22 Aralık 2014

KİMLER KARAR VERİYOR?

Ne Yeyip Ne İçeceğimize Kimler Karar Veriyor? II

Dr. Cengiz Başkaya

Endüstriyel tarım ve gıda üretiminin yaygınlaşması bütün ülkelerin neredeyse aynı biçimde beslenir hale gelmesi sonucunu doğurdu. Üretilen gıda türleri gitikçe azalıyor. Gıdaların işlenme ve saklanma, hazırlanma yöntemleri de tek tipleşme yolunda. Bu durum halkların gıda güvenliğini ve gıda egemenliğini yok ediyor. Yerel ürünlerin yerine tekellerin üretim ve dağıtım haklarını sahiplendiği sertifikalı tohumlar, fideler ve fidanların kullanılması dayatılıyor. Büyük bir zenginlik olan genetik zenginlik büyük ölçüde kaybedildi ve süreç bu yönde ilerlemeye devam ediyor. Yerinde sağlanabilecek gıdaların az sayıdaki merkezden büyük masraflar ve enerji harcanarak dağıtılması maliyetleri yükseltiyor. Kriz durumlarında gıdaya ulaşmayı tehlikeye atıyor. Uzun yolculuklar yapması gereken ve raflarda bekletilen besinlerin bu süreçte bozulmaması gerekli. Bunun için fiziksel ve kimyasal işlemlerden geçirilmeleri şart. Yapılan müdahalelerin asıl amacı kontaminasyonun önlenmesi, yani bakteri, mantar ve küfler nedeniyle gıdaların çürümesini, kokuşmasını engellemek.

Gıda endüstrisi için sağlıklı gıda sadece günlerce hatta aylarca bozulmayan gıda demek. Ne var ki, bakterilerin yok edilmesi ve üremelerini önlemek için uygulanan yoğun enerji biçimlerinin ve etkili kimyasalların seçici olarak sadece bu organizmaları etkileyeceğini düşünmek biyoloji, fizik ve kimyanın prensiplerine aykırıdır. Bir bakterinin genetik yapısını bozan, protein zincirlerini kıran radyasyon, yüksek basınç ve yüksek ısıl işlemler gibi yoğun enerji uygulamalarının besinlerin yapısını moleküler düzeyde etkilememesi mümkün değildir. Ortaya çıkan ara ürünlerin sağlığa zararlı olduğu bilinen birçok etkileri var. Zamanla ortaya çıkacak olanlar ayrı bir endişe kaynağı. Gıda endüstrisine göre sağlıklı sayılan işlenmiş gıdalar aslında birçok açıdan gerçek gıda olmaktan çıkmış oluyor. Etlere, hububat ve baklagillere radyoaktif ışın ve elektron ışını uygulanır. Uzun süre depolanan ve uzun mesafelerde gemilerle nakledilen buğday ve mısır güçlü zehirlerle korunur. Süt homojenize edilmek amacıyla ince kanallarda çok yüksek basınçlar altında geçirilir. Kısa süre için de olsa 300 dereceye kadar ısıtılır. Paket sütlerdeki UHT ibaresi bu ısıl işlemi tanımlar; "Ultra High Temperature - Çok Yüksek Isı."

Tarımda 60 yıl önce yaygınlaştırılan yeşil devrimin olmazsa olmazı pestisit, fungusit ve herbisitler de tükettiğimiz birçok gıdaya kaçınılmaz olarak bulaşıyor.

Bu güçlü zehirler doğanın tanımadığı sentetik moleküller. Doğal süreçlerle zararsız elementlere parçalanamıyorlar. Yıllarca doğada kalıp, toprağı, suyu ve havayı kirletiyorlar. Her yıl daha etikili olduğu iddiasıyla daha pahalı yeni zehirler piyasaya sürülüyor. Ne var ki ürün zaralıları için üretilen bu ilaçlar zararlılar dışında bütün canlıları öldürmek konusunda çok başarılı oldu. Zararlıların doğal düşmanları yok edildi.

Artık rakipleri yok ve yeni ilaçlara da kısa sürede uyum sağlayıp dirençli hale geliyorlar. Yani meydan onlara kaldı. Bir kısır döngüye girilmiş durumda.

25 Kasım 2014

Umudu Yeşertmek Hâlâ Mümkün!

BİRGÜN Gazetesi’nden Serbay Mansuroğlu’nun Soruları ve Yanıtlar:
Umudu Yeşertmek Hâlâ Mümkün!
1-Öğretmenlik 21. YY.'da artık sadece öğrenciye bilginin aktarıldığı bir meslek mi?
-        
Sorunu genelliği temelinde düşünecek olursak, daha başta şunu belirtmek gerek: Öğretmenlik her çağda, içeriği, niteliği ne olursa olsun, öğrenciye bilgi aktaran bir meslek olmuştur. Bilgi aktarmayan bir eğitim-öğretim olmaz. Öğretmen, bile isteye kendi seçimiyle ya da zorunlu olarak karşısına gelen/getirilen öğrenciye, genelde varlığın özelde ise konusuyla ilgili nesnenin dününe ait bilgiyi aktarır. Çünkü bilgi, diyalektik bir biçimde düşünürseniz, ne zaman elde edilmiş ya da ortaya konmuş olursa olsun, varlığın-nesnenin dününe, geçmişine aittir. Günümüzde eğitime ve öğretmenliğe ilişkin sorunu bilgi aktarımı temelinde ele almak ya da ortaya koymak bir yanılsamadır. Bundan dolayı buna takılmamak gerekir. Bugün yaşadığımız sorun öğretmenin ve öğretmenliğin bilgi aktarıcısı olma niteliğinde değildir.   Aksine, özellikle sistemin, hangi çağda olursa olsun, siyasal-ideolojik aygıtlarının başında gelen sistematik eğitim etkinliği içerisinde neyin aktarılıp aktarılmayacağına ilişkin insiyatif kullanma yetisi ve becerisinin her geçen gün öğretmenin elinden alınmasıdır. 

Bir başka deyişle de çok farklı saik ve kaygılar altında öğretmenin bu yeti, beceri ve insiyatifi kullanmaktan kaçınması, etliye sütlüye bulaşmak istemeyen, “sallabaşını al maaşını” anlayışına yönelmesidir. Elbette bunun, öğretmenin içerisinde yaşadığı toplumsal koşullardan, sendikal mücadele ve örgütlenmeye, sistemle kurduğu ilişkinin siyasal-ideolojik niteliği ve biçimine dek sorgulanması gereken birçok nedeni olabilir. Ancak bu durum, dünya görüşü, etnik kökeni, inancı, sendikası farklı olsa bile her kesimden öğretmenin, sistemin aymaz bir hizmetkârına, gönülsüz ya da “gönüllü kul”una dönüşmesine neden olmuştur. Oysa hangi koşullar altında olursa olsun, öğretmen çok farklı şeyler yapabilir. Başta, kendisinden öğrenciye aktarması istenen bilgiyi hem kendisi sorgulayabilir hem de öğrenciye sorgulatabilir. İkincisi, ders kitaplarındaki bilgiden hareketle toplumsal gerçekliğin farklı boyutları ve alanları arasında sorgulayıcı ve eleştirel düşünmeyi teşvik edici bağlar kurdurtabilir. Bunlara bağlı bir biçimde öğrenciyi araştırmaya, toplumsal gerçekliği olabildiğince bütünsel anlamda kavramaya, farklı alanlar arasında bağlantılar kurmaya yöneltebilir. Elbette bunlar zordur. Ne var ki bunlar yapılmadığında ve kolay olan tercih edildiğinde, öğretmenlik yalnızca bilgi aktarılması gereken bir mesleğe dönüşür. Öğretmen de işi bilgi aktarmakla sınırlı bir özne/nesneye… Sistemin istediği “iyi”, “başarılı” öğretmen de budur zaten. Ondan istenen, okulda ve özellikle de sınıfta, öğrencinin karşısında, kendi aklıyla düşünen soran, sorgulayan, eleştirel değerlendirmeler yapan, çok yönlü ve çok boyutlu bakan biri olması değil, konusuyla ilgili ve ders kitaplarında belirtilen ve ‘uygun görülen’ bilgileri uygun bir biçimde öğrenciye aktarmasıdır.  Öğretmenliğin, bilgi aktarımı, sormaya, sorgulamaya, eleştirel düşünme bilinci kazandırmaya yöneltme dışındaki diğer vasfı ise eğitimdir. Ancak eğitim, ödül ve ceza sistemini gerektirir. Eğitimde cezalandırmanın kabulü ise nerede başlayıp nerede duracağı bilinmeyen bir sürece kapı aralamaktır. Cezalandırmanın eski dozajını yitirmesi ve giderek eğitimde telaffuz edilmez hale dönüşmesi olumlu bir gelişmedir. Bu süreç her geçen gün başta öğretmenler olmak üzere okul idarelerini salt denetleyene –hatta uzaktan denetleyene- dönüştürüyor olsa da bundan yakınmamak gerekir. Sorun olarak algılanması ve itiraz edilmesi gereken, öğrenciye aktarılacak bilginin niteliği, içeriği ve işlevidir. Bu bilginin niteliği ve içeriğinin ne olması ve nasıl öğretilmesi gerektiğine ilişkin veli-öğrenci ve öğretmenin belirleme ve denetleme hakkının talep edilmesi ve bunun bilince çıkarılmasıdır. Eğitim öğrenim hakkı, bu hizmeti düzenleyenin kendi istediğini, kendi siyasal ve ideolojik kabulleri doğrultusunda yapabilme hakkı demek değildir.
2-Öğretmenlik mesleği bir dönüşümden geçti, geçiyor?  Nasıl bir dönüşüm bu?

23 Kasım 2014

TÜRKİYE'DE İSLAMİ HAREKET

“ Türkiye son 200 yılın en gerici dönemini yaşamaktadır... AKP iktidarı ve T. Erdoğan II. Abdülhamit’in bile gerisine düşmüştür”.

Osman Tiftikçi ile söyleşi: Fikret Başkaya


Fikret Başkaya: 1. Son kitabını* zevkle okudum, tebrik ve teşekkür ediyorum. İstersen, genel bir tespitle başlayalım. Son dönemde İŞİD ve benzerlerinin zuhuruyla, bizzat İslam algısıyla ilgili “aşırılıklar” da depreşti, yeniden su yüzüne çıktı. Sanki “işte İslam budur” demeye kadar ileri gidenler çoğaldı. Aslında bu,  Müslüman Arap halklarına dair üretilmiş, Avrupa-merkezli, Oriyantalist önyargıların, kabullerin, basma kalıp düşüncelerin depreşmesi demeye geliyor. Ki bunlar, işte bu toplumların “uygarlık üretme” yeteneğinden yoksun oldukları, modernite ve demokrasi gibi kavramların onların kitabında yazmadığı, Müslüman Arap toplumlarının “özel bir kategoriye” dahil oldukları, ilerleme [progrès] üretemezlikleri, rasyonel düşünce yoksunu oldukları, devrim kavramına yabancı oldukları, eşitsizlik ve adaletsizlik karşısında tepkisiz oldukları... gibi bir dizi bilim ve gerçek dışı kabullere, önyargılara dayanıyor. Tabii bu durumun da dinden, İslam’dan kaynaklandığı, onun doğal sonucu olarak tezahür ettiği ima ediliyor...  Velhasıl, Avrupa-merkezli, Oriyantalist, ırkçı bakış açısının ürünü olan bir İslam-Arap algısı söz konusu...

İşin garip tarafı, bu tür saçma-sapan önyargıların ve kabullerin, sadece bunları üreten Batılılar katında değil, bizzat eğitimli, okumuş Müslüman Araplar tarafından da içselleştirilmiş olması... Oysa ne kadar eski, köklü ve kapsayıcı olursa olsun, din de son tahlilde bir ideolojidir ve bütün mesele onun nasıl yorumlandığı, nasıl algılandığı ve nasıl anlaşıldığıdır. Bu konuda neler söylemek istersin?

Osman Tiftikçi: İslam’ın gelişmeye engel olduğunu iddia eden anlayış 19. Yüzyıl sonlarında Avrupa’da ortaya çıkmıştı. Fransız burjuva aydın Renan’ın şahsında simgeleşmişti bu anlayış. Bu anlayış aynı zamanda bir Hıristiyanlık övgüsüydü. Bu anlayışa göre, İslam gelişmeyi engelleyen bir dindi ve bu anlayış hep var oldu. Müslüman ülke burjuva aydınları katında da rağbet gördü. Bu anlayışa süreç içinde İslam dininin demokrasiyle çeliştiği, kadın haklarıyla çeliştiği, İslam’ın kendi dışındaki inançları zorla yok eden savaşçı, katliamcı bir din olduğu gibi özellikler de eklendi.

Oysa, İslam ülkelerinin geri kalmışlığını, bu ülkelerdeki siyasi düzenleri, İslamı kullanan siyasi oluşumları, bunların kullandıkları yöntemleri dinle açıklamaya kalkmak yanlıştır.  Böyle yapmak özünde dincilerin, dünyayı, evreni, yaşamı dinle açıklamaya çalışmalarından farklı değildir. Toplumsal, tarihi, siyasi olgular dinle değil, günün gerçekleriyle, sınıflar mücadelesi ve bunun ihtiyaçlarıyla açıklanmalıdır. Bu toplumbilimin, tarih biliminin de abcsidir...

Tarihin hiçbir döneminde toplumsal, tarihi gerçeklerden, o dönemin sınıflarından bağımsız bir din anlayışı ve dinî oluşumlar olmamıştır. Ayrıca tarihin her döneminde aynı dinin değişik yorumları hep var olmuştur. Çünkü her sınıf dini kendi ihtiyaçlarına göre yorumlar, biçimlendirir, kendi istemlerini dile getiren bir şekle sokar. Hiçbir zaman iktidardakilerin dini ile ezilenlerin dini aynı olmamıştır. Fransız devrimine kadar bütün halk ayaklanmalarının dini biçimler aldığını unutmamalıyız. Ama bütün savaşlar ve katliamlar ve işkenceler de din adına yapılıyordu. Günümüz için söylersek, emperyalizmin, egemen sınıfların sahiplenip destekledikleri İslami anlayış, kâr için her şeyi mubâh gören, Afganistan’da, Irak’ta, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ülkelerinde olduğu gibi, milyonlarca insanın katledilmesini öngören, faşist insanlık dışı bir anlayıştır. Ama yoksulların İslamı, eşitlikçi, vicdanlı, merhametlidir.

Günümüzdeki İslami oluşumlar ve bunların ideolojileri esas olarak bugüne özgüdür. Bunları 1400 yıl öncesinin sözleriyle fikirleriyle açıklayamayız. Örneğin Asr-ı Saadet diye adlandırılan dönemde mezhepler ve mezhep savaşları yoktu. Daha düne kadar ılımlı İslam, radikal İslam, köktenci İslam, tevhidi hareket gibi ayırımlar da yoktu. El Kaide, Taliban gibi anlayış ve örgütlenmeler 1990’lı yılların ürünüdür. Türkiye’de cemaatler tek parti döneminde filizlenmiş, 1960’lardan sonra toplumsal, siyasi, ideolojik bir güç haline gelebilmişlerdir. Yani İslam hep vardı ama ortaya çıkan siyasi, ideolojik oluşumlar farklı koşulların, sınıflar mücadelesinin farklı ihtiyaçlarının ürünüydüler.

Toplumsal gerçekliklere dini temelde yaklaşım, Türkiye’deki bilimsel birikimin çok gerisinde bir tutumdur. Böyle bir tutum dini sınıfsal çıkarlarına alet eden din tüccarlarının; “bunlar dine düşman, dine hakaret ediyorlar” demagojilerine de pirim vermek olur.

2.  Bu yaklaşım çerçevesinde Taliban, El Kaide, IŞİD gibi oluşumları nereye koyacağız o halde?

Gelinin Kerameti


Gelinin Kerameti
Atalay Girgin

Kevser’in kayınbabası Keramettin Hörgüçlüzade’nin ikindi namazının sonrasında, başında kukuletası, sırtında entarisi, tepeden tırnağa bembeyaz yatak kıyafetlerine bürünüp gündüz uykusuna yatmasından ve rüyasında gördüklerinin etkisiyle kan ter içinde gözlerini açmasından iki gün öncesiydi. Başkent’i kavuran sıcak Haziran günleri daha gelmemişti. Ama eli kulağındaydı. 

 Ankara’da baharın sonunu, yazın başlangıcını müjdeleyen güneşli ve sıcak bir Perşembe günüydü. Kocasının kullandığı lüks otomobille Dikmen Vadisi’ndeki evlerinden Gölbaşı’na doğru hızla yol alan Kevser düşünceli ve sessizdi. Ne var ki görüntüsünün aksine, yola çıktıkları andan beri, bedeni çoktan, zihnindeki esrik ve isterik düşlerin etkisine kapılmıştı. Ayakkabılarına dek uzanan tesettürlü kıyafetinin altındaki çıplak bacaklarından kalçalarına, kasıklarından daha sütü kesilmemiş memelerine dek her geçen an yükselen haz ateşini körükleyen düşlerinin peşi sıra sürüklenmekteydi.

Onun sessizliğini dört beş günlüğüne de olsa ayrılacak olmalarına yoran kocası, teselli etmek istercesine sevecen bir sesle “Canım, üzülme!” dedi, “Allah’ın izniyle göz açıp kapayıncaya dek gelirim. Sen de yokluğumda annenle hasret giderirsin. Annen bebeğe bakarken, sitede yaşayan uzun süredir görüşmediğin arkadaşlarınla vakit geçirir, dertleşir, sohbet edersin. Şehrin gürültüsünden uzak, ağaçların, çiçeklerin arasında, yemyeşil bahçede gezinir, çıplak ayakla toprağa basar, geceleri yıldızları seyredersin. Cıvıl cıvıl kuş sesleriyle uyanırsın sabaha. Fena mı olur?”

O sırada bir başka hayale kendini kaptırmış ve yolun bir an önce bitmesi için sabırsızlanmakta olan Kevser, kocasının söylediklerini işitse de tam olarak ne dediğini algılayamamıştı. Ancak zihninden geçenleri anlayıvereceği kaygısıyla, dikiz aynasından kendisine bakan gözlerden bakışlarını kaçırarak, duyulur duyulmaz bir sesle, “Hı… Hıı” diye karşılık verdi, “Lütfen çabuk gel! Daha fazla özletme kendini!”

Otomobil, Haymana Yolu’ndan lüks villaların bulunduğu sitenin caddesine saptığında, Kevser’in gözleri parlamaya, kalbi yerinden fırlayacakmışçasına hızla atmaya, başörtüsünün açıkta bıraktığı beyaz yanakları pembeleşmeye, dudakları tatlı bir tebessümle kıvrılmaya başladı. Ellerinin arasında tuttuğu cep telefonundan saati kontrol etti. Kendini haz deryasına bırakmaya az bir zamanı kalmıştı.

Dört bir yanı duvarlar ve tel örgülerle çevrili, gün yirmi dört saat kapısında nöbet tutulan, gireni çıkanı kameralarla izlenen siteye varmışlar, sıra sıra dizilmiş büyük bahçeli villaların arasından annesinin yaşadığı villanın kapısına yaklaşmaktaydılar. Gözlerini kocasına çevirip “Allah vere de oyalanmasa bari!” diye düşündü ve hemen ardı sıra tüm şirinliğini takınarak gülümsedi:

- Canım benim! İstersen bizi bırakır bırakmaz sen git. Malum yolun uzun. Annem, bütün kaynanalar gibi biraz sitem edecek olsa da ben onu idare ederim. Ne dersin?

Belli etmek istemese de kaynanasına başlangıçtan beri bir türlü ısınamayan kocası, Kevser’in sözlerini onayladığını belirtmek için, “Canıma minnet” dercesine, dikiz aynasından ona gülümseyerek göz kırptı:

- Olur canım! Sizi ve eşyalarınızı indireyim, kapıdan selamlaşır, elini öper dönerim. Gerisi sana kalmış artık.

Dakikalar hızla azalıyor olsa da her şey Kevser’in istediği gibi gelişmekteydi. Kocası daha bahçe kapısından çıkmadan aceleyle eve girdi. Hemencecik giysilerini aralayıp avuçladığı memelerinin her birinden, bebek için süt sağıp biberona doldurdu. Mışıl mışıl uyumakta olan bebeğe baktı. “İki üç saat daha uyanmaz!” diye düşündü.

Bebeği uyandırmaktan korkarcasına fısıltıyla, “Karnın aç mı kızım? Yiyecek bir şeyler hazırlayayım mı?” diyen annesine, “Yok anneciğim!” karşılığını verdi, “Arkadaşlarla haberleşmiştik öncesinden. Beni bekliyorlardır. Onlarda yerim. Daha fazla gecikmeden gideyim. Bebek de hemen uyanmaz zaten. Bir şey olursa ararsın. Çabucak gelirim.”

Annesinin söylenmesine fırsat vermeden kapıya yönelip ayakkabılarını giydi ve koşar adımlarla çimlerle kaplı bahçeyi geçti. Ardından şangırtıyla kapanan demir bahçe kapısının gürültüsüne bile aldırmadı. Yürümüyor adeta kanatlanmış uçuyordu. Hızından, yerlere dek uzanan dökümlü giysisinin etekleri havalanıyor, çıplak ayak bilekleri gözler önüne seriliyordu. Okullar daha tatile girmediğinden ortalıkta kimsecikler yoktu. Yaz kış sitede kalan az sayıdaki yaşlı erkek ve kadınlar ise bastıran öğle sıcağıyla birlikte ya evlerin içine çekilmişler ya da ağaç gölgesine attıkları koltuklarında uyuklamaktaydılar. Kevser’i telaşla koşar adım yürürken görecek birileri yoktu. İki sıra ötedeki villaya erişip kapı ziline basıncaya dek saç diplerinden, koltuk altlarından, terler fışkırmakta, bedeninin görünür görünmeyen yerlerinden süzülüp, bacaklarının arasındaki ıslaklığa ve yangına eşlik etmekteydi.



İkinci kez basmasına gerek kalmadı zile. Kapı aralandı. Kevser usulca içeri süzülürken, gözleri atletik yapılı, uzun boylu, geniş omuzlu, kıvırcık saçlı, badem bıyıklı erkeğin gözlerindeydi. Kollarını onun boynuna dolayıp, bedenini bedenine teslim edercesine bırakırken, genizden gelen bir sesle, fısıldadı:

- Geldim aşkım! Geldim! Uzun sürdü, aylar aylar geçti, yıl geride kaldı, ama geldim. Hadi, eski günlerdeki gibi uçur beni. Maviliklerden soy, maviliklere uçur.

Erkek, dudaklarını Kevser’in ıslak dudaklarıyla birleştirirken iri ve kemikli ellerinin tüm hoyratlığıyla diri kalçalarını da avuçlamaktaydı. Sıkıp sıkıp bıraktıkça kadının kalçaları ayrılıp ayrılıp yeniden birleşmekte, bedenini kuşatan arzuyu tetiklemekteydi. Erkek soluklanmak için dudaklarını aralar aralamaz, fısıltıyla sordu:

- Mavi misin Gülpembem, mavi misin?

Kevser, başını, sımsıkı sarıldığı erkeğin göğsüne yaslayarak karşılık verdi:

- Hem de tepeden tırnağa her şeyimle! Yalnız senin için giyindim. Her şeyimle masmaviyim aşkım. Hadi maviliklerden soy beni…

19 Kasım 2014

İŞİD Neyin İşareti?

İŞİD Neyin İşareti?
(Fikret Başkaya ile söyleşi...)

Kerem Uslu


Kerem Uslu: Ortadoğu denilen bölgede neden savaşlar, çatışmalar, kargaşa ve kaos bir türlü eksik olmuyor? Size göre ABD ve müttefikleri neden hep gözlerini oraya dikiyor?

Fikret Başkaya: Ortadoğu denilen bölge, başta ABD olmak üzere, NATO’cu cephe için iki bakımdan son derecede önemli: Birincisi, bu bölge siyasi coğrafyası, jeopolitik konumu itibariyle vazgeçilmez; ikincisi de enerji ve maden deposu olarak  hayatî öneme sahip. Bölgede yangının sürekliliği, doğrudan emperyalist çıkarlarla ilgili. Zira enerji (petrol, doğa gaz) kapitalizmin damarlarında dolaşan kan gibi bir şey. Dolayısıyla, kapitalizm için, emperyalizm için vazgeçilmez. Lâkin bu kaynaklar sınırsız değil ve ona sahip olmak isteyen başkaları da var. Mesela Çin... Çin dünya nüfusunun %20’si kadar ama dünyadaki enerjinin sadece %2’sine sahip... Tabii bölgedeki savaşların bir nedeni daha var: Çin ve diğerlerinin sofraya dahil olmasını engellemek. Çin başta olmak üzere, “yükselen ülkeler” de denilen yeni yetme kapitalist güçleri Ortadoğu ve Afrika’ya sokmamak, mümkünse oradan kovmak... Mesela Çin’in Nijerya’da önemli yatırımları var ve bu durum başta ABD olmak üzere, kollektif emperyalizmin diğer bileşenlerini rahatsız ediyor...

ABD ve müttefikleri Nijerya’da da mı savaş çıkaracak demek istiyorsunuz?

Zaten çıkarmış sayılırlar. Boko Haram denilen El- Kaide türevi fanatik dinci örgüt orada neden ve kimler tarafından devreye sokuldu? Taliban Afganistan’da, El-Nusra Suriye’de, İŞİD Irakta ve Suriye’de ne ise, Boko Haram da Nijerya’da aynı şey. Nijerya büyük ekonomik potansiyele sahip bir ülke. Günde 2,5 milyon varil petrol üretiliyor. Çin’in orada daha şimdiden petrol dahil bir çok sektörde önemli yatırımları var. Boko Haram ülkeyi istikrarsızlaştırmak ve Çin’in oradaki büyüyen etkisi kırmak için sahaya sürüldü. Bu dinci fanatik örgütler, Emperyalizm tarafından reel ve potansiyel rakipleri etkisizleştirmek için, rejim değişikliği amacıyla kullanılıyorlar... Bu bakımdan bu savaşlar bildik savaşlardan epey farklı... Dolayısıyla Ortadoğu’da olup-bitenler sadece o bölgeyle ilgili değil.  

Siz yazılarınızda ve konuşmalarınızda sürekli olarak nedensellik hiyerarşisinin önemine vurgu yapıyorsunuz, ve bütün nedenler için asıl nedeni ortaya çıkarmak gerektiğini söylüyorsunuz. Ortadoğu’da olup bitenlerin asıl nedeni ne o halde?

Ortadoğu’nun emperyalist Batı’nın egemenlik alanı olarak kalması ve başka bölgelere de bir atlama tahtası işlevi görebilmesi için, oradaki halkların, ulusların kendi ayakları üstünde durmalarını engellemeleri gerekiyor. Eğer oradaki halklar uluslar, devletler kendi ayakları üzerinde durmayı başarırlarsa, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanırlarsa, bu, kapitalist/emperyalist sömürünün sonu demeye gelir. Oysa biliyorsunuz, emperyalist/kolonyalist/ kapitalist Batı’nın 500 yıllık saltanatı, dünyanın geri kalanının kaynaklarının küstahça sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Mesela İkinci emperyalistler arası savaş (1939-1945) sonrasında Avrupa’nın “şanlı otuz yılından”, işte Alman ve Japon “mucizelerinden” söz ediliyordu... Siz hiç o “şanlı otuz yılın” o “mucizelerin” ne pahasına gerçekleştiğini sorun edene rastladınız mı? “Mucizeler” o yıllarda “Üçüncü Dünya” denilen dünyanın geri kalanının, enerji kaynakları başta olmak üzere, doğal ve beşeri kaynaklarının aşırı sömürüsü sayesinde mümkün oldu. Mesela petrolü sudan ucuz kullanıyorlardı. Stratejik önemi olan diğer madenleri de... Elbet bir gün tarih, yeryüzünün lânetlileri tarafından yeniden yazılacak...

11 Kasım 2014

20 Kasım Dünya Felsefe Günü Bildirisi

20 Kasım Dünya Felsefe Günü Mesajı / Bildirisi
Sıfatlar Değil Aslolan İnsandır

İnsanın yeryüzündeki serüveni acılarla, katliamlar, tehcirler ve soykırımlarla bezenmiştir. “İnsan” adı verilen varlığın, “insan olmayı öğrenme” süreci her çağda, sıfatlarının ardına sığınan insanın, sıfatlarıyla mahkûm ettiği insana yaptığı zulümlere karşı duruş, düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş biçimiyle gelişmiş ya da ağır darbeler almıştır.

Bu tarih, bir yandan insanlığın ortak mirasına katkıların bir yandan da yakıp yıkmaların, yağma ve talanın, insanın insana yaptığı zulmün tarihidir. İnsan olmayı, etnik ya da dinsel, ideolojik ya da derisinin rengi anlamında yalnızca kendi sıfatıyla, yalnızca kendisi gibi olmayla özdeşleştiren sıfatzede insanın, hâkimiyet kurma ve ekonomik zenginliğe el koyma tarihidir. Bu anlamda, yaşanmış tarihin zalimi de mazlumu da sıfatzedelerdir.

Tarihte yaşananlara rağmen, günümüz insanı için Dünya, geçmişten ne daha iyi ne de daha kötüdür. Bazı insanlar insanlığın ortak mirasına katkılarda bulunmaya, yapılan savaşlara, zulüm ve vahşete karşı durmaya çalışırken, bazıları ise yalan, talan, hırsızlıkla hükmetmeye devam etmekte ve bunlardan beslenmektedir. Dünyanın her yanında olduğu gibi, yanı başımızda da birileri hala sıfatları için öldürmekte, sıfatları için öldürülmektedir. Oysa insanın değerini belirleyen sıfatları, statüleri değildir. Sıfatlar değişebilir, statüler gelip geçicidir.


Kavranması gereken temel düstur şudur:

04 Kasım 2014

Sermaye, Devlet ve İşçi Katliamları Üzerine...

Sermaye, Devlet ve İşçi Katliamları Üzerine...

Fikret Başkaya

“ Kâr yokluğu sermayenin kâbusudur. Sermaye, mâkûl bir kâr kokusu aldığında cesaretlenir. %20 kârla coşar, %50’de gözünü budaktan sakınmaz; %100’le ayakları yerden kesilir ve hiç bir insanî yasa ve değerle ilişkisi kalmaz. %300 kâr söz konusu olduğunda da artık hiç bir cürümden geri durmaz”.
                                                                           Karl Marx

Bu güne kadar devletle ilgili birlerce kitap, on binlerce makale yazılmıştır ama bunlar ekseri devlet katındaki adamlar, “karşı taraftakiler” tarafından yazılmıştır. Bu işte kadınların dahli son derecede sınırlı ve önemsizdir. Devletle ilgili genel algı ve kanaat da kabaca şöyledir: Devlet kamunun, toplumun genel iyiliğini, toplumsal çıkarı gerçekleştirmek amacıyla oluşturulmuş bir kurumdur. Özel kesim özel çıkarların hizmetindedir, devlet de kamu yararını gerçekleştirmenin aracıdır... Oysa ortaya çıktığı günden beri devlet iki şey demektir: Asayiş (güvenlik) ve ekonomi yönetimi... Dolayısıyla özel kesim-devlet veya piyasa-kamu ayrımı, anlı-şanlı devlet teorisyenlerinin bir kuruntusuydu. Zira bu ikisi “sıfır toplamlı” bir denklem değildir. İşte, devlet alanı ne kadar genişse, özel alan o kadar dardır, ya da visa versa...  Devlet oldum olası mülk sahibi sınıfın-sınıfların bir iktidar aracıdır. Zamanla mülk sahibi sınıflar katında değişim olsa da, devletin işlevinde bir değişiklik olmamıştır. Zira, kapitalist dönemde, özellikle de neoliberal küreselleşme çağında, devlet ve sermaye artık bir ve aynı şeydir... Devletin hiç bir müdahalesi yoktur ki, mülk sahibi sınıfların aleyhine olsun, onları kayırmasın... Aksi halde devletin varlık nedeni ortadan kalkardı...

Gerçek durum böyledir ama olup bitenlere, yaşananlara mülk sahibi sınıflar tarafından bakan “âkil adamların” anlattığı hikâye ve yaratılan “bilinç” farklıydı. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca ve hiç bir zaman toplumsal sözleşme diye bir şey olmadı. Keşke olsa demekle de olmazdı... Fakat bu ilerde ona benzer şeylerin olmayacağı anlamına da gelmiyor... Eğer devlet gerçekten toplumun, kamunun hizmetinde olsaydı, mesela su özelleştirilir, parayla alınır-satılır mıydı? Bir özel kâr ve kazanç nesnesine dönüştürülür müydü? Hızını alamayıp bir de su vergisi alınır mıydı?  Siz kimin suyunu ve ne hakla kime satıyorsunuz denmez miydi? Üstüne üstlük alınan vergi bir de suyu satan kapitaliste “teşvik” adı altında hediye edilir miydi? Hangi insan aklı, hangi mantık suyun özelleştirilmesini, bir kâr aracına dönüştürülmesini haklı gösterebilir? Ortada basbayağı bir insanlık ayıbı, bir insanlık suçu yok mu? Bundan büyük ayıp, bundan büyük suç olur mu?

Kuran Neden Evrensel Değildir?

Kuran Neden Evrensel Değildir?

Atalay Girgin*

Dinlerin ‘kutsal’ addedilen kitapları felsefi sorgulamalar karşısında darmadağın olur. Her biri, düşünen, soran, sorgulayan, kavrayan, anlayan,  anlamlandıran ve akıl tutulmasına uğramamış ya da aklını her hangi bir ‘kutsal’ın, dinin ipoteğine vermemiş her insan için birer tenakuz abidesine dönüşür. Hal böyleyken, tüm tenakuzlarına rağmen onların içerdiği bilgilerle dünden bugüne sürekli değişen toplumsal gerçekliğe dair hüküm kurmak ve bu hükümlerle insan ilişkilerini ve toplumsal yaşamı biçimlendirmeye çalışmak abesle iştigal eylemektir.

Bunun birinci nedeni, söz konusu kitapların içerdiği bilgi ve hükümlerin, çoktan nesnesini yitirmiş, zamandan ve mekândan bağımsız kalmış olmasıdır. İkinci nedeni ise, bu metinlerin tarihsel toplumsal nitelikli olaylara dayanmasıdır ki o olaylar da zamanın mührünü yemiştir. Belli bir çağın, hatta daha özelde belli bir yerdeki ve zamandaki toplum ve insan gerçekliğinin değişmeye mahkûm ve çoktan değişmiş olan karakterinin damgasını taşır. Ne denli abartılı bir biçimde genellik ve sözüm ona evrensellik niteliği atfedilmeye çalışılırsa çalışılsın bu değişmez.

Musevilik ve Hıristiyanlık gibi, İslamiyet’in peygamberi ve kutsal kitabı da tarihsel ve toplumsal bir gerçekliktir. İçerisinde doğup geliştiği toplum ve insan gerçekliğinden bağımsız düşünülemez. O toplumun kültürel değerlerinden, insanlarının arzu ve özlemlerinden, dilsel olanaklarından, elbette sınırlılıklarından da bağımsız ele alınamaz. Hz. Muhammed ve Kuran da bundan ari değildir.

Kuran Neden Evrensel Değildir

İşte Hasan Aydın da “Felsefi Antropolojinin Işığında” üst başlığını taşıyan “Hz. MUHAMMED ve KURAN”1 adlı kitabında bu hakikatin altını çiziyor. Aydın’ın, farklı zamanlarda kaleme alınmış yazıların bir araya getirilmesinden oluştuğunu belirttiği kitap Hz. Muhammed ve Kuran’ı felsefenin ve felsefi antropolojinin ışığında oluşum süreci ve tarihsel bağlamında sorguluyor. Biliş, dil, kültür ilişkileri bağlamında ele alıp, Kuran’daki dilin, parçası olduğu kültürle, yaşanan deneyimlerle ilişkisini mantıksal düzeyle birlikte sergiliyor. 

28 Ekim 2014

'Yeni Türkiye'den Sevgilerle...!

“Yeni Türkiye”den sevgilerle..!*

Fikret Başkaya

Kapitalist çağda, yeni olanın, yeniliğin timsali olan her teknik ilerlemenin ve büyük olanın, mutlaka iyi bir şey olduğuna dair köklü bir inanç geçerlidir. “Yeniyse iyidir” şeklinde genel-geçer bir kabul söz konusu. Bir şeyin “yeni” olması, onun gerçekten ne olduğunu, velhasıl o şeye dair şüpheyi ve tartışmayı, soru sormayı bertaraf ediyor. Mesela “yeni Türkiye” dendi mi, o artık mutlaka “iyi”, “güzel”, “arzulanır” bir şeydir. Asla sorun edilmemesi gerekir. Tabii “yeni” iyiyse, “eski” kötüdür ve “yeniye” itiraz etmek, sorun etmek, tartışmaya açmak kötüyü istemektir, gericiliktir... AKP’nin son dönemdeki “yeni Türkiye” söylemi aslında olup-bitene dair tartışmayı önleme, değilse etkisizleştirme amacı taşıyor.

İkincisi, kapitalist çağda sorunların çözümü daima ilerdedir, gelecektedir. Kapitalizm öncesi toplumlarda geçerli geleneksel ideoloji, insanın nihai kurtuluşunun bu dünyada değil, ölümden sonra cennette mümkün olduğunu vâz ediyordu. Ölümden sonra cenneti hak edebilmek de, bazı şeyleri yapmak, bazı şeylerden sakınmakla mümkündü. Esas itibariyle Tanrı adına konuşan egemene itaat edilirse, Cennetin yolunun açık olduğu söyleniyordu... İbn-i Haldun, 6 yüzyıl önce: Halkın dini efendinin dinidirdemişti... Kapitalist modernite  bu söylemde küçük bir değişiklik yaptı : Cennet bu dünyada mümkündür ama ilerdedir, gelecektedir...Şimdinin [hâlin] sıkıntılarına, kötülüklerine katlanmadan geleceğin [âtinin] iyi, güzel, müreffeh, mutlu... toplumuna ulaşılamaz. Bu gün çektiğimiz sıkıntılar, gelecekte sahip olacağımız  iyi, güzel şeyler için ödemek zorunda olduğumuz bedeldir... İşte AKP’nin “Yeni Türkiye” söylemini bu bağlamda ele almak gerekiyor. R. T. Erdoğan boşuna, 2023’ü, 2053’ü, 2071’i işaret etmiyor...

23 Ekim 2014

PANEL: SAVAŞIN SAVURDUKLARI-ROJAVA

Panel: Savaşın Savurdukları-Rojava

02.11.2014 tarihinde Saat: 14:00'da Diyarbakır Makina Mühendisleri Odası'nda "Savaşın Savurdukları-Rojava" panelimize tüm dostları bekleriz.

Ortadoğu’da süregelen bu savaşa karşı, kalemimizle bir duruş göstermek ve yazarlar olarak tanıklığımızı aktaracağımız bir öykü-deneme kitabıyla hem tarihe bir not düşmek hem de toplumun duyarlılığını artırmak isteğimiz; Ortadoğulu ve Avrupalı yazar dostlarımızca da desteklenmiştir. Bugün, sınırlarımızdan evlerimize oradan sokaklarımıza kadar taşan bu kanın durması, özlem duyduğumuz barışın bir an önce gerçekleşmesi için, kırk bir yazar dostumuzla çok önceden başladığımız bu çalışmalarımızı Kırk bir yazarımızla 10.10.2014 tarihinde basına ve kamuoyuna duyurmuştuk. 

2 Kasım'da Diyarbakır'da düzenlenecek olan panel öncesi Urfa'ya sonra savaşın sıçradığı bölgeye giderek sesimizi basın açıklamamızla tekrar duyuracağız. Ayrıca, savaş bitene kadar ülkemizde ve yurtdışında düzenlenecek olan panellerle sesimizi duyurmaya devam edeceğimizi belirtmek isteriz.
Çalışmayı Yürütenler: Tekgül Arı, Arzu Demir, İbrahim Genç

BİLDİRİ: BASINA ve KAMUOYUNA


BİLDİRİ: BASINA ve KAMUOYUNA

Susmak, akan kana ortak olmaktır.
İnsanlık, dün olduğu gibi bugün de, zamanın, insan eliyle yaratılmış karanlık koridorlarında ilerliyor. 



Giderek yayılan savaşların, inanılmaz boyutlara ulaşan şiddetin içinde, her gün ölümden daha kötü şeylerle tanışarak, insan kalmaya çalışıyoruz. 

Düşünce evrenimizin, mahremiyetimizin, evrensel insani değerlerimizin fütursuzca saldırıya uğradığı, egemenlerin çıkarları doğrultusunda çizilen sınırlar içindeki yaşam, artık katlanılmaz bir hal alırken; ırk, din, dil, cinsiyet ayırımı yapılmaksızın insan soy ve varlığını sürdürmek ereği, ne yazık ki yalnızca kâğıtlara yazılı ilkeler olarak kalmıştır. 
Bu nedenle, bugün Rojava’da akan kan yalnızca Kürtlerin değil bütün bir insanlığın kanıdır. Ayaklar altına alınan, tüm halkların, din, inanç ve kültürlerin birlikte yarattığı ortak insani değerlerdir. Orada verilen mücadele de insanın yaşama hakkını, onur ve haysiyetini koruma mücadelesidir.

Savaşın gelip dayandığı Şengal ve Rojava bölgelerinin, binyıllardır birlikte yaşamış halklarının, dinlerinin ve özgürlüğe olan inançlarının hedef alınarak hunharca katledilişinin, IŞİD gibi İslam adını almış fakat İslam’ın en elzem ilkelerini bile çiğneyip, katlederek, tecavüz ederek, yağmalayarak ilerleyen bir örgüte ihale edilmesinin tesadüf olmadığı açıktır. 

Gösterilmeye çalışıldığı gibi bağımsız bir hareket ya da gönüllü bir şeriat istemcisi değil, egemenlerin uzun menzilli terör örgütü olan IŞİD’in yürüttüğü bu kirli savaşa, başta çocuklar olmak üzere, kadınların ve erkeklerin katledilmesine, onurlarının ayaklar altına alınarak topraklarını terk etmek zorunda bırakılmasına izin verilemez. Başta Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmak üzere, bölgedeki diğer güçlerin ve Birleşmiş Milletlerin de buna destek vermesi veya bunu görmezden gelmesi kabul edilemez. Böyle bir durum içinde susmak, zulme ortak olmaktır. 

Biz, bu vahşet ve barbarlığın bir an önce sona ermesini isteyen yazarlar, bu kirli savaşın yürütücüsü tüm bölgesel ve uluslararası güçleri kınıyor, son birkaç gündür Kobane’nin yürekleri yakan acısıyla evlerimizin içine kadar sıçrayan bu kana karşı tüm halkların sağduyulu ve barışı kucaklayarak, tüm insanlığı Rojava’da, ülkemizde ve dünyada barışın hüküm sürdüğü, özgür ve demokratik bir yaşamı hep birlikte savunmaya çağırıyoruz. 10.10.2014
Tekgül Arı, Arzu Demir, İbrahim Genç
Ece Temelkuran, Akif Kurtuluş, Gabriel Binder(Avusturya)
Yasemin Yazıcı, Pelin Batu, Müge İplikçi
Hans Zengeler (Almanya), Nina George (Almanya), Ayşegül Çelik
Gönül Kıvılcım, Aysel Sağır, Şeyhmus Diken
İmre Török-(Almanya), Fırat Cewerî, Pelin Buzluk
Hasibe Ayten, Süreyya Köle, Şenay Eroğlu Aksoy
Yıldız Çakar, Ayşe Akaltun, Ayten Kaya Görgün
Aysun Kara, Atalay Girgin, Nevzat Süer Sezgin
Yavuz Ekinci, Helim Yusiv, Dilawer Zeraq
Loqman Asihy, Ehmed Huseyni, Ava Shin(İran)
Qubady Jalyzada (Irak), Hande Baba, Peter Prange (Almanya)
Arif Toprak, Aydın Çubukçu, Kiyoshi Nakagawa(Japon)
Yalçın Bürkev, Barbara-Marie Muntd (Almanya)

08 Ekim 2014

Okul Mücadele Alanıdır

Okul Mücadele Alanıdır

Sorun doğru kavranmadığı ya da sorular yanlış sorulduğu sürece ne yanıtlar doğru olur ne de ileri sürülen çözüm önerileri… 
Buradan hareketle, birkaç tespiti kısaca sıralamak gerek: Kapitalizmin değişen gerçekliği içinde, onun siyasal ve yasal bilinç sınırlarını aşmayan eğitim arayışları, anlayışları ve yöntemleri çözüm değildir. Keza tekil alanlar düzeyinde (örneğin, yerel yönetim, eğitim, ekonomi, vd. alanlarda) dile getirilen ve kısmen uygulama aşamasına taşınan, taşınmak istenen girişimler de sonuçsuz kalmaya mahkumdur. En iyi ihtimalle bu arayış ve girişimler kısa süreli parlayıp sönen deneyimler olmaktan öte geçemez. Aksine bu tür yaklaşımlar, kapitalist sömürü ve tahakküm düzenine muhalif (devrimci, sosyalist, komünist, vd.) kesimlerin sorunun yanıtını, belki de çaresizlik içinde, yanlış yerlerde aramasının bir ifadesidir. Çünkü sorun, yalnızca lafzi ve kitabi boyutta değil, kelimenin neliği ve gerçekliği anlamında kapitalizme karşı top yekûn bir sınıfsal ve toplumsal mücadele sorunudur.
Genel olarak eğitim ve özel olarak okul ise söz konusu mücadelenin tekil alanlarından yalnızca birisidir. Sınıfsal ve toplumsal düzeydeki bir mücadeleyle kuşatılıp beslenmediği sürece etkisi cılız ve geçici olmaktan öte gidemeyecek, bir alan… 
Yazının Devamı: http://birgun.net/news/view/okul-mucadele-alanidir/6850
Yazının eksiksiz tam hali : http://ogretmeninfelsefesi.blogspot.com.tr

25 Ağustos 2014

BİLDİRİ... Ceyda Karan ve Amberin Zaman İçin... BİLDİRİ...

Ceyda Karan ve Amberin Zaman’a Yapılanlara Karşı
BİLDİRİ
Özgür düşünceye düşmanlığın vardığı yer...

AKP iktidarı son bir kaç yılda muhalif olan, aykırı düşünen herkesi katli vacip düşman ilan ediyor. Düşmanların başında da basın etiğine saygılı ve o saygının gereğini yapan az sayıdaki gazeteci geliyor. Hiç bir iktidar muhalefetten, eleştiriden ve aykırı düşünceden hoşlanmaz ama katlanmak da zorundadır. AKP iktidarı medyayı bütünüyle medya olmaktan çıkardı. Artık bir kaç sınırlı istisna dışında ne gazeteler gazeteye benziyor; ne de televizyonlar televizyona benziyor.

Türkiye’de medya her zamanlı sorunluydu, performansı tartışmalıydı ama hiç bir zaman bu ölçüde rezil ve kepaze olmadı, yerlerde sürünmedi... Artık toplum tam bir yalan, tahrifat ve tezvîrât makinasıyla karşı karşıya... Gazete ve televizyonlarda sadece iktidar şakşakçıları barınabiliyor. Eğer öyleyse bunca gazeteye ve televizyona ne gerek var? Gazeteler, radyo ve televizyonlar sessiz çoğunluğun sesi ve vicdanı olmadıkları zaman, varlık nedenleri ortadan kalkar.  Şu anda Türkiye’de durum öyle ve “doğru haber” alma imkânı bütünüyle ortadan kalkmış bulunuyor.

 Oysa, bilgilendirmek, haberdar etmek, basın için bir özgürlük değil, bir görevdir. Zira insanların doğru haber alma, doğru bilgilendirilme hakları ve ihtiyaçları vardır.  Unutmamak gerekir ki, ifade [düşünce] özgürlüğü tüm özgürlüklerin anasıdır ve düşünce özgürlüğünün, basın özgürlüğünün olmadığı yerde başka özgürlüklerden söz etmek abestir. Basın özgürlüğüne sahip çıkmak da sadece gazetecileri angaje eden bir şey değildir. Orada söz konusu olan hepimizin haysiyeti ve geleceğidir...

Başbakan’ın, yandaşlarının, AKP tetikçilerinin hedefindeki son iki gazeteci, Amberin Zaman ve Ceyda Karan oldu. Bu iki değerli kadın gazetecimiz, sadece doğru bildiklerini söyledikleri, yapmaları gerekeni yaptıkları halde, utanç verici bir karalama ve linç kampanyasının hedefi oldular.  Eğer “özgürlük başkasının özgürlüğüyse” ki, öyledir. Bu değerli insanlara yapılan hakaret, hepimize yapılmış demektir. Ve böyle bir durum karşısında sessiz ve tepkisiz kalmak, haysiyet sahibi insanlara yakışan bir şey değildir. Biz, aşağıda imzası bulunanlar, Ceyda Karan ve Amberin Zaman’a yapılan bu çirkin saldırıyı şiddetle kınıyoruz, protesto ediyoruz ve kendileriyle dayanışma içinde olduğumuzu, yalnız olmadıklarını kamuoyuna ilan ediyoruz.


---------------------------------------------------------------
Fikret Başkaya
İsmail Beşikçi
Baskın Oran
Doğan Özgüden
İnci Tuğsavul
Sait Çetinoğlu
Ali Nesin
Şanar Yurdatapan
İbrahim Seven
Attila Tuygan
Muzaffer Erdoğdu
Nalan Temeltaş
Sennur Baybuğa
Cennet Bilek
Pınar Ömeroğlu
Gül Gökbulut
Nivart Bakırcıoğlu
Ramazan Gezgin
Mehmet Özer
Mahmut Konuk
Sabahattin Şerif Meşe
Serdar Koçman
Murad Mıhçı
Haldun Açıksözlü
Osman Özarslan
Celal İnal
Oktay Etiman
Yalçın Ergündoğan
Haldun Açıksözlü
Erkan Metin
Atilla Dirim
Necati Abay
Raffi Hermon Araks
Eflan Topaloğlu
Ömer Asan
Mehmet Uluışık
Cemil Aksu
Kenan Yenice
Adnan Genç
Şiar Rişvanoğlu
Serkan Engin
Nadya Uygun
Bülent Atamer
Bülent Tekin
Ceyhan Çakır Süvari
Atalay Girgin


20 Temmuz 2014

Filistin! Filistin

Filistin veya neden söz ettiğini bilmek!

Fikret Başkaya

Siyonist İsrail Devleti, belirli aralıklarla Filistin’e saldırıyor. (Son beş yılda bu üçüncü). Saldırmak için her seferinde bir bahane uyduruyor. Çocukları, kadınları, yaşlıları, sivilleri vahşice katlediyor. Masum insanların üzerine bomba yağdırıyor, evleri, okulları, hastaneleri, kamu binalarını yerle bir ediyor, istediği kadar insana işkence uyguluyor, istediği kadarını hapse atıyor, halkı susuz, aç ve ilaçsız bırakıyor, dış dünya ile bağını kesiyor... Bu durum sürekli tekrarlanıyor ve “uluslararası toplum”, denilenin bu insanlık vahşetini uzaktan seyrettiğinden “şikayet” ediliyor... Aslında bu durumun nüanse edilmesi gerekir. Veya iki şey : Birincisi, “uluslararası toplum” dedikleri ABD, Avrupa, biraz da Japonya’dan ibarettir. Dolayısıyla “Uluslararası Topluma” Asya, Afrika, Latin Amerika halkları dahil değildir; ve ikincisi, İsrail’in saldırılarının arkasında, kollektif  emperyalizm denilen üçlü,  ABD, AB, Japonya, bulunuyor. Bu üçlüye Kanada ve Avusturalya’nın da dahil olduğunu söyleyebiliriz... Durum böyleyken, “barıştan”, “çözümden”, “istikrardan”, vb. söz etmek sorunludur. Ya da şeyleri hangi zemin üzerinde tartıştığını bilmek önemlidir.  Tabii, “uluslararası toplum” denilenin de durumdan “üzüntü duyduğu”, “kınadığı” da oluyor ama bunun reel bir karşılığı olması mümkün değildir.

08 Temmuz 2014

Üretmek, Tüketmek, Yok Etmek!

Üretmek, tüketmek, yok etmek!

Fikret Başkaya


Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.  

... İSYAN GELENEĞİ ...

KÖLE İSYANLARINDAN İŞÇİ SINIFI BAŞKALDIRILARINA
BATI DÜNYASINDA İSYAN GELENEĞİNE DAİR KISA NOT*

FİKRET BAŞKAYA


Gezegenin tarihi bir kaç milyar yıl, gezegende canlı yaşamın varlığı milyonlarca yıl, bilen-yapan-eden insan anlamında (homo sapiens) insan soyunun tarihi de yaklaşık 50-60 bin yıl kadar gerilere gidiyor. Neolitik Devrim de denilen insanların yerleşik hayata geçip tarımı keşfetmelerinden bu yana da yaklaşık 11500 yıl geçtiği biliniyor. İnsanlık tarihinin uzunca bir döneminde toplum, bu günkü gibi sınıflara ayrılmış değildi. Devlet ortada yoktu. İnsan toplumları, uzunca bir dönem mülkiyet kavramından habersiz yaşadı. Oldukça uzun bir zaman diliminde temel yaşam ilkesini; paylaşma, bölüşme, dayanışma, yardımlaşma oluşturdu. Başka türlü ifade edersek, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplumsal düzen geçerliydi. Emek üretkenliğinin artması, alet-edevat ve beceri yeteneğinin gelişmesi, bir insanın kendi ihtiyacından daha fazlasını üretmesine imkân verdiği dönemden sonra, mülkiyetin ve devletin ortaya çıktığı biliniyor. Çelişik olarak teknolojik ilerleme, yaşamı kolaylaştırmanın hizmetine sunulması gerekirken, insanları köleleştirmenin bir aracı da oldu. Dolayısıyla, her teknik gelişme insan refahını artırması gerekirken, insanları daha çok sömürmenin, baskı altına almanın, köleleştirmenin hizmetine sunuldu.

Toplumun ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yoksul ve zengin, köle ve efendi, zâlim ve mazlum... olarak ikiye bölünmesiyle birlikte, toplum içi ve topluluklar arası çatışmalar da “olağanlaştı”, “sıradanlaştı”. Artık o aşamadan sonra insan toplumları farklı yoğunluklarda olsa da açık veya örtülü bir çatışma ortamında yaşayacaktı... Aslında ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin geçerli olduğu yerde, saldırı-karşı saldırı diyalektiği de kaçınılmazdır. Netice itibariyle baskının olduğu yerde baskıya, sömürünün olduğu yerde sömürüye (ki ekseri bu ikisi bir bütünlük olarak tezahür eder) karşı mücadele eşyanın tabiatı gereğidir. Baskının yoğunluğu arttıkça baskıya maruz kalanların tepkisi de doğal olarak büyür. Bu yüzden boşuna “Bu güne kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” denmemiştir. “Özgür yurttaş ile köle, patrisiyen ile pleb, baron ile serf, lonca ustası ile kalfa, sözün kısası ezen ile ezilen sürekli karşı karşıya gelmiş, her seferinde ya toplumun devrimci bir dönüşüme uğramasıyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla sonuçlanan, kimi zaman gizliden gizliye, kimi zaman açıktan açığa ama dur durak bilmeyen bir mücadele içinde olunmuştur.

17 Mayıs 2014

Soma Katliamının Faili Kim?

Bu katliamın faili kim?

Fikret Başkaya

Manisa’nın  Soma ilçesinde, bir özel şirkete devredilen maden ocağında iki gün önce meydana gelen “kazada”, şu an itibariyle 282 kişinin öldüğü, 80 kadarının yaralandığı bildiriliyordu.  Ve yeraltında kalanların sayısı bilinmiyormuş... Yerin altında kalanların sayısının bile bilinmemesi, bunun ne büyük bir kepazelik, ne büyük ayıp, ne büyük bir skandal, ne büyük aymazlık ve utanmazlık  olduğunu göstermiyor mu?  Böyle bir olaya “kaza” deyip geçiştirebilir misiniz? Bu “olayı”, kaza, facia, cinayet ... gibi kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Böyle bir şey,  işin kolayına kaçmak üstünden atlamaktır. Bu düpedüz bir katliamdır. Zira kaza, cana, mala ve çevreye zarar veren, beklenmedik, şüpheli durumları ifade etmek için kullanılır. Kaza tüm önlemleri en üst düzeyde alınmasına rağmen istisnaî olarak ortaya çıkana denir. Cinayet, bir veya bir kaç kişinin taammüden öldürülmesidir. Oysa, ortada tamı tamına bir katliam var. O halde bu katliam neden ve nasıl yaşandı?

Madenler kamuya/topluma aittir, dolayısıyla kamuya ait olması, kamu tarafından yönetilmesi ve kullanılması, özel mülkiyet, özel kâr ve kazanç konusu yapılmaması gerekir. Bu yüzden, herkese ait olan, herkesin ortak kullanımına sunulması/kolektif olarak sahiplenilmesi ve kullanılması gereken bir doğal varlığın, birileri tarafından, tekil şahıslar, kapitalist şirketler tarafından sahiplenilmesi, kullanılması, yönetilmesi, yağmalanması, özel kâr ve kazanç aracına dönüştürülmesi, kabul edilebilir değildir. Bu, topluma ait olanın özel çıkarlar için, kapitalistler tarafından çalınması, el konulması, gasp edilmesi demeye gelir. Dolayısıyla itiraza bu ‘ortak varlığın’ özelleştirilmesine karşı çıkarak başlamak gerekir. Asıl yanlışı ve haksızlığı teşhir ederek başlamak gerekir... Yoksa bu katliam, bu skandal “ölenlere Allahtan rahmet, yakınlarına sabır dilemekle, Cuma namazında hutbe okutmakla, bayrakları yarıya indirmekle, hamasî nutuklar atmakla. vb. ” geçiştirilecek cinsten değildir. Bu aymazlığa son verilmedikçe, bu sefil duruma itiraz edilmedikçe, “asıl sorumlular” hedef tahtasına oturtulmadıkça, daha büyük katliamlar neden şaşırtıcı olsun?    

Özel sektöre, özel çıkara terkedilmiş madenlerde katliamların istisna değil kural olması kaçınılmazdır. Zira kapitalist şirketin yegane amacı kâr etmek, her seferinde daha çok kâr etmektir. Daha çok kâr etmenin yolu da maliyetleri düşürmekten geçer. Ve en büyük maliyet unsurlarından biri işçi ücretleridir. Ücret ne kadar küçükse kâr da o kadar büyüktür. İkincisi, diğer her türlü maliyet unsurunu küçültmekten geçer. Madenlerde bunların en önemlilerinden biri güvenlikle ilgili  harcamalardır. Zira hiç bir üretim etkinliği, madenler kadar risk içermez... O halde güvelik harcaması ne kadar küçükse, kâr da o kadar büyüktür... Kapitalist başka türlü yapmaz, yapamaz. Kapitalistin gözünde insan diğer üretim unsurları gibi bir şeydir. Çalıştırdığı işçiyi insan olarak görmez, zira onun gözünde insan (işçi) üretim unsurlarından sadece biridir. İşte ara-malı, hammadde, makina gibi bir şeydir... Kârı artırmanın üçüncü yolu çalışma yoğunluğunu artırmaktır. Başka türlü ifade edersek, daha az işçiyle daha çok ve daha çabuk üretmektir... Nitekim maden ocağından bir vardiya çıkmadan, ocak tahliye edilmeden ikinci vardiyanın sokulması, tam da söylediğime canlı bir örnektir...

Böylesi bir mantığın geçerli olduğu yerde, kapitalist patronu iş güvenliği konusunda zorlayacak olan yegane güç devlettir. Lâkin kapitalist devlet, şimdilerde “neoliberal devlet”, kapitalistlere sınırlama getirmeye asla yanaşmaz. Ama sınırlıyormuş gibi yapar ve insanlar da ona inanır veya inanmış görünür... Siz hem kârı, özel kazancı, bireysel zenginleşmeyi kutsayacaksınız ve hem de onu sınırlayamaya yelteneceksiniz, bu mümkün değildir. Zaten neoliberal küreselleşme çağında devletin yegane varlık nedeni, zenginlerin zenginliğini artırmaktır, her yolu deneyerek, tüm imkânları seferber ederek onların önünü açmaktır. Onun için kiminle çuvala girdiğini bilmek önemlidir... Dolayısıyla bu katliamın birinci sorumlusu, sadece işveren değildir, onun bu hoyratlığa teşvik eden, yangına körükle giden devlet ve onun temsilcisi hükümettir. Çalışma bakanıdır, İktidar partisidir, iktidar partisini uyarmakta başarısız olan muhalefet partileridir ve bir bütün olarak “milli iradenin” timsâli olarak sunulan TBMM’dir, yani parlamentodur. Özelleştirmeleri marifet sayanların, taşeron işçi çalıştırmaya yol açanların ve itiraz etmeyenlerin tamamıdır. “Taşeron işçi” kavramının bizzat kendisi bir utanç unsuru değil mi? Tabii utanmak için önce utanabilir durumda olmak gerekir... Ve maalesef “iş bitiricilik” ahlâksızlığının geçerli olduğu bir toplumda artık utanmaya/arlanmaya da yer yoktur...

Başta Türk-İş olmak üzere sendikalar özelleştirmeler  konusunda olsun (nitekim Türk-İş’e bağlı Çelik-İş Sendikası, Özelleştirme İdaresinden Karabük Demir Çelik İşletmesini satın alıp işletmecisi olmuştu...) iş yaşamının taşeronlaştırılması konusunda olsun, kıllarını kıpırdatmadılar? Elbette istisnalar vardı ama sonuçta istisna idiler ve şeylerin gidişatı üzerinde etkili olmaları mümkün olmadı... Bu saldırı karşısında devletin ve sermayenin tarafında saf tutup, varlık nedenlerine ve misyonlarına ihanet eden sendikacılar taifesinin bu katliamda sorumluluk payı büyüktür. Bu ülkede sendika bürokratları kendi iktidarları dışında, hayatî iş güvenliği ve güvencesi sorunu da dahil olmak üzere, hiç bir sosyal-politik sorunla gerektiği gibi ilgilenmediler, ilgilenmiyorlar. Aslında Türkiye’de sendikalar, baştan itibaren ve genel bir çerçevede devletin ve büyük sermayenin hizmetinde oldular. Devlete ve sermaye sınıfına işçilerden daha yakındırlar... Yani karşı taraftalar, bulunmaları gereken yerde değiller. Dolayısıyla bu katliamın ikinci derecede sorumlusu, sendikalardır. Artık bu fosilleşmiş örgütlerin ne menem şeyler olduğunu sorgulamanın, bunları teşhir etmenin ve pabuçlarını dama atmanın zamanı çoktan gelmiş olmalıdır. Toplum öyle bir ikiyüzlülük, umursamazlık ve aymazlık girdabına sokulmuş durumda ki, maalesef hiç bir sorun gerektiği gibi ele alınamıyor lâyıkıyla tartışılamıyor

Katliamda elbette devlet/sermaye medyasının vebali de çok büyüktür. Hiç bir zaman çalışanların kaderine ilgi duymadılar, iş yaşamında olup bitenleri sorun etmediler. Zenginliğin asıl yaratıcı olan işçi sınıfını yok saydılar. Şeylerin gerçeğine dair toplumu bilgilendirmediler. Tuhaf bir “basın özgürlüğü” anlayışına sahip oldular. Oysa, Viktor Dedaj’ın da ifade ettiği gibi “Basın için haber verme, bir özgürlük değil, fakat bir görevdir. Basın özgürlüğünün sınırının başladığı yer de, tam da benim gerçek habere ulaşma hakkımın başladığı yerdir”. Bizde medya oldum olası varsılların başarı öyküleriyle ilgilendi ilgileniyor. Lâkin, zenginlerin nasıl zengin olduğunu asla sorun etmiyor. İşçilerin çalışma koşullarının skandal bir hâl almasından toplumu haberdar etmiyor, bilgilendirmiyor, misyonunun gereğini yapmıyor, varlık nedenine yabancılaşmış durumda... Hiç bir zaman “Sessiz çoğunluğun” sesi olmadı... Şimdilerde Türkiye’de medyanın içine sürüklendiği kepazeliği ifade etmeye artık kelimeler kifayet edemez durumda...

“Her zaman toplumun bir kaç adım önünde...” olduğu söylenen akademi de, bu katliamla ilgili davanın sanıkları arasında yer almalıdır. Zira üniversite denilen kurumlar, bilimden başka her şeyle ilgililer, toplumsal sorunlara külliyen yabancılaşmış durumdalar. Devlete ve sermayeye bilirkişi, iktidara “âkil adam” olmanın ötesine geçemiyorlar. Devletin ve sermayenin hizmetindeler ve gerçek anlamada bilimsel faaliyete külliyen yabancılaşmış durumdalar. Elbette orada da istisnalar var ama malum, “istisnalar kiralı doğrulamak içindir” denmiştir... Zaten şimdilerde bizzat  kapısında üniversite yazan kurumlar da artık sermayeye dönüşüyor, tuhaf birer kapitalist işletme haline geliyorlar... Toplumun sorunlarına bu ölçüde yabancılaşmış bir üniversite, bir akademi olur mu?

Bu vesileyle bir anektod nakletmeme izin verilsin: “ Devlet üniversitesinde hoca olduğum yıllarda “ Sosyal Politika” diye bir ders de veriyordum. 12 Eylül’den sonra “sosyal” kelimesi her halde rejim için “kötü şeyler” ima ettiği için olacak, dersin adı değiştirildi, “çalışma ekonomisi”, “endüstriyel İlişkiler”, vb. oldu... Ücretleri anlattığım bir dersin sonunda öğrencilerden biri bir soru sordu. Doğru hatırlıyorsam soru şöyleydi: “ Hocam siz sosyalist bir insansınız, sosyalist bir düzen kurulduğunda en yüksek ücretin kime verilmesini isterdiniz?  Bu soruya verdiğim cevap şöyleydi: “ Elbette o günkü somut koşulların nasıl olacağını önceden kestirmek mümkün değildir ama doğrusu öyle bir yetkim olsaydı, en yüksek ücretin maden işçilerine, bir de çöpçülere verilmesinden yana olurdum”... Ve sınıf ayağa kalkmıştı... Efendim nasıl olur, siz o kadar tahsil yapın, üniversiteyi bitirin, doktora yapın, işte doçent olun, çöpçüden ve maden işçisinden daha düşük ücret alın...” Ben de “benim o okullarda nasıl okuduğumu, o unvanları  nasıl kazandığımı sanıyorsunuz? Ben bu durumumu onlara borçluyum, onların emeğinin ürünü olan sayesinde bu durumdayım” şeklinde söylediklerim salonu bir nebze sakinleştirmişti... O zaman bir şeyin daha farkına vardım: Okullarda verilen eğitim eğitilenlerde, diplomalılarda, “farklı oldukları” bilincini yerleştirecek şekilde kurgulanıyor. Ve okuldan çıkanlar şöyle düşünüyor: “Eğer farklı isem, farklı yaşamaya, otorite kullanmaya, ayrıcalıklı bir  statüye sahip olmaya da hakkım vardır...”! Aslında bu durum her şeyde çelişkinin mündemiç olduğunu bir defa daha gösteriyor. Eğitimden geçenler içinde çıktıkları sınıfa, çevreye yabancılaşıyor...


Soma katliamıyla ilgili olarak da her zaman yapılan yapılıyor ve yapılacaktır. Ve öncekiler gibi unutulup gidecektir. Oysa unutulmaması, unutturulmaması gerekiyor. Onun için de eskisi gibi yapmamak, işin gereği ne ise onu yapmak gerekiyor ve aslında ne yapılması gerektiği de bir sır değil: Daha geç olmadan insanlığı kapitalizm belasından kurtarmak için ayağa kalkmak. Bu yönde tutarlı bir mücadele yürütmek, gezegeni korumak, gezegende canlı yaşamı güvence altına almak, velhasıl “başka bir dünya” kurmak...