18 Ocak 2013

ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE DAİR


Eleştirel Düşünceye Dair

Fikret Başkaya

“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl   mümkün oldu? Her halde ya  gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!”  
                                                                          Santiago Rámon y Cagal

Bir seferinde bir tanıdığım: “Biz söylüyoruz bir şey olmuyor, sen söylediğinde başın belaya giriyor” demişti. “Neyi, nasıl ve ne amaçla söylüyorsun da başına bir şey gelmiyor” dediğimde, yüzüme şaşkın bakmıştı. Belli ki, ne düşünce, ne düşünce özgürlüğü, ne de eleştirel düşünceye dair hiç kafa yormamıştı... Oysa, öylesine akıldan geçen, günlük yaşamda söylenen sıradan şeyler düşünce değildir. Düşünceden söz edebilmek için, bir amaç için tasarlaması, uygun araçlara ifade edilmesi ve düşüncenin hedefine ulaşması, insanlar tarafından içselleştirilmesi gerekir. Ancak hedefe ulaşıp, kitleye mâl olduğunda düşünceden söz edilebilir ki, ben buna düşüncenin gerçekleşmesi diyorum. Bertold Brecht: “Bir fikrin etkinliğinden söz edebilmek için , kimden kaynaklanıp, kime yöneldiğine bakmak gerekir” derken her halde tam da bunu kastediyordu.

Düşüncenin “gerçek düşünce” olabilmesinin koşulu, onun bu dünyada olup-biten her şeye eleştirel bakabilme istidâdır. Buna kendi de dahildir. Başka türlü söylersek, düşüncenin tutarlı olabilmesi için aynı zamanda oto-kritik olması gerekir. Şimdilerde, neoliberal küreselleşme çağında, düşünsel alan iyiden iyiye bayağılaşmış, piyasacı “tek düşünce” neredeyse bir tsunami gibi tüm alanları kaplamış durumda... Eleştirel düşünce radikaldir, öyle olmak zorundadır. Olguları, süreçleri, olup-bitenleri  kavramanın bilince çıkarmanın yolu, radikal olmayı, görüntünün esiri olmamayı, velhasıl görüntünün ötesine geçmeyi varsayar. Başka türlü ifade etmek istersek, radikal olmak, sorunları kaynağında, kökeninde yakalamak, temeline inmektir.. Radikal düşünce için neden sorusunun önceliği vardır. Oysa yaygın bayağı düşünce daha çok nasıl sorusuyla yetinmekten yanadır. Radikal düşünce açıkça ve ikircikli olmayan bir şekilde, yalanı, dolanı ikiyüzlülüğü aşmayı, gerçeğin üstünü örten örtüyü kaldırmayı amaçlar. Bu da şeyleri adıyla çağırmayı gerektirir. Zira adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir... Kapitalizm kavramının geçmediği bir yoksulluk tahlili mümkün müdür? Yoksulluğu yaratan kapitalizm olduğuna göre... 

Mesela bu günün dünyasında hegemonya, emperyalizm, kolonyalizm kavramlarını kullanmadan yapılan savaşla ilgili bir tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Savaşların gerisinde emperyalist hesaplar ve çıkarlar olduğuna göre... Aynı şekilde kapitalizmi ağzına almadan yapılan ekolojik tahlilin bir değeri olur mu? Eğer insanlığın yüz yüze geldiği ekolojik sorunlar kapitalist işleyişin doğrudan sonucuysa...

Eleştirel düşünce tarihselliği esas alır. Şimdilerde kapitalist sistemi, yegane mümkün toplum düzeni, insanlığın normal hâli olarak sunma ve dayatma gayretleri yaygın. İnsanların kafasına sokulmak istenen kabaca şu: Kapitalizm hep vardı, bu gün de var, gelecekte de olacak... Kapitalizm “tarihin sonudur”, alternatifi yoktur, alternatif üretmeye çalışmak da beyhûdedir! Aslında amaç belleği yok etmek, geçmişi unutturup yok saymaktır. Oysa tarih bilinci bize bu günkü durumun [hâlin], karmaşık, kompleks sosyal süreçlerin ve belirleyiciliklerin bir sonucu olduğunu, pekâlâ başka türlü de olabileceğini, bu gün olanın potansiyel olarak “mümkün” olabileceklerden sadece biri olduğunu öğretiyor. Bu gayri insani ve irrasyonel sistemin insanlığın yegane ufku olarak sunulabilmesi, ancak tarih bilincinin yokluğunda mümkün olabilir. Oysa tarih bilincinden yoksun bir insanlık mümkün değildir. Başka türlü söylersek, tüm sosyal süreçler geçicidir, tarihseldir ki, buna kapitalizm de dahildir. Nitekim kapitalizmin beş yüz yıllık, sanayi kapitalizminin ikiyüz yıllık, “neoliberal kapitalizm” denilenin de otuz küsur yıllık geçmişi var. Aslında bu, uzun insanlık tarihinde sadece küçük bir parantezdir... Şeyleri, olguları, toplumsal süreçleri tarihsellik dışında düşünmek saçmadır. Bir zamanlar kapitalizm diye bir üretim tarzı, öyle bir toplumsal düzen yoktu ve bir zaman sonra da olmayacak. Artık tüm sürdürülemezlik emareleri belirmişken bunu söylemek de bir kehânet sayılmaz...

Eleştirel düşünce fıtraten ve doğası gereği anti-kapitalisttir. Alternatifsiz sayılıp,  dayatılan [neoiberal] kapitalizm, ekonominin özel şirketlere bırakılmasını, kamuya ait bu alanda faaliyet gösteren işletmeler varsa özelleştirilmesini, çalışma yaşamının liberalleştirilmesini, işçiyle patron arasına girilmemesini, devletin çalışma yaşamına karışmamasını, sosyal hizmetlerin [eğitim, sağlık, sosyal güvenlik], devletin ve belediyelerin su, elektrik, gaz, konut, ulaşım ve haberleşme, vb. kamusal mal üretiminde ve sağlanmasında rol almamasını, almışsa, bunların acilen özelleştirilmesini, sermayeden [mülk sahibi sınıflardan] alınan vergilerin olabildiğince  azaltılmasını, devlet etkinliğinin sadece güvenlik, yargı ve savunmayla sınırlandırılmasını, kredi sisteminin de özel alana terk edilmesini, bütçenin açık vermeyecek biçimde yönetilmesini, yerli yabancı sermaye ayrımı yapılmamasını ve tüm bunların da sadece teker teker ülkeler düzeyinde değil, uluslararası ilişkilerin de vazgeçilmezi sayılmasını vâaz ediyor...  Yaklaşık otuz yıllık neoliberal ekonomik ve anti-sosyal politikaların sonucu ortada: Zenginlik-yoksulluk uçurumunun tarihte görülmemiş boyutlara ulaşması; birlikte [ortak] yaşamanın giderek daha da sorunlu hale gelmesi; derinleşen ekolojik kriz... Velhasıl tam bir sürdürülemezlik tablosu... Eğer durum böyleyse bu sürecin kurbanları için “alternatifsizlik” mavalı ne demeye gelebilir?  Kaldı ki, insanın olduğu her yerde alternatifler daima vardır. Zaten politikanın bir anlamı da alternatiflerin varlığıdır...

Eleştirel düşüncenin anti-kapitalist olmasının koşulu da, anti-emperyalist ve anti-kolonyalist olmayı varsayar. Zira emperyalizm ve kolonyalizm kapitalizme mündemiç [içkin] eğilimlerdir. Bu da demektir ki, kapitalizm varoldukça emperyalizm de,  kolonyalizm de varolacaktır. Bu arada kolonyalizmin kültürel veçhesini de ciddiye almak gerekir. 1980 sonrasında “Üçüncü Dünya”daki rejimlerin kompradorlaşmasıyla, kolonyalizmin yeni bir versiyonu hortladı. Batı üniversitelerinde üretilen kültür, bizimki gibi dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde büyük tahribata neden oluyor. İdeolojik hegemonyanın araçları olan,  “bilimsellik”, “evrensellik” ambalajlı “moda düşünceler”, sorgusuz sualsiz ithal edilip kullanılıyor... Dolayısıyla, ideolojik egemenliği püskürtmek hayâtî önem taşıyor...

Eleştirel düşünce “ilerlemeciliği” sorun ve mahkûm eder. Geride kalan dönemde sözde “iyimserlik” aşılayan ilerlemeciliğin her türlüsü, özellikle de teknik bilim kültü, büyük insâni, sosyal ve ekolojik yıkımlara neden oldu. Kapitalist üretim tarzının temel eğilimlerinin bir sonucu olan, daha çok üretim, daha çok tüketim, dolayısıyla “sınırsız büyüme” sarmalı, sosyal kötülükleri, ekolojik bozulmayı derinleştirdi ve bir sürdürülemezlik durumu yarattı. Böyle bir tablonun ortaya çıkmasında teknik bilimin yüceltilip, her derdin devası sayılmasının payı büyüktü. Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın içine sürüldüğü çıkmazdan çıkmasının yolu “ilerlemeci felsefesinin” radikal eleştirisinden ve aşılmasından geçiyor. Zira kapitalizmin yarattığı sorunlar, kendinden menkûl bir teknik bilimle aşılabilir değildir... Politik ve sosyal mahiyette çözümler gerekiyor. Elbette bunu söylemek bilim ve teknik karşıtlığı değildir. Kimilerinin alaylı bir şekilde söylemeyi adet edindiği gibi, mağaraya, kara sapana, muma, çıraya... dönmek değildir. Modernite karşıtlığı asla değildir. Şimdilerde bilim ve teknik modernitenin tarihsel rotasından çıkmış, asıl misyonuna ve varlık nedenine bütünüyle yabancılaşmış bulunuyor... Münhasıran kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetindeki bir bilimi ve tekniği yüceltmenin, her derdin devası saymanın ne âlemi var? Velhasıl bu tersliğin aşılması gerekiyor ki, bunu da ancak eleştirel düşünce yapabilir...  

Eleştirel düşüncenin vazgeçemeyeceği bir şey de, tarih boyunca ezilen ve sömürülen sınıfların eşitlik, adalet, özgürlük için yürüttüğü şanlı  mücadele hafızasını canlı tutmaktır. Bu konuda Gunter Holzmann şöyle diyordu: “Yarınlardaki mücadelemiz için, daha özgür, daha âdil, daha eşitlikçi, daha kardeşçe ve dayanışmacı bir dünya için, mücadele hafızamızı canlı tutmalıyız”. Zira şimdilerde sinsi ve açık bir bellek kaybı yaratma çabası, unutturma kampanyası yürütülüyor. Oysa geçmişin müthiş bir mücadele mirası var. İnsanlık tarihi en zor koşullarda bile ezilenlerin nasıl isyan ettiklerinin, nasıl itiraz ettiklerinin, nasıl baş kaldırdıklarının destansı mücadele öyküleriyle dolu. İşte o soylu mücadelelerdir ki, insanlık onurunu bu günlere taşımıştır... Aslında sosyal eşitsizliğin olduğu her yerde eşitlik için, ayrımcılığın olduğu her yerde ayırmcılığa karşı, sömürünün olduğu her yerde sömürüye karşı mücadele, insan fıtratında mündemiç olan bir şeydir. O kadar ki, toplumun sınıflara bölündüğü dönemden beri eşitlik ve özgürlük mücadelesinin hiç ara vermeden devam ettiğini söylemek mümkündür. Bu yüzden tarihe avcılar tarafından değil de aslanlar tarafından bakıldığında, tarihin aynı zamanda köle isyanları, köylü isyanları, işçi isyanları, boyunduruk altına alınmış hakların isyanları velhasıl tüm ezilenlerin başkaldırı tarihi olduğu görülecektir... Bu, mitolojide başı her kesildiğinde tekrar canlanan ejderha gibi, yenilgiyi asla kabullenmeyen bir mücadele geleneğidir. Söylemek istediğimizi her halde en iyi Spartakus’un: “isyan ediyorum, o halde varım” özdeyişi ifade edebilir... Elbette geçmişin soylu mücadelelerini unutmamak, belleği sürekli canlı tutmak son derecede önemlidir ama bu, geçmişte yapılan hataları yok saymak anlamına da gelmez. Aksi halde yukarıda söylediğimiz, eleştirel düşünce “bu dünyada olup-biten her şey karşısında eleştireldir” tespitinin bir değeri kalmazdı. 

Eleştirel düşüncenin gerçekten adına lâyık olabilmesi için, reel dünyadaki sorunlarla doğrudan bağ kurması ve sürekli olarak kendini yenilemesi gerekir. Zira insanlığın başına gelen belalar ekseri ölü bilgilerin bir sonucu olarak tezahür ediyor. Başka türlü ifade edersek, düşüncenin dönüştürücü bir praksis olması gerekiyor ve bu niteliğinden ötürü de angaje olma zorunluluğu vardır... Bu anlamda entelektüel bir düşünce işçisidir. Şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi amaçlar ve Antonio Gramsci’nin veciz bir şekilde ifade ettiği ğibi “devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir”. Nasıl çiftçi buğday üretiyorsa, fırıncı ekmek üretiyorsa, insanların ihtiyacı olanı yaratıyorsa, entelektüel de mücadele için gerekli olan fikirleri üretendir. Gerçeğin safında ve peşinde olduğu için de, ister istemez ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında, egemenler blokunun karşısındadır. Bu yüzden egemenler katında muteber sayılmaz, düşmanı çoktur... Unutmamak gerekir ki, bu dünyada yalanla gerçek arasında bir orta yol mümkün değildir. Biraz yalan biraz gerçek mümkün olamayacağına göre... Bu da demektir ki, gerçekten ve açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların safında olmayan bir düşünür, istediği kadar bilgili olsun entelektüel sayılamaz. Zira haksız ve adaletsiz bir durum [ilişki] söz konusuysa, taraftara eşit mesafede durmak, “tarafsız kalmak” mümkün değildir. Entelektüel eleştireldir ama eleştiri de kendi başına bir amaç değildir. Eleştirinin misyonu ve varlık nedeni, varolanı eşeleyip-deşelemek, görünür ve anlaşılır kılmak, oradan hareketle de dönüştürmeyi ve değiştirmeyi potansiyel bir olasılık haline getirmektir. Başka türlü söylersek, eleştirel düşünce alternatif düşüncedir, mevcut olanı aşmayı amaçlar...

Şimdilerde az sayıda dev sermaye tekeli insanlığın kaderini belirler durumda. Sermayenin saldırısı karşısında insanlar da sessiz ve tepkisiz değil. Saldırının olduğu her yerde elbette tepkinin olması da kaçınılmazdır ama bu kadarı sorunun çözümü için yeterli değildir. Bölük- pörçük, birbirinden kopuk, ortak bir vizyona ve perspektife sahip olmayan, bir alternatif toplum projesinden mahrum “sosyal hareketlerin”, “sivil toplum örgütü” denilenlerin taşı yerinden oynatması mümkün değildir. Elbette şimdilerde eksik olan eleştirel düşünce değil. Asıl eksik olan, eleştirel düşünceyle kitle eylemleri arasında tutkal işlevi görecek bütünlüklü bir perspektif, bütünleştirici bir politik proje ve örgütlülüktür. Dolayısıyla, apolitik “sivil toplum” ve “sivil toplum örgütleri“ [STK] söyleminin aşılması gerekiyor. Zira sivil toplum söylemi dahilinde faaliyet gösterenler, karşı oldukları, mücadele ettikleri, şikayet ettikleri durumu yaratan gerçek nedenleri sorun etmiyorlar. Oysa, şeylerin  gerçek nedenlerini sorun etmeden, bölük- pörçük, “kısmî” mücadelelerle bir şeyler kazanmak, taşı yerinden oynatmak mümkün değildir…

Neoliberal saldırı insan haklarının temelini hızla aşındırmaya devam ederken, bu saldırıyı sorun etmeyen bir insan hakları mücadelesi ne kadar etkili olabilir?  Kapitalizmi sorun etmeden işsizlikle mücadele edilebilir mi? Hayır kurumlarıyla yoksulluğun üstesinden gelinebilir mi? Bu tür çabalar sadece sorunu ertelemeye, insanları oyalamaya yarar. Radikal yaklaşımsa, işe neden yoksulluk var sorusunu sorarak başlar... Militarizme, neokolonyalizme, emperyalizme ve bunların gerisindeki kapitalizme karşı çıkmadan “ben savaş karşıtıyım”, “barış istiyorum” demenin bir anlamı olabilir mi? Savaşı çıkarmakta çıkarı olanlardan barış beklemek abes değil midir? Son on yıllarda hükümetlere ve burjuva partilerine yapılan “barış” çağrılarından bir sonuç alındı mı? Mesela son dönemde dayatılan iş piyasasındaki taşeronlaştırmayı, neoliberal kapitalizmi sorun etmeden defetmek mümkün müdür? Neoliberal saldırıyı sorun etmeden şimdilerde “iş kazası” denilen cinayetleri önlemek mümkün müdür? Toplumun varı yoğu özelleştirme adı altında yağmalanır, talan edilirken, nerdeyse her dereye HES’ler kurulurken, bu saldırı hukuk yoluyla, danıştaya dava açılarak püskürtülebilir mi? Politik bir saldırıyla karşı karşıya olunduğuna göre... Yasaları yapanlarla çekleri imzalayanlar aynı güç ve iktidar odakları olduğuna göre... O halde sosyal mücadelelerin politikleştirilmesi, yeniden sınıf mücadelesi rotasına oturtulması, kapitalizmi aşmaya yönelik radikal bir perspektif dahilinde bütünleştirilmesi gerekiyor...

http://www.ozguruniversite.org 


Hiç yorum yok: