmayı en ilksel derinliklerine taşır. Kent sakinini saran kitlesel, isimsiz ve kişiliksiz yığınların azdırdığı bir tecrit edilmişlik duygusuyla köşeye sıkışan birey, artık neşeli ya da vurdumduymaz olamaz, korku doludur. Burjuva piyasanın tecrit edilmiş monadlarda normalde ürettiği ve böylelikle kapitalizm öncesi kentselliğin göstergesi olan cemaat duygusunu aşındıran egoist ve hesapçı zihniyet megalopolis tarafından karşılıklı teröre yakın bir düşmanlığa vardırılır.” [96]
Yani bugün, “Biz artık (Atina’daki gibi –m.e.) bir polis’te yaşamıyoruz ve bir metropolis’te yaşadığımızı söylemek de yeterli değildir; bizim toplumumuz bir megalopolis’tir. Bu demektir ki polis’in halkı gibi ortaçağın cemaatlerinin ve ancien regim’in üçüncü (ve dördüncü) sınıfının halkı da artık yoktur. Elle tutulur ve yek vücut anlamıyla kavram (halk/demos –m.e.) eskimiştir ve en azını söyleyelim, çağdışıdır. Bütünleyici sosyal yapılarla bütünleşmiş hayat kavramının çöküşü ve bir kimsenin varlığının onun durumuna uygun olması gerektiğini söyleyen Thomist ilkenin reddedilişi ile birlikte ‘halk’ herkesin yerini almaya başlamıştır. Ve bu herkes gittikçe artan bir şekilde kaygan ve şekilsiz, Gesellschaft (toplum –m.e.) özelliği daima artan ve Gemeinschaft (topluluk/komünote/cemaat –m.e.) özelliği daima azalan bir yığın haline gelmiştir. Kısaca, çağdaş toplum romantiklerin ortaçağcı hayalleri ile taşkınlıklarında tanrılaştırdıkları o organik bütünün tam tersi olarak belirmiştir. Bugün ‘halk’, yüksek ölçüde istikrarsız, atomize ve normsuz bir toplumun yerini tutmaktadır. Bu, eski demokrasi ve onun taklitleri ortaçağ cemaatlerinin üzerine oturduğu dayanaklardan tamamen farklı bir şeydir.” [97]
Kısacası bugün gelinen noktada, Marx’ın “ulusal devleti bir dizi proleter polis’e bölerek” çözdüğü “devletin genişliği” sorunundan daha da karmaşıklaşmış bir sorun vardır: Her biri bir devlet genişliğine ve büyüklüğüne ulaşmış, kapitalizmin dev bir pazaryerine dönüştürdüğü kentler, daha doğrusu “anti-kentler”, megalopolisler ve “atomize kitleler” sorunu.
Evet, artık günümüzde doğrudan demokrasinin yaşandığı en eski örneği Yunan siteleri bir yana, 1870’li yılların Paris’inden de epeyce uzağız. 19. yüzyılın “dev kentler”i ile bugünün “dev kentler”i arasında da çok fark var. Engels, “dev kentler” olarak, toplam nüfusu 700 bin olan Liverpool ve Manchester’dan söz ediyordu. Bugün bu kentlerin toplam nüfusu beş milyon civarında. Özellikle son yüzyıl içinde, giderek devleşen, polis olmaktan megalopolis olmaya doğru giden kentlerde elbette artık agora’lar ve diyalog yok. “Şehirde kültürel merkez olarak vücut bulan uygarlık, sanki şehir, kabile ya da köy yaşamının aksine, insan ilişkilerini evrenselleştirmek için potansiyel bir alan değilmiş de, iyileşmeyen bir kansermişçesine akılcı boyutlarından soyutlanıyor.”[98] Başlangıçta burjuvazinin pazaryerine dönüştürdüğü kent, artık modern kapitalizm tarafından devasa ticaret merkezlerine, insan ilişkileri de bir tür alış-veriş ilişkisine, yurttaşlar vergi mükelleflerine dönüştürülüyor. Kentle birlikte sömürünün biçimi ve insanların yaşamı da değişti, değişmeye devam ediyor. Kentler kitlelerin ve kitle kültürünün mekânları haline geldi. Popüler kültürü öldüren kitle ve medya kültürü, toplumun tümünü etkilemektedir. Kentten sürülen ‘diyalog’un yerini, her şeyi tekelleştirmek isteyen sermaye iktidarının ‘monolog’u almış durumda. Medya bu monologun bir aracıdır.
“Marx’ın sınıflar mücadelesi diye adlandırdığı şey, özcesi demokrasi için mücadele değil midir? Kent demokrasisi yolunda ekonomik, toplumsal ve siyasal bir mücadele?”[99] Bu nedenle kent için asıl karar verenlerin kentliler olması gerektiğini söylemek, basit bir “popülizm” değildir ve olmamalıdır. Çünkü kentlilerin kentleriyle kurduğu ilişkiler, bizi doğrudan demokrasi ve sınıf mücadelesi sorunlarına götürmektedir. Yani, “Kenti onu ortaya çıkaran toplumsal koşullardan kopuk, özerk bir varlık olarak ele almak, kent planlamacılarının kentselliği tipik bir biçimde şeyleştirmelerine katılmak, olumsal ve başka unsurların biçim verdiği bir ortamı tecrit etmek ve nesneleştirmektir. Kentin fiziksel yapısının arkasında, çalışma yaşamı, değerleri, kültürü, aile bağları, sınıf ilişkileri ve kişisel bağlantılarıyla toplumsal bünye vardır. Kentselliğin bu gizli boyutunun kentin yapısını nasıl biçimlendirdiğini görmemek, yapının toplumsal bünyeyi güçlendirme ya da zayıflatma rolünü gözden kaçırmak kadar anlamsız, hatta yanıltıcıdır.” [100] Bu nedenle, “eğer kentler, kültürün, insan toplumsallığının ve özgürlüğün uygulama merkezleri olacaklarsa,” toplumun yapısında devrimci, sosyalist dönüşümler yapılması ihtiyacına cevap vermek gerekir öncelikle.
Bookchin yukarıda sözü edilen bu sorunların sadece gelişmiş Kuzey ülkelerini ilgilendirmediğini de belirtiyor:
“Yakın geçmişin geleneksel insan boyutlu ve kavranabilir kentlerini yıkmakta olan kentsel yayılma bugün artık yalnızca ‘Kuzey’ ya da ‘Birinci Dünya’ ülkeleri için değil, çok daha tahripkâr bir oranda, ‘Güney’ ve ‘Üçüncü Dünya’ ülkeleri için can alıcı bir sorundur.” [101]
Fakat, yine de bu sorunların esas olarak gelişmiş Kuzey ülkelerini ilgilendirdiği söylenebilir. Bu, Kuzey ve Güney ülkelerinin megapolleri, kentlileri ve kent yoksulları, kitle kültürleri vb. arasındaki farklılıklar olması ve sosyalistlerin politik yaklaşımlarına bu farklılıkların yansıması gerektiği anlamında doğrudur. Örneğin Metin Çulhaoğlu Sosyalist Politika’nın 10. sayısında yayımlanan “Varoşlar ve Kent Yoksulluğu, Sınıf Mücadelesinde Mekân ve Bütünlük Sorunları” adlı değerli incelemesinde, kentsel gelişmelerle sosyalist solun gündemine gelen “kent yoksulları” kavramını, sınıf mücadelesi ve sosyalist politika bağlamında ele almış ve önemli sorular sormuştur. [102]
Sonuç olarak: Demokrasi bir devlet biçimi olduğu kadar, aynı zamanda milyonlarca birey için bir birlikte yaşama biçimi ve onların her biri için insanca isteklerine bir cevap imkânıdır. Bunun yaşandığı fiili mekân ise kent’tir, komün’dür, polis’tir. Demokrasi, ne olduğunu bu milyonlarca bireye borçludur ve onların kurduğu rejimin geleceği de siyaset biliminin uzmanlarına değil yine kendilerine, gerçek kenti kuranlara, kendi kendini yönetme kapasitesine sahip kentli yurttaşlara bağlıdır. Bookchin’in dediği gibi, Yunan toplumsal düşüncesinin, kenti, insanî boyutlu ve kavranabilir, kamuoyunu, kamu kurumlarını ve kamusal insanı ön varsayan bir kamusal arena, bir söylem alanı ve rasyonel yönetim olarak gördüğü hatırlanırsa, böyle bir kamuoyunun yokluğunda, ne polis ne yurttaşlar ne de komünote vardır. Sahici, toplumsal kaygılar taşıyan bir yurttaşlığın ortadan kaybolmasının ve bu yurttaşların etkin katılımının olduğu politik bir organın yokluğunun bizzat kentin ölümü olduğunu belirtmek gerekir. Bu durumda kentten geriye kalan sadece yüksek nüfus yoğunluğudur, kentli halk değil.[103]
Rousseau, “Yapılar bir kent doğururlar, ama bir siteyi yapan yurttaşlardır” diyordu. Yurttaş, bir kentli olarak, burada da eserini belirlemelidir. Tarihin belli bir döneminde ortaya çıkan bir beraberlik, sosyalizmde yenilenmiş ve zenginleşmiş olarak yeniden hayat bulmalıdır. Antik Yunan’da, özellikle Atina demokrasisiyle siteye sokulan, eski uygarlıkların tanımadığı, otoriter rejimlerin ve mutlak iktidarlarınsa korkutucu bulduğu toplumsal bileşen, yani kendi kendini yöneten yurttaş, sosyalizmin kentinde, kaybettiği yerine ve gücüne kavuşmalıdır. Demokrasi-Site-Yurttaş bağı, sosyalist toplumlarda da gelişmiş biçimiyle tekrar kurulmalıdır. “Yaşamı değiştirmek, kenti değiştirmek, kenti değiştirmek de yaşamı değiştirmek”se, sosyalistler bu değişime ilgisiz ve duyarsız kalamazlar.

10- Sonuç Yerine:
“Görüşlerime en yakın Marksist Michael Löwy'dir, ama o bile, klasik görüşün yetersiz olduğunu söylemekle birlikte, somut bir programatik hedef formüle edememektedir. Tabii benim taradığım kaynaklar, Türkçe, Almanca ve bu dillere çevrilmiş olanlar. Bilmediğim bir yerlerde birileri böyle bir sonuca ulaşmış olabilir. Bilmiyorum. Ancak, sanmıyorum. Bunu yine Michael Löwy'nin bana yazdığı kısa bir mektubundan çıkarıyorum. O bir çok dil biliyor ve ulusal sorun konusundaki literatürü yakından izliyor. "Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak" başlıklı yazımı kendisine yollamıştım. Verdiği cevapta şöyle diyordu: "Ihre Idee der radikalen Trennung zwischen Nation und Staat scheint mir sehr interessant zu sein" (yani, "sizin, devlet ve ulusun kökten ayrılması düşünceniz bana çok enteresan göründü"). Öyle anlaşılıyor ki, o da bu görüşle ilk kez karşılaşmış.
“Yeni olan şudur. Ulusal olanla politik olanın bağını koparmak! Yani ulusu kişinin bir inanç ve seçim sorunu yapmak! Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ulusçuların ulus anlayışına dayanır. Ulusal olanla politik olanın bağının koparılması ise Marksizm'in ulus anlayışına. Bu talep müthiş devrimci, patlayıcı ve dünya sosyalist hareketini bu gün içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarıcı bir özellik taşımaktadır. Benim yeni olarak söylediğimi iddia ettiğim sadece bu. Eğer bir yerlerde bu fikre ve programatik formülasyona rastladı iseniz bunu da bana bildirirseniz çok sevinirim. Benim bir fikri ilk defa ortaya atmış olmak gibi bir derdim yok. Aksine, klasik geleneğe uygun olarak, bir fikri daha önce bir yerlerde zikreden olmuşsa ona dayandığımı göstermek isterim. Ama bu somut durumda, başka biri bir yerlerde benzer bir programatik sonuca ulaşmışsa bile, aynı sonuca ben de bağımsızca ulaşmışım demektir. Bu aklın yolunun bir olduğunu gösterir.”
(Demir Küçükaydın, “Börklüce’ye Cevap”, “Ulusal program, demokrasi vs.” 26.04.2000)

Demir Küçükaydın’ın yukarıda söyledikleri, Marksistlerin, federalizm düşüncesinin her türünden ne kadar uzaklaştıklarına bir örnek oluşturuyor. Sovyetler Birliği’nin bir üst kimlik olarak “Sovyet yurttaşı” ve Yugoslavya Federasyonunun da “Yugoslav” yaratmayı hedeflediğini, başarısız oldukları gerekçesiyle, bir yana koyuyorum. Öyle ki, en bilinen iki örneği, İsviçre Konfederasyonu ve ABD federalizminin pratiklerinin tam da bu yukarıda söylenenleri yaptığını, “ulusal olanla politik olanı ayırdığını” nasıl görmeyebiliyoruz.
Amerikan federasyonu dini ve etnik toplulukları (cemaatleri) toplumsal örgütlenmede baz alan, ama siyasal örgütlenmesini bu bölünümleri aşan bir “Amerikalılık” anlayışıyla, yurttaşlık anlayışıyla oluşturuyor. İsviçre ise, idari örgütlenmesini etnik/dilsel bölünümler çerçevesinde oluştururken, siyasal örgütlenmesini “İsviçrelilik”, İsviçre yurttaşlığı üstüne oturtuyor.
 Bu iki örneğin ulus ve yurttaşlık kavramlarını birbirinden ayırdığını, ya da ulusu “anayasal yurttaşlık” olarak tanımlayıp etnik gruplaşmaları aştığını söyleyebiliriz. Bunun tarihsel bir kazanım olduğunu da ekleyebiliriz. Ama bugün burada da duramayız. Çünkü artık Avrupa ülkelerinde “anayasal yurttaşlık” (Nationalité: devlete tabiiyet) hakkına sahip olmayan göçmen işçilerin ve diğer oturum ve çalışma hakkına sahip yabancıların da yerel seçimlerde oy kullanması doğrultusunda yapılan bir tartışma var. Bu önerinin fiilen “anayasal yurttaşlık” ile “yurttaşlık”ı (“citoyenneté” kelimesinin ilk, özgün anlamına geri dönerek: hem-sitelilik, aynı şehirde oturuyor olmak) birbirinden ayırdığını görmek gerekiyor. Bu çok az Fransızca konuştuğu halde Devrime katılmış Thomas Pain’i Devrim Meclisine almakta hiçbir sakınca görmeyen Fransız Devrimi ilkelerine daha uygun bir anlayış. Yani bugünkü Avrupa’daki yurttaşlık anlayışı, yurttaşlığı devlete tabiiyete bağladığı için Fransız Devrimi’nin pratiğinden daha da geriye düşmüş durumda.
Yerel seçimlerde göçmenlerin de oy kullanması doğrultusundaki tartışma kitlelerin siyasal katılımı için, demokrasi için kentleri baz aldığından bizim anlayışımıza daha yakındır. Kent, her türlü etnik ve dinsel bölünümün aşıldığı, sahici, yüz yüze ilişkilerin yaşandığı bir mekândır. Kent, ulus-devletin vatanı gibi güçle/zorla çizilmiş siyasal sınırlara sahip değildir ve kentlilik insanları ulus gibi hayali (fictif) bağlarla bağlamaz birbirine. “Gitmesek de görmesek de / O köy bizim köyümüzdür” şiarı ulus-devletin uydurmasıdır ve hiçbir geçerliliği, realitesi yoktur.
İşte tam da bu nedenlerle “ulus”u ve “devlet”i birbirinden ayırmakla kalmayıp “anayasal yurttaş”la “yurttaş”ın da birbirinden ayırmasını ve merkezi iktidarın bir çok yetkisinin yerel yönetimlere verilmesini de savunmalıyız. Ancak bu şekilde “ulus” ve “devlet”i birbirinden ayırmış oluruz. Dolayısıyla kentleri baz alan bir federalizm anlayışı da, etnik ve dinsel cemaatçi anlayışların ayrıcalık istemlerinin (partikülarizmin) önüne de bir set çekmiş ve evrenselci ve cumhuriyetçi yurttaşlık anlayışına bağlı kalmış olur.
Örneğin Milli Eğitim Bakanlığının “Milli”sini kaldırılarak, bir çok yetki yerel yönetimlere aktarabilir. Hangi kentte, hangi kentin hangi okulunda hangi dilde ya da dillerde eğitim yapılacağına okula çocuklarını gönderen aileler, ya da seçme/seçilme yaşına gelmiş gençler kendileri karar verebilir. Bakanlık, eğitimin genel ilkelerini, programını ve kontrolü yapan bir organa dönüşebilir.


*        *        *

(Not: Bu yazının önemli bir bölümü Ocak-Mart 1999 arasında yazıldı. İlgi başka yerlere dağıldığı ve motivasyon kalmadığı için 2000 yılı ortalarında “Sonuç yerine” bir şeyler yazılıp bitirilmiş gibi bırakıldı ve öylece kaldı.)




[1] Ceyda Işık, “Yerel Yönetimler: Nerede Durmalı?”, Sosyalist Politika, sf. 53, sayı: 20, Mart 1999
[2] Aktaran C. Işık (Cem Eroğul, “Devlet Yönetimine Katılma Hakkı”, İmge Kitabevi, Ank. 1991, sf. 228)
[3] Ceyda Işık, Sosyalist Politika, sf. 57, sayı: 20, Mart 1999
[4] M. Çulhaoğlu, “Sovyet Deneyinden Siyaset Dersleri”, sf. 40, Gelenek Yayınları, 1989
[5] E. Aydınoğlu, “Birlik mi? Rekompozisyon mu?”, (D.Küçükaydın ve S.Eralp’le birlikte), sf. 207, Koral Yayınları, 1990
[6] Yalçın Yusufoğlu, sf. 29, “Sosyalizm-dünya-türkiye-tsip”, İstanbul 1990
[7] Türkay Demir, Birikim dergisi, s. 4, sf. 29
[8] Hal Draper, “Proletarya Diktatörlüğü Tartışması”, sf. 186-187, Belge Yayınları, 1990
[9] M. Çulhaoğlu, Tarih Türkiye Sosyalizm, sf. 60 ve 62-63
[10] Draper, age, sf. 187 ve 188
[11] Rolf Cantzen, “Daha az Devlet, Daha çok Toplum”, sf. 104, Ayrıntı Yayınları, 1994
[12] H. Arvon, age, sf. 39
[13] Lev Trotskiy, “Paris Komünü Üzerine”, sf. 38-39, Sınıf Mücadelesi Yayınları, 1998
[14] Metin Çulhaoğlu, “Sovyet Deneyinden Siyaset Dersleri”, sf. 67-68, Gelenek Yayınları, 1989
[15]  Çulhaoğlu, Sovyet Deneyinden, sf. 68
[16] Çulhaoğlu, Sovyet Deneyinden , sf. 69
[17] Trotskiy, Paris Komünü, sf. 33
[18] Trotskiy, Paris Komünü, sf. 36
[19] Cantzen, age, sf. 104
[20] Akt. Cantzen, age, sf. 92
[21] Cantzen, age, sf. 92
[22] Cantzen, age, sf. 95
[23] Martin Buber’den akt. Cantzen, age, sf. 103
[24] Bookchin, Ekolojik, sf. 115
[25] Bookchin, Ekolojik, sf. 116-117
[26] Kolpinski, age, sf. 105
[27] Murray Bookchin, “Toplumsal Anarşizm mi, Yaşam Tarzı Anarşizm mi”, sf. 91, Kaos Yayınları, 1998.
[28] Eric Hobsbawn, “Milletler ve Milliyetçilik”, sf. 197, Ayrıntı Yayınları, 1993
[29] Maurice Brinton, “Bolşevikler ve İşçi Denetimi”, sf. 87, Ayrıntı Yayınları, Temmuz 1990
[30] H. Lefevbre, “Paris Komünü’nün Anlamı”, Arguments/4 derlemesi içinde, sf. 48, 10-18 Yayınları, 1978
[31] Fransız Komünist Partisi’nin il çapındaki merkezî örgütsel birliğine “federasyon” denmesinin sebebi de yine bu tarihsel miras olabilir.
[32] “Sosyalist Demokrasi Tartışma Tutanakları,Tebliğleri” derlemesi içindeki çok imzalı bir tebliğden, sf. 93, BTDK Yayınları, 1990
[33] Kolpinski, sf. 105 (“Paris Komünü ve marksizm” adlı  derleme, N. Kolpinski, V. Kunina vd., Sarmal Yayınları, 1996)
[34] Kolpinski, age, sf. 105
[35] Kolpinski,age, sf. 105 ve 106
[36] Kunina, age, sf. 152
[37] Kolpinski,age, sf. 104
[38] Kolpinski, age, sf. 107
[39] Kolpinski, age, sf. 106
[40] Henri LEFEVBRE, Argument, sf. 51)
[41]  Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, sf. 59, Sol Yayınları, 1991
[42] D.C.M., sf. 289 (Marksizmin Eleştirel Sözlüğü), PUF, 1985.
[43] Metin Çulhaoğlu, “Tarih Türkiye Sosyalizm”, sf. 70, Gelenek Yayınları, 1988
[44] D.C.M., sf. 290
[45] D. Guerin, “Liberter Bir Komünizm Arayışında”, sf. 63, Spartacus Yayınları, 1984.
Anarşistler, Marx’ın Fransa’da İç Savaş kitabında, devletin erimesinin değil, ortadan kaldırılmasının, kökünün kazınmasının söz konusu olduğunu, Marx’ın bu kitapta kendi programını büyük ölçüde terk ederek federalist fikirlere yöneldiğini (Arthur Lehning, James Guillaume) söyleyerek tutarsızlıkla eleştiriyorlar. Tabii bazıları da buradan liberter komünist bir Marx çıkarıyor (M. Rubel, D. Guerin).

[46] D.C.M., sf. 289
[47] Ralph Miliband, ”Kapitalist Devlet”, sf. 24 ve 34’teki 70 no’lu dipnot, Belge Yayınları, 1983.
[48] Rolf Cantzen, “Daha az Devlet Daha çok Toplum”, sf. 109, Ayrıntı Yayınları, 1994
[49] Bookchin, Top. An., sf. 31
[50] Bookchin, Ekolojik, sf.138
[51] Petr Uhl, “Hapsedilmiş Sosyalizm”, sf. 248, Stock-LaBreche Yay., 1980; Cantzen, age, sf. 106
[52] P. Uhl, age, sf. 248
[53] P. Uhl, age, sf. 249
[54] Bookchin, Ekolojik, sf. 57 ve 58
[55] Türkay Demir, Birikim dergisi, Ağustos 1989, s.4, sf. 28-29
[56] Y. Bourdet ve A. Guillerm’den akt. Henri Arvon, “Özyönetim”, sf. 8, İletişim Yay., 1991
[57] D. de Rougemont’dan akt. H. Arvon,age, sf. 8
[58] R. Yürükoğlu, Sosyalizm ve Demokrasi, sf. 36, İşçinin Sesi Yayınları, 1992
[59] R. Yürükoğlu, age, sf. 37
[60] R. Yürükoğlu, age, 39
[61] Taha Parla, “Türkiye’nin Siyasal Rejimi, 1980-1989”, sf. 194, İletişim Yayınları, 1993
[62] T. Parla, age, sf. 194
[63] A. Buzgalin - A. Kolganov, Dünyadan Yansıma kitap dizisi, Birinci kitap, sf. 103, Mer Yayınları 1991
[64] A. Buzgalin - A. Kolganov, agm, sf. 104
[65] R. Cantzen, age, sf. 109
[66] P. Avrich, “Rus Devriminde Anarşistler”, sf. 71, Metis Yayınları, 1992
[67] Avrich, age, sf. 72
[68] H. Lefebvre, Arguments, sf. 48
[69] G. Hodgson, “Sosyalizm ve Parlamenter Demokrasi”, sf. 26-27, İletişim Yayınları, 1998
[70] “III. Enternasyonal Belgeleri”, sf. 45, Belge Yayınları, İstanbul, 1979
[71] Bookchin, Top. An., sf. 91 ve 92
[72] Hobsbawn, “Milletler ve Milliyetçilik”, sf. 196
[73] Bookchin, Top. An., sf. 105
[74] Bookchin, Top. An., sf. 106
[75] Bookchin, Top. An., sf. 103
[76] Bookchin, Top. An, sf.105-106
[77] Cantzen, age, sf. 92
[78] Bookchin, Top. An, sf. 106
[79] Bookchin, Top. An, sf. 90
[80] Kolpinski, age, sf. 106
[81] Lev Trotskiy, “Bolşevizm mi, Stalinizm mi?”; Sınıf Bilinci,  sayı: 1, sf. 55, Haziran 1988.
[82] Petr Uhl’dan Akt. E. Aydınoğlu, “Birlik mi? Rekompozisyon mu?”, sf. 207, Koral Yayınları, Aralık 1990. Engels’ten aktarılan bu fikirler için bkz. “Otorite Üzerine”, sf. 124, “Anarşizm ve Anarko Sendikalizm” derlemesi içinde, Sol Yayınları, Mart 1979.
[83] Bookchin, Ekolojik, sf. 122
[84] G. Balkanski, “Ulusal sorun ve liberter federalizm”, sf. 40, Bizim Yol Yayınları,Avustralya 1983.
[85] Henri Lefebvre, “Yaşamla Söyleşi”, sf. 61, Belge Yayınları, 1995
[86] Bookchin, Ekolojik, sf. 153
[87] Bookchin, Ekolojik, sf. 153-154
[88] Maurice Brinton, “Bolşevikler ve İşçi Denetimi”, sf. 87, Ayrıntı Yayınları, Temmuz 1990
[89] Metin Çulhaoğlu, “Varoşlar ve Kent Yoksulluğu”, sf. 85-86, Sosyalist Politika dergisi, sayı: 10, Eylül 1996
[90] Çulhaoğlu, Varoşlar, sf. 86
[91] Çulhaoğlu, Varoşlar, sf. 86-87
[92] Bookchin, Ekolojik, sf. 176-177
[93] Giovanni Sartori, “Demokrasi Kuramı”, sf. 264, 7 no’lu dipnot, Siyasî İlimler Türk Derneği yayını, Ankara
[94] Çulhaoğlu, Sovyet Deneyinden, sf. 66
[95] G. Hodgson, age, sf. 26-27
[96] Bookchin, Ekolojik, sf. 141
[97] Sartori, age, sf. 14
[98] Bookchin, Top. An., sf. 50-51
[99] H. Lefebvre, Yaşamla Söyleşi, sf. 61
[100] Bookchin, Ekolojik, sf. 131
[101] Bookchin, Ekolojik, sf. 11
[102] Metin Çulhaoğlu, Sosyalist Politika dergisi, sf. 115, sayı: 10, Eylül 1996
[103] Bookchin, Ekolojik, sf. 174

Hiç yorum yok: