11 Haziran 2011

MEHDİ ve MESİH

Mehdi ve Mesih
Tekgül Arı


“Mehdi ve Mesih” Atalay Girgin’in ilk romanı. Genellikle ilk romanlar için biyografik romanlar denilse de yazarın bunu aştığı görülmektedir. Akıcı bir dil kullanan Girgin’in, kitabın konusu gereği kullandığı Arapça ve Farsça sözcükler okuyucuyu zorlamadığı gibi romanı daha da gerçekçi kılmakta.

“Bir rivayettir dolaşıyordu ortalıkta.  Müritlerine göreyse, her an işaret edilmeyi bekleyen peygamber kıvamında biriydi. Kemeutopya’nın bir yarısında Mesih, diğer yarısında Mehdi’ydi. İkisinin de kendisinde hercümerç olduğu bir Ambar. Hem Mesih hem Mehdi… Her şeyin doğrusunu El-ilah bilirdi elbette, belki de vakti saatinin gelmesini bekleyen bir peygamberdi.”

Atalay Girgin, romanında yeni bir dünya kurmuş gibi görünse de aslında içinde bulunduğumuz yaşamda bildik, ama fazla konuşulmayan, hatta üzerine gidilmesi sakıncalar yaratacak bir sistemi tüm açıklığıyla gözler önüne sermiş. Girgin’in düş gücüyle Ambarya diye inşa ettiği ülkenin sakinleri farelerdir. En büyük düşmanları kedidir.  Efendi vardır, bir de efendinin efendisi. Onun da efendisi var mı, bu henüz bilinmez. Ama bilinen bir şey varsa, efendinin belirlediği kurallar birer kanundur. Bu kanunlarda sözüm ona dine göre düzenlenmiştir.

Roman, sayrılı bir karakter olan Efendi’nin üç katlı kırk bir odalı fakirhane diye adlandırılan villasında başlar. “Efendi”nin bir dediğini iki etmeyen ve etrafında dolanan önemli müritleri “Şeyh”, “Doktor” ve “Abla” ile sonradan bu sistem içine dahil edilen Nihan’dır.  Sık sık nöbetler geçiren Efendi’nin bu sayrılı hali bile hayra alamettir. Bir de fakirhane dışında ayrı bir dünya vardır ve oradaki kişiler bazı bölümlerde başat kişiler kadar öne çıkar. Düzeni sorgulayanlar, doğru yoldan gitmek isteyenlerin başına gelen felaketler öyle bir anlatılır ki, sizde okuyucu olarak birden bir roman kişisi oluverirsiniz. Öfkelenirsiniz…

Roman kişileri hakkında detaylı bir şekilde psikolojik tahliller yapılmamasına karşın diyaloglarda verilen ipuçlarıyla bu karakterlerin özelliklerini az çok tahmin edebiliyorsunuz. Kahramanların birine/birilerine ait olma duygusuyla bu rejimin içinde yer aldıklarının ayırımına varabiliyorsunuz. Atalay Girgin’in karakterleri öyle bildik yoksul ve okumamış kişiler değil aslında. Tam tersine ekonomik kaygıları neredeyse olmayan, üniversite oku(yan)muş kişiler oldukları göze çarpıyor. Aslında bu kişilerin içlerindeki yitiklikten çıkmak için sığındıkları bir liman oluyor, bu aldatıcı düzen.

Elbette romanda yoksul bir kesimde var, onlar yaşamı iyileştirme mücadelesine fark katan ama en büyük acıları da göğüsleyen kişiler.

Kitabın sayfaları ilerledikçe “Koşulsuz bir mutlulukla prangalara bağlanmak…” duygusu ürkütür insanı.  İnsanların kendi hapishanelerini yaratması en büyük tutsaklıktır. Bir bedeni hapis edebilirsiniz ama ruhu hapsedemezsiniz.  Ama sistemde bedenin yanı sıra ruhun  hapisliği de istenmektedir.  Roman kişisi “Doktor” bunu fark ettiğinde ölümü de göze alarak kaçmaya çalışır. Nihan da rahatsızdır artık. Terk ettiği sevgilisini düşünür, her ne kadar “kızıl-komünist” olsa da onun insani yaklaşımı onu öylesine etkilemiştir ki, sıcaklığını arar. Oysa gönüllülükle geldiği bu evde kadının sadece cinsel bir meta olarak kullanılması, Efendi’nin ve başkalarının yatağına ikram edilmesi sonradan sonraya acı vermeye başlar. Gerçekte sistem din adına yapılan her şeyi mübah kılmaktadır.  

Dünyanın oluşumundan bugüne kadar kurulmuş her düzende en büyük acıyı çeken kadınlardır. Girgin’in kitabında erkeğin tasarrufuna sunulmuş kadınlar vardır. “Abla” da bu kadınlardan biridir. Ama Nihan’dan bir farkı vardır. Efendi’nin ateşli bir bakışı ruhunu yüceltmektedir. Sabırlıdır Abla, sırasını bilmektedir. Hiç şikayet etmez, hatta Efendi için kardeşi Doktor’u bile harcar. Gerçekte bu sistem, bilinçli olarak bünyesine aldığı bu yitik kişilikleri, tekdüze bilgilerle ruhlarını sağaltmaya çalışacağına inandırmaktadır. Onları önceden bulundukları yaşamın içinden sıyırıp kendilerinin belirledikleri  kurallarla; sözde mutlulukla tutsak ettiklerinin farkında(mı)dır aslında! İçine aldığı bu mutluluğu bir süre sonra öylesine sömürmeye başlar ki,  bu da bireylerde derin bir sızıya dönüşür.

Çoğalan müritleriyle her geçen gün güçlenmiştir sistem. Ülkenin en kilit noktalarında artık düzeni kuranların yetiştirdiği insanlar vardır.  Bir makinenin dişlilerini oluşturan bu kişiler bir süre sonra bu dişlilerin arasında ezilenlerin kendilerine benzeyen insanlar olduğunu da görürler. Ama makine kimseye aldırmadan görevini tıkır tıkır sürdürür. Dişliden çıkma çabasında olanları ise sessizce yok eder. 

 Atalay Girgin, romanında “korkudan korkmamak” gerektiğini de vurguluyor. Her ne kadar bu kişiler sessizce yok edilmeye, sindirilmeye çalışılsa da her zaman bir umut vardır. İnsandan umudu kesmemek gerekir. Bu sistemi değiştirecek olan yine insandır.

Felsefe öğretmeni olan Atalay  Girgin,’in makalelerinden oluşan ilk kitabı “Düzenin Duvarındaki Tuğla: Öğretmen”de okuyucuyu sorgulamaya iten yanı, “Mehdi ve Mesih” romanında daha vurucu olarak ortaya çıkar.

Romanın sonuna geldiğinizde  “ama..? neden bitti?” diye sorular çoğalırken usunuzda, en altta bir not ;

“Birinci kitabın Sonu.”  İkinci kitap ise “Lağımpaşalı”dır!



* "Mehdi ve Mesih" üzerine değerlendirmeleri için "Tekgül Arı"ya teşekkür ederim.

06 Haziran 2011

YENİ ANAYASA

Yeni anayasa
veya
“hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek”
Fikret Başkaya
AKP, 12 Haziran seçimleri sonrası için yeni bir anayasa vâdediyor, bu amaç için insanlardan oy istiyor ve tek başına anayasayı değiştirecek bir meclis çoğunluğu arzuluyor. Yeni anayasanın ‘sivil’ bir anayasa olacağı söyleniyor. Eğer öyleyse, bu mevcut anayasanın ‘sivil’  olmadığı demeye gelir... Tabii AKP yeni bir anayasa vaadederse diğerleri de boş duracak değil, onlar da kendilerince yeni anayasadan söz ediyorlar. Lâkin yeni anayasa isteyen sadece burjuva partileri değil, kapitalist patronlar ve bir bütün olarak egemenler cephesi de artık yeni bir anayasanın gerekliliği konusunda ısrarlı görünüyorlar. Bu arada akademideki anayasa uzmanları ve her şeyi bilen köşe yazarları ve medyatik ‘aydınlar’ da yeni anayasacılar kervanına katılmış görünüyorlar... Bir de Kürtlerin yeni anayasa talebi var ki, onlarınki haklı ve yerinde bir talep, zira, artık bir şeylerin gerçekten değişmesini istiyorlar...
Kimse ‘sivil anayasa’ ne menem bir şeydir, sivil anayasa diye bir şey olur mu, ya da neden anayasa kelimesinin önüne bir niteleme sıfatı ekleme gereği duyuluyor, neden böyle bir ideolojik manipülasyona baş vuruluyor sorusunu sormayı akıl etmiyor. Söylenmek istenen her halde şu: mevcut anayasa askerler tarafından yapıldı, militer bir anayasadır, dolayısıyla sivil ve tabii demokratik değildir. Bu sefer anayasa siviller tarafından yapılacak ve ‘sivil’ ve ‘demokratik’ olacak... Sivil olmak veya olmamak, kıyafet farklılığına indirgenecek bir şey midir? Tipik bir ‘disiplin yönetmeliğine’ benzeyen 1982 anayasasının arkasında, bir NATO ordusu olan TSK olsa da, anayasayı hazırlayanlar üniformalı değildi... Akademinin anlı-şanlı anayasa profesörleri ve cunta tarafından tayın edilmiş sivil giyimli Danışma Meclisi’nin ‘seçkin’ üyeleriydi... Üstelik referanduma sunulup, halkın ‘onayı’ da alınmıştı... Sanırsınız ki, anayasayı askerler kendileri için yaptı! Diyelim ki, 1982 anayasasını üniformalı unsurlar yaptı ama ondan sonra  defalarca TBMM’ye seçilen üniformasızlar 30 yıl boyunca bu anayasayı neden sorun etmedi? Neden anayasanın askerî üniformasını çıkarmak için kılını kıpırdatmadı? Neden anayasayı ‘sivilleştirme’, ‘demokretikleştirme’  gereği duymadılar? Bir şey daha, cunta anayasasının yürürlüğe girdiği 1982’den bu yana 17 defa anayasa değişikliği yapıldı ve geçiçi hükümler dahil 177 maddelik anayasanın tam  119 maddesi değiştirildi... Demek ki, geçen zamanda anayasanın yaklaşık %70’i ‘yenilenmiş’... Eğer değişiklik ve ‘yenilik’ olumlu bir anlam taşıyorsa, bu, %70 oranında bir ‘sivilleşme’, ‘demokratikleşme’, velhasıl ‘iyileşme’ anlamına gelmez miydi?  Eğer yapılan değişiklikler [yenilikler!] demokratikleşme demeye geliyorduysa, o zaman yeni anayasa yapmak yerine geri kalan 58 madde de gözden geçirilerek Türkiye ‘sivil’ ve ‘demokratik’ bir anayasaya kavuşmaz mıydı...
O halde üç şey: Birincisi, bir rejimin anayasal olması, anayasasının olması, onun demokratikliğinin güvencesi değildir. Esasen anayasalar demokrasiyle değil, nasıl yönetebiliriz, nasıl aldatıp-oyalayabiliriz, sorusuyla, velhasıl ‘Teşkilat-ı Esâsiye ile ilgilidir. Bu soruların kimler tarafından sorulduğu da bellidir... Bu tür sorular daima mülk sahibi sınıflar tarafından sorulur... Söz konusu olan basbayağı sınıfsal bir meseledir. Dolayısıyla belirleyici olan bir yasayı veya anayasayı kimin yaptığı değil, kimin/kimlerin çıkarına yapıldığı, arkasında kimin/kimlerin olduğu ve durduğudur... 1982 anayasasını cuntacı generaller yaptı ama mülk sahibi sınıflar adına ve onlar için  yaptı... Tabii bal tutanın parmağını yalaması da işin doğası gereğidir; ikincisi, bir anayasa için önemli olan hangi maddeleri içerdiği değil, bunların pratik politikada, uygulamada ne şekil aldığı, nasıl yorumlandığı ve uygulandığıdır; üçüncüsü de, bir anayasanın demokratikliğinin asgari koşulu yapılış sürecinde hangi toplum sınıflarının ne ölçüde dahlinin olup-olmadığıdır. Eğer mülksüzleştirilmiş sınıflar, işçiler, işssizler, topraksız köylüler ve küçük çiftçiler, mütevazı toplum kesimleri, velhsalı demokrasiye asıl ihtiyacı olanlar, sürece aktif ve etkin bir şekilde müdahale etmiyorsa, edemiyorsa, politikleşmiş halk çoğunluğunun etkin dahli söz konusu değilse, oradan çıkacak bir anayasanın anti-demokratikliği tartışmasız bir kesinliktir. Kaldı ki, Kadir Cangızbay’ın isabetli tespindeki gibi: “Demokratikleşme, bir süreçtir; doğrudan yasa ve anayasayla gerçekleşmez; başka bir ifadeyle, yolu önceden çizilmez; karşılaştığı engeller kaldırılarak yolu açılır”.[1]
Bir maddenin anayasada yer alması yeterli değildir. Anyasanın varlık nedeni egemen sınıfların nasıl yönetebiliriz, haklar alanını nasıl daraltabiliriz, nasıl aldatıp-oyalayabiliriz... sorusuyla ilgili olduğu sürece, istediğiniz kadar anayasada ‘demokrasiyle uyumlu’ maddeler bulunsun, pratikte bunların hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bilindiği gibi, anayasalar birer üst metindirler. Uygulama alanına kanunlar yoluyla inerler ve anayasada tanınan veya formüle edilen hakların kanunlarla geri alınması yaygın bir gelenektir. Bu, burjuva yasallığının vazgeçilmez kuralıdır. Fakat verilen bir hakkı geri alma operasyonu ekseri bizzat anayasada kotarılır. Anayasanın bir maddesinde ifade edilen bir hak, ikinci veya üçüncü paragrafta ancakla başlayan bir cümleyle  geri alınır/ içi boşaltılır, işlevsiz hale getirilir... Ya da ilerdeki bir maddede ortadan kaldırılır...  Mesela yürürlükteki anayasının üniversitelerle ilgili 130’uncu maddesi şöyle: “Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. ancak, bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve ülkenin ve milletin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhine faaliyette bulunma serbestliği vermez”. Dikkat edilirse tanınan hak aynı cümlede geri alınıyor. Hakları kullanılmaz hale getiren ve yasaklayan ikinci yaygın uygulama, maddenin sonuna eklenen kanunla düzenlenir ibaresidir. Ekseri anayasada tanınan bir hak yasayla ortadan kaldırılır. Eğer yasayla halledilemezse, yönetmelikler imdada yetişir...   Başka bir yöntem de asla yapılmayacak bir şeyin ifade edilmesidir. Mesela anayasanın 49’uncu maddesinde: “ Çalışma herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları korumak, çalışmayı desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır” deniyor... Böyle bir maddenin varlığının bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi?  En doğal hakları için mücadele eden işçilerin başına nelerin geldiği, ne tür koşullarda çalıştıkları, işssizliğin ne düzeyde olduğu bilinmiyor mu? Devletin kimi nasıl koruduğu mâlum değil mi?  Son otuz yılda sendika kurmak için harekete geçen on binlerce işçinin nasıl işten atıldığı herkesin mâlumu değil mi? Cunta anayasasının 26’ıncı maddesi düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetiyle ilgili: “ Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. deniyor, ve devamı şöyle: “ Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni güvenliği, cumhuriyetin temel ilkeleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü.... amaçlarıyla sınırlanabilir”. Ve sınırlanıyor... O kadar çok sınırlanıyor ve öyle sınırlayıcı bir yasa stoğu var ki, istenirse her söylediğinizden kendinizi önce mahkeme kapısında, sonra da mahpusane koğuşunda bulmanız son derecede mümkündür... Eğer öyleyse böyle bir ikiyüzlülüğe neden başvuruluyor? Niyet ve amaç mâlûm değil mi?
Aslında kapitalizm dahilinde anayasaların demokrasinin önkoşulu olduğu tartışmalıdır ama demokrasinin önünü kesmek için gerekçe oluşturdukları kesindir.  Böylece, demokratik talepler, hak talepleri  ‘anayasa’ gerekçe gösterilerek geri çevrilebiliyor veya savsaklanabiliyor. Tabii anayasada değişiklik yapmak da zorlaştırılır ki, egemen sınıfların işine gelmeyen muhtemel bir değişikliğin önü kesilsin... Oysa, istenirse, anayasaya dokunmadan da, kanunlarda yapılacak  değişikliklerle kısmî bir demokratikleşme pekâlâ mümkündür.
O halde sadede gelebiliriz. Egemen sınıfların çıkarı, demokratik haklar alanının, genel olarak da haklar alanının olabildiğince daraltılmasını gerektirir. Egemen sınıflar hiçbir şeyden eşitlik, özgürlük ve demokrasiden korktukları kadar korkmazlar ama söylem farklıdır... Sözcülerinin ve akıl hocalarının dilinden demokrasi kavramı hiç düşmez... Siz sermaye sınıfının, oligarşinin bir mensubu olsaydınız, demokratik haklar alanının genişlemesini ister miydiniz? Böyle bir şey eşyanın tabiatine aykırı değil midir? Zira demokratik haklar alanının gerçekten genişlemesi demek, sömürünün sınırlandırılması demektir ve sömürünün ve baskının sınırlandırılması mülk sahibi sömürücü sınıfların, ülkenin beşeri ve doğal zenginliğini yağmalayan azınlığın ve şürekasının asla arzu etmeyeceği, katlanamayacağı bir şeydir. Eğer öyleyse egemenler cephesinin ve onun sözcülerinin teklif ettiği, edeceği ‘yeni anayasa’ ne kadar ‘yeni’olabilir?  Bir anayasanın yeniliğini  marifet saymanın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir?
Anti-demokratik bir şekilde oluşmuş bir parlamento demokratik bir anayasa yapabilir mi? Herşey tepeden tırnağa anti-demokratik iken, hangi mucizenin sonucu demokratik bir anayasa ortaya çıkacak. Söz konusu siyasi partilerin kendilerinin demokratik bir yapısı ve işleyişi söz konusu mu? Bu partiler essasen parti başkanlarının birer şirketine benzemiyor mu? Bunlar tek kişi tarafından yönetilen siyasi yapılar değiller mi? Kimlerin nereden milletvekili olcağına parti başkanları karar vermiyor mu? Meclis %10 barajı ayıbının gölgesinde oluşmuyor mu? Siyasi partiler yasası 12 Eylül rejiminin eseri değil mi? Eğer öyleyse ve bu siyasi partilerin mensuplarından oluşan parlamentonun bizzat kendisi anti-demokratik iken, oradan demokratik bir anayasa çıkacağına sanmak abesle iştigal etmek değil midir? Denilebilir ki, milletvekillerini halk seçiyor... Önlerine gelene oy vermek seçmek midir? Aslında seçimin gerçek anlamda seçmekle bir ilgisi yok. Orada söz konusu olan, birileri [Parti patronları] tarafından tayın edileni onaylamaktan ibarettir... Zira, asıl seçenler başkaları, dolayısıyla söz konusu olan sefil bir sirk oyunundan başka bir şey değil... Seçim sandığına giden önceden birileri tarafından tayin edileni onaylıyor sadece... Kaldı ki, geçerli sistemde zaten gerçek bir temsil asla mümkün değildir. Politika yapmanın profesyonelleşmiş ayrıcalıklı bir elitin işi olmaya devam ettiği koşullarda yapılan seçimler, ancak seyirciyi oyalamaya yarayabilir ki, zaten yapılan da odur... Netice itibariyle siyasi partilerin varlığı ve belirli aralıklarla [ 4-5 yıl] seçimlerin yapılması bir rejimin demokratikliğinin garantisi değildir. O halde soruyu şöyle sorabiliriz: Siyasi partiler niye var ve seçimler neden yapılıyor? Besbelli ki,  kitleleri aldatıp / oyalamak için...
Gerçekten demokratik bir anayasa, ancak anayasa yapma sürecine demokrasiye ihtiyacı olan toplum sınıflarının etkili ve kalıcı katılımı ve müdahalesiyle mümkün olabilir. Bunun için de her kesimin ağırlıyla orantılı bir kurucu meclisin oluşturulması gerekir. Bu da kitle hareketinin yükselmesini ve politikleşmiş bir tartışma ortamını varsayar. Bu önkoşulların oluşmadığı koşullarda yapılan ve yapılacak hiçbir anayasanın demokratikliğinden söz edilemez. Aksi halde mevcut parlamentodan demokratik bir anayasa beklentisi içine girmek olsa olsa liberal medyatik aydınların bir kuruntusu olabilir...
Son bir soru da şu olabilir: Yeni anayasa neden şimdilerde gündeme getiriliyor? Rejimin yeni bir yapılanmaya ve yeni bir meşruluk zeminine, tabi zaman kazanmaya ihtiyacı olduğu için... Böylece eski şarabı yeni şişede sunma imkânına kavuşmayı umuyorlar... Eğer öyleyse, yapılacak ‘yenilik’, hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmenin ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir...
[1] Bkz: “ ‘Sivil anayasa’ işportacıları”, Birgun.net,  9 Nisan 2011.