12 Mart 2013

Emperyalist Savaşları Anlama Kılavuzu


Emperyalist Savaşları Anlama Kılavuzu
                                            
                                              Fikret Başkaya

Politika, kan dökülmeden yapılan savaştır. Savaş da, kan dökülerek yapılan politikadır”
                                                                                   Mao Zedoung

Fransız devlet ve siyaset adamı Georges Clemenceau [1841-1929], “En çok yalan, seçimlerden önce, savaş esnasında ve avdan sonra söylenir” demişti. Öyle görünüyor ki, son dönemin savaşlarında asıl yalan savaş esnasında değil, savaş öncesinde söyleniyor. Savaşlara medyatik yalanlar öncelik ediyor. Elbette yalan sadece medyanın marifeti değil. Yalanlar önce “bilim yuvası” denilen üniversitelerde, prestiji ve ünü büyük “düşünce” kuruluşlarında, think-tank’larda peydahlanıyor ve medya nöbeti devraldığında yalan “gerçek” oluyor... Her zaman olduğu gibi, şimdilerde de “barış” ve “istikrardan” çok söz ediliyorsa da, reel durum retorikten farklı, içinde bulunduğumuz durum tam da George Orwell’in “savaş barıştır” sözünü hatırlatıyor. Velhasıl, bu günün dünyası yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinde duruyor.

Kristof Kolomb’un macerasıyla dünyanın manzarası köklü bir değişime uğradı. Kapitalizmin hakim üretim tarzı haline gelmesiyle dünya, çevre-merkez şeklinde kutuplaştı. Kolonyalizm ve emperyalizm sayesinde dünyanın geri kalanının zenginliğine az sayıda kapitalist/kolonyalist/emperyalist Batılı devletin el koyması mümkün hale geldi. Dolayısıyla emperyalist/kolonyalist Batı’nın [ki, uygar dünya diyorlar] zenginliği ve refahı, dünyanın üç kıtasının [Asya, Afrika, Latin Amerika] sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Birinci emperyalistler arası savaş [1914-1918] arefesinde yeryüzünün %84,4’ü az sayıda kolonyalist/emperyalist ülkenin ya doğrudan kolonisi [sömürgesi], ya da nüfûz bölgesi [yarı-sömürgesi] durumuna indirgenmişti. Söz konusu kapitalist/kolonyalist/emperyalist dünya sisteminden ilk kopuş 1917’de Sovyet devrimiyle gerçekleşti. Emperyalist ülkeler koalisyonu devrimi boğmak üzere harekete geçti ama başaramadılar. Söz konusu yapıda ikinci önemli kopuş denemesi, ikinci emperyalistler arası savaş [1939–1945] sonrasında sömürge halklarının, anti-kolonyalist ulusal kurtuluş mücadelesi sonucu ulus devletlerin ortaya çıkmasıydı. Eğer yeni bağmsızlığa kavuşan ülkeler, gerçek bir kopuşu gerçelekştirip, bağımlılık ve sömürü  zincirini kırmayı başarsalardı [kapitalizmden başka bir şey yapabilselerdi],  bu emperyalist sistemin sonu olurdu. Böylece, yeryüzünün lânetlileri yaklaşık 450 yıldır uzak tutuldukları sofraya dahil olabilirlerdi...

Lâkin bağımsızlıklar ekseri radikal kopuşlar değildi. Gerçek kopuşlar değildi. Bağımsızlık hareketlerine önderlik edenler, kapitalist dünya sistemi dahilinde kalarak, kalkınabilecekleri, sanayileşebilecekleri, dünyanın zenginliğine ortak olabilecekleri yanılsamasıyla malûldüler. Bu durum başta tartışmasız hegemonik güç olan ABD olmak üzere, emperyalist kampın işini kolaylaşırdı. Söz konusu ülkelerin kendi ayakları üzerinde durabilen aktörler olarak ulusararası arenada yer almalarını engellemek üzere ikili bir saldırı, yıpratma, zayıflatma, çökertme stratejisi izlendi. Birincisi: Askeri darbeler, savaşlar, siyasi cinayetler, komplolar, etnik/din/mezhep temelli kışkırtmalar ve çatışmalar, genç devletlerin kendi ayakları üzerinde durmalarını problemli hale getirdi. Bazılarına birden fazla olmak üzere 50 kadar ülkeye müdahale edildi, darbeler peydahlandı, savaş açıldı; İkincisi: IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist finans kurumları vasıtasıyla, söz konusu ülkelere “yapısal uyum” veya “istikrar” proğramlarının  dayatılmasıydı... Aslında söz konusu olan emperyalizme “uyumlanmaktan”, “istikrarsızlaşmaktan” başka bir şey değildi. Ve bu ikili saldırı sonucu söz konusu ülkelerin büyük çoğunluğu komprador rejimlere dönüştüler... Ve 1989-1990’da Sovyet sisteminin de çökmesiyle, emperyalist bloka kaybettiği mevzileri geri alma yolu yeniden açılmış oluyordu... Artık ABD önderliğindeki kollektif emperyalizmin [ ABD, AB, Japonya] eli güçlenmişti. Bu durum, hegemonik güç olan ABD’nin dünyayı militarize etme emellerine uygun bir zemin yaratmıştı.

Sovyet sisteminin çöküşüyle ABD düşmansız kalmıştı. Oysa hegemonik bir güç düşmansız mümkün değildir... Bir bocalama döneminin ardından dünyaya tek başına şekil vermek üzere harekete geçecekti ama önce “uygun bir hareket alanı” oluşturmak, “zemini hazırlamak”  gerekiyordu. Bu amaçla bir dizi ideolojik manipülasyona girişildi. Samuel P. Huntington tarafından “medeniyetler çatışması” tezi ortaya atıldı [Aslında bu tezin asıl mucidi Bernard Lewis’dir]. Oysa medeniyetler çatışması diye bir şey mümkün değildir. Zira, çatışan çıkarlardır, son tahlilde mesele sınıfsaldır...] Onu İslami terör söylemi izledi ama, “islam terörü” denileni peydahlayan da ABD’nin kendisiydi...

Eperyalizmin jeostratejik, jeopolitik, ekonomik çıkarları, reel ve muhtemel rakiplerin engellenmesini, başta Çin olmak üzere “yükselen ülkeler” denilenlerin durdurulmasını gerektiriyordu. Amaç rakiplerin enerji kaynaklara, stratejik madenlere, biyolojik çeşitliliğe ortak olmasını engellemek, değilse zorlaştırmak, bunlar üzerindeki emperyalist tekeli korumaktı. Ve bir sürü uyduruk savaş gerekçeleri üretildi: “Ulus-devlet döneminin artık gerilerde kaldığı, haydut devletlerin [failed states-rogue states] ]  barışı ve istikrarı tehlikeye attığı, işte islâmi terör, kitle imha silahlarına, kimyasal silahlara sahip olma, halkı katletme, jenosit riski, terörü destekleme, demokrasi ve insan hakları zaafı, söz konusu ülkenin bir diktatör tarafından yönetiliyor olması vb...

Rejimi değiştirmek [regime change] üzere savaş açılıyor ama asıl amaç rejimi değiştirmek değil, devleti çökertmek, ülkeyi parçalamaktır. Bu amaçla ve öncelikle 1648 Westfalya Barışı’ndan beri geçerli uluslararası hukuk ilkelerinin aşılması, teamüllerin yok sayılması gerekiyordu. Bilindiği gibi, Avrupa’da 30 yıl savaşlarının ardından imzalanan Westfalya Barış Antlaşmasıyla [1648], devletler arası ilişkileri düzenleyen bir dizi önemli hukuk ilkesi kabül edilmişti: 1. “Ulus devletin mutlak egemenliği [sauveraineté absolue] ve kendi kaderini belirleme hakkı; 2. Büyük-küçük, güçlü-zayıf, fakir-zengin ayrımı yapmadan tüm ulus-devletlerin hukukî eşitliği; 3. Antlaşmalara saygılı olma ve zorlayıcı bir uluslararası hukukun geliştirilmesi; 4. Başka ülkerin içişlerine karışmama ilkesi. Bu konudaki mevzuat, izleyen dönemde, özellikle de İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulmasıyla daha da ‘olgunlaşmıştı...’ 

ABD’nin rejim değiştirme adı altında savaşlar açabilmesi için “başka devletlerin içişlerine karışmama” ilkesinin aşılması, ulusal egemenlik hakkının yok sayılması, geçerli uluslararası hukuk sisteminin by-pass edilmesi, teamüllerin çiğnenmesi gerekiyordu. Ve bu amaçla “insâni müdahale” ve “koruma sorumluluğu” tezleri geliştirildi... Bu, başka bir ülkenin “içişlerine karışma” yolunun açılması demekti... Fransa’da faşizme karşı direnişin ardından, dirennme hakkı uluslarası/devletlerarası mevzuata bir hak olarak dahil edilmişti. Direnme bir hak sayılır olmuştu. ABD bu hakkı da yok sayıp, onun yerine çatışmaları görüşmeler yoluyla çözme, [conflict resolution] “ kuralını” ikâme etti... Bir de tabii terörün uluslararası hukukta bir tanımının yapılmamış olması işi iyice kolaylaştırıyordu... Böylece bir halkın direnme hakkı rahatlıkla terör sayılabilir hale geldi.

Bu aşamadan sonra çökertilmek istenen hedef ülkeye savaş açmak artık iyice kolaylaşmış oluyordu. Önce çökertilmek istenen devlet içinde etnik, mezhep kökenli çatışmalar  körükleniyor, ülke istikrarsızlaştırılıyor ve bu “istikarsız” durumun ABD ve bir bütün olarak “uygar dünya” için, ve tabii “dünya barışı” için bir tehdit oluşturduğu, “uluslararası toplumun” bu duruma seyirci kalamayacağı söylemi medya tarafından pofpoflanıp, sürekli gündemde tutuluyor. Aslında “uluslararası toplum” denilenin kollektif emperyalizmden  [ABD, AB, Japonya] başkası olmadığının bilinmesi gerekir... Asya, Afrika, Latin Amerika’daki onca ülkeden hiçbiri “uluslararası toplum” denilene dahil değildir! Başka türlü söylersek, “uluslarası toplum“ NATO’cu emperyalist kamptan ibarettir.

Aslında savaşlarının gerçek nedenini gizlemek her zaman kuraldır, ama son dönemin yeniliği, artık  medyanın da bir tür “kitle imha silahına” dönüşmüş olmasıdır. Kapitalizm öncesi dönemde krallar, imparatorlar, hanlar, sultanlar, padişahlar... savaş çıkarmak için halkın rızasına gerek duymazlardı. Zira, egemenden tebaya doğru tek yönlü bir ilişki söz konusuydu. Modern çağda bir devletin bir başka devlete savaş açabilmesi, belirli oranda da olsa halkın rızasına dayanmayı, hiç değilse tepkiyi etkisizleştirmeyi gerektiriyor. Mâlum halk her zaman barıştan yanadır. Dolayısıyla halkı savaşa razı etmek gerekiyor ve razı etmek için de gerekçelendirilmesi gerekiyor. Ve işte bu aşamada bir dizi savaş propagandası ve yalan devreye giriyor... Birinci değişmez yalan: “Biz savaş istemiyoruz”dur. Eğer öyle olsaydı savaşlar da olmazdı. O halde neden bunca savaş var? Onu ikinci yalan açıklıyor: “Savaşı karşı taraf istiyor ve bizi müdahil olmaya zorluyor...” Böylece savaş bir zorunluluk olarak sunulabiliyor. Nitekim, Nazi Almanyasının dışişleri bakanı Joachim von Ribbentrop, Polonya’ya karşı Alman sandırısını şöyle “haklı gösteriyordu”: “Fuhrer savaş istemiyor. Bu işe gönül rızasıyla müdahil olmuyor. Fakat savaş veya barış kararını verecek olan o değildir. Karar Polonya’ya aittir. Polonya, Reich için hayati önemi olan bir çok konuda Almanya’nın taleplerini karşılamalıdır. Eğer kabul etmezse savaşın sorumlusu Almanya değil, Polonya’dır”. [1]. Körfez Savşında [1991] ve Irak savaşında [2003] kullanılan dil ve üslûp aynıydı. Bush [baba] şöyle diyordu: “Bir korsanlık eylemi söz konusuyken, herkesin her şeyden çok istediği barış bir kısım basit ödünlerle sağlanamaz. Söylemek gerekir ki, top Irak’ın elindedir“.[2] Savaş öncesinde Batı medyasında sürekli olarak Irak’ın savaşa nasıl hazırlandığına dair haberler yayınlanıyordu...  

Savaşı başlatanın bir başka gerekçelendirme aracı da savaşın ‘yüksek insânî değerler” için çıkarıldığıdır. Mesela Birinci emperyalistler arası savaşın [1914–1918], militarizmi yok etmek, küçük ulusları korumak ve dünyayı demokrasiye hazırlamak amacıyla başlatıldığı söylenmişti. Elbette insanlara, bu emperyalistsler arası savaş ekonomik, jeopolik ve jeostratejik çıkarların bir gereği olarak peydahlandı demeyeceklerdi... Yugoslavya’ya NATO saldırısıyla ilgili olarak dönemin İngiltere başbakanı Tony Blair, “Biz çıkarlarımız için değil, insânî kaygılarla müdahale ettik” demişti. Birinci Körfez savaşıyla ilgili olarak Busn [baba] “Öyle insanlar var ki, bir türlü anlamıyorlar. Mücadele petrolle ilgili değil, mücadele kaba bir saldırıyla ilgili” demişti... Yugoslavya’ya saldırının görünür gerekçesi ülkenin etnik çeşitliliğini korumak, azınlıklara yapılan kötü muameleyi son vermek ve diktatörü bertaraf etmekti. Oysa asıl gerekçe ekonomik ve jeopolitik çıkarlarla ilgiliydi ve amaç hasıl oldu...

Savaşı iyiyle kötünün savaşı olarak sunmak yaygın bir durumdur. Bu durumda savaş bir haçlı seferi niteliği kazanır ve karşı taraf, her türlü olumsuzluk ve kötülükle malül “şer ekseni”,  olarak sunulur. Bunun için de karşı tarafın şeytanlaştırılması esastır. Bütün bir halkı şeytanlaştırmak mümkün olmadığına göre, lider üzerinde odaklaşılır. Lider üzerinden koskoca bir halk gizlenir, yok sayılır... İşte Bin Ladin, Saddam, Milosevic, Kaddafi, şimdilerde Beşar Esad... Karşı taraftaki [saldırıya uğrayan] şeytandır, delidir, canavardır, çirkindir; bu tarafsa [saldıran] en yüksek insânî değelerin timsâlı ve taşıyıcıdır, barıştan yanadır, uzlaşmacıdır, yakışıklıdır... Tabii bu tür bir ideolojik manipülasyon bir başka şeyi de gizler. Bu yaklaşım idealist/metafizik tarih anlayışını besler. Buna göre tarihi yapan liderlerdir, kahramanlardır, “büyük adamlardır”.  Oysa materyalist tarih anlayışı bunun tam karşıtı zeminde yer alır ve tarihin büyük adamların oyuncağı olmadığı görüşünü vazeder.

Geride kalan yaklaşık iki on yılda emperayalistler tarafından çıkarılan savaşlar [saldırılar demek daha doğru] asla afişe edilen gerekçelerle ilgili değildi. Uyuşturucuyla savaş, terörle savaş, bir ülkeyi işgaldan kurtarma, kitle imha silahlarına sahip olma, jenosidi önleme, demokrasi ve insan hakları götürme, “insânî yardım” vb... Emperyalist kampın duruma göre dillendirdiği bu tür sözde gerekçelerin reel bir karşılığı yoktur. Olması da zaten mümkün değildir. Emperyalizmin çıkarı Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’daki rejimlerin demokratikleşmesinde değil, ne yapıp-edip muhtemel bir demokratikleşmeyi engellemektedir. Zira, gerçekten demokratik, kendi ayakları üstünde durabilen bir rejim demek, emperyalist sömürü ve dış müdahaleye kapalı bir rejim demektir. Bu yüzden en gerici, en bağnaz, en halk düşmanı ve karanlıkçı rejimler, olabilidiğince desteklenir ve işe yaramaz hale gelince de şeytanlaştırılıp bertaraf edilir. 

Aslında Libya’ya yönelik çökertme savaşı, son dönemin tüm emperyalist savaşlarının bir özeti sayılabilir. Tabii Suriye’deki de... Libya’yla ilgili emperyalist medya’nın yalanları öncekilerin tam bir genel tekrarı gibiydi: Kaddafinin göstericilere uçaklarla bombaladığı, Libya da halk çoğunluğunun Kaddafi’yi istemediği [oysa Kaddafi’yi asıl istemeyen Libya halkı değil, emperyalistler koalisyonuydu], 17 Şubat- 15 Mart arasında 6.000 kişiyi ödürdüğü, isyancıların Kaddafi rejimine muhalif barışçıl göstericiler olduğu, Kaddafi’nin Birleşmiş Milletler Örgütüyle görüşmeye/uzlaşmaya yanaşmadığı, Ulusal Geçiş Konseyi’nin [CNT] Libya’yı demokratikteştirmek isteyen sivil unsurlardan oluştuğu ve demokrasi mücadelesi yürüttüğü... Bütün bunlar medya tarafından peydahlanıp servis edilen yalanlardı ve hiçbir aslı-astarı yoktu. Elbette Libya arzulanır anlamda demokratik bir rejime sahip değildi ama yaratılan olumsuz imajla da ilgili değildi. Ve rejime önemli bir halk desteği vardı. Nitekim 1 Temmuz 2011’de Kaddafiyi desteklemek üzere yaklaşık 1,5 milyon insan sokağa çıkmıştı ki, 6 milyon nüfusa sahip bir ülke’de bu her dört kişiden birinin sokağa çıkması demektir... Aslında bu anlaşılır bir durumdu zira, Libya Afrika kıtasının sosyal göstergeler bakımandan en iyi durumda olan ülkesiydi.

Libya’da kişi başına gelir 14.192 dolardı. Her aile ferdi yılda 1.000 dolar devlet yardımı alıyordu. İşsizlere ayda 730 dolar ödeme yapılıyordu. Devlet her doğan çocuk için 7.000 dolar ödüyordu. Ev almaları için yeni evlenenlere 64.000 dolar ödeniyordu, özel iş kurmak isteyenlere 20.000 dolar veriliyordu, ağır vergiler yoktu. Eğitim ve sağlık parasızdı, kalabalık ailelere sembolik fiyattan temel gıda maddeleri sunuluyordu, birçok eczane ilacı parasız sağlıyordu, elektrik parasızdı, petrolün litresi 14 cent [yaklaşık 20 kuruştu], apartman ve araba almak isteyenlere faizsiz kredi sağlanıyordu... [3].

Aslında Kaddafi rejiminin çökertilmesi, Afrika’nın yeniden kolonizasyonun giriş kapısıydı ve o kapıdan girdiler, açılan yoldan daha şimdiden Mali’ye ulaşılmış durumda. Libya, hedefteki ülkeleri [Mali, Cezayir, Suriye vb.] işgal etmek için bir tramplen işlevi görecekti. Amaç Afrika’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarına, biyolojik çeşitliliğine el koymak ve son on yılda kıtaya başarılı bir giriş yapan Çin’i Afrika’dan atmaktır. Tekrar edersek, savaşlar doğrudan jeopolitik, jeostratejik, ekonomik çıkarlar için peydahlanıyor... Asla insanlıkla, insan haklarıyla, özgürlükle, demokrasiyle, “yüksek insânî değerlerle” ilgili değil... Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatine de aykırı olurdu... Emperyalist savaşla özgürlük ve demokrasi arasında nasıl bir ilişki olabilir ki?

O halde sadede gelebiliriz: Kapitalizm varoldukça, emperyalizm kaçınılmaz, emperyalizm varoldukça da emperyalist savaşlar-çatışmalar kaçınılmaz. Her kim ki, gerçekten bu dünyada haysiyetiyle yaşamak, hayırlı bir şeyler yapmak istiyorsa, ikircikli olmayan bir tarzda kapitalizme karşı mücadele yürütmesi gerekir. Zira, öyle sanıldığı gibi emperyalizm “dışsal” bir olgu değil. Emperyalizm yerli uzantıları sayesinde varolabiliyor, varlığını sürdürülebiliyor... Velhasıl emperyalizm içimizde... Dolayısıyla anti-emperyalist olmakla anti-kapitalist olmak bir ve aynı şey... Tabii bu duruma müdahale edebilmek için de olup-bitenleri anlamak, bilince çıkarmak gerekiyor. Mâlum, anlamak aşmaktır denmiştir... Lâkin bu, bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları seyrederek, bu uzmanları dinleyerek mümkün değil... 

[1] Bkz: Anne Morelli, Principes élémentaires de proganda da guerre, Bruxelles, Aden, 2010.
[2]. Anne Morelle, “ Les dix commandements sans lesquelles nos geurres semblerait injustes, http://legrandsoir.net
[3] Rakamlar için bkz: Michel Collon, La Strategie du chaos- Impérialisme et Islam, Investig’Action-Couleur Livres, Bruxelles.

"FELSEFENİN GÖÇMEN KUŞU"NU HATIRLIYOR MUSUNUZ?


“Felsefenin Göçmen Kuşu”nu                   Hatırlıyor Musunuz?

Atalay Girgin*

Sizi bilmem ama, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) unuttu onu.  Sekiz yıldır, YÖK’ün takvimine girip girmediğine ilişkin ise hiçbir emare yok. Başta İstanbul Üniversitesi olmak üzere, üniversitelerin hiçbirinden ses çıkmadı bunca yıl. Peki; bunca kurum anımsamazken, öğretmenler hatırlar mı, “Felsefenin göçmen kuşu”nu?

Hayır! “Kuş” deyince, felsefeyle ilgilenen birçok kişinin aklında beliriveren “Minerva’nın baykuşu” değil sözünü ettiğim. Derler ki, “Minerva’nın baykuşu” gün kararıp, akşam olunca başlar uçuşuna. “Felsefenin Göçmen Kuşu”1 ise “Güneşle” seslenir. Günışığı altında yazar ki, “Güneşle”deki yazılarının ortak özelliği de, kendi deyişiyle, “günün yalnızca güneşli saatlerinde yazılmış olmalarıdır”.

“Güneşle” sözünü okur okumaz, ilgilileri hatırlamış olmalı. Ama ben yine de bilmeyenler ve hatırlayamayanlar için yazayım, kimden söz ettiğimi, “Felsefenin Göçmen Kuşu”nun kim olduğunu…

Felsefenin Göçmen Kuşu” sözü ne denli kendisine yakışsa, ne denli onu anımsatıveren bir imge olsa da o bir insandı. O bir beyefendi… O üretken bir düşünürdü; üretken bir filozof. “Kalamış’taki evinin önünden son kez havalan”ışının üzerinden sekiz yıl geçti. Adının önüne hiçbir titri, hiçbir sıfatı ve statüyü iliştirmeye gerek yok. Çünkü adı dışında her sıfat, her statü ona ilinek olmaktan öte bir değer taşımaz. Onun adı, hâlâ Nermi Uygur’dur. O, birçokları gibi sıfatlar ve statülerle değerlenen değil, aksine kendisine iliştirilen sıfat ve statülere değer katandı.

Son kez kanatlarını açıp havalanışının ardından, geçen zaman içinde, hakkında ve düşünceleri üzerinde kapsamlı çalışmalar2 yapıldığına dair, günışığına kavuşmuş herhangi bir emare yok ne yazık ki. Kimileri, “Bekleyin! Daha erken. Önümüzdeki yıllarda felsefe bölümleri, yüksek lisans ve doktora tezleriyle bu eksikliği giderir” deyip geçse de, günümüzde bunu beklemeyenler de var. İyi ki var!

Sözcelem Felsefe - Edebiyat Dergisi de bu beklemeyenlerden. Sanki, artık hatırlamayanlara hatırlatmak, unutanlara yeniden anımsatmak istercesine, Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi 3. sayısında,  “Felsefenin Göçmen Kuşu” adını taşıyan bir “Nermi Uygur dosyası”yla çıkmış okurun karşısına.

Uygur’un aramızdan ayrılışının onuncu, yirminci ya da yuvarlak rakamlı bilmem kaçıncı yıldönümüne ertelememişler, onu anmayı ve başkalarına da anımsatmayı. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyelerinden felsefeci H. Haluk Erdem ve Çukurova Üniversitesi öğretim üyelerinden felsefeci Mustafa Günay’ın da katkılarıyla oluşturdukları dosyayla, Nermi Uygur’u unutmadıklarını ve hatırlatmak istediklerini göstermişler.

Sizce de 1925 yılında doğan, ilkokul yıllarındaki lakabı “sorgucu”ya çıkan; şimdilerde fazlaca anımsayan olmasa da yaptığı çalışmalarla “1960’larda şöhreti Almanya, ABD, İngiltere, Fransa’ya ulaş”an; günümüzde birçoklarının diline pelesenk olan “çokkültürlülük” kavramını daha 1980 başlarında telaffuz edip, “Kültür Kuramı” adlı eserinde, eğitimin çokdilli, çokkültürlü olması gerektiğini ileri süren; anadilde eğitimin önemine vurgu yapan Nermi Uygur, anımsanmaya ve yeniden okunmaya değmez mi? Hele “Yaşama Felsefesi”, “Felsefenin Çağrısı” başta olmak üzere denemeleriyle…

Keza Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi de… Dergi alıp okuma alışkanlığınız olmasa bile, takdir edilmeye değmez mi?

Elbette sorum da sözümde, “Felsefe de neymiş ki, onun kuşuyla uğraşalım!” diyen kurumlara ve öğretmenlere değil. Onları kendi hallerine bırakmak gerek. Çünkü onlar, yaptıkları işte bile hükmünü sürdüren ve adlarını dahi bilmedikleri birilerinin felsefeleriyle yaşadıkların fark etmeden, felsefeye burun kıvıra kıvıra tamamlarlar ömrü hayatlarını. Ne var ki onlar geçip gitse de, hatırlayanlara ve hatırlamayanlara rağmen, kültür dünyasının rengarenk gökyüzünde süzülerek uçuşunu sürdürür, “Felsefenin göçmen kuşu”. Bazen, hafif bir kanat çırpışıyla, kitap evlerinin raflarında görünür ve her daim insanlığın yazılı hazineleri kütüphanelerde konaklar…


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com 
1 Serhan Yedig, 27.02.2005, Hürriyet Pazar.
2 Maltepe Üniversite’nin Nermi Uygur’un ölümünden bir yıl sonra yayımladığı “Yaza – Yaşaya; Nermi Uygur’un ardından” adlı derleme kitabı ve 2005 yılında düzenlediği toplantıyı da burada anmak gerek. 

08 Mart 2013

Öğretmenlik Kişiye İtibar Kazandırır Mı?



İnsan İtibar Kazanmak İçin Mi Öğretmen Olur?

Atalay Girgin*

Öğretmenlik kişiye itibar kazandırır mı? Öğretmenlik mesleğinin ve öğretmenlerin itibarsızlaşmasından / itibarsızlaştırılmasından söz etmeyen eğitimcilerin sayısı yok denecek kadar azdır. Eğer bu azınlığı paranteze alacak olursak, itibar sorunu geriye kalan tüm öğretmenlerin sorunudur. Bu denli çok insanın diline pelesenk olan bir sorunun da yok sayılması, bu söylemin ardında ne olup olmadığının sorgulanmaması düşünülemez.

Peki; bu gerçek bir sorun mudur? Yoksa bir yanılsama mı? Eğer gerçek ise bunun göstergeleri nelerdir? Öte yandan, birilerinin birilerine durdukları yerde “Sana itibar veriyorum” demesiyle itibar kazanmak ya da bir anda itibarın artması mümkün müdür? Dahası itibar alınıp verilebilecek bir şey midir? Soruları daha da çoğaltabiliriz elbette ama bu kısa yazı için şimdilik daha fazlasına gerek yok.

İtibarsızlaşma ve itibarsızlaştırılma söylemi, muhatap olanlara iki bildirimde bulunur: Bunlardan biri, “Biz eskiden itibarlıydık. İtibar görürdük. Öğretmenlik itibarlı ayrıcalıklı bir meslekti.” İkincisi ise, “Biz o geçmişi, o geçmişteki itibarı geri istiyoruz. Günümüzde itibarsızlaştırıldık.”

Bu bildirimlerden ikincisine, hemencecik yöneltilebilecek, “Neden? Nasıl? Niçin? Ne zamandan beri? Kim ya da kimler tarafından?” sorularıyla uğraşmayı öncelikle okura bırakıyorum. Keza şimdiki öğretmenlerin asla gidemeyecekleri, yaşamadıkları geçmişi veri alan birinci bildirimi de…

Bunların yerine daha temel sorulara yöneliyorum: Mesleklerin, zamandan, yaşanan toplumsal koşullardan bağımsız bir biçimde, değişmez ve hep zaman ve mekân üstü olan bir itibar hiyerarşisi mi var? İtibar, kişinin yapıp ettikleriyle, karakteri, kişiliği, tutarlılığıyla kazandığı bir değer midir? Yoksa yaptığı mesleğe istinaden, kişiliğinden, karakterinden, yapıp eyleyişlerinden bağımsız olarak otomatik olarak sahip oluverdiği bir değer midir?

Durup düşünen, soran sorgulayan, duygularının esiri olmayan, değişen toplumsal gerçeklikten bağını koparmayan ve onu kavrayan herkesin yukarıdaki sorulardan ilkine verebileceği uygun cevap şudur:

Hayır! Meslekler arasında bir itibar hiyerarşisi yoktur. Her meslek yerine, zamanına ve koşullara bağlı olarak toplumlar ve kişiler için değişen öneme ve değere sahip olabilir. Hiçbir mesleğin her koşulda, her dönemde, herkes için değişmez ve aynı kalan bir değeri olamaz.

Buna bağlı olarak, kişinin itibarı, yaptığı işe, mesleğe bağlı olarak atfedilen sıfata, statüye endeskli de değildir. Çünkü kişinin mesleğine, sıfatına ya da statüsüne göre belirlenen bir itibar, hak etmediği halde birilerine yersiz ve gereksiz yere değer atfetmeyi ya da değer biçmeyi gerektirir. Dahası o kişiyi bir insan olarak değeri ve değerleriyle bütünsel olarak değerlendirmenin önüne geçer. İnsanın, karşısındakini sıfatı, mesleği ya da statüsüyle değerli ya da değersiz olarak sınıflamasına neden olur.

Elbette yukarıdaki italik sözler, ne yazık ki olanı değil, kısaca olması gerekeni dile getirmektedir. İtibarsızlaşma / itibarsızlaştırılma söylemine sarılanların aslında bir türlü kavrayamadığı hakikat de o sözlerde gizlidir. Çünkü bilinçli ya da bilinçsizce bu söyleme sarılanların talebi, bir insan olarak değeri ve değerleriyle değerlendirilmek değil, aksine mesleklerinden dolayı bir itibar, bir ayrıcalıktır. Bir başka deyişle, içindekinden bağımsız bir biçimde üniformaya itibar gösterilmesi, değer verilmesi talebi...

Büyük bir yanılsama. Çünkü hiçbir mesleğin, kendinde bir şey olarak, her koşulda değişmez, zaman ve mekân üstü bir itibar ve değerinden söz edilemez. Söz edilse de bu doğru değildir. Keza bir mesleğin, sıfatın ya da statünün de kişiye, kendisinde olmayan bir değeri, itibarı kazandırmasını beklemek de bir yanılsamadır. Dahası, salt sıfatı ya da statüsünden, mesleğinden dolayı bir insana itibar atfetmek de…

Dolayısıyla, öğretmenlerin itibar göstergeleri bunlar olamaz. Günümüz koşullarında, öğretmenlerin itibarına ilişkin iki temel gösterge vardır. Bunlar ne midir? Düşünün bakalım: Sizce bu göstergeler nelerdir? Benim cevabım bir sonraki yazıda…
 
Unutmadım. Başlıktaki ve girişteki soruların cevapları yazının içinde var. Ancak daha açıkça yazayım: Öğretmenlik mesleği, kişiye durduk yere itibar kazandırmaz. Çünkü bir meslek olarak kendi itibarı ve değeri de itibaridir zaten. İtibar kazanmak için öğretmen olanın ise vay haline…

Bunların yanı sıra şunları da unutmamalı öğretmen:

İktidarın ve o iktidara kapı kulu olan sendikanın üyesi olduğu sürece yalanlarla oyalanmaktan kurtulamayacaktır. 

Sınavlarda nesnellik kriterini unutmuş olan MEB'in oyuncağı olacaktır. Performans ve 4 yılda bir sınav yeni uygulamaların yanında çocuk oyuncağı kalacaktır. Ekonomik koşulları, vb. yazmıyorum bile...

Son olarak; öğretmenler, memurluğa ve memurlaştırılmaya karşı ayağa kalkıp haklarını arama peşine düşmediği sürece mevcut kazanımlarını da sırayla kaybedecektir. Bundan dolayı ne denli geç kalınmış olsa da "Ya Şimdi Ya da Hiç" diyerek ayağa kalkmanın zamanıdır. Yalnızca kendimiz için değil, bir parçası olduğumuz toplum için de ayağa kalkmalıyız.



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

Okumak için tıklayın : Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla

05 Mart 2013

SAKSAĞANLAŞAN 'SOSYALİST'LER ve ÖCALAN


Saksağanlaşan 'Sosyalist'ler Öcalan Karşısında Neden Susar?

Atalay Girgin*

“Söyleyene değil, söyletene bak!”, derler. Öcalan’ın, resmi bir yetkilinin gözetimi ve denetimi altında kendisini ziyaret eden, Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan’dan oluşan heyetle yaptığı ve basına ‘sızdırılan’ görüşme notlarında yer alan sola dönük bazı sözleri için de geçerli yukarıdaki ilk cümle. Öcalan’ın “Sol”dan kastı ise, devrimci ve sosyalistler…

Öcalan’ın, uzun süredir içerisinde bulunduğu koşullara ve son zamanlarda devlet ve hükümet adına daha sık görüşmeye girdiği heyetlere ve o heyetlerle yaptığı görüşmelerde konuşulanların önemine istinaden olsa gerek, büründüğü haletiruhiyenin etkisiyle sarf ettiği sözler, birçok açıdan, düşündürücüdür. ‘Sızdırılan’ notlarda yer alan sözlerin geneli üzerinde durmayacağım. Bunu şu ana kadar yapan birçok kişi olduğu gibi, bundan sonra da yapacak ve her cümleden türlü türlü anlamlar çıkaracak yeterince kişi bulunacaktır.

Benim dikkatimi çeken ise, Öcalan’ın “40 yıldır Türk Solunu taşıyorum” sözleridir.  ‘Sızdırılan’ görüşme notlarının yayınlanmasının üzerinden günler geçti. Merak ve sabırsızlıkla bekledim: “Hangi sosyalistler üzerine alınacak? Kimler “ağır ol da hiç olmazsa molla desinler” diyecek? “Kimler duymazlıktan, bilmezlikten gelecek?”, diye…

Ancak boşuna beklemişim. Gerçi, kendisini ‘devrimci’, ‘sosyalist’ diye niteleyen hangi kişi, çevre ve grupların, onlarca yıldır olduğu gibi, yine ellerini ovuştura ovuştura huşu içinde hazır ola geçerek, “Sayın Öcalan haklı!”, “Yerinde ve doğru bir saptama!” türünden sözlerle, kendi geçmişlerini inkâr edercesine, birer “hık” deyici olarak, noter kâtibi edasıyla davranacaklarını tahmin ediyordum: Onlar, saksağanlaşan ‘devrimci’ ve ‘sosyalistler’dir. Ne var ki bu denli sessizlik, bu denli bir sırra kadem basma beklemiyordum.

Oysa neliği gereği, sınıflar mücadelesinde taraf olan, siyasal ve ideolojik tercihleri, gerçekleştirmek için mücadele ettiği toplumsal projesi, bu taraf oluşuyla karakterize olan hiçbir devrimci ve sosyalist, tek başına kaldığında bile saksağanlaşmaz. Düşe kalka da olsa, sınıflar mücadelesiyle karakterize olan yolunu şaşırıp, birilerinin “hık” deyicisine dönüşmez. O birileri ne denli güçlü olursa olsun, kırılsa da, eğile büküle birilerine iltihak etmez. Onun ayırıcı karakteri ve duruşu, sınıflar mücadelesinin dışındaki herhangi bir toplumsal mücadele ve harekete desteğini sunduğunda bile söylemi ve eylemiyle kendini ayrıştırır. Çünkü o, hiçbir güç, örgüt, otorite ve kurum karşısında, kendi siyasal ideolojik kimliğini, sınıflar mücadelesinin gerektirdiği bağımsız tavrını ve tercihini, uğrunda mücadele ettiği toplumsal projesini, birilerinin peşinde ipoteğe vermek bir yana, kısa bir süreliğine bile olsa “askı”ya almaz.

Ancak Türkiye gerçekliğinde, kendine ‘devrimci’, ‘sosyalist’ diyen kişi ve grupların çok önemli bir bölümü bir zamanlar ağızlarından çıkan büyük büyük lafları unutup, o sözlerin kofluğunu sergilercesine, etkiledikleri ve peşlerine taktıkları gençlerle birlikte bazen birer ikişer, bazen bölükler, çevreler, gruplar halinde, kendilerine verilen iki satır yazı yazma fırsatı ya da siyasal alanda statü bahşedilmesi karşılığında Kürt hareketine gönüllü yazılmışlardır. Ne yazık ki her şeyin, hele hele her bahşedilen köşenin, her bahşedilen sıfat ya da statünün bir bedeli vardır. Mutlaka ödenir, ödetilir. Bu zat-ı muhteremler için de geçerlidir, aynı hakikat.

Peki; bu gönüllü taifeliğin bedeli nedir? Bazı dönemlerde, arada sırada, “dostlar alışverişte görsün” babında, peşlerine taktıklarına mavi boncuk dağıtırcasına, “sosyalizmden”, “işçiden”, “sınıf mücadelesinden” söz edip, Öcalan’ın, yersiz, gereksiz, hatta hakikate aykırı sözleri karşısında bile, küçük dillerini yutarcasına susmaktır. Çünkü hepsi de bilir ki, Öcalan’ın bu tür sözlerine, doğrudan değil, eleştirimsi dokundurmaları karşısında bile, kendilerini kapının dışında bulacaklardır. Ve onlar da, etkisi ve kerameti kendinden menkul, asıl olarak Kürt hareketinin kabulleri temelinde akıntıya kürek çeken ve ‘inci tanecikleri’nden geçilmeyen yazılarının yer aldığı bahşedilmiş köşeciklerini ve statülerini yitirmemek adına, gerçeğin hakikatinin Öcalan’ın söylediği gibi olmadığını bilseler de seslerini çıkarıp, en küçük bir kelam etmezler, edemezler.

Öcalan’ın, yeniden kendini kaptırdığı haletiruhiye içerisinde söylediği ve 1973 yılından beri Türk solunu, yani sosyalistleri sırtında taşımakta olduğuna ilişkin, gerçekliğin hakikatini yok sayan, görmezlikten gelen sözleri karşında, saksağanlaşan ‘devrimci’ ve ‘sosyalist’lerin, “dut yemiş bülbül” misali ağızlarını bile açamayacak olmalarının nedeni budur. Bir sinemacı olsa gerek, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Tarkovski’nin olduğunu sandığım bir sözü anımsıyorum: Hayat karşısında bir kez ilkelerini çiğneyen, bir daha hayat karşısında lekesiz bir tavır alamaz.

Bundan dolayıdır ki, karşınızdaki kim olursa olsun, eğer bir kez eğilip bükülmeye başlamışsanız, kendinize atfettiğiniz sıfatlar sizi kurtarmaya yetmez. Çünkü hiçbir sıfatın, hiçbir statünün kendinde bir değeri yoktur. Sıfatlar, ancak ve ancak, sıfatları ve statüleri yanılsamalı bir biçimde kendinden daha değerli kabul eden, ilinek insanlar için kurtarıcıdır ve yalnızca onlar için değerlidir. İlinekleşen insanların, geçmişleri ne olursa olsun, kendilerine atfettikleri sıfatların ise ‘efendi’ belleyip biat ettiklerinin dışında hükmü tarihtir. Hatta o ‘efendiler’i için bile ne denli geçerli ve değerli olup olmadığını, Allah bilir! Malum; her şey hizmeti mukabilindedir.

Sözün özü: Saksağanlaşanlar dışında, hiçbir sosyalist ve devrimciyi Öcalan’ın kırk yıldır, yani 1973’ten beri sırtında taşıması söz konusu değildir. Hatta bu söz, saksağanlaşanlara, onların geçmişine bile haksızlıktan öte saygısızlıktır (Ancak ilinekleşen, saksağanlaşan ve destek ile vecd içinde secde edişi birbirine karıştıranların, özsaygı yitimi içinde bunu bile düşünmeye ve itiraz etmeye mecali yoktur). Bundan dolayı Öcalan’ın sözünün, en hafif tabirle, abesle iştigal eylemekten, hüsnü kuruntu olmaktan öte hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Aksine, yeri gelmişken söyleyeyim, Kürt sorunu, sınıflar mücadelesinin ve sosyalistlerin, bir an önce asıl sahiplerine havale edip, tez elden kurtulmaları gereken sırtlarındaki kambur, ayaklarındaki prangadır. Çünkü bundan kurtulmayanlar, çok geçmeden saksağanlaşanlar gibi, en iyi ihtimalle, sürecin, şu ya da bu biçimde çözüme ulaşması temelinde, mevcutlarla el ele, diz dize, göz göze getireceği “yeni ve sonardan görme efendiler” sayesinde düzenin ayaklarının dibine yaraşacaklardır1.



1 Uzun uzadıya işlenebilecek, somut ve yaşanmış örneklerle bezenebilecek bu yazı, kendilerine atfettikleri ya da atfedilen sıfatlarla, kendi geçmişleri yok sayılırken yüzleri bile kızarmadan sessiz sedasız ortalıkta dolaşan zerzavatlara inat, yalnızca bugüne bir dipnot düşmek için kaleme alınmıştır. Kürt sorununun çözüm-çözümsüzlük ikilemine ilişkin ilgilisi için aşağıda iki yazı var:
a)      Sorunun ilinek insanlarla çözülemeyeceğine dair bir yazı: http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/12/kurt-sorunu-ilinek-insanlarla-da.html
b)       2 Çözümün figüranlara bağlı olmadığına ilişkin bir başka yazı: http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/08/kurt-sorununu-figuranlar-cozemez.html