29 Haziran 2012

Devrimci Öğretmen Heyulası ve Hakikatler...


Devrimci Öğretmen Heyulası ve Hakikatler

Atalay GİRGİN*

“Öğretmenlik mesleğinin dönüşümü ve devrimci öğretmen”1 başlıklı yazı, her iki alana dönük belirlemeleri ve özellikle de devrimci öğretmenin “dönüştürücü aydın rolünü oynayabilmesi için” yapması gerekenlere ilişkin önerileriyle, üzerinde düşünüp sorgulamayı, yeniden değerlendirmeleri, hatta üretken tartışmaları gerektiriyor. Elbette gerçeklikten kopmadan…

Devrimci Öğretmen Sorunu

Bunların en önemlisi, başlığa da konu olduğu gibi, devrimci öğretmendir. Önce sorularla başlayalım: Devrimci öğretmen kimdir? Yaşanan toplumsal koşullardan bağımsız olarak, salt nelik düzeyinde bir devrimci öğretmen var mıdır? Devrimci öğretmeni algılanır kılabilecek, temel karakteristik özellikler nelerdir? Düzene muhalif olan her öğretmen devrimci midir? Var olan düzene, siyasal, ideolojik ve sınıfsal-toplumsal anlamda karşıt düşüncelere sahip olmak bir öğretmeni, okulda ve sınıfta devrimci kılmaya yeterli midir? Soruları daha da çoğaltmak, hatta bunlara, daha temel anlamda, “Devrimci kimdir?”, “Öğretmen kimdir?”,  “Öğretmenin amacı ve işlevi var mıdır? Varsa nedir?”, “Öğretmenlik nedir?”, “Zamana ve değişen toplumsal koşullara yenilmeden, her şart altında sıfatını yitirmeden ilanihaye hem devrimci hem de öğretmen olarak kalmak olanaklı mıdır?”  sorularını da eklemek mümkün. Ancak şimdilik bu kadarıyla yetinelim.

Yukarıdaki sorulara, herkes kendi kabulleri temelinde farklı yanıtlar verebilirse de şöylesine bir belirlemeyle başlamak uygundur: Neliği ve gerçekliği temelinde ele alındığında, içerisinde yaşanan toplumsal koşullardan bağımsız olarak, zaman ve mekân üstü bir devrimci öğretmen yoktur. Her çağın, her toplumun devrimci öğretmeni, içerisinde yaşadığı, var olduğu, çağın ve toplumun rengini taşır. Tepkileri, karşı çıkışları, entelektüel anlamda siyasal, ideolojik, felsefi etkilenimleri, talepleri, hatta dünya görüşünün şekillenişi ve içeriği de dâhildir buna.

Bundan dolayı, devrimci öğretmen, yaşadığı zamanın mekânın, çağın ve toplumun çocuğudur. Ancak, zamansal ve mekânsal anlamda verili toplumsal koşullara ve egemen siyasal, ideolojik anlayışa teslim olan da değildir. Fakat bunlara teslim olmamak, bunlara karşı çıkmak, hatta değiştirmeye dönüştürmeye yönelmek, bir insanın ya da öğretmenin, birilerince ya da kendisince “devrimci” diye nitelenmesine yetse de, herhangi bir öğretmeni, hatta herhangi bir insanı çağının devrimcisi kılmaya yetmez. Çünkü çağının devrimcisi, çağının devrimci öğretmeni, salt bunlarla karakterize olamaz. Dahası devrimcilik, her insan ve öğretmen için ilanihaye kaim olan değişmez bir nitelik değildir. Dünün devrimci öğretmeni, mevcut düşünce ve yaklaşımlarını bir biçimde sürdürüyor ya da koruyor olmasına rağmen, şu veya bu nedenler, kaygılar ve saiklerle, bir sonraki dönemin gönüllü ya da gönülsüz aymaz ve cefakâr bir işgüderine dönüşebilir ve dönüşmektedir de...

Buradan hareketle, şu ayrımı yapmak gerekir: Birincisi, ne denli kategorize edilirse edilsin tek bir devrimci öğretmen kategorisinden söz etmek mümkün değildir. İkincisi ise kendisine atfettiği ya da birilerince ona atfedilen “devrimci” sıfatı ve savunduğu düşünceler temelinde her öğretmenin, okulda ve sınıfta devrimci öğretmen olması ve kalabilmesi de... Dahası taşıdığı bu sıfatın gereğini yapabilmesi de… Bu belirleme nelik düzeyinde ne denli çelişik algılanırsa algılansın, yaşanan öğretmen gerçekliğinin de ifadesidir.

Yukarıda söylenenleri daha açık ve algılanır kılabilmek için genellemelerden çıkıp günümüz Türkiye gerçekliğine bakalım: Günümüzde “devrimci”, “sosyalist” sıfatını taşıyan öğretmen çoktur. Öyle çoktur ki “Devrimci Öğretmen” adıyla dergiler çıkarıp binlerce satabilirsiniz. Öyle çoktur ki, yüz binin üzerinde üyeye sahip Eğitim-Sen genel kurul delegasyonu, şube yönetim kurulları hep devrimci ve sosyalist sıfatını taşıyan öğretmenlerden oluşmaktadır. Öyle çoktur ki şube ve genel yönetim kurulu koltuklarına ilişkin pazarlık ve ittifaklar bu sıfatlarla bağlantılı daha özel aidiyetler üzerinden yapılmaktadır. Peki; bu tablonun eğitimin gerçekleştirildiği okullarda ve içerisinde yaşanılan toplumdaki karşılığı nedir? Telaffuz edilen rakamlar ile bunun eğitim başta olmak üzere, toplumsal gerçeklikteki karşılığı arasında, doğrusal anlamda orantısal bir ilişki var mıdır? Eğer yanıtınız “Vardır” ise karşılığı nedir, nerededir? Eğer yanıtınız “Yoktur” ise, bunun anlamı nedir?

Yanıtı herkesçe, en azından konu üzerine düşünen, araştıran, kafa yoran herkesçe aşikârdır yukarıdaki soruların. Bundan dolayıdır ki, şimdilik “Neden?” diye, sormuyorum. Çünkü birçok kişinin malumu olduğu üzere, devrimci, sosyalist sıfatını taşıyanların büyük bir kesimi okulda, sınıfta “devrimci öğretmen” değildir. Ne yazık ki, yalnızca düzenin bir işgüderidir. Bir başka deyişle, yalnızca “düzenin duvarındaki tuğla”lardan biridir. Ve gerçeklikten bağımsız olarak taşınan hiçbir sıfat, hiç kimseyi bu durumdan ari kılmaya kadir değildir. Çünkü, kişinin düşünce, söylem ve davranışını biçimlendiren, yön veren bir bilinç kılınamayan sıfatların, ilinek olmaktan öte bir hükmü yoktur. Öğretmenler açısından da özellikle yapılan iş bağlamında, “devrimci”, “sosyalist” sıfatları ilineğe dönüşmüştür. (Bu durumun aslında yalnızca öğretmenler için geçerli olmadığını da vurgulamak gerekir.) 

Sendikada, evde, eş dost ya da kendisi gibi olanlarla ilişkisinde bu sıfatların gereğini yapan ya da yapma iddiasını taşıyan öğretmen, okulda ve özellikle de sınıfta bölünmüş bir bilinç haliyle arz-ı endam eylemektedir. Bunun nedenleri nelerdir? Bu bilinç haliyle varlığını sürdüren öğretmenin, taşıdığı ya da ona atfedilen sıfat ne olursa olsun, “dönüştürücü aydın rolünü oynayabilmesi” nasıl mümkün olabilir ki…  Bu durumdaki bir öğretmenin, daha başta kendisinin aydın olup olmadığı bir problem değil midir?

Devrimci Öğretmenin Encamı

Öğretmenin, özellikle de günümüzde devrimci öğretmenin hali pür melalini görüp anlayabilmek için Uysal’ın belirleme ve önerilerine kısaca göz atmak bazı aktarımlarda bulunmak yararlı olacaktır. Uysal, 70’li yıllarda, özellikle sosyalist öğretmenlerin, başta öğrencileri olmak üzere, toplumda entelektüel olarak önemli ölçüde dönüştürücü bir rol oynadıklarını belirttikten sonra, “Günümüzde öğretmenin aydınlanmacı ya da entelektüel olarak etkili olduğunu söyleyemeyiz” tespitini yapmaktadır. Ki devrimci öğretmen de bu genel ifadenin içinde yerini almaktadır. Şu tespit daha da ilginç ve üzerine ne denli tartışılabilir olsa da önemli bir hakikati vurguluyor: Günümüzde “eğitime dair bir sözü olmayan, zaman zaman dünya görüşü ve kendine dayatılan liberal değerler arasında savrulan bir öğretmen tipi var. Hatta dünya görüşü bu savrulmada bir fark yaratmıyor.”2 Neden?

“Neden?” sorusuna verilebilecek birkaç temel yanıt var: Bunlardan birincisi, eğitimin ve öğretmenliğin neliği ve gerçekliğiyle ilgili. İkincisi ise toplumsal anlamda ekonomik, sosyal, siyasal ideolojik koşullarla… Üçüncüsü ise devrimci öğretmen bağlamında, onun öznel anlamda siyasal, ideolojik kabulleri, kararlılığı noktasında, düşünce, söylem ve davranış tutarsızlığı ile nesnel anlamda toplumsal ve örgütsel olarak tekbaşınalığıyla ilişkili.

Genel sistematik eğitim, belirleyicilerinin, “Nasıl bir toplum istiyoruz?”, Nasıl bir insan ve nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorularına verdikleri ya da birilerince verilen yanıtlar temelinde içeriğini şekillendirdikleri siyasal-ideolojik, kültürel ve ekonomik olmak üzere üç temel işleve sahiptir. Öğretmen, eğitimin bu işlevlerinin gerçekleştirilmesi sürecinde öğrenciye uzanan son halkadır. Planlanan her şey, ön görülen her davranış ya da kazanım öğretmenden aynen ya da bozularak, değiştirilip dönüştürülerek öğrenciye geçecektir. İşte burası sorunun bam tellerinden biri, hatta en önemli noktasıdır. Uysal’ın, ders kitaplarındaki etkinliklere ve kılavuz kitaplara atıfta bulunarak  “öğretmenin özerkliği”nin ortadan kaldırılmasından söz ettiği sorundur. Ancak sorun salt bunlara indirgenemeyecek denli önemlidir. Çünkü daha temelde öğretmenin memurluğu ve onun profesyonelleştirilmesi vardır.

Daha temel bir çelişki ise öğretmenin memur, memurun öğretmen olmasıdır. Memur olan, bilinçli ya da bilinçsizce, gönüllü ya da gönülsüzce, özerkliğini de amirinin ya da bir hiyerarşi içerisinde amirlerinin ipoteğine vermeyi baştan kabul eylemiş kişidir. Oysa öğretmenden memur olmaz. Memurdan da öğretmen elbette… Öğretmen memurlaştığı oranda, öğretmenliği teknisyenliğe, kendisi de sıradan bir teknisyene ve işgüdere dönüşür. Ve ne yazık ki, devrimci ve sosyalistinden milliyetçi ve İslamcısına dek mevcut öğretmen gerçekliğinin, genel anlamda, hal-i pür meali budur.

Bir başka önemli çelişki ise eğitimin birincil öneme haiz siyasal-ideolojik işlevi ile toplumsal-siyasal bir varlık olarak, kendi kabulleri, ideolojik tercihleri olan öğretmen arasındadır. Bu çelişkinin aşılması hem kolay hem de çok zordur.

Kolay olandan başlayalım: Eğer bireysel anlamda öğretmen, eğitim anlayışı, dünya görüşü, siyasal-ideolojik yönelimi ve inançsal seçimi anlamında, siyasal iktidar ve onun politikalarıyla uyumluysa, mevcut iktidarın eğitimden başlayarak, ekonomik, sosyal, kültürel, vb yaklaşım ve uygulamalarını meşru ve doğru görüyor ve bunları onaylıyorsa,  bir çelişkiden söz etmek bir yana, herhangi bir sorundan söz etmek bile, istisnalar bir yana, abesle iştigaldir. Bundan dolayı, bu tür çelişkiler yapay ve talidir. Aşılması da kolaydır. Çünkü öğretmen temelde, bilinçli ya da bilinçsizce düzenin öğretmenliğini, düzenin temel paradigmalarının kabulü noktasındaki öğretmenliği içselleştirmiştir. Sorunu, düzenle değil; aksine düzenin belirli bir zaman diliminde işgören siyasal iktidardaki partisi ya da hükümetiyledir. Bu tür öğretmenin, öğretmenliğin ve eğitimin işlevini bile sorgulayıp sorgulamadığı apayrı bir tartışma konusudur. 

Aşılması zor olan, belki de hiç aşılamayacak düzeydeki çelişki ise, öğretmenin, düşünsel düzeyde siyasal-ideolojik kabulleri, sınıfsal-toplumsal seçimleri itibariyle, hem düzenin kendisi hem de onun paradigmalarıyla taban tabana zıt, karşıt bir noktada konumlanmış olma durumunda ortaya çıkandır. Bu konumdaki bir öğretmen, ya düzenin ve onun egemenlerinin, eğitim politikalarını belirleyenlerin, öğrenciyi siyasal-ideolojik, kültürel, vb düzeyde biçimlendirmek için, kendisinden aktarmasını istediği kazanım, davranış ve içeriğin önünde bir dalgakıran olup kendi kabullerinin gereğini yapacaktır ya da kendisinden istenenleri öğrenciye aktarıp kazandırarak, hem kendisini ve kabullerini paranteze alacak hem de efendilerin sıradan ve gönülsüz bir işgüderine, hizmetkârına dönüşecektir. Böylesi bir durum, öğretmen açısından, düşünce, söylem ve davranış düzeyinde yaşanan bir bilinç bölünmesidir. Siyasal şizofrenik bir haldir. 

Yalnızca bu da değil; bütünsel anlamda düşünce, söylem ve davranış boyutunda gerçekleşen bu tutarsızlık ve çelişki, o öğretmenin, öğrencileri başta olmak üzere,  başkaları karşısında inandırıcılığını ve kararlılığını gölgelemekten de öte söylediklerinin önemini ve ciddiyetini ortadan kaldıracaktır. Daha da önemlisi, kendi kendisiyle yaşadıkları ve özgüven yitimi olacaktır ki, hangi savunma mekanizmalarının, hangi gerekçelerin, hangi akılsallaştırma girişimlerinin ardına sığınılmak istenirse istensin bundan kaçınılamaz. Ama sonuçta bu çelişki, öğretmenin ruhsal sağlığı açısından bir biçimde aşılmak durumundadır ve yine bir biçimde aşılır. Elbette düzenin lehine… Mevcut siyasal şizofrenik bilinç hali, bilumum nesnel ve öznel gerekçeye dayandırılarak meşrulaştırılıverir.

Eee… Boşuna dememişler “Demokrasilerde çare tükenmez” diye… Okulda ve sınıfta sıradan bir işgüder, dışarıda ise ‘devrimci’ ve ‘sosyalist’ öğretmen… Ne güzel çözüm! Tıpkı; günümüzde ‘devrimci’liğin ve ‘sosyalist’liğin, özellikle Ankara özelinde, kısmen Sakarya’da asıl olarak da Yüksel Caddesi’nde boy göstermeye indirgenivermesi gibi… Eğer buraların dışında, siyasal ve örgütsel anlamda devrimciliğin, sosyalistliğin gereğini yapmaya yeltenirsen yandı gülüm keten helva… 

Velhasıl, günümüzde devrimci öğretmen çoktur, ama “keten helva”yı yakmayı göze alabilecek olanları parmakla sayılacak denli azdır. Ve bu azları, mumla aramayı göze alarak bulmak önemlidir. Çünkü onlar binlerce kırmızı balık arasında birer “kara balık”tır. Yalnızca düzenin efendileri için değil, ne yazık ki, devrimci öğretmenler için de…

Uysal’ın Önerileri 

Uysal’ın, “devrimci öğretmenin dönüştürücü aydın rolünü oynayabilmesi için” yapılması gerekenleri sıraladığı önerilere baktığımızda, aslında var olana ilişkin genel durumu da sergilediğini görüyoruz. Uysal’ın önerilerinin öncesinde yaptığı şu tespit önemli: “Eğitime dair bir sözü olmayan, zaman zaman dünya görüşü ve kendine dayatılan liberal değerler arasında savrulan bir öğretmen tipi var. Hatta dünya görüşü bu savrulmada bir fark yaratmıyor(abç).”.

 Uysal, “bu durum”un, “yeni öğretmen modeline karşı bir direnme potansiyelini içinde taşıyor” olma halinden hareketle, bunu dikkate alarak “direnme mekanizmaları üretilebilir” diyor. Ancak; ne eski ne de var olan öğretmen modellerinin geçerliliği söz konusuyken, hatta hangi sıfatı taşıyan hangi öğretmenin hangi öğretmen modeli ya da modelleri üzerinden kendisine dayatılan “yeni öğretmen modeline karşı bir direnme” hattı üretebileceği bir sorunken, “devrimci öğretmenin dönüştürücü aydın rolünü oynayabilmesi”nden söz etmek, açıklanmaya, temellendirilmeye muhtaç bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Hele hele “devrimci öğretmen”in ne denli entelektüel ve aydın olup olmadığı apayrı bir sorunken…      

“Devrimci Öğretmen”in veri olan gerçekliğinin bir biçimde farkında olan Uysal, önerilerinde de bunu sergiliyor. Yazısının sınırları içerisinde önerilerini, esas olarak, beş noktada toplamış olan Uysal’ın söylediklerinden bir kısmı üzerinde durmak gerek:
1
-    Uysal’ın birinci önerisi ve buna temel teşkil eden tespiti devrimci öğretmenle diğer öğretmenler arasındaki ilişki ve iletişim sorununda düğümleniyor. Uysal şöyle diyor: “Devrimci öğretmenin kendisini koyduğu yer ile diğer öğretmenlerin onu koyduğu yer arasında bir paralellik yok.” Marx yıllar önce söylemişti, bir kişinin, bir partinin kendisi için ne söylediğine ne düşündüğüne değil, ne yaptığına bakmak gerek. “Devrimci öğretmen”ler için de geçerli bu… Onların kendilerine ilişkin ne düşündüklerinin, ne söylediklerinin, dahası kendilerine atfettikleri sıfatların, toplumsal gerçeklik karşısında, çoktan hükmü tatil eylenmiştir. Kavranması gereken temel sorunlardan birisi budur.

Keza Uysal’ın yukarıdaki sözlerinin peşi sıra yazdıkları da öncekiler kadar önemli: Aslında yaşama biçimleri farklı olmasa da devrimci öğretmenlerle diğerleri arasında bir mesafe oluşuyor. Devrimci öğretmenler diğerleri ile ya bir mesafe oluşturuyor ya da okulun geliştirdiği bir alt kültürün içinde savrulup, farklı duruşlarını sergileyemiyorlar. Bu bir dayanışma kültürünün üretilmesini engelliyor. Topyekûn direnme olanaklarını yok ediyor.

Uysal’ın tespitleri gerçeklikte yaşananın ifadesi. Devrimci öğretmenin bu olmaması gerek. Ancak günümüzdeki ‘devrimci öğretmen’ gerçekliği bu. Elbette bunun anlayış düzeyinde siyasal-ideolojik ve daha da önemlisi örgütsel nedenleri var. Ancak asıl sorun ise, aslında ‘devrimci öğretmen’in okuldaki ve sınıftaki duruşunda diğerlerinden farklılığının kalmamasıdır. Lafzi düzeydeki farklılıklarının ise öğretmenler odasına sıkışıp kalması, orada da açıktan ya da gizliden sürdürülen bir gerilim nedeni olmasıdır. Bunlarla bağlantılı bir diğer sonuç ise mücadelenin okulda değil dışarıdaki gösterilere endekslenmesidir. Neredeyse her eylemde ‘devrimci öğretmen’ okulu terk etmeyi seçmekte, diğerlerini en azından kendisiyle vicdani bir hesaplaşmaya zorlamamakta, dahası öğrencileri nezdinde sorgulanır kılmamaktadır. Mücadelenin ve dayanışmanın öncelikli alanının okul olduğu hakikatini unutmakta ya da bir yana bırakmayı seçmektedir. Elbette okul dışı kolay bir seçimdir. Ki asıl değiştirilmesi gereken örgütlenme ve mücadele anlayışlarından birisi budur.

2-    Uysal’ın değindiği ve öneride bulunduğu nokralardan biri de müfredatın belirleyiciliği ve kılavuz kitapların yön göstericiliği. Bu konuda her şeye “rağmen sınıf içi demokratik mekanizmaların üretilmesinin mümkün olduğunu düşünüyorum” diyen Uysal, “Eşit söz hakkı vermenin dışında sınıf içi katılım mekanizmaları üretilebilir. (..) Hiçbir türlü ayrımcılığın olmadığı, ötekilerin oluşturulmadığı bir ortam yarat”manın olanaklı olduğunu dile getiriyor. Siyasal-ideolojik, hiyerarşik, vb. düzeyde düzene muhalif olduğu varsayılan herkesin bunlara itirazının olmaması, hatta bunları yapıyor olması gerek Ancak Uysal’ın bu maddenin sonunda söyledikleri bir başka gerçekliğe işaret ediyor: Devrimci öğretmenlerin bu konuda yeterli duyarlılığı gösterdiğini söylemek olanaklı görünmüyor.

Bu elbette beklenmedik bir durum değil. Yukarıdan beri yazılanlar aslında buna, yani Uysal’ın da belirttiği duruma işaret ediyor. Yalnızca bu da değil, çok daha fazlası var yazılıp konuşulması, sorgulanıp eleştirilmesi, hatta yeniden değerlendirilmesi gereken. Ancak öncelikle şunu bilmeli ya da kabul etmeliyiz: İşin öznesi olduğu düşünülenlerin özneliğinin laf-ı güzâflıktan öte bir hükmü yoktur.

3-    Uysal’ın değindiği noktalardan bir diğeri, hem eğitim hem de sendikal mücadele ve örgütlenme alanında örgütsel ve bireysel düzeyde kararlılığın, inandırıcılığın ve etik tutarlılığın test edileceği bir soruna ilişkin. Uysal, ne denli yumuşatarak söylemiş olursa olsun, aslında bu sorun, bu noktadaki çelişki ve tutarsızlıklar genelde öğretmenin, özelde ise kendisine “devrimcilik”, “sosyalistlik”, vb. sıfatlar atfeden ve aynı zamanda MEB’te çalışan öğretmenlerin suratına vurulmalı. Çünkü dershaneler ve özel dersler bağlamında kurulan ilişkiler, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzenine ve onun her şeyi metalaştırma anlayışının tezahürü altındaki eğitim sistemine karşı mücadele ettiğini söyleyenlerin yalnızca bireysel çelişki ve tutarsızlığı olarak görülmemekte, mücadelenin geneline teşmil edilmektedir.

Uysal, işin bu boyutuna değinmeksizin, olabildiğince esnek bir biçimde, “En azından öğretmenler (ki buradaki kasıt sözü edilen “Devrimci Öğretmen”dir) bu tür çalışmalarını okuldaki çalışmalarına göre ikincilleştirebilirler.” demekte ve bunu makul görmektedir. Ancak sonuç bu esnekliğe bile uygun değildir. Çünkü Uysal da “Gözlemler genelde tersi olduğunu gösteriyor.” demektedir.

Değindiğim bu üç nokta değil yalnızca, Uysal’ın olanla olması gereken, yapılanla yapılmaması gereken ayrımında “Devrimci Öğretmen”in hanesinde ne yazık ki hem negatifler yer almıştır. Bu bir rastlantı ya da kasıtlı bir yaklaşımdan kaynaklanmamaktadır. Aksine bunun temel nedenlerinden biri, bugün ‘devrimci öğretmen’ sıfatını kendisine atfedenlerin düşünce, söylem ve davranışlarını koşullayan siyasal, ideolojik, örgütsel düzeydeki kabulleridir. Söz konusu düşünce, söylem ve davranışlarda açık ya da örtük bir biçimde dışa vuran ise, söylemlerin aksine, mücadele ve örgütlenmede kararsızlık, güvensizlik ve daha da ötesi, etik tutarlılık ve inandırıcılıktan yoksunluktur.

Kısa Bir Sonuç

Uysal’ın yazısına konu olanlar anlamında “devrimci öğretmen” çoktur. Okulda da sendika da onlar vardır. Ancak ortalıkta var olan ise bir “devrimci öğretmen heyulası”dır. Öncekiler bu heyulanın varlığına istinaden arz-ı endam eylemektedir. Ne var ki hiçbir heyulanın gerçekliği değiştirebildiği de görülmemiştir. Bundan dolayı heyulalarla varlık kazanan ya da kazandığını sanan değil, gerçekliği değiştirmeye kadir olabilecek, bunun için kararlı, inandırıcı ve etik tutarlılığa sahip bir biçimde örgütlenip mücadele edecek çağın devrimci öğretmenine ihtiyaç vardır. Ve o bugünün tutarsızlıklar içinde debelenip duran sözüm ona “devrimci öğretmen”i değildir.

“Çağın devrimci öğretmeni kimdir? Çağın devrimci öğretmeni olmak nedir? Çağın devrimci öğretmeninin, devrimci öğretmenden farkı nedir?” mi dediniz? Bunların yanıtları da bir başka yazıda


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Prof. Dr. Meral Uysal, Eleştirel Pedagoji Dergisi, Sy. 19. Sf. 16.
2 Prof. Dr. Meral Uysal, Eleştirel Pedagoji Dergisi, Sy. 19. Sf. 18.

19 Haziran 2012

"İnsanlık Suçu" ve İlinek İnsan


“İnsanlık Suçu” ve İlinek İnsan

Atalay GİRGİN*

“İnsanlık suçu” kavramının, uluslararası sözleşmelerde ve hukuk metinlerinde yer alışının tarihi yakın zamanlara dayanır. Tıpkı soykırım kavramı gibi… Tıpkı pogrom kavramı gibi… İlk kez İngiltere’de ve 19. yüzyıl ortalarında “İnsanlığa karşı suçlar” kavramının kullanıldığı1 aktarılır. Ancak kavram, 2. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) gündemine gelmiştir.

Hem “insanlığa karşı suçlar” hem de “insanlık suçu” kavramı yeni olsa da insanlığa karşı işlenen “insanlık suçları”nın tarihi, insanlık kadar eskidir. Çünkü “insanlık suçu”nun yegâne faili ve mağduru hem ahlaki hem de hukuki açıdan yalnızca insandır, insanlardır. İster tarihsel olsun isterse güncel, her daim belli bir zamanda ve mekânda var olan ve “şu” diye gösterilebilen insan ya da insanlar.

Bu kavramların genel kullanımını dikkate aldığımızda, üzerinde yaşadığımız geniş coğrafyada da uzak geçmişten günümüze dek, birçok farklı saikle, tarih boyunca defalarca “insanlık suçu” işlenmiştir. Örneğin; Sivas katliamından Maraş katliamına, Ermeni tehciri ve kırımından Osmanlı’nın Karaman Devleti halkına yaptıklarına, Trakya Olayları ve 6/7 Eylül Olaylarından Dersim’e, Kerbela’dan Abbasilerin Emevileri bir gecede katledişine,  vb. olaylara dek.  “İnsanlık suçu” kavramının yeni oluşu, tarihte gerçekleşmiş olan bu ve benzeri eylemlerin “insanlığa karşı suç” ya da “insanlık suçu” olarak nitelenmesinin ve değerlendirilmesinin önünde bir engel değildir.

Her “insanlık suçu”, soykırım ya da pogrom değildir. Ancak; “bir insan topluluğunu ulusal, dinsel”2, siyasal, ideolojik, kültürel, ekonomik, vb. nedenlerle yok etmenin ifadesi olan her soykırım, her pogrom; dahası, her türlü köleleştirme, her sürgün, her siyasi veya diğer nedenlerle kovuşturma vb. bir insanlık suçudur. Bu kaplam ve içlem ilişkisinde “insanlık suçu” kavramı diğerlerini de içermektedir.

Peki; yukarıdaki tanımlamaya rağmen, bunlar herkes için her yerde, her zaman ve her koşulda bir insanlık suçu mudur? Bir suç eylemine “insanlık suçu” vasfı kazandıran ya da o eylemin, “insanlık suçu” olarak sınıflandırılmasına, nitelenmesine neden olan temel nitelik ya da unsurlar nelerdir? Bir insanı ya da insan grubunu “insanlık suçu” işlemeye sevk eden nedir? Onu “insanlık suçu”nun aktif ya da pasif faili olmaya iten nedir? Sorun, ulusal ya da uluslararası boyutta salt hukuksal olarak değerlendirilip bir yana konulabilir mi?

İnsanlık Suçu Salt Hukuka İndirgenemez  

“İnsanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar”, salt hukuka indirgenemez. Çünkü daha kavramsal tanımlama boyutunda sorun hukuki olanı aşmaktadır. Belki de şöyle söylemek gerek: Hukukun neliği ve gerçekliğini dikkate aldığımızda, kaçınılmaz olarak onu da içerecek tarzda aslına rücu eylemektedir. Çünkü neyin ve nelerin “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” sayılacağı, tek tek insanlar olarak yasa yapıcıların ya da kavramı tanımlayanların kabullerine göre değişmektedir. Bu da kavramı daha baştan eleştiriye, sorgulama ve tartışmaya açık kılmaktadır.

Bu noktada, birileri “Eğri oturup doğru konuşalım” dese de biz, doğru oturup doğru söyleyerek işe başlayalım: “İnsanlık” kavramı, tüm kavramlar gibi soyuttur. “İnsanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar” kavramı, genelliği ve soyutluğu temelinde bireysel ve grupsal düzeyde insanın, insanların, hangi saiklerle olursa olsun, maruz kaldığı her türden şiddeti, tecavüzü, yok etme eylemini, vb. kapsıyor gibi bir algı yaratsa da bu bir yanılsamadır. Yine bir soyutlama düzleminde, bir insan ya da insan grubunun varlığını ortadan kaldırmaya yönelik her türden saldırının tüm insanlığı kapsadığını, tüm insanlığa yöneldiğini sanmak da… Bu bir çelişki olarak algılansa ve değerlendirilse de gerçekliğe ve eylemi yapanların siyasi, ideolojik, felsefi, dini, etnik vb. kabullerine bakıldığında bir hakikattir. Bir başka deyişle, işimize gelse de gelmese de gerçekliğin ifadesi…

Her iki kavram da hukuk metinlerinden çıkıp yazınsal ve gündelik dile ne denli yerleşmiş ve kabul görmüş olursa olsun neliği ve gerçekliği temelinde kişiden kişiye, bir toplumsal, siyasal, dinsel grup ya da güç odağından diğerine değişmektedir. Hukukun biçimselliği ve genelliği bağlamında söylenen bir yana gerçeklik bir yanadır. Bundan dolayı bir kesime göre “insanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar” kapsamında sayılan bir eylem bir başka kesime göre hiç de bu niteliklere haiz değildir. Örneğin; Suriye’de olup bitenleri düşünelim: Bir yanda iktidarı yitirmek istemeyenlerin, diğer yanda da dış destekli silahlı muhalif grupların kendilerine karşıt olanlara karşı giriştiği, tüyler ürpertici eylemler vardır. Bölgeye ilişkin hesapları doğrultusunda Suriye’deki rejimi ve iktidarı değiştirmeyi hedefleyen ve isteklerini iktidardakilere kabul ettiremeyenler için hükümet güçlerinin eylemleri “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kapsamındadır. Ama silahlı muhalif güçlerinki “insanlık suçu” değildir. Mevcut iktidar güçlerini destekleyenlere göre de tersi geçerlidir.

Bir başka açıdan da, genelde yaşanan ve yaşanmış olan gerçeklik ne olursa olsun ve ona ilişkin farklı gruplar ne söylerse söylesin, eğer söyledikleri egemenlerin kabulleri ve söyledikleriyle çakışmıyorsa, olup bitenler “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kapsamına girmez. Örneğin; savaş… Yerine göre, binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanın katline sebep olan savaşlar, neden, “insanlık suçu” kapsamında değerlendirilmez ve o savaşların karar vericileri ve uygulayıcıları “insanlık karşıtı suçlar”dan yargılanmaz? Ki savaş, yalnızca, uçakların, tankların ölüm kusması, topların, bombaların patlaması, kan ve kurşun sesleri değildir. Aksine açlığın, işsizliğin, yoksulluğun varlığı ve bunun sürdürülmesi de bir savaştır. Bundan beslenmek de… Hadi; salgın hastalıkları, açlığı, kısa bir süre de olsa, bırakın bir yana… Yaşama hakkına rağmen, toplumsal eşitsizlik ve yoksulluk koşullarında, bebeklerin, çocukların temiz su bile içemeden ölmesidir.     

Ne var ki en büyük hukuksuzluklardan, en büyük vahşetlerden biri olan savaşın bile sözüm ona hukukunu yapan egemenler, onu hukuksal ve toplumsal düzeyde meşrulaştırmışlardır. Hem de “savaş suçları” diye bir kategori oluşturarak…  Elbette bu meşrulaştırma yalnızca günümüzün sorunu değildir. Tarihsel bir gerçekliktir. Dün dinsel saikler ve söylemler bu meşruluğun dayanağı ve güdüleyicisiyken, günümüzde hukuk, uluslararası hukuk en önemli araç olmaktadır. Hukukun ve yasaların genelliği ve biçimselliği kimseyi yanıltmasın. Çünkü o ulusal ve uluslararası düzeyde, genelliği ve biçimselliğinin aksine her daim egemenin egemenliğini koruyup sürdürmesinin en önemli meşruluk araçlarından biridir. Yeri ve zamanı geldiğinde onu yapanlar, kendi yaptıklarını kendileri çiğnemekten hiç de geri durmazlar. Çünkü yenilmedikleri sürece bu yaptıklarından dolayı onları yargılayacak birileri yoktur. Hatta bazı durumlarda yenildiklerinde bile…

“İnsanlık”, “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kavramları da nelik ve gerçeklik düzeyinde, egemenlerin bu genel tutumundan nasibini almaktadır. Uluslararası düzlemden yerele inildikçe, kavramların kapsamlarına ilişkin belirlemelerde siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabuller öne çıkmaktadır. Örneğin; bir insanlık suçu sayılan soykırım, hem uluslararası sözleşmelerde hem de TCK’da “ulusal (milli), etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek kastıyla işlenen fiillerden meydana gelmektedir.”3 Doç. Dr. Faruk Turhan’a göre, “Bu sayım sınırlıdır.” Çünkü “sosyal, siyasi, ekonomik veya benzer gruplar soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil edilmemiştir.” (aynı yer). Keza “dinsiz gruplar” da “soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil değildir.” Neden? Dinsizlerin ya da egemenler ve toplum çoğunluğunca kabul görmeyen siyasi grupların soykırıma uğratılmak da dâhil, katli vacip midir? Bu gruplar “insanlık” kavramının kapsamına girmemekte midir? Bu grupların mensupları insan değil midir?

İşte söz konusu kavramlara ilişkin ortaya çıkan sorunlardan biri de budur: İnsan nedir? İnsanlık nedir? Hukuki anlamda tanımlama ne olursa olsun, insan da insanlık da içerisinde yaşanan koşullara, bu koşulların değişimine ve buradan hareketle de toplumsal grupların ve bireylerin, siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabullerine göre değişmektedir. Bu bağlamda bireylerin ve grupların karşılarındaki kişilere yönelik değerlendirme, yaklaşım ve eylemleri de bir anda farklılaşabilmektedir. Genelde hâlâ insan olarak değerlendirseler bile, değişen koşullar ve kabuller temelinde, birilerince atfedilen ya da kendilerinin atfettikleri nitelikler belirleyici olmakta ve bunun doğrultusunda, kendileri gibi olmayanların, yerine ve duruma göre her türlü muameleye maruz bırakılmalarında herhangi bir sakınca görmemektedirler. Dahası bunu meşru bir hak olarak değerlendirebilmektedirler. Eğer tüm insanlar için bunun aksi geçerli olsaydı, Sivas’ta insanlar nasıl yakılabilirdi? Ruanda’da yüzbinlerce insan üç-dört ay içinde nasıl katledilebilirdi? Kahramanmaraş’ta inançlarından ve siyasi düşüncelerinden dolayı insanlar nasıl öldürülebilirdi? Ama yakıldılar, öldürüldüler, katledildiler. Peki; neden? Peki; kimler tarafından?

Ötekileştirme ve Tehdit Algısı

“İnsanlık suçu” ve “insanlığa karşı suçlar” kavramları ne denli problemli ve yerine göre ne denli muğlak olsa da, bunların kapsamındaki fiillere maruz kalan, maruz bırakılan bireyler ya da topluluklar öncelikle ötekileştirilenlerdir. Elbette yalnızca ötekileştirilmemekte, aynı zamanda, ötekileştirenlerce kendi varlıklarına yönelik tehdit olarak algılanmaktadırlar. Öyle bir tehdit algılaması ki, ötekileştirileni ortadan kaldırmayı, yerinden yurdundan etmeyi, vacip, mubah ve meşru gösterecek denli yaşamsal öneme sahip. Böylesi güçlü bir algılamanın temelindeki kabullerin de en az eylemin kendisi kadar yaşamsal olması gerek.

Ötekileştirmenin ve ötekileştirilmenin nesnel ve öznel etmenleri dikkate alındığında, sorunun, onu kavramlaştırmak kadar basit olmadığını fark etmek mümkün... Çünkü felsefi ve teorik boyutta, düşünsel olarak, öteki, ötekileştirme ve ötekileştirilme üzerine önermeler kurmak, bunları temellendirmek fazlaca bir sorun yaratmaz. Ancak yaşanan gerçeklik söz konusu olduğunda aynı durum geçerli değildir.

Bunun temel nedeni, ötekileştirmenin ya da ötekileştirilmenin dünya-evrensel anlamda var olan, ekonomik-sosyal-siyasal varlık koşullarıdır. Yaşanan toplumsal eşitsizliğin de nedeni olan bu koşulları görüp algılayamayan ve dolayısıyla bunları değiştirip dönüştürmeye yönelemeyen tek tek bireyler ya da gruplar ise var olan durumun sorumlusu olarak kendisi gibi olmayanları ya da kendisine ‘düşman’ olarak, öteki olarak işaret edilenleri görmektedir. Bu algı bireylerde belirginleşip toplumsal gruplar nezdinde genelleştirildikçe her şey kuvveden fiile dönüşmeye hazır demektir.

Böylesi dönemlerde bir yanda ‘biz’ vardır, diğer yanda da ‘öteki’ ya da ‘ötekiler’. ‘Öteki’ ise bazen ‘biz’le aynı dinden olmayandır; bazen aynı dinden olsa da aynı mezhepten olmayan… Bazen ‘biz’le aynı dili konuşmayandır, bazen derisinin rengi ‘biz’den farklı olan… Bazen ayrı etnik kökene sahip olandır, bazen ‘biz’den farklı giyinen, düşünen, söyleyen, eyleyen… Bazen aynı etnik kökenden, aynı ulustan olsa da farklı düşünen, farklı inanca sahip olandır. Bazen de yalnızca gözünün üstündeki kaşı eğri olan... Abarttığımı düşünüyorsunuz belki de… Ama bu konuda yargınızı vermeden önce, Ruanda’da yaşananları aktaran iki filmi izlemenizi öneririm. Biri Hotel Ruanda, diğeri ise Kara Nisan… Hatta, “Kelebekler Zamanı”nı da…

Yanılsama, bireylerin ve toplumsal grupların bilinçlerinden taşıp eylemlerine yön veren maddi bir güce dönüştüğünde, gerçekliğe ve hakikate galebe çalmaya başlar. Ve sözüm ona mutlu son, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanan, kuyunun dibindeki kurbağaların, düne kadar birlikte yaşadıkları ama kendilerinden farklı olanları, her türlü şiddeti kullanarak temizlemesi, sindirmesi, yerinden, yurdundan etmesiyle gerçekleşir. Zincirlerinden boşanmış ve kutsanmış bir şiddet, cinnet ve vahşetle… Ötekileştirilmiş olanların yakılmış, öldürülmüş, katledilmiş cansız bedenleri, tecavüz edilmiş kadınları, yıkımları, sürgünleri, yersiz yurtsuz bırakılışlarıyla kazanıldığı sanılan kutsal bir zafer ve uzaklaştırılan tehdit algısı…

Oysa toplumsal eşitsizliğin varlık koşulları ortadan kaldırılmadığı sürece, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, ideolojik, vb. boyutlarıyla öteki hiç bitmez. Tehdit algısı hiç ortadan kalkmaz. Dahası ötekileştirilene ve tehdit algısına ilişkin yanılsamaları besleyip güçlendiren, bu yanılsamayı kutsalın kundağına beleyip büyüten her türden milliyetçilikler, her türden dinsel temelli siyasal ideolojiler ve dahi dinler gibi… Bu koşullar altında bir kısır döngünün sarmalında savrulur durur insan… Bir gün fiilin failiyken bir başka gün benzer bir fiilin failinin kurbanı… İlinek insanın makûs talihidir bu… Çünkü ilinek insanın sığınağı dinlerdir, dinsel temelli siyasal ideolojiler ve milliyetçiliklerdir. Bunların silahı ve gücüyse ilinek insan… Birbirlerini üretip duran yanılsamalarla hayat bulup yanılsamalarla kötürümleşen insanlar ve ideolojiler… Ne hazin… Biri her şeyi kendi rengine boyamaya çalışıyor, birileri de tek bir renkle gökkuşağı çizebileceğine inanıyor hâlâ…     

“İnsanlık Suçu”nun Faili Devlet Değildir

İlinek insan, kendi değerini kendinden başlatmayan, aksine değerini kendi dışındaki bir varlıkla ilintisi temelinde kuran ve belirleyen insandır. Bu varlık, kimine göre Tanrıdır / Allah’tır ve onunla ilişkisi temelinde dindir. Kimine göre, devlettir, örgüttür. Kimine göre statüdür; kendisine verilmiş bir statü ya da statü sahibi birileriyle ilişkilenme hali. Kimine göre etnik ya da ulusal aidiyet ve onunla özdeşleşme. Kimilerine göre de bunların hepsi ya da bir kısmı.

İlinek insan, aklını bunların önceliği temelinde kullanır. Aklını, bilinçli ya da bilinçsizce bunların ipoteğine verir.  Onun düşünüş, söyleyiş ve eyleyişine yön veren kendi dışındaki varlıklardır.  Ne kendisinin ne de karşısındakinin değerini kendisinden başlatır. Aksine bunları belirleyen, bireyin dışında olan ve onun olumlu ya da olumsuz anlamda değer atfettiği varlıklardır. Bundan dolayı karşısındaki kişiyi değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip bir insan olarak görmez. Tıpkı kendisi gibi…

İlinek insan, aklını hizmetine sunduğu kendi dışındaki varlıkların kararlarını sorgulamaz. Onun için, bu varlıkların, kurumların, kişilerin, emirleri, yasakları, günahları, sevapları sorgu sual gerektirmez. İlinek insan mensubiyet duygu ve düşünceleri içinde kendisi gibi olanlarla, kendisi gibi olmayanlara karşı akıntıya kapılıp gitmeye hazırdır. Yeter ki çekip çevirmeye hazır çoban olsun. Sürü bilincini içselleştirmiş tipik bir kişidir ilinek insan. O; Sivas’ta kendisi gibi olmayanları ateşe verip yakan Müslümandır. O; 6/7 Eylül’de Demokrat Parti ve şürekâsının tezgâhına kendini kaptırıp başta Rumlar olmak üzere, azınlıklara ait her şeyi talan eden, yakan yıkan, hatta kadınlarına tecavüz eden, Müslüman ve Türk’tür. O; Kahramanmaraş’ta Alevileri ve solcuları katleden, ülkücü, milliyetçi, faşist, Müslüman’dır. O; tarihte Türkçe’yi ilk devlet dili ilan eden Karaman Devleti’ni ve halkını katleden, kadınlarına tecavüz eden, Osmanlı’nın medar-ı iftiharı, muzaffer askeri, Müslüman-Osmanlı’dır. Velhasıl o, tarihin her döneminde, ötekileştirilenlerin “ak mintanlarına kılıcının kanını silen”, bilinçli ya da bilinçsizce efendileri için öldürürken kahraman, ölürken şehit olacağına inanandır.     

Tüm katliamlarda, savaşlarda insan vardır, öncelikle de ilinek insan. Ama buna rağmen, tüm katliamların, tüm soykırımların, tüm işkencelerin, tüm “insanlık suç”larının ve “insanlığa karşı suçlar”ın sorumlusu olarak ilan edilenler ise devletler ve günah keçisine dönüştürülen örgütlerdir. Oysa devletler de örgütler de suç işlemez. Ne hukuki, ne etik, ne de ahlaki anlamda. Çünkü devletlerin de örgütlerin de ahlakı yoktur. Bunların hiçbiri ahlaki eylemde bulunmaz, etik ilişki kurmaz. Bunların hiçbirinin etiği de hukuku da yoktur. Onlara ilişkin var olduğu yanılsamasına neden olan hukuku belirleyen de etik kuralları oluşturan da insanlardır. Ve bunlar doğrultusunda sormadan sorgulamadan eyleyen, “ne yapayım kurallar, yasalar böyle” diyenler ise konumları ve sıfatları ne olursa olsun ilinek insanlardır.

Saiki ne olursa olursun, ahlaki ve hukuki anlamda ilinek insanın rolünü ve etkisini sorgulamayan ya da dışarıda bırakanlar için, başlangıçta “İnsanlık suçu” ya da “İnsanlığa karşı suçlar” kavramı, devletin insanlara yönelik giriştiği insanlık dışı eylemlerine atıf yapılarak belirtilen bir kavram niteliği taşımıştır. Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın ilanına kadar bu kavram, devletlerin kendi azınlıklarına karşı yürüttüğü insanlık dışı faaliyetleri ifade etmek için kullanılmıştır.”4

Burada temel kabul, eylem yapanın devlet olduğudur. Devlet’in, akıl sahibi bir varlık olarak düşünen, söyleyen, eyleyen, planlayıp buyuran, sevk ve idare eden, vb. bir özne olduğu yaklaşımı ve anlayışı belirleyicidir. Oysa devlet, kendisine atfedilen değer ve nitelikler ne olursa olsun, bir özne değil, aksine yalnızca uzlaşımsal kurumlardan biridir. İnsana dışsal olan tüm toplumsal kurumlar gibi, ahlaki, hukuki eylemlerden, etik ilişkiden aridir. Eylemden ari, yani eylemeyen, söylemeyen kurumların, bir başka deyişle öznelik vasfı olmayanın, herhangi bir sorumluluğu da yoktur. Dolayısıyla, tarihin hiçbir döneminde, yapılan eylemlere ilişkin, devlet ya da örgüt kararından söz edilemez. Alınan her kararın ve o kararlara istinaden yapılan ya da yapılmayan her eylemin ahlaki ve hukuki anlamda yegâne sorumluluğu, “şu” diye gösterilen insana aittir. Bilinçli ya da bilinçsizce kendi dışındaki kurum ya da varlıklara atfettiği değer ya da değerlerle kendini onunla özdeşleştiren, onun ilineğine dönüştüren insana…

 Devletle ilişkilenişleri ya da bir eylem karşısında devlete ilişkin pozisyonları ne denli farklı ve karşıt olursa olsun, bazı insanların “Devlet için yaptım.” deyişleriyle, bazılarının da “Sorumlu devlettir. Devlet hesabını versin! Devlet hesap sorsun!” deyişleri arasında ilinekleşme açısından bir fark yoktur. Saikleri ve kaygıları, hareket noktaları ve beklentileri ne olursa olsun, her iki yaklaşım da insanın kendini, kendi dışında var olan ve olumlu ya da olumsuz anlamda yücelttiği bir varlık karşısında ilinekleştirmesinin ifadesidir. Tıpkı herhangi bir eylemin cezalandırılmasında işin Allah’a / Tanrı’ya havale edilmesinde olduğu gibi… Tıpkı karar yanlış bile olsa “Şeriatın kestiği parmak acımaz” yaklaşımında olduğu gibi… Bu yaklaşım ve anlayış, bir yanıyla olaylar ve durumlar karşısında kişinin kendini paranteze alarak, değerleri yeniden değerlendirmesine engel olurken; diğer yandan da hem kendini hem de doğrudan ya da dolaylı ilişkide bulunduğu kişiyi değeri ve değerleriyle bütünsel bir varlık olarak kavramasına engel olmaktadır. Bu da kaçınılmazdır. Çünkü farkında olsun ya da olmasın, kendini paranteze alan her kişi, aslında insanı paranteze almaktadır.

“İnsanlık suçu”nu yeniden tanımlamak

“İnsanlık suçu”nu, “insanlığa karşı suçlar”ı,  hiçbir boyutta insanı paranteze almadan, ahlaki ve hukuki sorumluluğu bağlamında yeniden tanımlamak gerek. Buradaki hareket noktası da, değeri ve değerleriyle insan ve insan hakları olmalı.  

Elbette, toplumsal eşitsizliğin, insanın insanı sömürüsünün ve tahakkümün, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel vb. düzeylerde yeniden yeniden üretildiği koşullar altında, sınıf sıfatsız bir demokrasi ve sınıf sıfatsız bir insan haklarından söz etmek, nelik ve gerçeklik ilişkisi söz konusu olduğunda, bir yanılsamadır. Ne var ki teorik ve biçimsel olan, genelliği kapsamında bu ayrımı örter, bunun bilince çıkmasının, çıkarılmasının önünde ideolojik bir perde oluşturur. Ancak, genelliğine rağmen felsefeyi, “teorideki sınıf savaşı” olarak niteleyen Althusser’in sözünü unutmadan ve yanılmayı ve eleştirel bir tartışmayı göze alarak, nelik ve gerçeklik ilişkisini de göz ardı etmeden yeni bir tanımlama yapmak, yeni bir tanımlama girişiminde bulunmak mümkün.

Buradan hareketle; resmi görevli veya sivil kişi ve toplulukların, resmi otoritenin ya da gayri resmi grupların yönlendirmesiyle, saikleri ne olursa olsun, kasıtlı ve sistematik olarak, bir bireyin ya da insan topluluğunun, sosyal, siyasal, ekonomik, vb. temel insan haklarını ortadan kaldırmaya, bunların kullanılmasını engellemeye, onların yaşamsal varlığını yok etmeye yönelen, kişi bütünlüklerine zarar veren her türlü eylemi bir insanlık suçudur. Dolayısıyla, “insanlığa karşı suçlar”ın dayanağı ve referans kaynağı da insan haklarıdır. Suçun faili ve yegâne sorumlusu da kasıtlı ve sistematik eylemin, öncesinde ve sonrasında doğrudan ve dolaylı olarak parçası olan insandır, insanlardır.  

“İnsanlık suçu”nun, insan hakları, değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip insan temelinde belirlenmesi, işsiz bırakmaktan herhangi bir sosyal güvenceden yoksun ve sigortasız çalıştırmaya, anadilinde eğitim öğrenim hakkına engel olmaktan soykırım, tehcir, işkence, tecavüz, vb. eylemlere dek her şeyi kapsamına alır. Elbette bu geniş bir çerçeve ve kapsam olarak değerlendirilebilir. Ve elbette bu egemenlerin masa başındaki temsilcilerince kabul görmeyebilir. Çünkü suç tanımının yapıldığı yerde ceza da vardır.

Ceza söz konusu olduğunda, kasıt ve sistematiklik temelinde suçun insanlık ya da “insanlığa karşı” olma vasfı dikkate alındığında, bir eylem silsile yoluyla eylemin doğrudan ve dolaylı faillerini de sorumluluk altına sokar. Bu durumda ceza, yalnızca yakalanan ya da günah keçisi ilan edilen failler için değil; aksine, istihbaratı eksik yapandan, bilgi ve belgeleri, delilleri eksik toplayan, karartan gizleyen, yok eden; elindeki bilgileri doğru değerlendirmeyen savcı ve yargıca, faili saklayandan kasıtlı olarak onu yakalamayana, kararı alandan onu uygulayana, vb. dek süreçle ilintili herkes için geçerli ve kapsayıcı olur. Ki bu durumda, hiç kimsenin “Emir böyleydi. Ben emri uyguladım!” ya da “Ben kuralı uyguladım. Yasada ne yazıyorsa onu yaptım.” diyerek işin içinden sıyrılması, sorumluluktan ve dolayısıyla cezadan kurtulması söz konusu değildir. Keza, onlarca insanın öldürülmesinden, katledilmesinden sonra, kamera karşısına geçip, “Yanlış istihbarat! Bir hata olmuş. Ölenlerin ailelerine tazminat ödenecektir!” diyerek bir insanlık suçunun bedelini tüm toplumun üzerine yıkması da söz konusu olamaz. Çünkü böylesi bir açıklama ve girişim, en hafifinden hem öldürme kararını verenleri, hem de sorgusuz sualsiz kararı uygulayanları koruyup kollamak ve onlarla suç ortaklığı yapmaktır. Dahası, bir insanlık suçunun doğrudan ya da dolaylı, aktif ya da pasif faili oluşun itirafıdır.

Ne var ki, değerleri yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan; kendini bile değeri ve değerleriyle bütünsel olarak değerlendirmekten yoksun olan ilinek insan, statüsü ne olursa olsun, bunun üzerine gitmez, gidemez. Çünkü o “insanlık suçu”nun da yukarıdaki yeniden tanımlama bağlamındaki içerik belirlenmesini de kabul etmez, edemez.

Oysa bir insanlık suçu karşısında, sorumluları korumaya, olayı kapatmaya, geçiştirmeye yönelik açıklamalar yapan bir yetkili, nasıl ki bu işin doğrudan ya da dolaylı failiyse, bu açıklamaları yapana yönelik dava açmayan, onu yargılamaya yönelmeyen savcı ve yargıçlar da eylemin ilintili failine dönüşür. Hukukun öncelikle usul olduğu ileri sürülerek, hukukun biçimselliğinin ardına sığınarak buna karşı çıkmak mümkün olsa da bu ne gerçekliği değiştirir ne de insanı sorumluluktan kurtarır. Aksine yalnızca hakikatin üstüne bir parça daha toprak savurup yanılsamaları güçlendirmeye yarar. İdeolojik körlüğü arttırır. İdeolojik körlerin sayısının arttığı yerde de, gözlerini kendi gözleri kılabilenlerin sayısı azalır.   

Sonuç olarak; ilinek insanı üreten toplumsal yapı ve anlayışlar var olduğu ve onu üreten toplumsal koşullar ortadan kaldırılmadığı sürece, şu ya da bu ölçüde “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” yok olmayacaktır. Keza, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel, vb. boyutlarıyla insanın insanı sömürüsüne ve tahakkümüne dayanan ve bunları yeniden yeniden üreten koşullar dünya-evrensel düzeyde varlığını koruduğu sürece de…

Bundan dolayıdır ki, “İnsanlık suçu”nu “İnsanlığa karşı suçlar”ı top yekûn “asar-ı atika müzesi”ne göndermenin yolu, hem ilinek insandan hem de onu üreten koşullardan kurtulmaktan ve her ikisine karşı da sistemli bir örgütlenme ve mücadeleden geçmektedir. Ve bu mücadele ve örgütlenme de söylendiği kadar basit ve kolay değildir. Aksine kararlılık ve sabırla, düşünce, söylem ve davranış düzeyinde etik bir tutarlılıkla sürdürülen meşakkatli, özverili bir mücadeleyi gerektirmektedir.  Ancak, dünyayı değiştirip dönüştürmek, yeni bir dünya yaratmak isteyenlerin de başka seçeneği yoktur. Elbette, egemene teslim olup, değerleri yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan ilinek insanlar güruhunun safına geçmeyi seçmeyenler için… Elbette, gökkuşağı çizmeyi, gökyüzünü tek bir renge boyamaya indirgemeyenler, kendilerini bu yanılsamaya kaptırmayanlar için… Elbette, aklını ve bilincini birilerinin ipoteğine vermeyi, ideolojik körlüğü seçmeyen ve hâlâ gözlerini kendi gözleri kılmaktan vazgeçmeyenler için…         

                                                                                      17 Haziran 2012







* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 http://sorular.rightsagenda.org/soru-cevap/?g=7, İnsan Hakları Gündemi Derneği. İlgili paragrafın tamamı: "İnsanlığa Karşı Suçlar" kavramı 19. yüzyılın ortasında ortaya çıkmıştır. Bu tür suçların ilk örnekleri Birinci Dünya Savaşının sonunda görülmesine rağmen, 1945'deki Nürnberg Mahkemesi Şartı'na kadar uluslararası bir belgede toplanmadılar. Nürnberg Şartı'nda tanımlandığı haliyle İnsanlığa Karşı Suçlar, takip eden yıllarda BM Genel Kurulu tarafından uluslararası hukukun bir parçası olarak tanındı ve Eski Yugoslavya ve Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemeleri Statüleri de dahil olmak üzere, daha sonraki pek çok uluslararası belgede kapsamı belirlendi. Ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran Roma Statüsü, 17 Temmuz 1998'de kabul edildiğinde İnsanlığa Karşı Suçlar ilk kez uluslararası bir antlaşmada tanımlanmış oldular. 
Statü, insanlığa karşı suçları, sıradan suçlardan sahip olduğu yargılama yetkisinden dolayı üç biçimde ayırır:
Birincisi, insanlığa karşı suçlar başlığı altında işlenen cinayet gibi suç oluşturan eylemler, "geniş ölçekli ve sistematik bir saldırının parçası olarak işlenmiş" olmak zorundadır. Bununla birlikte, buradaki saldırı kelimesi askeri bir saldırı anlamında algılanmamalıdır. Sınır dışı etmek ve zorla yerinden etmek gibi kanunları ve idari önlemleri de kapsayabilir.
İkincisi, eylemler "sivil bir nüfusa karşı yöneltilmek" zorundadır. İnsanlığa karşı suç düzeyine yükselmeyen tek başına, izole, ayrı ya da rasgele eylemler bu sıfatla kovuşturulamaz. Sivil nüfusun arasında çok az sayıdaki askerin varlığı, onları sivil karakterlerinden mahrum etmek için yeterli değildir.
Üçüncüsü, eylemler "bir Devlet ya da organizasyonla ilgili politikaya" uygun bir şekilde gerçekleştirilmiş olmak zorundadır. Bu yüzden, suçlar bizzat devlet görevlileri ya da onların kontrolündeki kişilerin teşvik ettiği eylemler yoluyla ya da onların ittifakı veya rızasıyla işlenebilir, örneğin ölüm mangaları gibi1.
İnsanlığa karşı suçlar, aynı zamanda hükümetle hiçbir bağlantısı bulunmayan, asi gruplar ya da silahlı muhalif örgütler gibi organizasyonların politikalarına uygun olarak da işlenebilir.
2 Türkçe Sözlük, Soykırım maddesi, sy, 1797, 10. Baskı.
3  Doç. Dr. Faruk Turhan, “Yeni Türk Ceza Kanunu’nda Uluslararası Suçlar” makalesi.
4 Dr.Ezeli Azarkan, Uluslararası Hukukta İnsanlığa Karşı Suçlar, başlıklı makale, sf. 1.

05 Haziran 2012

YALAN!!!


Yalan!!!

Fikret Başkaya

Marx, Ludwig Kugelmann’e yazdığı 27 Temmuz 1871 tarihli mektupta, Paris Komünü’yle ilgili olarak: “Şimdiye kadar, Roma İmparatorluğu zamanında Hrıstiyanlığın bu kadar çok efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilmemesine yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Bu gün günlük basın ve telgrafın bir günde yaydığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha fazladır”, diyordu. Acaba yaşıyor olsaydı bu günkü sefil manzara hakkında ne derdi? Emperyalist burjuvazinin bu ölçüde yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üretebilmesiyle, iletişim teknolojisindeki devasa gelişme arasında bağ kurar mıydı? Şimdilerde yeryüzünün egemenlerinin iktidarı sadece ekonomik/finansal/politik ve militer güce dayanmıyor. Aynı zamanda medyatik iktidara da dayanıyor. Artık neoliberal küreselleşme çağında savaşlar önce medyatik alanda kazanılıyor... Önce bir devleti çökertme kararı veriliyor [ tabii çökertme demiyorlar “regime change” diyorlar]. Ardından medyatik yalanlar devreye sokuluyor. Çökertilmesi gereken devlet ya teröre destek veriyordur, teröristleri koruyup/ destekliyordur, ya kitle imha silahlarına sahiptir, ya da halkına zulmeden bir rejime sahiptir, demokrasi özürlüdür... Tabii ‘uygar dünyanın’ böyle sevimsiz durumlara göz yumması, görmezlikten gelmesi, içine sindirmesi beklenemez... Özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının timsâli olan kapitalist-emperyalist-kolonyalist Batı, kötülüğü bertaraf etmek için hareke geçiyor ve bir medyatik savaş başlatılıyor... Artık o aşamadan sonra her yalan hakikâttir...

Bir Fransız atasözü: “Köpeğini boğmaya karar veren, köpeğinin kuduz olduğunu söyler“ der. Şimdilerde emperyalist ABD ve müttefikleri, çökertmeye karar verdikleri devletler hakkında istedikleri yalanı üretme ve yayma, kendi beyinsizleştirilmiş, alık insanlarını, bencil komuoylarını ve dünyanın geri kalanındaki çoğunluğu aldatma ve kandırma yeteteğine sahipler... Önce bir Üçüncü Dünya ülkesindeki durumdan “Uluslararası toplum” rahatsızlık duymaya başlıyor... Medya “uluslararası toplumun” oradaki duruma sessiz kalamayacağına dair yayınlar yapıyor, üretilen yalanı büyütüyor ve hızla yayıyor. Kimse şu lânet olası “uluslarası toplumun” kimlerden oluştuğunu pek merak etmiyor... “Uluslararası toplum” denilen ABD ve onun dümen suyundaki AB ve Japonya’dan ibarettir. Aslında NATO’cu cepheden başkası değildir... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Çin, Suriye’ye yönelik NATO saldırısına karşı çıkıp, karar tasarısını veto ettiklerinde, küresel egemen medya bu iki devletin “uluslararası topluma” karşı olduğunu duyurdu. Öyle bir uluslarası toplum ki, nerdeyse dünya nüfusunun %20’sini oluşturan bu iki büyük devlet ona dahil değil... Daha doğrusu tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri denklemin dışında... Medyatik iktidar ve ideolojik egemenlik, şeylerin gerçeğini anlamayı engelliyor. Epey zamandır ‘medeniyetler çatışması’ diye bir yalan üretildi. Ve insanlar bu yalana inandırıldı. Oysa, asgari akıl, sağduyu ve muhakeme yeteneğine sahip bir insanın, medeniyetlerin çatışması diye bir şeyin saçma olduğunu bilmesi gerekirdi!. Türkiye hükümetleri, özellikle neoliberalizmin sadık neferi AKP hükümeti bu yalanı çok sevdi ve sahnelenen oyunda aktif rol aldı. Elbette medeniyetler çatışması diye bir şey olursa, “medeniyetler ittifakı” diye bir şey de olurdu... Şimdilerde Türkiye başta olmak üzere, medeniyetler ittifakının tesisi için yoğun çaba harcanıyor... Medeniyetlerin çatışması eşyanın tabiatine aykırıdır ve orada çatışan çıkarlardır, iktidar ve hegemonya mücadelesidir, son tahlilde de sınıfsal bir mücadele söz konusudur ama böylesi bir yalan emperyalist statükonun devamı için son derecede işlevseldir...

Yakın zamanda Yemen’de bir El- Kaide militanının yakalandığı, üzerinde hava alanlarındaki dedektöre yakalanmayan, metal olmayan bir bomba bulunduğu, bombanın içi çamaşırı içinde taşınabildiğini, velhasıl El- Kaide’nin donda taşınabilecek kadar küçük ama son derece etkili bir silah ürettiği yalanı peydahlandı ve egemen medya tarafından servis edildi... Yalan duyulduğunda da “gerçek oldu”... Oysa, söz konusu olan tam bir CIA operasyonuydu... Her zamanki yalanların sonunucusuydu. Aslında bizzat El- Kaide denilen de bir CIA ürünü, made in USA bir yalan değil miydi? İşin esasına bakılırsa ortada El- Kaide diye bir örgüt gerçekten var mı yokmu belli değil... ABD, İngiliz, Fransız, Alman, İsrail, vb. istihbarat örgütlerinin peydahladığı, yönlendirdiği, kullandığı terör çetelerine verilen ortak ad, bir tür paravan olduğunu iddia etmek mümkün... Kendi şefini bile korumaktan aciz bir örgütün öyle etkili bir silah üretmesi mümkün müdür? Eğer bu yalana itibar edilirse, bu, El- Kaidenin dünyanın en gelişmiş, en donanımlı laboratuvarına sahip olduğu demeye gelecektir... Lâkin yalanla ilgili kâr alanını, ekonomik çıkarları angaje eden bir sorun var. Eğer bu son teknoloji harikası silah bahane edilerek, hava alanlarında don muayenesi için her yolcunun soyunması zorunlu hale gelirse, bunun için de mesela her yolcu için 3 dakika soyunma/giyinme zamanı gerekirse ve insanlar bu aşağılanmaya ve kepazeliğe itiraz etmezse,  bu, 180 yolcu taşıyan bir uçağın havalanması için 540 dakika, yani tam 9 saat gecikme, kârların uçup gitmesi ve havacılık şirketlerinin iflası demektir... Tabii buna söz konusu şirketlerinin evet demesi mümkün değildir...

Fakat emperyalist yalanlarla ilgili rahatsız edici bir şey daha var: Sanki insanlar yalana doymuyor... Irak’a birinci emperyalist saldırı için “uluslararası hukuk” bahane edildi. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmişti, bu bir saldırı nedeni sayıldı...Elbette benzer işgaller başka yerlerde olduğunda kimse “uluslararası hukuku” hatırlamadı... Çünkü işler ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinden yürüyordu... Sonra El- Kaide liderini saklıyor diye Afganistan’a saldırdılar. Ardından kitle imha silahlarına sahip diye Irak’a ikinci bir saldırı yapıldı ve güzelim ülke çökertildi. Benzer şeyler Somali ve Sudan için de geçerliydi ve sonuç mâlûm... Sonra sıra Libya’ya geldi ve artık orada geçerli olan terör ve kaos... Ve sırada Suriye var ama çökertme kararı daha 2001 ‘de verilmişti ve 2008 sonrasında yıkım için kollar sıvanmıştı. Amerikan, Fransız, İngiliz ve İsrail... ajanları gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldüler. Arap Baharıyla Suriye’yi çökertme planı için koşulların olgunlaştığına karar verildi ve hareket geçildi...

Suriye’de özellikle 2000’li yılların başından beri uygulanan neoliberal politikalar ve rejimin neoliberalizmle “uyumlanma” tercihi, gelir dağılımı dengesizliğini, yoksulluğu ve sefaleti büyütmüştü. Tunus’da ve Mısır’da patlayan devrimlerin Suriye’de yankılanmaması mümkün değildi. Halk hem sosyal kötüleşmeye hem de otokrasiye karşı, daha çok refah, insanca yaşama, demokrasi ve özgürlük talebiyle sokağa döküldü. Tepkisini şiddet içermeyen bir şekilde ortaya koydu. İşte bu durum “rejim değiştirme” konusunda tecrübeli emperyalistler, başta ABD olmak üzere NATO cephesi ve tabii NATO’nun en sadık üyesi Türkiye [ AKP hükümeti densin], Siyonist İsrail ve başta Suudiler ve Katar olmak üzere Ortadoğu’nun ne kadar pro-siyonist ve pro-emperyalist Arap monarşisi varsa rejimi çökertmek için  bu durumu fırsat saydılar... Herşeye rağmen Esat rejimi emperyalistler için yaşamasına izin verilmemesi gereken bir rejim olarak görülüyordu. Zira, tüm eksikliklerine ve zaaflarına rağmen emperyalizmin her isteğini yapmayan bir rejim söz konusuydu. Daha önce de yazdığım gibi, asıl amaç İran’ı çökertmekti ve İran’ı çökertmenin yolu Suriye’den geçiyordu... Suriye’yi çökertmek Lübnan Hizbullahını da etkisizleştirmek demektir. İranı çökertmek, Rusya’yı, Hindistan’ı ve Çin’i kuşatma planının bir aşaması olarak görülüyor. Neden kuşatmak istedikleri de mâlûm...

Barışcıl amaçlı gösteriler, hızla Türkiye, Lübnan ve Ürdün’den Suriye’ye sokulan ve içerdeki dinci fanatiklerle buluşan, özellikle Afganistan, Irak ve Libya’da savaş deneyimi edinmiş fanatik paralı askerler, katliam timleri tarafından amaca yabancılaştırıldı ve kitle geri çekildi. Sokak, devlet görevlilerini, polisleri, askerleri,  kadınları, çocukları, yaşlı-genç, ayrım gözetmeksizin herkesi  hunharca ketleden katillere kaldı. İşte ‘Özgür Suriye Ordusu” denilen bu çapulcu taifesinden oluşuyor. Aslında tamı tamına Türkiye tarafından yönetilen, Türkiye tarafından silahlandırılıp eğitilen, asla özgür olmayan bir katiller gürühu... Katar ve Suudi Arabistan’ın parası, emperyalistlerin sofistike sihahlarıyla teçhiz ediliyorlar ve medyanın yalanlarından ve diplomatik manevralarından güç alarak katletmeye devam ediyorlar... Bunların iktidara geldikleri durumu hayal edebiliyor musunuz?  Bu cinayetleri Müslümanlık adına yaptığı söyleyen paralı askerler aslında bu işi emperyalizm, siyonist İsrail , Türkiye ve gerici bölge monarşileri adına yapıyorlar... Lâkin çelişik ve rahatsız edici bir şey var: Bunlar ne kadar çok katliam yaparsa, bu “insanî yardım” için bir gerekçe oluşturuyor... “İnsani yardımı” gerekçelendirmek için insanlar öldürülüyor... Medya tüm katilamların faili olarak, Beşar Esad’ın askerini ve polisini gösteriyor. Velhasıl yalan makinası üzerine düşeni iyi yapıyor... Ve kısa zamanda şöyle bir algı yaratıldı: Orada özgürlük ve demokrasi talebiyle sokağa dökülen, halkı katleden gözü dönmüş bir diktatör var. Bu diktatör gitmeli ve demokratik bir rejim kurulmalıdır... Sanırsınız ki, emperyalistlerin, Türkiye’nin, Siyonist İsrail’in ve gerici Arap monarşilerinin demokrasi ve özgürlük diye bir dertleri var...

Annan Planı bir oyundu...

Suriye’yi çökertme planının yürümesi, terörün yoğunluğunun ve kapsamının artışına endeksliydi. Fakat emperyalist saldırıyı gerekçelendirmek için de diplomatik ‘ara adımlar’ gerekiyordu. Plan şu idi: Bir ateşkes için BM eski genel sekreteri Koffi Annan bir plan yapmakla görevlendirildi. Lâkin, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] kurulduğu günden beri, tüm BM genel sekreterlerinin aslında ABD’nin genel sekreteri olduğunun bilinmesi gerekir. Uzağa gitmeye gerek yok, Ban ki-Moon’a bakmak yeter. Zaten BM örgütünün asıl misyonu ve varlık nedeni de, ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu meşrulaştırıp-sürdürmekti. Dolayısıyla örgüt her zaman yapılanları müşrulaştırmanın hizmetindeydi. Plan ateşkes öngörüyordu ama katillere asla silah bıkakmamaları emredilmişti. Tam tersine silah personel ve para sevkiyatı artırıyordu. Böylece, isyancılar tarafından yapılan her katliam hükümete fatura edilecek, bu amaçla medya utanmaz tavrını sürdürecekti. Ve “uluslararası toplum” artık şunu söylebilirdi: “Görüyorsunuz, Beşar Esad ateşkese uymuyor. Sivil halkı katletmeye devam ediyor...” Ateşkes demek iki tarafın da ateşi kesmesi değil midir? Tek taraflı ateskes olamayacağına göre... Son El Hula katliamının açıkça isyancılar tarafından yapıldığı bilindiği halde medya ağız birliği ederek onu rejimin üstüne attı... Egemen medya yalanı büyütüp yayma konusunda elinden geleni yaptı... Oysa Annan’ı davet eden Beşar Esad’dı. Çatışma ortamına dair gerçeği anlamasını dünyaya duyurmasını istiyordu. Aslında Esad’ın bu girişimi, olmayan duaya amin demek gibi bir şeydi... Bu amaçla Annan’ı davet eden biri onun gelişinden bir gün önce böyle bir katliam yapar mıydı? Başta yürümemesi istenen planın yürümediği böylece “kanıtlanınca” artık “insânî yardım”, “insânî müdahale”  cephesi kolları sıvayabilirdi. Utanmazca diplomatik ayıp işlediler, Suriye’nin diplomatik personelini ülkelerinden attılar... Böylece Suriye’yi çömertme palınını bir adım daha öteye taşımış oldular... Aslında Suriye’de olup bitenler insanlığın ve uygarlığın sefil durumu hakkında da bir fikir veriyor... İnsanı insanlığından utandıran sefil bir durum...

Türkiye ‘yardım ve yataklık yapıyor’, insanlık suçu işliyor

AKP hükümeti Suriye’yi çökertme planının en hevesli uygulayıcılarından biri. Topraklarını katillere bir üs olarak kullandırarak, “mülteci kampı” görüntüsü altında eğitim kampları oluşturarak, silah ve savaşcı sevkiyatını kolaylaştırarak, her türlü yardımı yaparak... Bu hükümet neden komşu bir ülkenin halkına karşı yürütülen bu uğursuz savaşta bu kadar hevesli ve aceleci davranıyor... Neden NATO bir an önce saldırsın diye çırpınıyor? Öyle görünüyor ki, bu işte NATO’cu dostları, gerici Arap Monarşileri ve Siyonist İsrail tarafından Türkiye’ye başrol verilmiş... NATO’cu bir ülke olan, topraklarında ne kadar Amerikan üssü olduğunu kendilerinin bile bilmediği bir rejimin böyle bir görevi severek üstlenmesi anlaşılır bir şey. Lâkin,  AKP hükümetinin sahnelenen oyunun baş aktörü olmak istemesi, sadece onun bağnaz NATO’culuğuyla açıklanamaz. Özellikle Irak’ın parçalanması ve 2006 da Lübnan Hizbullahı’nın İsrail saldırısını püskürtmesinden sonra, bölgede İran, Suriye, Irak  ve Hizbullah’tan oluşan bir eksen oluştu. Türkiye bu ekseni kendisi için bir tehdit olarak görüyor. Suriye’nin çökertilmesinin çantada keklik olduğu düşüncesinden hareketle, çökertilmiş Suriye’de söz hakkına kavuşacağını düşünüyor. Ve oluşmakta olan bu Şii eksen karşısında Arap monarşileriyle bir Sunni eksen oluşturmayı arzuluyor... Bir de enerjiyle, özellikle de doğal gazla ilgili kaygılar var. Zira Akdeniz’in doğusunda denizde ve karada zengin doğal gaz rezervleri keşefedilmiş durumda... Bütün bunlar hütümetin şahin tavrını açıklayan nedenler ama asla insânî kaygılar söz konusu değil... Demokrasi ve özgürlük gibi kaygılarsa asla... Öyle olmadığını anlamak için içeriye bakmak yeterli... Bu vesileyle Türkiye’deki devlet dininin çapı da bir defa daha ortaya çıkmış oldu... Bizim müslümanlar Suriye ve başka yerlerde “kardeşlerinin” emperyalistler tarafından katledilmesi karşısında kıllarını kapırdatmak bir yana, AKP’nin şahin politikasını destekliyorlar... Devlet dini de zaten böyle bir şey değil midir?

Muhalefet Suriye konusunda sınıfta kaldı...

Türkiye’de sol muhalefet yazık ki, Suriye sınavında başarısız oldu. Oyanan oyunu, yapılan hesapları, gerçek niyetleri teşhir etmeye yanaşmadı. Yapması gerekenleri yapmadı... Bu güne kadar gür bir sesin çıkmamış olması büyük bir talihsizliktir. Sol, bütün bir bölgeyi yakacak, üstelik bir dünya savaşını bile tetikleme potansiyeli taşıyan emperyalist komployu dert etmezse eğer, neyi dert edecek? Bu duyarsızlığı, umursamazılığı, yok saymayı kim nasıl açıklayabilir? Oysa, insânî, ahlâki ve politik nedenlerle, Suriye halkının yanında yer aldığını, onu desteklediğini yüksek sesle dosta düşmana duyurması gerekiyordu... Bazı sol çevreler tuhaf bir şekilde, savaşa karşı çıkmanın otokrasininin safında yer almak demeye geleceğini düşünüyorsa, buna belki kendileri inanabilirler ama başkalarını inandırmak mümkün olmaz. Emperyalist saldırıya karşı çıkmak neden rejimin safında yer almak olsun? Aslında bu atalet, olsa olsa bir şey yapmamanın, yapmak istememenin mazereti olabilir ancak... Fakat herşeye rağmen hâlâ bir şeyler yapmak mümkün...
http://www.ozguruniversite.org