28 Temmuz 2010

Toplumsal Bunalım ve Kürt Sorunu İçin Tek Bir Seçenek Var!

Toplumsal Bunalım ve Kürt Sorunu İçin
Tek Bir Seçenek Var?

Atalay GİRGİN*

Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de herkesin “toplumsal-kültürel ayakkabıları” aynı anda vurmaya başlamıyor. Keza, vurmaya başlayan “ayakkabı” da herkesin ayağını aynı şiddette acıtmıyor. Dahası bunların herkes için aynı anda olmasını beklemenin de gereği yok zaten. Çünkü üretim araçlarının özel mülkiyetinin geliştiği, siyasal iktidara gelmenin, onu elde etmenin, toplumsal zenginlikten daha fazla pay almanın kapılarını araladığı hiçbir toplum, aynı çıkarlara sahip birey ve gruplardan oluşan yekpare birer bütün değildir. Bundan dolayı, toplumsal-kültürel sorunları da ne aynı zamanda ne de aynı şiddette yaşar ve hisseder. Bu hüküm, o toplumu oluşturan birey ve sosyal grupların aynı dili konuşuyor, aynı dine inanıyor, aynı etnik kökene dayanıyor olması halinde de geçerlidir. Hal böyleyken, daha büyük ve daha geniş siyasi-coğrafi sınırlar içerisinde, hangi zorunluluk ya da seçimlerden dolayı olmuş olursa olsun, bir araya ge(tiri)lmiş farklı dile, dine, etnik kökene, kültüre sahip insanlardan müteşekkil toplumların aynı çıkar(lar)a sahip olduğunu söyleyebilmek ise yanılsamalar ve yalanlar dışında mümkün değildir.

Tarihsel ve güncel anlamda çokkültürlü olan böylesi toplumlarda, hangi alanda olursa olsun, düzenin yasal-siyasal bilinç sınırları dışında yer alan uç çıkışlar, yaklaşımlar, özellikle olağan dönemlerde, bir arada yaşama iradesinin meşruiyetiyle taçlanan, ondan da güç alan, değişik yol ve yöntemlerle törpülenebilmektedir. Elbette bunun temel koşulu, o siyasi-coğrafi sınırlar içerisinde var olan toplumsal yapının dilden, dine, eğitime, vb. dek çokkültürlülüğün gereklerine uygun olmasıdır. Bunun gerektirdiği kurum ve kuruluşların hem toplumsal hem de yasal ve siyasal meşruluğun güvencesine haiz oluşudur. Ancak toplumsal anlamda her şey olağan koşullardan, dönemlerden ibaret değildir...

Toplumların tarihinde, çok farklı nedenlerle de olsa, gelecek kaygısının arttığı, toplumsal gruplar arasındaki kırılganlıkların ve gerilimlerin yoğunlaştığı, tüm telkinlere ve ortak paydalara yapılan vurgulara rağmen çatışma potansiyelinin yükseldiği ve her geçen gün bir arada yaşama iradesinin açık ya da örtük bir biçimde aşındığı / aşındırıldığı dönemler vardır. Bunlar, bedeli ne olursa olsun, kim(ler)e, hangi toplumsal sınıf ya da sınıflara ödetilirse ödetilsin; hangi şiddette yaşanırsa yaşansın, hangi yol ve yöntemlerle aşılırsa aşılsın ya da aşılamasın, toplumsal bunalım döneminin göstergeleridir. Bu dönemlerden çıkış için tüm toplumsal sınıflar için geçerli tek bir seçenek vardır: Çözüm. Ancak ‘çözüm’ denilen ve izlenen yol ve yöntemler, aynı koşullar altında ne herkes için ne de tüm toplumsal sınıflar için çözümdür.

Toplumsal bunalım dönemlerinde, hem bireysel hem de toplumsal gruplar / sınıflar nezdinde gelecek kaygısı daha yoğun yaşanır ve hissedilir. Çözüm, yani kaygıyı, sorunu aşma arayışları da buna paralel bir seyir izler; düşünce, söylem ve davranış düzeyinde… Gerçekliği algılayış ve anlamlandırıştan, çözüm seçeneklerine dek birçok şeyi koşullandıran ise özellikle birey olarak insanın, siyasal, ideolojik, sınıfsal seçimleri, bireysel ya da toplumsal özlem ve isteklerinin etkisi altında nereden, nereye, neden, nasıl, niçin baktığıdır.

Öte yandan, bunalım dönemleri, her kesimden insan için “toplumsal-kültürel ayakkabıları”n daha sık vurmaya başlamasından kaynaklanan acı, sorun ve şikayetlerin dışsallaştırıldığı dönemlerdir. Bir toplumda “toplumsal-kültürel ayakkabıları” vuranların sayısı ve oranı ne denli hızlı artıyorsa, bunalımın gelişimi de o denli derin ve etkilidir. İktidar sahipleri ve her soydan ve boydan temsilcileri ne derlerse desinler, toplum böylesi dönemlerde fiili ve potansiyel olarak her türden çatışma, tehdit ve tehlikelere de o denli açıktır.

Bu dönemlere, toplumun her kesiminde farklı ölçülerde de olsa, genel olarak toplumu sarmalına alan bir kültürel çözülme ve çürüme eşlik eder. Her köşe başında, dolup dolup taşan ibadethaneler yükseltilse; her gün, her saat dine Tanrı’ya / Allah’a vurgular yapılsa; kutsallık atfedilen kişi ve nesnelere methiyeler düzülse; okullar ve kitle iletişim araçlarıyla sabahtan akşama sözüm ona ahlâki öğütler verilse de önüne geçilemeyen bir süreçtir bu. Bir yandan yolsuzlukların hızla arttığı, diğer yandan da her türden toplumsal ilişkinin değer erozyonu gölgesi ve endişesi altında yaşandığı bir süreç… Hem bireyler hem de farklı etnik ve dinsel toplumsal gruplar arasında, açık ya da örtük bir biçimde birbirlerine karşı düşmanlığı, öfkeyi, kini körükleyen, bileyen, islim üstünde tutan bir şüphe ve güvensizliğin “fundalığı”na dönüşen bir süreç…

İşte böylesi dönemler ve süreçlerde, komplo teorileri, senaryolar her zamankinden daha fazla ‘alıcı’ bulur. Birbirine karşı doğruluğu-yanlışlığı sorgulanmayan önyargılarla beslenen yanılsamalar altında paranoyaları körükler. Her gün gözler önünde olan nesnel gerçeklik de, onun hakikati de sırra kadem basar. Sorgulanmayan kabuller üzerinde yükselen vaazlarla beslenen yanılsamalar gerçekliğe de, onun hakikatine de galebe çalar…

İşte yine böylesi dönemlerdedir ki, birileri dinin ve her türden milliyetçiliğin ipine sarılır; birileri, tarihin… Çünkü gelecek flulaştıkça, uzak geçmişte kaldığı varsayılanlara yanılsamalı bir biçimde değer atfedilir; bugün zeminleşirken geçmiş şekilleşir. Şair ne denli “Hasret ardına bakmaz”1 derse desin, onların özlemleri hep o asla gidilemeyecek ve yaşanamayacak olan, “imal edilmiş tarih”le ve dinsel anlatılarla sunulan, ‘şanlı geçmiş’e, ‘altın çağ’a, ‘asr-ı saadet’edir.

Öte yandan, yaşanan sorunlar karşısında, kimilerinin çözümleri de “her koyun kendi bacağından asılır” dercesine bireyseldir. Kimilerininki ise “eski köye yeni adet getirme”me yaklaşımı içerisinde, eski yol ve yöntemlerle sınırlıdır. Kimileri “el çabukluğu marifet” derdindedir. Kimilerinin çözüm önerileri ise, bu hengâme, bu toz duman içinde boğulup gitse de hem veri olan öncelikli sorunları aşma, hem de geleceği toplumsal anlamda zenginleştirerek yeniden kurma açısından önemli bir potansiyele sahiptir. Ancak unutmamak gerek ki, potansiyel olan, kuvveden fiile henüz dönüşmemiş olandır...

Alınak’tan “Kürt Sorunu” İçin Çözüm : Yangın ya da Bahar

Türkiye toplumu da, uzun süredir, her yerde aynı şiddette yaşanıp hissedilmese de bazen hızlanıp derinleşen, bazen yavaşlayan bir toplumsal bunalım sürecini yaşadı ve hala yaşıyor. Bugüne dek bu süreç, egemen sınıflar ve onların siyasal temsilcileri açısından bir yönetememe krizine; toplumun tabi olan kesimleri ve alt sınıfları açısından da bir yönetilememe krizine, dönüşmemiştir. Bunun siyasal, ideolojik ve örgütsel anlamda birçok nedeni vardır. Ancak bunlar arasında öne çıkan (bu yazı bağlamında da bizi ilgilendiren), belirleyici ve temel öneme sahip olan nedenlerden biri, özellikle toplumun ezilen, sömürülen, yönetilen kesimleri açısından, “Kürt Sorunu”dur.

“Kürt sorunu”, sınıfsal-toplumsal nitelikli ekonomik, sosyal, siyasal sorunlara karşı örgütlenmeler bir yana, bu konularda üretilen eleştirel söylemin bile paratoneri, engelleyicisi kılınmıştır. Hatta daha ileri gidilip, işsizlik, iç ve dış borçlar başta olmak üzere, kapkaççılıktan tinercilere ve hırsızlık olaylarının artışına dek birçok ekonomik ve sosyal sorunun nedeni sayılmaya, gösterilmeye başlanmıştır. Bir nevi hem “öcü” hem de “günâh keçisi”ne dönüştürülmüş, neredeyse her türlü kötülükle, olumsuzlukla ilişkilendirilmiş, bunların müsebbibi olarak gösterilemediği durumlarda da uzaktan yakından bir biçimde suç ortağı kılınmıştır. Velhasıl bu durum, özellikle Türkiye’nin batısında yaşayan toplumun alt ve orta kesim ve sınıflarının hem yönetilmesini hem de düzene tabiliklerinin sürekliliğini kolaylaştırmıştır. Dahası bedelin, işçiler, işsizler ve köylüler başta olmak üzere, toplumun tabi olan sınıflarına ödetilmesini de…

Aslında bu konuda devletin ve düzenin siyasal partileri kadar, hatta bazı dönemlerde onlardan da etkili olan iki önemli unsur vardır: Bunlardan biri, karşılıklı olarak çatışmalarda ölenler, öldürülenlerdir. Onların ardı ardına gelen cenazeleridir. Hem batıda hem de doğuda artan Türk-Kürt “şehit” sayısı, daha fazla insanın aklını parantezin dışına çıkarabilmesinin önüne geçmede, bunu engellemede etkili olmuştur. Ve hala olmaktadır da... İkincisi ise, Mahmut Alınak’ın ifadesiyle “Legal siyaset, özellikle Kürt legal siyaseti”2 ve onun unsurlarıdır. Alınak, “Kürt Düğümü” başlıklı yazısında eleştirel bir saptama yapıyor ve diyor ki, “Kürt legal siyaseti tarihi rolünü oynayamadı ve oynayamıyor. Legal hareket kapsamlı bir sivil mücadele yürütebilseydi, bu savaş yeniden başlamazdı. Ne yazık ki Türklerin ve Kürtlerin bir Gandhi’si ya da bir Martin Luther King’i yok. Siyasetçilerimiz insanı isyan ettirecek kadar çok bürokrat.”

Alınak’a kulak vermek, yangın seçeneğini bahara dönüştürmek

Alınak’ın söz konusu eleştirel saptamasını bir adım daha ileri götürüp, yasal ya da değil, her iki yelpazede de sözüm ona siyaset yapıcı, biçimlendirici olarak arz-ı endam eyleyen unsurların genelinin (istisnalar hariç elbette), “doğu”nun “ilinek insan”ının karakteristik özellikleriyle kaim olduğunun altını çizmek gerek. Bu insan, yani “doğu”nun “ilinek insan”ı, bilmeye, kavramaya, anlamaya cüret etmez. “Bilse bile anlayıp düşünce, söylem ve davranışa yön veren bir bilinç hali kılmaya yeltenmez. Israrla bundan kaçınır. Aslında bu, despotluğun ve korkunun kuvveden fiile dönüşebilirliğinin içselleşmiş oluşunun da tezahürüdür. Kendini ve ötekini statüleriyle, “töz” addettiklerine yakınlığı ve uzaklığıyla değerlendirir. Buradan hareketle de ya ötekinin iradesine, söylemine, davranışına ipotek koymaya yeltenir ya da kendi iradesini, söylemini ve davranışını ötekine tabi kılmaya…

İlki, kendini “töz” addedilene en yakın, hatta onunla özdeşleşmiş sayma halinin dışavurumudur; en iyisini, en doğrusunu o bilir, çünkü “töz”ü o temsil eder. Ama O (artık büyük harfle yazılmayı gerektiren bir O olarak), hiç kimse ve hiçbir kurum tarafından temsil edilemeyendir. İkincisi ise, bir birey olamayışın, ilinek insan halinden kurtulamayışın cisimleşmişliğiyle, bilerek ya da bilmeyerek, kendi üzerini çizip düşünce, söylem ve davranış düzeyinde, ilkine, yani “töz”ün ya da “töz”ün tezahürlerinin kendisinde vücud bulduğuna inanılana “vecd içinde secde etme”nin göstergesidir. İlki de ikincisi de ilinek insanın hal-i pür mealidir. Ancak ikincisi, ilineğin ilineği olmakla karakterize olur ki Selahattin Hilav, “katmerli ilinekleşme” olarak niteler bu durumu.”3 Bunları dikkate aldığımızda belki de sorunun asıl çözümü, bu siyaset yapıcıların genelinden kurtulmakla olanaklı… Bu da çözümü Allah’a havale etmekten de öteye ertelemektir. Çünkü bir yanda “sufle bekleyen figüranlar”ın, diğer yanda da “katmerli ilinekleşme”yle malul unsurların bulunduğu bir düğümün çözülmesi, şimdilik mucizedir, denilse yeridir.

Alınak, sorunun bu düğümlenişini gördüğünden olsa gerek, hiç de dolambaçlı yollara başvurmaksızın, açık açık belirtiyor “Kürt düğümü” başlıklı yazısında seçeneği: Çözüm! Ancak sonu çözüm de olsa, bir tek yolu yok bunun. Üç seçenekten söz ediyor Alınak : Birincisi, devlet gidip İmralı’da Abdullah Öcalan ile masaya oturur, meseleyi müzakere eder, birlikte bir çözüm bulurlar. Bu pazarlık masasında ayrılma kararı çıkmaz. Yani Kürtlerin ayrılıp başka bir devlet kurmaları ya da federasyon türü bir yapılanma söz konusu olmaz. Kürtler anayasal vatandaşlık, dil ve kültürel haklara sahip olurlar.

İkincisi, akıl sahibi hiç kimsenin istemeyeceği en feci çözüm şeklidir. Mesele, 1991’den sonra Yugoslavya’da olduğu gibi kanlı bir iç savaşla çözülür. Şimdi en yakın ihtimal ve yakıcı tehlike korkarım ki bu. Adını vermek istemediğim üç kuvvetten biri ya da sözünü ettiğim bu üç kuvvet eşzamanlı olarak savaş düğmesine bastığında, Türklerle Kürtler arasında korkunç bir savaş patlak verecek. Buna bu toprakları ateşe boğacak volkanik bir patlama da diyebilirsiniz. Sadece bir kıvılcımın bu koca coğrafyayı yangın yerine çevireceği böyle bir savaşta askerler kışlada namluları birbirlerine çevirecekler. Kürtlerle Türkler akıllarını kaybetmiş bir halde sokaklarda birbirlerini boğazlayacaklar. Silahlı gruplar, ev baskınları yapıp kadın-erkek, çocuk-yaşlı ayırt etmeden masum insanları kurşunlayıp balta ve satırlarla doğrayacaklar. Komşu komşuyu katledecek, yüz binlerce, milyonlarca insan ölecek.

Birleşmiş Milletler elbette bu kanlı boğazlaşmaya uzun süre seyirci kalmayacak. Başka ülkelerde yaptığı gibi (ABD ve İngiliz askerleriyle) müdahale ederek bu savaşı sona erdirecek ve meseleyi kendince çözüme bağlayacak. Ama bu denklemde devlet ve Öcalan (PKK) olmayacak. Çözüm onlarsız gerçekleşecek. Böyle bir çözümden -kim ne derse desin- Yugoslavya’daki parçalanmada olduğu gibi ayrı bir devlet, Kürdistan devleti doğacak.

Üçüncü varsayım, Türk ve Kürt halkının ayağa kalkıp hükümete siyasal çözümü dayatmasıyla gerçekleşir. Halk, can alan bu meselenin silahla değil siyasal metodlarla çözümlenmesini isteyecektir. Bunun için sistem dört bir taraftan sivil kuşatmaya alınır. Böylece hükümet ya da hükümetler sokakta ortaya çıkan iradenin gösterdiği istikamette hareket ederek meseleyi çözmek zorunda kalacaklar. (…) Bu ortak iradenin bağrından bölünme/ayrılma değil, enternasyonal bir kardeşlik ve aile ruhu filizlenir. Enternasyonal kardeşliğin gereği neyse buna iki halk birlikte karar verirler. Bence böyle bir durumda ayrılma değil ortaklık/yan yana yaşama iradesi ortaya çıkar.

Tablo ve seçenekler, gün gibi ortada. Başka bir yol ya da seçenek de yok. Hepimiz bir yol ayrımındayız. Fazla zamanımız kalmadı. Niyetim ne felaket tellallığı yapmak ne de kehanette bulunmak. Dehşet içinde görüyorum ki, sözünü ettiğim üç kuvvetten birinin atacağı bir işaret fişeğiyle ortalık her an kan denizine dönüşebilir. Bu bir felaket senaryosu değil, alevleri yüzümüzü yakmaya başlayan ölümcül bir yangını haber vermedir. Ya “Elle gelen düğün bayram” deyip kan cehennemine yolculuk yapacağız ya da sivil mücadeleyi doruklaştırıp kardeşçe yaşayacağımız mutlu ve özgür bir hayata yelken açacağız. Tercih sizin.

Alınak’ın dediği gibi, “tercih sizin”, hepimizin; ya birilerinin fitilini ateşlediği yangında yanacağız, can havliyle yakmak zorunda kalacağız, eğer her şeyi bırakıp terk-i diyar eylemezsek ya da kendi aklımızı, irademizi kullanarak, sorunu kördüğüme dönüştüren figüran ve ilinek siyaset yapıcıları bir yana iterek, bu coğrafyada Newroz gibi, Hıderellez gibi, bayramlaşan bir bahar yaratacağız… Evet; tercih sizin, hepimizin… Çözümün adı bahar da olsa, yangın da olsa…

******************
• Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Yılmaz Odabaşı
2 Mahmut Alınak, Kürt Düğümü, 4 Temmuz 2010 tarihli Radikal İki, sy. 6.
3 Kürt sorunu ilinek insanlarla da çözülmez, http://atalaygirgin.blogspot.com; www.radikal.com.tr

09 Temmuz 2010

Futbol, Güney Afrika ve Ekranlara Yansımayanlar...

Futbol, Güney Afrika ve Ekranlara Yansımayanlar...
                                                         
                                                 Fikret Başkaya

11 Hazirandan beri dünyanın gözü Güney Afrika’ya çevrilmiş durumda. Yakın ve yavaş çekimde, biraz da ‘insanüstülük’ izlenimi uyandıran futbolcu görüntüleri, hârika goller, ‘yıldız’ futbolcular, ünlü teknik direktörler, stadyumlardan yükselen uğultuyu bastıran Vuvuzela’nın durmak bilmeyen gürültüsü, her biri kendi takımının renginde ateşli taraftarlar, maskeli fanatikler, büyük bir televizyoncu-gazeteci ordusu, yüzlerce futbol yorumcusu, reklamlar, hiç bir ayrıntıyı kaçırmayan binlerce kamera... Velhasıl tam bir cümbüş ve bir futbolcu borsası...

Bu güne kadar yapılan 18 dünya futbol kupasından sonra, 19’uncusu için Güney Afrika’nın seçilmesinin, sıranın Afrika’ya gelmiş olmasının özel bir önemi ve anlamı olduğu, bunun Afrika’nın, özellikle de Kara Afrika’nın tarihinde bir dönüm noktası, bir Afrika Zamanı [Time of Africa] olduğu söyleniyor... Milyarlarca dolar harcanarak gerçekleştirilen bu ‘büyüleyici’ futbol şöleni ortalama bir Afrikalı için, bir Güney Afrikalı için gerçekten bir şölen, bir ‘ulusal gurur’ vesilesi midir? Büyüleyici, şâşalı görüntüler ve sarhoş eden gürültülerin gerisinde nasıl bir gerçeklik gizleniyor? Bu sadece bir futbol oyunundan mı ibarettir? Yoksa futbol başka oyunları ve hesapları gizleme işlevi mi görüyor? Ya da sporla, futbolla ne kadar ilgili? Elbette benzer sorular derin açılımları, kapsamlı tahlilleri davet ediyor ama burada kısaca görünenle görünmeyen, gösterilenle gizlenen ilişkisine kısaca değinmekle yetineceğim. Söz konusu olan gerçekten ileri sürüldüğü gibi bir Afrika zamanı mıdır? Dünya kupası için Güney Afrika’nın seçilmesinin bir kaç nedeni var: Birincisi, Güney Afrika kıta’nın en çok ‘Batılılaşmış’ bölgesi; ikincisi, Güney Afrika neoliberal politikaları gözü kara uygulayan ülkelerden biri; üçüncüsü de bir imaj yenileme operasyonu oluşuyla, dünya’ya “farklı” bir Güney Afrika imajı sunmakla ilgili...

Aslında olimpiyat oyunları, dünya futbol kupası gibi büyük organizasyonları sadece birer spor etkinliği saymak, resmin tamamını görmemektir. Küresel çaplı ‘sportif’ etkinliklerin gerçek anlamda sporla ilgisi görünüştedir. Asıl amaç kâr etmek ve kârı büyütmektir. Dolayısıyla bilinen anlamda ekonomik-ticari bir faaliyettir. Velhasıl sermayeyi büyütme operasyonudur... Bu tür sportif etkinlikler [aslında bunların kelimenin jenerik anlamında sporla ilgisi sadece görünüştedir, zira doğası gereği sporun [oyun] paranın ve meta kategorilerinin işe karıştırılmaması gereken tat verici bir oyun olması gerekir] çokuluslu şirketlere sportif alt-yapı, stadyum, otel, yol, hava alanı, köprü, otoyol, metro, vb. yapma ve tabii milyarca kâr sağlama yolunu açıyor. Moda tabirle ‘kentsel dönüşüme’ vesile oluyor...

Bu arada FIFA’ya kazandırdığı milyarlarca doları da unutmamak gerekir... Aslında FIFA bir çokuluslu şirkettir. Fakat diğer çokuluslulardan önemli bir farkı var: FIFA’nın küresel oligarşinin ve küresel plütokrasinin hizmetinde ideolojik ve politik bir misyonu da var. Bu tür etkinliklerin önemli bir işlevi de insanlara ‘gerçek sorunları’ bir süreliğine de olsa unutturmaktır... Bu yüzden futbol ‘toplumun afyonudur’ denecektir... Bir başka işlevi de, ayıbın üstünü örtme ve unutturmadır... 1978 de Dünya Futbol Şampiyonası Arjantin’de yapılmıştı. Arjantin’de 1976’dan beri General Videla liderliğindeki askerî cunta iktidardaydı. Kanlı-işkenceci devlet terör rejimi, muhalifleri, komünistleri, sosyalistleri ‘kaybetmekle’ meşguldü... Rejim muhaliflerinin savaş uçaklarından okyanusa atıldığı günlerdi... Oysa dünya kupası günlerinde Buenos Aires’ten dünya’ya yansıyanlar çok farklıydı. Dünya kupası devlet terör rejimini ‘meşrulaştırma’, ‘imaj temizleme’ işlevi görmüştü...

Güney Afrika 1994 yılına kadar ırkçılığın timsali bir Apertheid rejimiydi. Nelson Mandela liderliğindeki ANC’nin [Afrika Ulusal Kongresi] zaferiyle Apretheid son buldu ve Mandela devlet başkanı seçildi. Elbette ırka dayalı, sosyal hiyerarşinin geçerli olduğu bir toplumda Apertheid rejiminin yıkılması önemliydi ama ırk ayrımcılığına maruz siyahlar için bu ‘dönüşüm’ gerçekten sorunun çözüldüğü anlamına geliyor muydu?
Güney Afrika, 19.’uncu Dünya futbol kupası için yaklaşık 4,5 milyar dolar harcadı. Bu harcamanın yapıldığı ülkede nüfusun %47’si günde 1,5 euro’nun altında gelirle ‘yaşamaya’ çalışıyor. İnsanları büyüleyen futbol şöleninin faturasını ödeyecek olanlar da onlar! Kupa Afrika’da yapılıyor ama biletlerin sadece %2’si Afrikalılara satılmış... 1976 de dünya olimpiyat oyunları Kanada’nın Montréal kentinde yapılmıştı. Olimpiyatların neden olduğu borcun ödenmesi geçen yıla [2009] kadar sürdü. Yunanistan 2004 de olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yaptı... Ülkenin bu günkü durumunun gerisinde olimpiyat şovu için yapılan hovardalığın payı önemsiz değildir...

Güney Afrika, futbol şampiyonası için 6 yeni stadyum inşa etti veya yeniledi. 11 Temmuzdan sonra bu devasa stadyumlar ne olacak? Kimbilir belki arada bir ‘dev konserler’ için kullanılır... Sadece kupa güvenliği için 180 milyon dolar harcama öngörüldü ve 42 bin yeni polis alındı... Küçük esnaflar ve seyyar satıcılar güvenlik gerekçesi ve görüntü güzelliği için stadyum çevresinden kovuldu. Aksi halde dünyaya sunulmak istenen ülke imajı kirlenirdi... Hükümet futbol şovu için kaynak buluyor da, eğitim ve sağlık için bulamıyor. Neoliberal politikaların bir gereği olarak, eğitim ve sağlık hizmetleri özelleştiriliyor, geniş kesimler için bu hizmetlere ulaşmak imkânsız hale geliyor. Resmi rakamlar ülkede işsizlik oranının %24 olduğunu gösteriyor ama genç Güney Afrikalılar söz konusu olduğunda işsizlik oranı %45’le % 50 arasında değişiyor... Aslında ekranlara yansımasa da, ülke sosyal patlamanın eşiğine gelmiş durumda. Yoksuzluklar da insan havsalasını zorlayacak boyutlarda... Güney Afrika dünya’da gelir dağılımı dengesizliğinin en büyük olduğu iki ülkeden biri, diğeri ‘yükselen yıldız’ olarak sunulan Brezilya... Böyle bir ülkede küçük hırsızlık olaylarının bu ölçüde yaygın oluşu neden şaşırtıcı olsun... Resmi rakamlara göre yılda 20 bin cinayet işleniyor, 55 bin kadının ırzına geçiliyor ve 120 bin kapkaç ve hırsızlık vakası yaşanıyor. Erkeklerde yaşam uzunluğu 53 yıl 8 ay, kadınlarda 57 yıl 2 ay...
Hem piyasa ekonomisi şampiyonluğu yapıp hem de başka türlü olmasını umut etmek elbette mümkün değildir. Irk ayrımcılığının geçerli olduğu 1994 öncesinde rejim hak talebiyle sokağa çıkanlara gerçek mermilerle karşılık veriyordu. Şimdilerde artık plastik mermilerle karşılık veriyor... Irkçı rejimden farklı olan bir şey bu; ikincisi, eskiden zenginler hep beyazlardı, 1994’den sonra siyahlardan da süper zenginler türedi ve bu yeni yetme zenginlere kara elmaslar deniyor. Mâlum zenginin [kapitalistin] siyahı, beyazı olmaz...; üçüncüsü, Irk ayrımcılığı zamanında siyahlar Banthustan denilen ‘adacıklarda’ hapisti, Banthustanı terketmeleri yasaktı. Kentlerin gecekondularında yaşayanlarsa ‘sürekli oturma’ hakkından mahrumdu, her an bulundukları yerlerden kovulabiliyorlardı. Bugün artık Banthustan’lar yok ve oradakiler township denilen devasa gecekondularda ‘özgürce’ yaşayabilir... Açlığın, işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin kol gezdiği, sağlık, eğitim, ulaşım hizmetlerinin son derecede yetersiz, elektrik ve su kesintilerinin vaka-i âdiyeden olduğu şu ünlü gecekondular, townshipler...

Mandela’nın suyu özelleştirmesinin ardından Güney Afrika’da tarihinin en büyü kolera salgını yaşandı. Suyun özelleştirilmesini izleyen iki yılda 114 bin kişi koleraya yakalandı ve 260 kişi öldü... Aids de denilen HIV virüsü ülke nüfusunun %18.1’ini kuşatmış durumda. Nerdeyse her beş Güney Afrikalı’dan biri virüsle cebelleşiyor... Stadyum inşaatında çalışan işçiler ücret artışı talebiyle greve gittiklerinde, 400’ü işten atıldı. Kimse işçilerin ne kadar ücret aldığı, hangi şartlarda çalıştığı, nasıl geçindiğiyle ilgilenmedi. İşçiler stadyum inşaatını geciktirmekle, kupaya zarar vermekle bile suçlandılar... Bu terazinin bu sikleti çekeceği mi sanılıyor?

Kültüralizmle buraya kadar

Öyleyse sorun nedir? Ne ile ilgilidir? Irk ayrımcılığının şeklen ortadan kalkması, reel olarak ayrımcılığın ortadan kalktığı anlamına geliyor mu? Eğer ayrımcılık sadece ırkı- rengi angaje etseydi, sorunun çözümü de kolay olurdu. Oysa, ayrımcılık asıl sınıfsal mahiyettedir. 1994 öncesinde ulusal gelirin %66’sına nüfusu 5 milyon olan Beyazlar el koyuyordu, geri kalan %33’ü de nüfusu 45 milyon olan Siyahlara kalıyordu. Bu durum 1994 sonrasında hiç bir köklü değişikliğe uğramadı. Sadece zenginler arasına siyan azınlık dahil oldu. Eşitlik ilkesi neyi gerektirirdi? Ulusal gelirin ve zenginliğin %10’unun Beyazlara, %90’ının da Siyahlara ait olmasını...

Topraklar, çiftlikler, evler, işletmeler, fabrikalar, bankalar... eskiden kime ait idiyse, yine onların olmaya devam ederken, neler ne kadar değişebilirdi? Appertheid sonrası hükümetlerin toprak reformu diye bir kaygıları ve öncelikleri oldu mu? Anayasaya ayrımcılığı yasaklayan bir- iki madde eklemekle, bazı kanunlarda değişiklik yapmakla ayrımcılığın ortadan kalkması mümkün müdür? Neoliberal politikalar pupa-yelken yol alırken, ekonomik apartheid da kaçınılmaz olarak derinleşiyor.

Bir özgürlük hareketi, bir ulusal kurtuluş hareketi, bir sosyal emansipasyon hareketi, sadece bazı biçimsel hakların gerçekleşmesini amaçlıyor, onun ötesine geçemiyorsa, kurtuluşu, özgürleşmeyi [emansipasyonu] bir bütün olarak görmüyorsa, kimi kültürel ve ‘kimlik’ haklarıyla yetiniyorsa [elbette bu söz konusu hakları küçümsemek anlamına gelmez], sorunu kültüralizm dahilinde algılıyorsa, onun gerçek bir özgürlük hareketi sayılması mümkün müdür? Elbette Sibel Özbudun’un yazdığı gibi, etnisite ve sınıf bağdaşmaz, çelişik kategoriler değildir.1

Kültüralizm aşamasında kalmak, ulaşılması gereken hedef 100 kilometreyken, 28’inci kilometrede durmak gibi bir şeydir... Zira, kültürel/kimlik hakları diğerlerinden ayrı ele alınamaz. Bilindiği gibi, sömürme/ sömürülme, ezme/ ezilme ilişkisi, çelişkisi ve hiyerarşisi bir bütündür. Ekonomik planda özerk olmayan bir insan için diğer hakların gerçekleşmesi de zaten mümkün değildir. Kimi kültürel, etnik ve kimlik haklarını ‘tanıma’ egemen sınıflar için pek maliyetli bir şey değildir ama sınıfsal mahiyetteki talepler söz konusu olduğunda durum değişir...

Güney Afrika, sınıfsal temele oturmayan ANC gibi hareketlerin son tahlilde ‘başka görüntüler’ altında eskiyi yeniden üretip - sürdürmenin ötesine geçemediğinin en açık kanıtıdır. Şimdilerde küresel oligarşi ve küresel plütokrasi kültüralizm kozunu oynuyor ve oynayabiliyor... O halde işe bu oyunu bozarak başlamak gerekiyor... Bu arada Güney Afrika’dan öğrenilecek çok şey var...

1-Bkz: Sibel Özbudun, Sınıf ile Etnisite Gerçekten Bağdaşmaz mı?, Özgür Üniversite [ ozguruniversite. org] 15 Haziren 2010.