07 Aralık 2009

Kürt sorunu ilinek insanlarla da çözülmez!

Kürt sorunu ilinek insanlarla da çözülmez!

Atalay GİRGİN*

Adına, başlangıçta “Açılım” denilen, sonra “Demokratik açılım”a, ardı sıra da “Milli Birlik Projesi”ne evriltilen “Kürt açılımı” sürecinin daha ilk günlerinde, tarafların karşılıklı açıklamaları ortalığa dökülüp saçılmaya başladığında, biri edebi diğeri felsefi-teorik iki yazıyı anımsadım ve yeniden okudum : Edebi olan, Nazım Hikmet’in “Benerci kendini niçin öldürdü?” adlı uzun şiiriydi. Felsefi-teorik olan ise, Kürt kökenli bir Türk felsefeci Selahattin Hilav’ın “Felsefenin Başlangıcı, Doğu, Korku, Birey”1 başlıklı makalesi.

Herkes Benerci Olamaz

Nazım Hikmet’in söz konusu şiirini okuyanlar, Benerci’nin kendini hangi koşullarda, hangi saiklerle ve neden, niçin öldürmeye karar verdiğini anımsayacaktır : Benerci, hareketin önderidir. Hareket ve onun peşinden giden yığınlar Benerci’nin söylediklerini dinlemekte, söyleyeceklerini beklemektedir. O ise yıllardır tutsak kalmıştır. Tutsaklığı süreci içerisinde hem hareketin hem de değişen toplumsal gerçekliğin uzağındadır. Bunu kavradığı andan itibaren, düşüncelerinin ve kendi varlığının gerçekliğin değiştirilmesi dönüştürülmesi sürecinde engel olacağının bilincine varır. Yaşadığı sürece de hem söylediklerinin hem de varlığının sorgulanamayan, tartışılamayan bir önder olarak kabul göreceği ve algılanacağını fark ettiği andan itibaren, yaşamına son vermeye karar verir. Hareketin ve var olanı değiştirme dönüştürme eylemliliğinin önünde, onu sekteye uğratacak bir engel haline gelmektense yaşamından vazgeçmeyi seçer. Ve kendini öldürür.

Yanlış anlaşılmak da istemem : Bu satırları yazarken kastım, birilerinin kendini öldürmesi gerektiğini ima etmek, anımsatmak ya da istemek değildir. Aksine, kavranması gerekenin, gerçekliğin, yani çok yönlü ve çok boyutlu bir toplumsal gerçekliğin ve uluslararasılaşmış bir sorunun, on metrekarelik hücrelerden kavranamayacağı, kavrandığı varsayılsa bile buradan yansıyan çelişkili ve birbirini nakzeden, tutarsızlıklarla kaim önermelerden hareketle çözülemeyeceğinin ve değiştirme / dönüştürme eylemliğinin yönlendirilemeyeceğinin bilinmesidir. Keza, paradigmalar tahterevallisinin, uluslararası aktörlerden ve sözüm ona politika yapıcısı, ‘kanaat önderi’ sıfatını taşıyan “akıl daneler”den sufle bekleyen figüranları için de geçerlidir bu.

Bekleyenler için kendisine hangi önem ve değer biçilmiş olursa olsun, Türkiye’de yaşanan “Kürt sorunu” gerçekliği ne suflelerle çözülebilir ne de sözüm ona “yol harita”larıyla. Suflenin hükmü zaten malum; keza “yol haritası”nınki de ondan daha hallice değil. Çünkü her harita varmak istediği yere ulaştırmaz insanı. Hele hele toplumsal olaylar ve sorunlar söz konusu olduğunda “haritaların hükmü hiç yoktur” dense yeridir. Çünkü toplumsal olaylar ve sorunlar çok yönlü, çok boyutlu, hatta çok taraflıdır. Bilinenleri kadar bilinmeyenleri de vardır. Olası gelişmeleri hesaplayabilirsiniz ama belirleyemezsiniz. Tek kişilik yolculuklara benzemez. Yalnızca yol ve yolun zorlukları ya da bazen tehlikeli, bazen tatlı sürprizleri, vb. değildir yolcuyu / insanı, daha doğrusu sorunun taraflarını bekleyen. Öte yandan, gidilmemiş, daha önce yürünmemiş, aşılmamış, hatta var olup olmadığı bile bilinmeyen, yalnızca düşte, düşsellikte tasarlanan ‘yol’un ise haritası olmaz. Düşsel, düşünsel bir ‘yol’ için tasarlanıp çizilen ‘harita’nın hükmü de düşler kadardır. Düşler kadar mükemmeldir, düşler kadar çelişkiden ve tutarsızlıktan aridir, ‘yol’ da ‘harita’ da… Ama tasarlayan kadar da kusurlu, tasarlayan kadar da çelişki ve tutarsızlıklarla malûl…

İlinek İnsanın Hal-i Pür Meali

Ne var ki, “doğu”nun “ilinek insan”ı, bunu bilmeye, kavramaya, anlamaya cüret etmez. Bilse bile anlayıp düşünce, söylem ve davranışa yön veren bir bilinç hali kılmaya yeltenmez. Israrla bundan kaçınır. Aslında bu, despotluğun ve korkunun kuvveden fiile dönüşebilirliğinin içselleşmiş oluşunun da tezahürüdür. Kendini ve ötekini statüleriyle, “töz” addettiklerine yakınlığı ve uzaklığıyla değerlendirir. Buradan hareketle de ya ötekinin iradesine, söylemine, davranışına ipotek koymaya yeltenir ya da kendi iradesini, söylemini ve davranışını ötekine tabi kılmaya…

İlki, kendini “töz” addedilene en yakın, hatta onunla özdeşleşmiş sayma halinin dışavurumudur; en iyisini, en doğrusunu o bilir, çünkü “töz”ü o temsil eder. Ama O (artık büyük harfle yazılmayı gerektiren bir O olarak), hiç kimse ve hiçbir kurum tarafından temsil edilemeyendir. İkincisi ise, bir birey olamayışın, ilinek insan halinden kurtulamayışın cisimleşmişliğiyle, bilerek ya da bilmeyerek, kendi üzerini çizip düşünce, söylem ve davranış düzeyinde, ilkine, yani “töz”ün ya da “töz”ün tezahürlerinin kendisinde vücud bulduğuna inanılana “vecd içinde secde etme”nin göstergesidir. İlki de ikincisi de ilinek insanın hal-i pür mealidir. Ancak ikincisi, ilineğin ilineği olmakla karakterize olur ki Selahattin Hilav, “katmerli ilinekleşme” olarak niteler bu durumu.

İşte buna rağmen, ne yazık ki, uzunca bir zamandır, “Katmerli ilinekleşme”yle malul insanların “Açılım” sürecinin taraflarını oluşturduğu gelişmeleri izliyoruz. Çünkü her iki tarafın da gönüllü ya da gönülsüz bir biçimde uymak ve itaat etmek zorunda olduklarını hissettikleri tözler ya da tözün tezahürlerinin kendisinde cisimleşmiş olduğunu varsaydıkları kişiler, kurumlar, otoriteler, ideolojiler, kısacası kutsal ya da kutsallaştırılmış, düşünsel ya da gerçek varlıklar var. Her iki taraf da kendi tözüne göre hizaya girmeye çalışıyor. Her iki taraf da tözlerinden yansıyan kabullerle pozisyon almaya… Biliyorlar ki tözle çatışan, “sahne”nin, “sahne”deki “oyun”un dışında bırakılabilir, görünürlükten azledilebilir, koltuğunu yitirebilir ansızın. Onlar da böylesi bir sonla karşılaşmaktansa, “hiç”leşmek pahasına ilineğin ilineği olarak kalmayı seçiyorlar. Tüm ilinekler ve ilineğin ilineği olanlar gibi, töze endeksli hesapçı, pazarlıkçı, köylüler alınmasın ama “köylü kurnazlığı”yla malul tutumlar sergiliyorlar. Çünkü ilineğin ilineği olanların kendi düşüncesi, kendi iradesi yoktur; korkuları, kaygıları ve yitireceklerini düşündükleri şeyler vardır. Bundan dolayı, “Açılım” sahnesinde boy gösterenler ilineğin ilineği olan insanlar olsa da, aslında arka planda var olanlar sözüm ona töz addedilenler ve daha da önemlisi uluslararası gerçek güçlerdir.

Her Türden Tözü Yaratan İnsandır

Oysa her töz addedilen ya da tözleştirilen, ister gerçek isterse düşünsel bir varlık olsun, her daim insanın ürünüdür. Töz addedilene dair olduğu söylenen her şey için de geçerlidir bu. Ancak ilinek ya da ilineğin ilineği olan insanın, yanılsamalı bir bilinç haliyle kendi düşüncesini, söylemini ve davranışını tabi kıldığı bir töz yoktur gerçeklikte; yalnızca töz addedilen, kendisinden korkulan varlık ya da varlıklar vardır. Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde, “Töz ; değişen durumlar ve niteliklere karşı kalıcı olan; bir başka şeyle ya da bir başka şeyde değil, kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan. Öznede değil, kendinde var olan. Bağımsızca kendi içinde var olan. Spinoza’nın tanımı ile ‘Varoluşu için başka bir şeye gereksinme duymayan şey’”2 olarak belirlenir. Yani töz, neliği olup gerçekliği olmayan kavramlardan biridir. Bundan dolayı olsa gerek ki, işi gerçeklikle olan “Modern doğa bilimleri için töz, (…) biçimsel bir kavramdan başka bir şey değildir”.

Ne İlineğin İlineği Ne De Figüranlar Sorun Çözebilir

Gerçek sorunlar, gerçekliği bütünsel olarak kavrayan, düşünen, söyleyen gerçek insanlarla çözülür. İlinek ya da ilineğin ilineği olan figüranlarca değil. “Kürt sorunu” da hem toplumsal hem de uluslararası gerçekliğe haiz bir sorundur. Bundan dolayı, ne gerçekliğe aykırı bir biçimde oluşturulduğu için “Kürt sorunu”nun da önemli nedenlerinin başında gelen, yaklaşık 80-90 yıllık kabulleri, “Milli Birlik Projesi” adı altında çözümün kabulü kılma akl-ı evvelliğine sığınan figüranlar ne de töz addettikleri kişi ya da kurumlardan gelen tutarsız açıklamalarla, rüzgarın önündeki kuru bir yaprak gibi bir o yana bir bu yana savrulan ve adı dışında hiçbir hükmü şahsiyeti olmayan paravan kurumlar (ki bunlar kapansa ne olur kapanmasa ne olur) ve oralarda arz-ı endam eyleyen “katmerli ilinekleşme”yle malul kişilerce çözülebilir. Anlaşılan odur ki, “açılım” şimdilik düğüm düğüm bir kördüğümdür. Ve çözüm, ne zaman geleceği şimdilik belirsiz olsa da bir başka baharın işidir. O zamana dek de yeniden yeniden kaşınacak ya da nüksedecektir.

Ancak kördüğümün birazcık da olsa gevşetilmesi ve iki tarafın figüran ve ilineklerinin kapalı kapılar ardında ya da önünde, asıl aktör(ler) tarafından, tabir-i caizse kulaklarından tutulup masaya oturtulması ve geçici bir “mola”ya ‘ikna’ edilmesi yakındır (elbette öncesinde bir iç savaş galebe çalmazsa). Çünkü gerçek insanların, gerçek güç ve kurumların, hele hele bunlar uluslararası aktör; oyuncu, senaryocu sıfatını rast gele almamışlarsa ve bölgede öncelikli, acil, ertelenemez ve ikame edilemez çıkarları olduğu var sayılıyorsa, gerçek ihtiyaçları vardır. Yanılsamalı bilinç halleriyle malul ilinek ya da ilineğin ilineği olanların savruluş ve kuruntularıyla, kendi ihtiyaçlarını belli bir noktadan sonra ertelemeye yanaşmazlar. Hal böyleyken, kulaklarından vazgeçmeye hazır kaç ilinek ya da figüran var sanıyorsunuz ki…?

Unutulmasın ki, bu gerçek güçler, ortamını bulduklarında ve ihtiyaçlarına denk düştüğünde sorunları büyütüp bir ülkeyi yangın yerine çevirmeye de, “töz” addedilenleri “paket”lemeye ve hatta onları pazara çıkarmaya da kadirdirler. Bundan dolayı, zamanında kulaklarını onların eline verenlerin ve onların hamiliğini yaptığı insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizm koşullarında bir çözüm olasılığına bile güle oynaya “evet” diyenlerin yerli yersiz “efelenme”lerinin, “açılım” sahnesindeki görüntülerinden daha öte bir hükmü de yoktur zaten.

*• Felsefe Öğretmeni;  http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Selahattin Hilav’ın “Felsefenin Başlangıcı, Doğu, Korku, Birey” başlıklı bu makalesi, ilk olarak 1983 yılında, Yazko Felsefe Yazıları 5. Kitap’ta, daha sonra da “Felsefe Yazıları” adlı kitabın içinde Yapı Kredi Yayınları’nca yayımlanmıştır.
2 Felsefe Terimleri Sözlüğü, Töz maddesi, sy. 168, Türk Dil Kurumu Yayınları.

Marksizm, bir ideoloji değil, teoridir!

Marksizm, bir ideoloji değil, teoridir...

Fikret Başkaya’yla bir söyleşi*

Hocam ilk sorum şu: ‘Devrimi Yeniden Düşünmek’ başlığını taşıyan yazınızda, “... eleştirel-devrimci bir teori olması gereken marksist teorinin başına gelenler ibret vericiydi. Teori önce donduruldu, şeyleştirildi, reifiye bilgi haline getirildi, eleştirel-bilimsel özü aşındırıldı ve giderek bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi örgütlerinin, sol-sosyalist-komünist partilerin, daha sonra sosyalist denilen ama adından başka sosyalizmle ilgisi olmayan rejimlerin meşrulaştırıcı resmi ideolojisi haline getirildi” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Teori eleştirelse teoridir, eleştirdiği için, eleştirebildiği için teoridir. İdeoloji gerçeğin üstünü örtmek, anlaşılmasını engellemek, velhasıl teorileştirilmesini, anlaşılabilirligini engellemek içindir. Teorinin önü açıktır, eleştiriye dayanır ve eleştiriyle yol alır. Oysa ideoloji tartışmayı yasaklar. Verili durumu esas alır ve ona itaati vâzeder... Başka türlü ifade edersek, ideoloji anti-teoridir. Marksizm esas itibariyle eleştirel bir teoridir. Düşünmek eleştirmektir. Biliyorsunuz Fransız filozofu Alain, “düşünmek hayır demeyi bilmektir” diyordu. Etimolojik kökeni Kadim Grekçe theorien olan teori, bakmak, gözlemek, incelemek... demek. Anlamanın yolu radikal eleştiriden geçer, eleştiri yoksa anlama diye birşey, dolayısıyla teori de yoktur. Kim şeylerin anlaşılmasını ister, kim anlaşılmamasını, üstünün örtülmesini ister? Bu yüzden entellektüel ideolojik dayatmaların karşısında durabiliyorsa entellektüeldir. Entellektüeli entellektüel yapan onun herşeyi eleştirebilme istidadı, iradesi ve yeteneğidir. O hiçbir tabuya hiçbir ‘resmi gerçeğe’ itibar etmez. Hiçbir kiliseye tâbi değildir. Duruşu, konumlanışı sadece düşünsel-entelletüel mahiyette değil, aynı zamanda etiktir. Kimin neden eleştiriye ihtiyacı var, kimin neden şeylerin, olguların, süreçlerin üstünü örtmekte çıkarı var? Entellektüel, şeylerin neden ve nasılını merak edendir. Bu amaçla işe soru sorarak başlar. Marx’ın ilk önemli eserlerinden birinin başlığı ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ idi. Eleştirel olduğu için düşünceyi ileriye, bir üst basamağa taşıyabildi. Onun ardından gelenlerin Marx’ı eleştirmek de dahil, eleştiriyi bir üst aşamaya taşımaları gerekirken, orada durdular. Sadece durmakla da kalmadılar Marx’ın teorisini dondurdular ve onu tuhaf bir ideolojiye dönüştürdüler. Marks’ın teorisi Stalinizimle birlikte kutsallaştırılıp-tabu haline getirildi... Tabu yasaklanarak korunandır... Belirli bir eşik aşıldığında artık teoriden eser kalmamıştır. Bir kere teori ideolojiye, karşıtına dönüştürüldüğünde artık aydınlatmaz, karartır... Marx, yaşadığı dönemde kendi teorisinin başına gelecekleri sezmiş olacak ki, ‘ben marksist değilim’ demişti... Fizik alanından bir örnek verelim. Mesela Albert Einstein, fizik bilimini bir üst aşamaya nasıl taşıyabildi? Galileo’yu, Newton’u eleştirebildiği için... Marx sonrası marksistlerin Marx’ı da eleştirerek yola devam etmeleri gerekiyordu ama tam tersini yaptılar, teoriyi dondurdular. Elbette her zaman istisnalar vardı ama sonuçta istisna kuralı doğrulamak için değil midir? Oysa bir teorinin hayatiyeti eleştirdiği, eleştirebildiği durumda mümkündür. O zaman ne oldu, Gramsci anlamında ideolojik hegemonya üstünlüğü karşı tarafa geçti.

Onun için mi yazınızın başlığını ‘devrimi yeniden düşünmek’ olarak koydunuz? Bu sol devrimi artık düşünmüyor demeye mi geliyor?

Teori ideolojiye dönüştürüldüğünde, eleştirel devrimci bir teori olan marksizm artık sahnede yoktu. Her ağzını açanın söze Marx’la başlaması, tuhaf bir folklor haline geldi... Sol, düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı bir yana bıraktı. Sanki Fuerbach üzerine 11. tez bu sefil tavrı benimsemenin gerekçesi yapıldı. Biliyorsunuz 11. Tez : “ Filozoflar bu güne kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysa sorun onu değiştirmektir’ der. Buradan Marx sonrası sol şöyle bir sonuç çıkarmış gibi görünüyor: ‘ anlama işi tamamsa ve bu işi de Marx yaptığına göre, biz de artık değiştirme işine girişebiliriz... Maalesef Ortalama bir sol parti yöneticisinin, ortalama bir militanın yaklaşımı budur... Okumaz, araştırmaz, merak etmez, çevresinde hâlâ bu işle ilgilenen kalmışsa onu suçlar, küçümser... Bu kafayla dünyayı değiştireceğini sanır. Ona göre reçete hazırdır, yapılması gereken reçeteyi uygulamaktır, önemli olan eylemdir... Burjuva kafasıyla yeni ve farklı birşey yapacağını sanır. Siz bir kere pusulayı şaşırdınız mı, artık istediğiniz kadar eylem yapın bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bir kere sol saymadığı, ‘kendinden saymadığı’ hiçbir şeyi okumaz. Solda da sadece kendi örgütünün, partisinin, fraksiyonun yazdıklarını okur ama onların birşey yazması, yazdıklarının bir kıymet-i harbiyesi olması pek mümkün değildir. Böylece okumamanın mazereti de üretilmiş oluyor ve devrimci militan huzura kavuşuyor. Beyin bir tek sizde yok ki, karşı taraftakiler de pek ala düşünebilir ve düşünüyor. Yaklaşık son 30-40 yılda sol dışında herkes düşünüyor, yazıyor, anlamaya çalışıyor kimisi burjuva düzenini meşrulaştırmak için, kimisi de entellektüel kaygılarla, namusluca... ama solun o tarakta bezi yok gibi... Mesela günümüz kapitalizminin ortaya çıkardığı sayısız kötülüklere dair soldan derinlemesine tahliller son derecede yetersizdir. Solun bir kültür endüstrisi eleştirisi yok, bir teknoloji eleştirisi, bir reklam eleştirisi yok... Yeni proleterleşme biçimine dair söyleyecek sözü yok... Bu alanlar önemli birer ideolojik hegemonya alanı değil mi? Bazı kalıpları sürekli tekraralayan bir sol bu... Bu kafayla yeni ve farklı birşey söylemesi de, yapması da zaten mümkün değil. Benim demek istediğim şu: Biz ideolojik hegemonya savaşını kaybettik, düşünsel-kültürel hegemonya üstünlüğünü karşı tarafa kaptırdık. Bir kere bunu kabullenmek zorundayız. Hiç birşey olmamış gibi davranmanın, kendini aldatmanın bir mânâsı yok. Eğer bu savaşı yeniden kazanmak istiyorsak, ideolojik hegemonya üstünlüğünü yeniden ele geçirmek istiyorsak, işe yeniden düşünerek başlamamız gerekiyor. Yani geçmişin ikircikli olmayan radikal bir eleştirisini yaparak işe başlamamız gerekiyor... Yeniden düşünmeye başlamamız gerekiyor. Biliyorsunuz, düşüncenin eyleme önceliği vardır, düşünerek ve anlayarak bir işe girişirsiniz... Elbette bu düşünceyle eylem arasındaki diyalektik ilişkinin hafife alınmasını gerektirmez.

Neden böyle oldu peki?

Teori şeyleştirildiği, reifiye edildiği, dondurulup-kalıplaştırıldığı, ideolojiye dönüştürüldüğü için... Reifiye olmuş [şeyleşmiş] bilgi ölü bilgidir ve ölü bilgiyle gerçeği anlamanız, bilince çıkarmanız mümkün değildir... O zaman düşündüğünüzü sanırsınız ama esasında boşa kürek çekiyorsunuzdur... Sosyal süreç sürekli değişip, yenileniyor, değişimi yakalayıp-bilince çıkarmak, yeni düşünsel araçlara [eleştirel teoriye] sahip olduğunuz durumda mümkündür.

Teorinin ideolojiye dönüşüp, içinin boşalması ne zamana rastlıyor? Stalinizmle Marksist düşünceden bütünüyle kopulduğu söylenebilir mi?

Bence süreç, Stalinizmin yerleşmesinden önce başladı. Marx’ın ölümünden sonra Marksist düşünce, örgüt bürokrasilerinin iktidarını meşrulaştıran bir öğretiye dönüşmeye başladı. Tabii kesin kopuş, Stalinizmin yerleşmesiyledir. Stalinizmin Marx’la ve marksist teoriyle ilgisi sadece söylemdeydi. Stalinizm her şeyiyle marksizmin tam bir inkârıdır. Aslında eleştirel-devrimci bir teori olan Marksizm değil de marksizmin deforme olmuş, içi boşaltılmış versiyonuydu söz konusu olan. Bilinen anlamda bir resmi ideoloji söz konusuydu. Ve söz konusu bağnaz resmi ideoloji Stalinist otokrasiyi meşrulaştırmanın ve dayatmanın hizmetindeydi. Başka türlü ifade edersek, Stalinizm Marksizmin anti-teziydi...

Eğer öyleyse Türkiye’de ve dünya’da neden hâlâ Stalinizm hayranları var?

Sanıyorum bu sorunun cevabını yukarda verdik. Marksizm eleştirel-devrimci bir teori olması gerekirken bir ideoloji, bir dogma, bir inanç kategorisi haline gelince, kalıplaştırılıp-dondurulunca, insanların Stalinizmde tecessüm edene inanmaları, o yolda ısrarcı olmaları, ona inanmaya devam etmeleri anlaşılır bir şeydir. Eğer, Stalinist otokrasi, onun boğucu dikta rejimi sosyalizm sayılıyorsa, kişinin ona hayran olması işin doğası gereğidir. Bir şey daha var: Stalinist olmak rahatlatıcı birşey. Bütün sorunlar orada çözülmüş ve/veya çözülme yoluna girmişse, tüm sorunların çözümünün anahtarı eldeyse, düşünmeye, okumaya, araştırmaya, şüphe etmeye de gerek kalmaz tabii... Bir dine tapan için o din nasıl tartışma konusu değilse, bir din, değilse de dogma mertebesine çıkartılmış, tabulaştırılmış bilimisel sosyalizm denilen de asla tartışma konusu yapılmaz, zira o olumlu olan ne varsa bünyesinde barındırmaktadır. Bir zamanlar sol parti yöneticileri ve sendika bürokratları tarafından işçi sınıfının bilimi söylemi çok kullanılırdı. Oysa işçi sınıfının bilimi diye birşey hem mümkün değildir, hem de saçmadır. Aynı şekilde proletarya kültürü [proletkült] de çok kullanılırdı. Oysa bu uyduruk söylemin bu dünyada reel bir karşılığı olması mümkün değildi...

Aynı yazıda Leninist örgüt modelinin vazgeçilmez ilkesi olan ‘demokratik merkeziyetçiliğin’ bir oxymore olduğunu söylüyorsunuz. Merkeziyetçilik olmadan, disiplin olmadan bir örgüt nasıl başarılı olabilir? Orada bir çelişki yok mu?

Biliyorsunuz oxymore karşıt anlamlı [antinomik] iki kelimeyi yan yana getirmek anlamındadır. Mesela parlak karanlık gibi. Elbette edebiyatçılar, sanatçılar anlatım güzelliği için oxymore’ a baş vuruyorlar ve orada bir sorun yok. Mesela Klasik Yunan Tragedyasının ünlü yazarı Sofokles, Antigone adlı oyununda ermiş cani diyor. Ama ideolojik manipülasyon amacıyla oxymore’a baş vurulduğunda iş değişiyor. Mesela temiz savaş, calışma barışı, sürdürülebilir kalkınma, vb. dendiğinde ideolojik amaçlı bir oxymore yapılmış olur. Bana göre ne kadar iyi niyetle ortaya atılmış olursa olsun demokratik merkeziyetçilik de bir oxymore’dur. Zira bir örgütsel işleyiş hem merkeziyetçi hem de demokratik olamaz. Keşke olsa deseniz de olmaz. Biraz merkeziyetçi, biraz demokratik bir işleyiş olmaz. Merkeziyetçiliğin olduğu yerde örğütsel hiyerarşi, disiplin, alt-üst ilişkisi, buyuran-buyurulan, yetkili-yetkisiz... velhasıl işin doğası gereği anti-demokratik, baskıcı bir işleyiş geçerlidir. Elbette sizin de söylediğiniz gibi disiplin yokluğunda da birşeyler başarmak mümkün olmaz. O halde nasıl bir disiplin sorusu akla gelecektir. Bu dünya’da disiplinin başka versiyonları da pekâlâ mümkündür. Öz-disipline dayalı bir örgütsel işleyiş neden mümkün olmasın? İnsanların birşeyi yapması için mutlaka dışırdan, yukarıdan birilerinin emir vermesi mi gerekiyor? Hiyerarşik ilişkiler yerine yatay ilişkileri ikâme etmek imkânsız bir şey midir? Aksi halde binlerce yıllık sınıflı toplumun, burjuva toplumunun örgüt modeline mâhkûm olursunuz ki, Eskinin ayakları sizi yeniye taşımaz. Ben her sabah saat altıda kalkar çalışmaya başlarım ve saatlerce çalışırım. Üstelik yaptığım çalışmanın maddi bir karşılığı da yoktur, bütünüyle entellektüel kaygılarla yapılan bir çalışmadır. Kimse bana saat altıda kalk demiyor... Önemli buluşların mimarı olan matematikçilerin, fizikçilerin öz disiplini hayranlık uyandırıcı değil mi? Eğer örgüt demokratik bir işleyişe sahip değilse, birşeyleri de başarsa sonuç başlangıçtaki amaçla çelişen bir sonuç olabilir. Kendisi demokratik olmayan bir örgüt ancak anti-demokratik bir işleyiş üretebilir. O halde iki şey: 1. Örgüt olmadan hiçbir şey yapmak mümkün değildir; 2. Geçen yüzyılın örgüt modeli olan demokratik merkeziyetçilikle bir yere varmak mümkün değildir... Yatay, demokratik ilişkiyi esas alan bir örgütlenme modeli pekâlâ mümkündür. Mesela Paris Komünü, 1917 de Sovyet örgütlenmesi, vb. bize değişik bir örgüt modeli hakkında fikir verebilir. Yegane evrensel örgüt modeli ‘demokratik merkeziyetçiliktir’ demek size mantıklı geliyor mu? Eğer siz demokratik merkeziyetçiliğin sonucundan şikayet ediyorsanız, o zaman farklı bir örgütlenme modelini de pekâlâ tartışabilir, tasarlayabilirsiniz... Eğer bir soruyu soracak yüksekliğe çıkmışsanız, bu, onu cevaplayacak potansiyele de sahipsiniz demektir.

Daha önceki bir yazınızda soldaki ‘aşırı parçalanmışlıkla ilgili olarak: “Türkiye’de sol hareketin bunca parçalanmış oluşu, ‘haklı’ ideolojik gerekçelere dayanmaktan çok, patalojik nedenlerle açıklanabilir’ diyorsunuz. Gerçekten bu bölünmüşlük, parçalanmışlık durumu üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu parçalanmışlık durumu aşılmadan inandırıcı, güven veren bir sol muhalefet ortaya çıkabilir, olayların seyrini değiştirebilir mi?

Bence sorunu başka bir düzlemde tartışmak gerekiyor. Solun ister legal-parlamenter düzeyde, isterse legalite dışında siyaset yapan kesimleri arasındaki fark, zannedildiğinden daha az önemli. Solun mevcut politika yapma tarzını reddetmesi gerekiyor. Mesela siz verili duruma uyum sağlayarak siyaset yapmaya kalktığınızda, o düzenin bir parçası haline geliyorsunuz. Başka türlü olması mümkün değil zira son tahlilde kurallarını başkalarının koyduğu bir oyuna dahil oluyorsunuz. Bir kere oyuna dahil oldunuz muydu, sonunun hüsran olmaması mümkün değil. Legal-parlamenter solun sefil manzarasına bak anlarsın... Aslında legal-parlamenter oyunu reddeden kesim de aslında aynı olumsuzluğu başka biçimlerde yeniden üretiyor. O da politikanın ne olması, nasıl yapılması gerektiği konusunda farklı, yeni ve orjinal bir anlayışı ve perspektifi temsil etmiyor. Kaldı ki, gizli örgüt de açıkta siyaset yapmak durumunda... Üstelik daha önce de defaaten söylediğim, yazdığım gibi, burjuva legalitesi dışındaki örgütler tüm enerjilerini iktidarı ele geçirmek üzere seferber ediyorlar. Bu onların nasıl bir düzen kurulacak sorusunu savsaklamalarına neden oluyor. İşleyişleri anti-demokratik, akıl almaz bir örgüt fetişizmi söz konusu... Halka bilinç götüreceğini sanıyor... Netice itibariyle onların politika yapma yöntemi de diğer düzen partilerinden özde farklı değil. Bence bu sorun üzerinde ısrarla durmak gerekiyor. Parçalanmışlığa gelince, doğrusu bunun akla-mantığa, sağduyuya uygun bir yanı yok. Eğer ortada 47 farklı örgüt varsa, bunların birbirinden ayrı olmaları için en az 47 neden olması gerekir ki, böyle birşey mümkün değil. Bölünmenin asıl nedeni birşey yapamamakla, politik mücadele yürütmedeki becerisizlikle, basiretsizlikle ilgili. Sanıyorum mücadele yükseldiğinde bu bölünmüşlük tablosu da ortadan kalkacaktır zira gerçekten patalojik bir durum bu...

Sizin bu çıkışınızın solda yankı bulacağını bekliyor musunuz. Gerçekten yeniden düşünmeye ve yeni bir başlangıç yapmaya ihtiyaç var ama Türkiye’deki sol buna hazır mı? Böyle birşeyin gerekliliğine dair bir anlayış olduğunu, daha doğrusu insanların tartışmaya, sizin deyiminizle ‘yeniden düşünmeye’ ‘cesaret’ edebileceğini bekliyor musunuz?

Eğer ‘yeniden düşünmeye’ cesaret edilmezse, bu sol diye birşeyin olmadığı anlamına gelecektir. Bu mümkün değildir. Aksi halde bu, insanların kapitalizmin kepazeliğini kabullendikleri, itiraz etmedikleri, ‘durumdan memnun oldukları’ anlamına gelir ki, böyle birşey saçmadır. Aklı başında biri kendini insanlıktan çıkaran bu kepaze durumu kabullenebilir mi? Şu lânet olası kapitalist yağma ve talan düzenine razı olabilir mi? Ben yeni bir dalganın mutlaka yükseleceğini bekliyorum –aslında bunu söylemek yeni ve orijnal birşey söylemek de değil- . Bu günkü yenilgi tablosu ilelebet devem edecek diye birşey yok. Saldırı / karşı saldırı diyalektiği işin doğası gereğidir... İnsan düşünebildiği, soru sorabildiği, mücadele ettiği, yaşamın bir ‘anlamı’ olması gerektiğini bildiği ve bu amaçla mücadele ettiği için insandır. Bürokratik yozlaşmaya uğramış sol örgütlerin yeniden düşünmeye ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Onlar gerçeğin tapusunu ceplerine çoktan koymuşlar... Defteri çoktan kapatmışlar... Başkalarının gündeminin peşinden gitmeyi politika yapmak sanıyorlar... Mevcut bürokratik yapıları sürdürmeyi bir başarı olarak görüyorlar... Fakat hâlâ az da olsa soru sorma, cevap arama cesaretini ortaya koyanlar var... Önemli olan onların sayısını artırmak, verimli bir tartışma ortamı yaratmak için çaba harcamaktır... Bu aşamada Spinoza’nın öğüdünü hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Biliyorsunuz Spinoza: “Gözlüğünü parlat’ diyordu..

Teşekkür ederim...
Ben de...

*Söyleşiyi Gerçekleştiren : Merdan Özüdoğru

03 Kasım 2009

Devrimi Yeniden Düşünmek...

Devrimi Yeniden Düşünmek...*

Fikret Başkaya

1. Ölü bilgilerin koloniyalizminden kurtulmak

Şeyleri, toplumsal olguları ve süreçleri adlandırmak, tanımlamak, anlamak üzere kullandığımız kelimelerin de bir tarihi var. Doğuyorlar, var oluyorlar, eskiyip ölüyorlar. Zira şeyler, sosyal olgular ve süreçler, sürekli değişen dinamik bir süreç olarak var oluyorlar. Oysa, onları adlandırmak, anlamak, bilince çıkarmak üzere kullandığımız kelimeler zamanla eskiyor ve kullanmaya devam ettiğimiz kelimelerle gerçeklik arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor. Velhasıl ölü bilgilerle dışımızdaki gerçekliği düşündüğümüzü, anladığımızı sanıyoruz...

Güneş varken ve güneş karşıdan geliyorken güneş gözlüğü takmak daha iyi bir görüş sağlar ama güneş battıktan sonra da gözlük takmaya devam ederseniz, gözlük sadece işe yaramaz hale gelmekle kalmaz görüşü daha da zorlaştırır. Zira güneş gözlüğü takmayı gerektiren durum değişmiştir. Benzer bir durum kelimeler ve kavramlar için de geçerli ve belirli bir eşik aşıldığında, kullanılan kelimeler, kavramlar artık karşı geldikleri gerçekliği ifade edemez duruma geliyor. Tarımsal üretimin öküzle yapıldığı zaman varolan tezeğin, üretimin traktörle yapıldığı, ısınmak ve yemek pişirmek için doğal gaz veya kömür kullandığı dönemde artık bir karşılığı yoktur, ölü kelimedir.

Şimdilerde çiftçi ve köylü kelimelerinin artık reel bir karşılığı olup-olmadığı tartışmalı... Köylü sadece köyde yaşadığı için köylü değildir, sahip olduğu üretim araçlarıyla kendisinin ve ailesinin ihtiyacı olan şeylerin çoğunu ürettiği ve genel bir çerçevede kendi kendine yettiği için köylüdür. Şimdilerde köylü ekseri tek bir ürün üretiyor ve onu satarak yaşamını sürdürüyor, dolayısıyla sadece emeğini satarak yaşayan işçinin durumuna yaklaşıyor. İşçi haftalık veya aylık ödenen ücretiyle ihtiyacı olan şeyleri satın alır. Oysa köylü ihtiyacı olan unu-ekmeği, sütü- yoğurdu, yağı-peyniri, yumurtayı, sebze ve meyveyi velhasıl yaşamak için ihtiyacı olan şeylerin büyük çoğunluğunu kendisi ve ailesi üretiyorsa köylüdür. Köylüler artık domatesi pazardan, ekmeği fırından, sütü, yumurtayı marketten satın alıyor... Sözleşmeli tarım denilenin devreye daha çok girmesiyle de, çiftçi-köylünün artık kullandığı üretim araçlarının hukukî mülkiyetine sahip olmasının bir kıymet-i harbiyesi yok... Çokuluslu tarım tekelleri, kapitalist tarım işletmeleri, çiftçinin ne üreteceğine, ne zaman üreteceğine, nasıl üreteceğine, ne kadar üreteceğine, ürünü ne zaman teslim edeceğine, fiyatın ne olacağına, hangi gübrenin ve pestisitlerin-herbisitlerin ne kadar kullanılacağına, vb. karar veriyor. Böyle bir çiftçi olabilir mi? Aslında orada söz konusu olan çiftçi-köylü kelimeleriyle ifade edilenden çok, tuhaf bir ‘modern serflik durumuna tekâbül ediyor...

İkinci bir sorun da kelimeler, kavramlar dünyasının manipülasyona açık olmasıdır. Kelimeler ve kavramlar ihtiyaca göre manipüle edildiklerinde, şeyleri, toplumsal süreçleri anlamanın değil, anlaşılmasını engellemenin araçları durumuna geliyorlar. Mesela demokrasi kavramının bir içeriği olması gerekiyor. Genel bir çerçevede demokrasi insanların kendi kendilerini yönettiği [ self- government / auto-gouvernement], kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği bir durumu ifade ediyor. Dolayısıyla sosyal demokrasi demeye gerek yok zira demokrasi kavramı tanımı gereği zaten sosyali ve bireysel özgürlüğü içerir, içermesi gerekir. Şundan dolayı ki, ekonomik planda özerk olmayan bireyin, politik planda özerk olması mümkün değildir. Ya da yan yana gelmeleri uygun olmayan, kelimeler, kavramlar yan yana getirilerek, oxymore’ a başvuruluyor. Bu amaçla ekseri bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getirilerek, bilinç çarpıtması veya ideolojik manipülasyonla, insanların ideolojik egemenliği, gönüllü köleliği içselleştirmeleri amaçlanıyor. Mesela XX. yüzyıl devrimci, sol, sosyalist, komünist örgütlerin temel işleyiş aracı olarak kabul ettikleri, üstelik ‘evrensel bir ilke’ mertebesine yükselttikleri demokratik merkeziyetçilik tam bir oxymorondur. Bu iki kelimenin yan yana getirilmesi uygun olmadığı için... Ya merkeziyetçi bir işleyiş geçerli olur, ya da demokratik bir işleyiş geçerli olur ama hem o hem öteki olmaz.

Ekseri ölü bilgilerle düşündüğümüzü sanıyoruz ama aslında ölü bilgiler tarafından düşünülüyoruz... Ortalıkta dolaşan onca bilgi ölü bilgi... Okullar ve üniversiteler birer ölü bilgi deposu ve ders kitapları ölü bilgileri gençlerin bilincine enjekte etmenin etkin araçları. Zira, orada sorulan sorular, cevabı önceden bilinen sorulardır. Ölü bilgilerin tahribatı, şeylere, süreçlere, olgulara şüpheyle bakmamızı, onları yeniden düşünmemizi engelliyor. Eleştirelliği yok ediyor... Mesela ‘zenginlikle mücadele’ denmesi gerekirken ‘yoksullukla mücadele’ denmesi, ölü bilgilerin hakimiyetinin sonucudur... Ölü bilgilerle düşünen ‘yoksullukla mücadele’ eder. Ölü bilgilerin sultasından yakayı kurtarıp, soruyu ‘tekrar sorabilense, doğrusunun ‘zenginlikle mücadele’ olduğunu bilir. Eleştirinin olmadığı yerde bilim de yoktur denecektir...Bu yüzden Baruch Spinoza : “gözlüğünü parlat”, Karl Marx: “her şeyden şüphe et”, V.I. Lenin de: “her şeyi yeniden gözden geçir” derken, bizi ölü bilgilerin tahribatına karşı uyarıyorlardı...

Bilgi dondurulduğunda, seyleştiğinde, reifiye olduğunda kelime ve kavramların içi boşaldığında, artık başka amaçlara hizmet eder hale geliyor... Bir özgürleşme aracı olması gerekirken, köleleştirme aracına, egemenlik kategorisinin bir unsuruna dönüşüyor. Bu bakımdan eleştirel-devrimci bir teori olması gereken marksist teorinin başına gelenler ibret vericiydi. Teori önce donduruldu, şeyleştirildi, reifiye bilgi haline getirildi, eleştirel-bilimsel özü aşındırıldı ve giderek bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi örgütlerinin, sol-sosyalist-komünist partilerin, daha sonra sosyalist denilen ama adından başka sosyalizmle ilgisi olmayan rejimlerin meşrulaştırıcı resmi ideolojisi haline getirildi.

2. XX. yüzyıl sosyalizmlerinin izinden gitmek artık mümkün değil...

Avrupa solu, geleneksel düşünce sisteminden ve geleneksel ideolojiden radikal bir kopuş, farklı bir dünya, toplum ve insan tasavvuru anlamına gelen ve Büyük Fransız Devrimiyle ete kemiğe bürünen aydınlıklar [lumières] felsefesi veya devriminin devamı olarak tarih sahnesine çıktı. XIX’uncu yüzyılda işçi ve sosyalist hareket oluştu. Paris Komünü’nün ardından XX.yüzyıl da Sovyet ve Çin devrimleriyle devam etti. Paris Komünü’nün 71 günlük, Sovyet ‘komünizmi’ denilenin 70 yıl ömrü oldu. Bu arada XX. yüzyıl, koloniyalizme karşı mücadelelerin, 1968 Fransa Mayıs Devriminin ve Çin Kültür devriminin, Küba ve Vietnam devrimlerinin, İran ‘İslam’devriminin de yüzyılı olarak geride kaldı.

Paris Komünüyle başlayan Bolşevik ve Çin devrimleriyle devam eden, sınıflı toplumu, kapitalist sistemi, burjuva düzenini aşma perspektifine sahip bu ilk hamle başarısız oldu. Sovyet ve Çin deneylerinin neden başarısız oldukları, sosyalist toplum oluşturma projesinin neden kapitalizmin restorasyonuyla sonuçlandığı, hiçbir zaman gerektiği gibi tartışılmadı. Asıl rahatsız edici olan da, neden tartışılmadığı, tartışılamadığı, tartışmadan kaçınıldığı, ya da tartışılıyormuş gibi yapılıp geçiştirildiğidir... Elbette beşyüzyıllık kapitalist sistemin ve mirasçısı olduğu on bin yıllık sınıflı toplumun ilk hamlede aşılıp, insanlığın gündeminden çıkarılması mümkün değildi ve mümkün olmadığı görüldü.

Dolayısıyla bu ilk deneylerin başarısızlığından hareketle, kelimenin jenerik anlamında ortaklaşmacı, eşitlik-özgürlük temeline dayalı, sınıfsız sömürüsüz bir toplum tasavvuru olan komünizmin imkânsızlığı sonucunu çıkarmak abestir. Böyle bir şey ancak insanın insan olmaktan kaynaklanan bazı temel hasletlerinden arındığında, insanın insan olmaktan çıktığı durumda mümkündür. Toplumsal eşitsizliğin olduğu her yerde ve her zaman mücadele kaçınılmaz olarak vardır, olmak zorundadır ve başka türlü olması da mümkün değildir. Sömürü olan yerde sömürüye karşı, eşitsizliğin olduğu yerde eşitsizliğe karşı, baskı olan yerde baskıya karşı, aşağılanma olan yerde aşağılanmaya karşı, velhasıl insanı eksilten, onun kendini gerçekleştirmesine mani olan durumu aşmak için mücadele kaçınılmazdır. Kapitalist yağma ve talan rejimi olan burjuva düzeninin insanlığın yegane ufku olduğunu, onun tarihin sonu olduğunu ilân edenlerin heveslerinin kursaklarında kaldığının görülmesi için fazla zaman gerekmeyecek... Büyük İnsanlık her zaman yürüdüğü yolda yürümeye devam edecek ve ediyor... Elbette mücadele düz bir zemin üzerinde sorunsuz yol almıyor. Söz konusu olan, zaferlerin -yenilgilerin, yükselişlerin - düşüşlerin, umudun umutsuzluğun uzun ince yoludur...

XX. yüzyıl deneyleri başarısız olup, geride kaldığına göre, bu ilk deneylerin neden başarısız oldukları sorusu, devrimi yeniden düşünmeyi gerektiriyor... Elbette başarısızlığın birçok nedeninden bahsedilebilir ama nedenler hiyerarşisinde en önemli olanı veya olanları tespit etmek, tahlil ettiğimiz, bilince çıkarmaya çalıştığımız durumun anlaşılması için elzemdir. Fakat daha önce devrim nedir sorusuna açıklık getirmekle tartışmaya başlamak gerekiyor. Tabii devrim nedir sorusuna devrimi kim yapar sorusunun da eşlik etmesi gerekir. Devrim [Révolution] Eski egemenlik sisteminden radikal bir kopuş demektir veya öyle anlaşılması gerekir. Bu kopuş sadece sorunun egemenlik veçhesini, yöneten-yönetilen, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen ilişkisini angaje etmez. Ezilen toplum sınıflarının, halk sınıflarının çok yönlü emansipasyonunu da [özgürleşmesini] varsayar :
Birincisi, devrim yaşamın tüm veçhelerini [ ekonomik, politik, kültürel, ideolojik, etik, estetik...] kapsadığında, daha önce de yazdığım gibi, politika denilenin ve politika yapmanın farklı bir versiyonunun gündeme gelip ete-kemiğe büründüğünde mümkündür; ikincisi, devrimi halk adına bu işi bilen öncüler [avangard] , velhasıl örğüt yapmaz, yapamaz...bizzat halkın kendisi yapar. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: devrimi ya halk yapar ya da devrim diye bir şey mümkün değildir...

Avrupa solu [sosyalist-komünist partiler] genel bir çerçevede hep burjuva düzeninin bir iç muhalefeti olarak varoldu. Hiçbir zaman radikal bir kopuş perspektifine sahip olmadı. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma ile mâlüldü. Kapitalizmin kutuplaştırıcı eğilimini ve dinamiğini, çevre-merkez ayrışmasını ve çelişkisini yok saydı, görmezlikten geldi. Koloniyalistti, uygarlaştırıcı misyon paradigmasına karşı çıkmak şurda dursun, muhalif olduğu burjuva politikacıların ve ideologların yolundan gitti, parlamentarizmi bir siyaset aracı olarak kullanma tercihi yaptığında, burjuva düzeninin bir parçası haline gelmesi kaçınılmazdı ve geldi... Burjuva parlamentarizmi ve seçim oyununa dahil olmak demek, burjuva politikasını sol bir dil ve söylemle yeniden üretmek demekti. Başkalarının tasarladığı oyuna dahil olmak, başkalarının oyununu oynamaktır. Sosyalist-komünist denilen partiler, örgüt modeli olarak burjuva örgütlerinin ve partilerinin işleyiş modelini kopya ettiklerinde, burjuvazi de partiye, örgüte nüfûz etmiş oluyordu. Tam bir emperyalist, anti-sosyalist, anti-kömünist Atlantik projesi [ ABD ve Avrupa büyük sermayesinin projesi] olan, anti-demokratikliği tescilli AB’ye karşı çıkmadı. AB’ye cepheden karşı çıkmayan, neoliberalizme teslim olmuş bir sol olabilir miydi? Hiç değilse 1980 öncesinde reel olarak sosyal demokrat olan Avrupa solu, son otuz yıldır artık sosyal demokrat bile değil, sosyal liberal... Artık o tarakta bezi yok denecektir. Velhasıl, şimdilerde Avrupa solu diye birşey yok... Durum böyle ama bizim kimi rafine ‘solcularımız‘ Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini Türkiye sol hareketi için bir şans olarak görüyor... Herhalde bu dünyada herkes neyi görmek istiyorsa onu görüyor... kimbilir...

3. Öncü parti, bilinç-bilinçlenme veya örgüt sorununu yeniden düşünmek...

Geride kalan yüzyılın sosyalist mücadele anlayışında, ‘işçiler, ezilen-sömürülen sınıflar, kendiliklerinden durumlarının farkına varamaz, olup-bitenleri anlayamaz, dolayısıyla bilinçlenemez, ona ‘gerekli’ bilinci ancak devrimci entelektüeller dışardan taşıyabilir...’ şeklinde bir anlayış hakimdi. Bu tespitten hareketle de devrimi ancak devrimci-entelektüeller ve devrimcileşmiş işçilerden oluşan, mücadelelere öncülük edecek, devrimci partinin yapabileceği görüşüne varılıyordu. Bu tespit aynı zamanda profesyonel devrimciliğin gerekçesini de oluşturuyordu. Oysa devrim ve profesyonel kelimelerinin yan yana getirilmesi tam bir oxymoredur. Bu yüzden de yan yana getirilmeleri saçmadır. Mesleği devrim yapmak olan birinin var olabileceğini düşünmek abes değil mi? Marx, ‘işçi sınıfının emansipasyonu [kurtuluşu] onun kendi eseri olacaktır’ dememiş miydi? Bir sınıfın emansipasyonu başkalarının işi olabilir miydi? Devrim işini öncü partiye havale etmek, ezilen-sömürülen sınıfların kaderini başka ellere tevdi etmek, başkalarına emanet etmek değil midir? Bunun koloniyalist Avrupalıların ‘uygarlaştırma, uygarlık götürme, geri halkları ilerletme, Türkiye’de Kemalistlerin halkı adam etme teşebbüsünden bir farkı var mı? Oysa tanımı gereği emansipasyon bir özne olarak insanın kendini gerçekleştirmesine engel olan durumdan kurtulması, özgürleşmesi demektir ve bu ancak insanın [bireyin] özçabasıyla mümkündür...

Bu tespitle işçi sınıfına bir kimlik yakıştırılıyor: İşçiler kendiliklerinden olup-biteni anlayamaz... Buna gerekçe olarak da işçilerin zorlu ve uzun çalışma süreleri, eğitim olanaklarının dışına atılmış olmaları gösteriliyor. Eğer bu tespit kabul edilirse, bu, toplumun bilenler ve bilmeyenler diye ikiye bölünmüş olduğunu, birinden diğerine geçişin de imkânsız olduğunu, arada bir Çin setti olduğunu kabul etmektir. İkincisi, bilenlerin ne bildiğini tartışma konusu yapmamak, sorun etmemektir. O halde şu soru akla geliyor: bir metal işçisinin, terzinin, tekstil işçisi genç bir bayanın, nüfus idaresinde çalışan memurun, vb. kitap okumasına, resim yapmasına, şiir okumasına, hikaye yazmasına, insanlığın durumuna dair kafa yormasına, düşüncelerini çevresindekilerle paylaşmasına gerçekten bir engel var mı? Öğretmenlerden daha çok okuyan işçiler yok mu?

Entelektüel, egemen düzenin verdiği eğitimi aldığı için mi entelektüeldir, yoksa okullarda aldığı köleleştirici eğitimden kurtulmaya cesaret ettiği için mi entelektüeldir? Aslında mevcut olan durumu aşma bakımından eğitilmiş olanla eğitilmemiş olan arasındaki mesafe sanıldığından daha kısadır. Her ikisi de ilave bir zihinsel- entelektüel çabayla şeyleri bilince çıkarabileceklerine göre... Aslında işçiler ‘bilimsel bilgiye ulaşamaz, içselleştirip özümleyemez’ tespiti, dışarının, başkalarının, ‘onun hakkında konuşanların’ tespitidir ve bu dünyada reel bir karşılığı yoktur. İster küçük bir işyerinde isterse büyük bir kapitalist işletmede çalışıyor olsun, işçi sömürüldüğünü bilir ve biliyor. Dolayısıyla bu konuda bir sorun yok. Sorun bu durumdan nasıl çıkılır sorusunu sormamakla, soramamakla ilgili. Fakat, tarih boyunca yaşanan devrimler, belirli bir eşik aşıldığında ezilen-sömürülen-aşağılanan sınıfların korku duvarını aştığını da gösteriyor. O halde süreçte entelektüelin işlevi ne olabilir? Entelektüel olup-bitenleri eleştirip, netleştirip, bilince çıkararak, işçileri, ezilen-sömürülen sınıfları, yeryüzünün lânetlilerini cesaretlendirebilir. Mevcut olanın alternatif bir sistemle ikâme edilebilirliği bilincini güçlendirebilir. Entelektüelin misyonu işçi hareketini yönetmek değildir. Aksi halde böyle bir şey işçilerin kendi kendilerini yönetemeyeceği anlamına gelecektir...
XIX’uncu yüzyılda işçi sınıfının durumuna dair bilgiler, bilinenin ve genel kabul gören yaygın anlayışın aksine, işçilerin o kadar saat çalıştıktan sonra geceleri kitap okuduklarını, şiir ve hikaye yazdıklarını, sorunlarını tartıştıklarını gösteriyor. Marx’ın ünlü eseri Kapital, fasiküller halinde yayınlanırken, işçiler yeni fasikülün çıkmasını sabırsızlıkla beklerlermiş. O zaman işçiler Kapitali büyük bir hevesle okuyup- anlıyorlardı. Şimdilerde burnundan kıl aldırmayan iktisat profesörleri anlamıyor... Kapitalizm öncesi dönemde ve kapitalizmin ilk dönemlerinde, egemen sınıflar halk sınıfından insanların okuma yazma öğrenmesini, bilgiye ulaşmasını yasaklayıp, şiddetle de cezalandırıyorlardı. Eğer işçilerin, ezilenlerin öğrenme, bilinçlenme yeteneğinden [kapasitelerinden] korkmasalardı, yasaklama, cezalandırma yoluna giderler miydi? ABD de Afrika kökenli kölelerin okuma yazma öğrenmeye cesaret ettiklerinde nasıl acımasızca cezalandırıldıkları herkesin mâlûmudur...
XIX ve XX yüzyıl sosyalizmleri dünyayı değiştirmek için burjuva devletine göz dikti ve onu ele geçirmeyi devrim için yeterli koşul saydı. Kalkınmacılığa ve emperyalist ülkeleri yakalama perspektifine kilitlendi... İster seçim oyununa dahil olarak, isterse, zor ve şiddet kullanarak devleti ele geçirme perspektifi yegane hedef olarak görüldü. Nasıl bir düzen kurulacak sorusu savsaklandı... Oysa, iktidarı ele geçirmeyi yegane hedef olarak gören öncü örgüt [devrimci parti] de esas itibariyle yıkmak istediği devlet gibi bir örgütsel yapıya ve işleyişe sahipti. Devrimci parti de kendini burjuva devleti suretinde yaratmıştı: hiyerarşi, disiplin, ast-üst ilişkisi, buyuran-buyurulan, anti-demokratik dikey ilişkiler... Devrimden sonra partinin nasıl ve kolaylıkla parti-devlete dönüştüğünün izahı orada bulunuyor.

Elbette söylediklerimizden bir örgüt karşıtlığı sonucu çıkarmak haksızlık olur. Sadece XX. yüzyılda geçerli sol örgüt anlayışının yeni, farklı, orijinal bir model olmaktan çok, sınıflı toplumun binlerce yıllık ve burjuva toplumunun birkaç yüzyıllık örgüt anlayışının ve örgütlenme tarzının, sol bir söylemle yeniden üretildiğini söylemek istiyorum. Devlet sizin elinizde olunca başka şeye mi dönüşecek? Arabayı kim kullanırsa kullansın arabadır... Eğer örgütsel ilişki yatay bir nitelik taşımıyorsa, disiplin dışardan dayatılıyorsa, demokratik / eşitlikçi / özgürlükçü / emansipatris ilişkiler yerleşip-kökleşemiyorsa, orada ancak sınıflı toplumun yeni bir versiyonu, diktatörlüğün farklı bir biçimi söz konusu olabilir...

Öyleyse politika nedir, ne olmalıdır sorusunu sorarak yeni bir başlangıç yapmak gerekiyor. Bunun için de ölü bilgilerin tahakkümünden kurtulmaya, bilincimizi özgürleştirmeye, zihinsel bir silkinmeye, velhasıl radikal bir düşünce devrimine ihtiyacımız var...

*İstanbul Özgür Üniversite’de 24 Ekim 2009 da açılış dersinde yapılan konuşma

28 Ekim 2009

"Tartışılan Roman" ve Eleştiri Üzerine

“Tartışılan roman” ve Eleştiri Üzerine

Atalay GİRGİN

Edebiyatın da, onun “amiral gemisi” olarak nitelenen romanın da neliği tartışmalıdır. Üzerlerinde anlaşılabilen bir tek tanımları yoktur. Bundan dolayı olsa gerek ki, kendisine “roman” sıfatı verilen yapıtların ortaya konmaya başlanmasından bu yana, romanın neliğinin yanı sıra, varlığı da tartışılır, bu topraklar üzerinde. Örneğin, Vedat Günyol, “Cumhuriyet’ten önce gerçek romanın olmadığı”1nı yazar, “Dile Gelseler” adlı kitabına aldığı, “Yeni Ağza Eski Yemek” başlıklı makalesinde.

Fethi Naci, “Türkiye’de roman var mıdır?” sorusuna, futbolun hal-i pûr meâline atıfta bulunarak yanıt verir yıllar önce : “Ne kadar futbol varsa, o kadar.”2 O yıllarda, ister kulüpler bazında olsun, isterse milli takım bazında olsun, alınan yenilgiler genellikle hep “şerefli”dir ve “yenildik ama ezilmedik” denir. Sık sık da, uluslararası karşılaşmalar öncesi, gazetelerin spor sayfalarında, artık geçmişte kalmış olan, Almanya ve Macaristan galibiyetleri ile Göztepe’nin Fuar Şehirleri Kupası’nda çeyrek finale kadar çıkışı anımsatılarak, nasıl “Tarih yazdığımız” anlatılmakta ve o anlar yâd edilmektedir. Bundan dolayı olsa gerek ki, yanlış bir biçimde, “Türkiye’de roman yoktur” olarak algılanır Fethi Naci’nin yanıtı.

“Tarih yazma” alışkanlığı hâlâ yerli yerinde duruyor olsa da, futbolda, “şerefli yenilgi”ler döneminin geride kalmasıyla birlikte, neredeyse anımsanmaz, anımsatılmaz oldu artık o günler. Romana ilişkin ise, “Fethi Naci yıllar önce söylemişti. Türkiye’de roman yoktur” diyen, İsmet Özel’den başkası kaldı mı günümüzde, Fethi Naci’nin yanıtını hâlâ yanlış anlamaya devam edip ve hâlâ ona atıfta bulunarak, “yoktur” hükmünde ayak direten? Bilmiyorum.

Ama günümüzde, doğrudan “roman yoktur” demeseler de, bir yıl içinde yayınlanan üç yüzden fazla romanı, “hızlı okuma tekniğiyle okudu”ğunu söyleyip, “tümünü çöplük”3 olarak niteleyiveren ya da bu kadar roman içerisinde, “70 tane okuyun” denilebilecek, “7 tane bile iyi”4 diye nitelenebilecek romanın olmadığını yazan edebiyatçılar var.

“Romanımıza ne oldu?” adlı kitabında, “Romancı enflasyonu”na dikkat çeken Ahmet Oktay da bir yandan bunun nedenlerine değinirken, diğer yandan da buna paralel olarak eleştiri, eleştirmen, yeni eleştirici/reklamcı-pazarlamacı ilişkisinin ve dönüşümünün altını çizer, eleştirel bir biçimde. Kitaba adını veren makalesinde ise, “ Bir zamanlar romancılarımız, öykücülerimiz …” diye başladığı paragraflarıyla, geçmişten günümüze uzanan süreçte, “nostaljik bir biçimle”, yazarın seçimini ve romanın değişimini örneklerle gösterir ve şöylesine eleştirel bir tespitte bulunur : “1980 sonrası Türk romanı, geçmişi ve büyük harfle yazılan tarihi, hedef kitlenin beklentilerini, tahmin edilebilir tercihlerini ve bastırılmış arzularını ön alan biçimde yeniden düzenleyerek, olaylarını tahrif ederek turistikleştiren ve ticarileştiren sayısız örneklerle dolu.”5

Daha fazla veriyle yazının hacmini arttırmaya gerek yok şimdilik. Geçmişten günümüze, edebiyat üzerine yazan eleştirmenlerin, araştırmacıların yazı ve yapıtlarında, buraya aktardıklarımdan çok daha fazlasını bulabilir ilgilisi, romanın varlığına-yokluğuna, roman ve “romancı enflasyonu”na, iyiliğine-kötülüğüne, gelişimine ve değişimine ilişkin tartışma, eleştiri ve değerlendirmelerin. Çünkü, şiir ve öykü bir yana, romanı konu edinip de eleştiriden, değerlendirmeden, karşılaştırmadan uzak durmak, eğer eleştiriyi kitap tanıtımcılığı/reklamcılığı sanan ya da buna indirgeyenleri saymazsak, mümkün değildir. Kısacası, roman kadar, eleştiri de tartışmalıdır.

Dolayısıyla, A. Galip’in, “etik ve estetik boyutuyla” alt başlığını taşıyan “Tartışılan roman”6 adlı kitabı, romanı ve onun eleştirisini konu edinen ilk yapıt değildir. “Edebiyat ve felsefe”, “Tartışmalar” ve “Roman dünyasında gezinti” olmak üzere üç bölümden oluşan “Tartışılan roman”ın, hem bu yazı bağlamında bizi ilgilendiren hem de kendisini diğer roman ve roman eleştirisi üzerine yapılan çalışmalardan ayırıcı kılan kısmı, birinci bölümüdür. Yani “Edebiyat ve felsefe”.

Felsefeyle bakmanın önemi ve bir örnek

A.Galip, “Tartışılan roman”da, romana, eleştiriye, roman eleştirisine ve hatta romanı temel alan edebi akım ve kuramlara da felsefeyle bakmayı öneriyor. Felsefeyle bakmak; nesnesini, ister salt düşsel, düşünsel, isterse gerçek bir var olan/varlık olsun; her daim ontolojik ve epistemolojik boyutuyla, bir bütünsellik temelinde ya da böylesi bir iddia ile kavramayı, anlayıp, anlamlandırmayı ve ele almayı gerektirir. Bu ise aksiyolojik olana kapı aralar. Çünkü, nesneye ilişkin ortaya konan her bilgi, açık ya da örtük bir biçimde, etik ve estetik boyutuyla, davranışa dönüşmesi gereken bir değer üretir. Ki bu açıdan da, kitabın alt başlığının “etik ve estetik boyutuyla” olması anlamlıdır.

29 Eylül 2009

ÖĞRETMENLİK : İş midir, yoksa çalışma mı?

ÖĞRETMENLİK : İŞ MİDİR YOKSA ÇALIŞMA MI?

Atalay GİRGİN

Öğretmenlik iş midir? Yoksa çalışma mıdır? Her iş çalışma mıdır? Her çalışma iş midir? “Öğretmenlerin sorunları” denildiğinde, öğretmenler ve öğretmen sendikaları, öğretmenliği bir iş olarak mı görmektedirler yoksa bir çalışma mı? Öğretmenlik bir işe indirgenebilir mi? Ya da içerisinde yaşadığımız koşullarda, öğretmenlik çalışma kılınabilir mi? Öğretmenlik nedir? İş nedir? Çalışma nedir?

Soruları daha da çoğaltmak mümkün, ama gerek yok şimdilik. Tek tek bu soruların doğrudan yanıtlarına yönelmek yerine de, başlığın içerdiği kavramlarla başlamak gerek.

Öğretmenlik, iş ve çalışma... Bu üç kavram birbirine indirgenemez. Ama birbirleriyle ilişkilendirilebilir.

Çalışma ve İş
Bu kavramların içerisinden özellikle son ikisi, yani iş ve çalışma, yakınî bir anlam bağlamında, günümüzde sık sık birbirine indirgenerek ya da birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Oysa neliği ve gerçekliği açısından ele alındığında bu kullanım yanlıştır. Çünkü, sabahtan akşama çalışan ama bunun sonunda satılabilen, herhangi bir meta ya da değişim değeri olan bir şey üretmeyen/üretmemiş sayılan insan, örneğin “ev kadınları” gibi, “işsiz” ve “çalışmayan” sayılmaktadır. Bunun temel nedeni, çalışan kişinin, işgücünü satamıyor ya da onu, pazarda alınıp satılabilen bir malın ya da üretilip tüketilebilen bir hizmetin içerisine, sözüm ona ‘ekonomik bir değer’ olarak katamıyor/katmıyor oluşudur. Ancak bu kişinin hiçbir değer üretmediğini söylemek mümkün müdür?

Dolayısıyla, bir insanın severek, kendini gerçekleştirerek yaptığı herhangi bir alandaki çalışma, karşılığında bir ücret getirmiyorsa, “iş” olarak görülmemektedir. İş, karşılığında ücret alınarak, işgücünü bir mal ya da hizmetin üretimine koşabilmek olarak değerlendirilmektedir ki burada, kişinin bunu severek yapıp yapmamasının ya da kendini gerçekleştirip gerçekleştirmiyor olmasının hiçbir önemi yoktur. Önemi olan tek şey, sonunda, alınıp satılabilen, yani metalaştırılabilen bir şeyin ortaya çıkmasıdır. Çünkü bu bir çalışma değildir; İŞ’tir... İşgücünüzü; bilginizi, becerinizi bir ücret karşılığında o mal ya da hizmetin üretimine katmanıza indirgenen bir İŞ... Bu anlamda, insan, farkında olsun ya da olmasın, İŞ’te, işgücünün dışında paranteze alınan bir varlık haline gelir.

Kapitalizmi 'krizden kurtarmak değil, kapitalizmden kurtulmak...

Kapitalizmi ‘krizden’ kurtarmak değil,
kapitalizmden kurtulmak...

Fikret Başkaya*

Geride kalan haftalarda sel onlarca insanı alıp-götürdü, evler, köprüler yıkıldı, işyerleri tahrip oldu, ekili alanlar ve mahsuller zarar gördü, suya zehirli kimyasallar karıştı... Doğal âfet dendi, ihmal dendi, dere yatağına ev mi yapılır, bu ‘derenin intikamıdır’ dendi, sorumlular hesap versin dendi, ‘muhalif’ olduğu sanılan siyasetçiler hükümeti suçladı, bu arada kendi etiğine ve varlık nedenine külliyen yabancılaşmış, felaketi sansasyona çevirmeyi marifet sayan medyaya da iş çıktı... Elbette her zaman olduğu gibi ‘konunun uzmanları’ da konuştular-yazdılar ama konuşmalarda-yazılarda kapitalizm kelimesi geçmedi... Kimse ‘bu sosyal bir felakettir, gerisinde kapitalist sömürü, yağma ve talan var’ demedi... Eğer öyle diyecek olsalar ‘konunun uzmanı’ sayılıp, ‘değerli görüşlerini’ sizinle paylaşmaları mümkün olur muydu?

Rahatsız edici bir şey de, bunun sanki bir ilkmiş gibi sunulmasıydı... Eğer sorunun kaynağına inilmiş, gerektiği gibi tartışılmış, vaktiyle adıyla çağrılmış olsaydı, bu felaketin öncekilerin daha büyük ölçekte tekrarı olduğu anlaşılırdı. Yedi emekçi kadın ‘tek kapılı’ servis aracında can verdi. Daha önce başka kadınlar da çalıştıkları fabrika’da, işyerlerinde diri diri yanmışlar, ekmek parası kazanırken hayatlarından olmuşlardı... Son dönemde sayıları ve kapsamları hızla artan ‘felâketlerin’ gerisinde iklim değişikliği, atmosferin ısınması denilen var. İklim değişikliğinin gerisinde de kapitalizm var. Aslında söz konusu olan ‘doğal felâket’ değil, sosyal felâket... Sel, su baskınları, fırtına, kasırga, kuraklık, vb. elbette doğal nedenlere dayanıyor. Her zaman vardı ve olmaya devam edecek ama kapitalizmin tarih sahnesine çıkıp herşeyi kendi mantığına bağımlı hale getirip dejenere ettiği dönemde, özellikle de son 50 – 60 yılda doğal felâketler de artık doğal felâket olmaktan çıktı... Şimdilerde söz konusu olanın gerisinde kapitalizm ve onun kör mantığı yatıyor. İnsanları 15 milyonluk kentlerde toplayan da, dere yataklarına ev ve fabrika kurduran da, işçileri diri diri yakan da kapitalizm. Velhasıl kapitalizm öldürüyor...

Kapitalizm başka türlü yapamaz

Kapitalizm koşullarında üretim, insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil kâr etmek, kârı büyütmek için yapılıyor. İnsan ihtiyaçlarının tahmin edilmesi, kâr etmenin bir türevidir sadece. Her kapitalist daha çok kâr etmek ve her seferinde daha çok üretmek, elde ettiği artı-değeri [kârı] yeniden yatırmak, sermayeye dönüştürmek, sermayesini büyütmek, ileriye doğru kaçmak zorundadır. Canlı olanı ölü şeyler, nesneler haline getirmek zorundadır... Her bir tekil kapitalistin ayakta kalabilmek için vahşi rekâbet ortamında daha ucuza üretmesi gerekiyor. Artı değeri yaratan da canlı emek [işçi] olduğuna göre, işçiyi daha çok sömürmesi, doğal çevreyi daha çok yağmalaması gerekiyor. Kapitalistin gözünde insan üretim sürecine sokulan diğer araçlar [makina, bina, ham ve ara-malı, vb.] gibi bir şeydir... Onu insan olarak görmez, görmesi mümkün değildir. Görseydi kapitalist olmazdı...

Kapitalizmin bir başka özelliği de ahlak dışı [amoral] oluşudur. Daha fazla üretmek, daha ucuza üretmek de, ancak daha fazla tüketildiğinde mümkündür ve daha fazla üretim, daha fazla tüketim de, daha fazla tahrip etmek, kirletmek, yok etmek demektir. Oysa doğanın kaynakları da her şey gibi sonludur. Doğadan alınan ve atık olarak doğaya dönen belirli bir sınırı geçtiğinde, doğanın kendini yenilemesi imkânsız hale geliyor. Doğanın dengesi bozuluyor ve belirli bir eşik aşıldığında doğal ve sosyal sorunlar birbirini besler- azdırır hale geliyor. Nitekim 1960 yılında insanlık doğanın biyolojik kapasitesinin yarısını kullanırken, 2003 yılında artık söz konusu kapasitenin %20 fazlasını [1.2’sini] kullanıyordu. Bunun anlamı, insanlığın gezegenin ürettiği ekolojik kaynaklardan fazlasını tükettiğidir. Doğanın kendini yenilemesine zaman bırakmamak demektir. Aslında iklim değişikliği, atmosferin ısınması, ekosistemin kirlenmesinden-bozulmasından ve biyolojik çeşitliğin hızla yok olmasından bağımsız değil. Atmosfere atılan ve sera etkisi yaratan gazlarının %20’si ormansızlaşmadan kaynaklanıyor.

İşte şimdilerde ortaya çıkan insanlık krizi, kapitalizmin bu kör mantığının ve işleyişinin sonucu. Velhasıl doğal ile sosyal [‘insânî ] kökenli sorunlar her seferinde daha büyük ölçekte tezahür ediyor. Kapitalist büyüme ki, sermayenin büyümesi denmesi gerekirken ekonomik büyüme deniyor, sorunları giderek büyütüyor ama sorunların daha çok ekonomik büyümeyle aşılacağına dair de sefil bir anlayış hâkim. Bir ulusal ekonomi yılda ortalama %3 oranında büyürse, GSMH denilen 23 yılda ikiye katlanıyor, yılda ortalama %5 oranında büyürse 14 yılda ikiye katlanıyor... Sadece büyümeye, daha çok büyümeye endekslenmiş bir gidişat nereye çıkar ve ne anlama gelir?.. Emperyalist ülkelerin [ABD, Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa...] hâlâ büyümeye ihtiyaçları var mı? Şimdilerde Güney denilen ‘Üçüncü Dünya Ülkeleri’ de onları taklit etmeli mi? Taklit edebilirler mi, eğer edebilirlerse nasıl bir manzara ortaya çıkar? Ormansızlaşma, çölleşme, sera gazı emisyonu, her tarafın otoyola çevrilip - astvaltlanması, her tarafı otomobillerin kaplaması, türlerin yok olması, çevrenin kirlenmesi... daha nereye kadar?

Kapitalist yaptığının insânî, sosyal ve ekolojik sonuçlarıyla ilgili değildir. İlgilenmesi mümkün değildir, aksı halde kapitalist olmazdı... Kapitalist, doğayı sınırsız yağmalanır, insanı sınırsız sömürülür birer kaynak olarak görür, görmek zorundadır... Bu vesileyle ünlü Akreple Kurbağa masalını hatırlamak yaralı olabilir: Akrep, Kurbağa’ya sırtında nehri geçirmesini ister. Kurbağa önce reddeder. ‘seni sırtıma alayım sonra da beni sok... yok öyle şey...’ der. Fakat, akrebin ısrarı karşısında dayanamayıp sonunda kabul eder. Akrebi sırtına bindirip nehre dalar. Tam nehrin ortasına vardıklarında akrep kurbağayı sokar. Kurbağa başını çevirip, “niye yaptın, ikimizi birden niye öldürüyorsun” dediğinde, akrep, ‘başka türlü yapamazdım, bu benim tabiatım’ der. Aslında kapitalizm de başka türlü yapamaz...

Geçtiğimiz Haziran [2009] ayında BM’nin ‘felaketler riskinin azaltılmasına’ dair raporu, çevre bozulması, atmosferin ısınması, anarşik kentleşmenin dünyanın bazı bölgelerinde felâket riskinin nasıl artırmakta olduğuna dair fikir veriyor: 1975-2008 aralığında 8866 doğal felâket sonucu 2 milyon 284 bin insan hayatını kaybetmiş. Son 30 yılda fırtına ve su baskınlarından zarar gören insan sayısı da 740 milyondan 2.5 milyara yükselmiş. Sadece geçen yıl 300 doğal felakette 236 bin insan hayatını kaybetmiş, 200 milyon insan da doğrudan etkilenmiş... Ölenlerin ve zarar görenlerin daha çok yoksul ülkelerin yoksulları olduğunu söylemeye herhalde gerek yoktur... İklim değişikliğinin ortaya çıkardığı ekolojik ve ekonomik sorunlar yüzünden ölenlerin sayısı hızla artıyor. Dünya’da doğal felaket denilenin sonucu daha şimdiden yılda 300 bin insan hayatını kaybediyor ve bunun yarıdan fazlası açlıktan ve ‘kötü beslenmeden’, kaynaklanıyor. İklim değişikliği, atmosferin ısınması, hastalıkların yayılmasını hızlandırıyor. Halen 10 milyon yeni sıtma vakası tespit edildiği, bunların 3 milyonunun bir yılda öldüğü bildiriliyor. İklim değişikliği sonucu hava sıcaklığının artması, tarımsal üretimi, suya erişimi zorlaştırıyor ve açlığı, yoksulluğu ve sefaleti derinleştiriyor. Fırtına, kasırga ve sel doğrudan 325 milyon insanı etkiliyor ki, bu dünya nüfusunun yirmide biri demek.

Bu yazı yazılırken Filipinleri vuran Ketsana tropik fırtınasında 100 den fazla insanın öldüğü, onlarcasının ‘kaybolduğu’ ve yüz binlercesinin etkilendiği bildiriliyordu... Sorunun asıl kaynağında emperyalist ülkelerin aşırı üretimi, şımarık tüketimi var ve asıl felaket kapitalizmin kendisi ama onlar suçu ‘Üçüncü Dünya’nın yoksullarına atıyor. Emperyalist dünya’da kişi başına kullanılan ortalama enerji, Üçüncü Dünya’dakinin 11 katı olduğu bilindiği halde... Doğaya karışan karbon gazlarının %24’i ABD’den %10’u da AB’den kaynaklandığı halde... Şimdilerde yağma ve talanı ‘görünmez’ kılmak için kapitalizmi yeşile boyama modası gündemde. Sürdürülebilir Kalkınma söylemi ahmakları aldatmak için peydahlandı. Eski olanı yeniymiş gibi sunma işlevi görüyor. Kalkınma diye bir şey mi var da, önüne sürdürülebilir sıfatı ekleniyor? Kapitalizm kâr etmek için kirletiyor, bozuyor, yok ediyor. Sonra sıra kâr etmek için temizlemeye geliyor.

Kural kirletirken de temizlerken de, bozarken de tamir ederken de hep aynı: kâr etmek. Kapitalist patron şehrin içme suyunu kâr etmek için kirletir, aksi halde ilave harcamalar yapması gerekir ki, bu kâr oranını düşürür. Sonra da şehrin içme suyunu ‘temizleyerek’ kâr eder. Sürdürülebilir kalkınma söylemi en iyi koşullarda: “ilerde daha fazla kirletmek için şimdi biraz az kirlet” demeye gelebilir ama bu mümkün değil. Küresel plütokrasinin sloganı şöyle: kapitalizmi kurtarmak için gezegeni ve insanlığı feda et... Doğrusu, insanlığı ve gezegeni kurtarmak için kapitalizmi öldür... olabilir. ‘Bu terazi bu sikleti çekmez, üretim kısılmalı, üretimin kompozisyonu değişmeli, tüketim çılgınlığına son verilmeli’ dediğinizde, cevap: ‘tam tersine bu sorunlar üretimi artırarak aşılabilir... oluyor. Karşınıza hemen bilim ve teknoloji taifesiyle, bu dünyanın gerçekliğine külliyen yabancılaşmış, bilimi kendinden menkûl, yangına körükle gitmeyi adet edinmiş ‘ekonomi bilimi’ ulemasını çıkarıyorlar.

Sakızcı, simitçi, oyuncakçı, çiçekçi...

Kapitalist krizden çıkmak için ‘dahiyane’ kampanyalar geliştiriyorlar. Önce “Kriz varsa çaresi de var” kampanyası, şimdilerde de ‘alın verin ekonomiye can verin’ kampanyası... Doğrusu şu reklâmcıların muhayyile gücüne ve yaratıcılığına hayran olmamak mümkün değil... İnsanın, ‘bu kadar yaratıcılık ancak reklâmcıda olur’ diyesi geliyor. Tabii buradan bir şey daha öğreniyoruz: meğer krizden çıkışın yolu reklâmcıdan geçiyormuş... Reklamcılar ‘ekonomi aleminin’ duayenlerini aktör ve aktris olarak kullanmış. Biri ekonomi profesörü ve sakız satıyor: “ Bu sakız her türlü ekonomik krizi sakinleştirir” diyor. Nobel ödül jürisine duyurulur... İkincisi, emekli bankacı, simit satıyor: “Sıcacık paranın dolaştığı canlı bir ekonomi için sıcacık bir simit alın” diyor; Üçüncüsü de emekli bankacı, oyuncak satıyor: “Bu oyuncak sadece çocukları değil, ekonomiyi de sevindirir” diyor; nihayet, dördüncüsü ekonomi yorumcusu bir bayan gazeteci, çiçek satıyor: “ Gül gibi bir ekonomi için siz de çiçek alın” diyor. Her biri satış işlemi gerçekleştikten sonra neler olabileceğini, ileriye ve geriye doğru doğru [en amont et en aval] nasıl kümülatif bir genişleme ortaya çıkacağını da ‘veciz’ bir şekilde anlatıyorlar... İşte ‘uzman’ böyle zamanlar için gerekli... Lâkin sadece Türkiye kapitalizmini krizden çıkarmak yetmez, bu kampanyanın küreselleştirilmesi pek faydalı olur... Ulusal egoizmin âlemi yok... Reklâmın dilinde dikkat çeken bir husus da, ‘ekonominin’ irade sahibi bir varlık olarak görülmesi... Öyle bir ekonomi ki, seviniyor, sakinleşiyor... Kapitalizmle çiçek arasında ilişki kurmak gibi bir garâbet de var tabii... Bu durum entellektüel düzey hakkında da bir fikir vermiyor mu? Kapitalizmle çiçeğin yan yana getirilmesi abes değil mi? Sadede gelirsek, sakızcıya, simitçiye, oyuncakçıya, çiçekçiye bakarak, ekonomi bilimi denilip üniversitelerde okutulanın sefil halleri hakkında fikir edinebilirsiniz...

Kapitalizm krizde olmadığı zamanda da yoksulluk ve sefalet üreten bir makinadır. Başka türlü yapamaz... Kriz dönemlerinde durum daha da kötüleşir. Fakat bizim sakızcı, simitçi, oyuncakçı ve çiçekçi esnafı hesabı yanlış yapıyor: sanıyorlar ki, hitabettikleri kitle harcamaktan kaçıyor. Eskilerin deyimiyle iddihar ediyor... Kim bilir, belki yaklaşık dört kişiden birinin işsiz olduğu, milyonlarca insanın asgari ücretin altında, ekseri sigortasız ve işgüvenliğinin mevzubahis olmadığı koşullarda çalıştığı, her an işini de kaybetme korkusuyla ‘yaşadığı’, gelir dağılımının ancak skandal kelimesiyle ifade edilebilir olduğu bir ülkede yaşadıklarından habersizdirler... Bu ‘esnaf taifesi’ insanlarla alay etmiyorsa ne yapmak istiyor? Eğer tutarlı olmak istiyorlarsa, kime hitap edeceklerini de bilmeleri gerekirdi. Simit, oyuncak ve sakız müşterilerine değil de, lüks otomobil, yat, helikopter, cip, havuzlu 550 metre kare ev, mücevher, yurt dışı gezileri, v.b... satın alabilir durumda olanlara hitap etmeleri akla daha uygundur ama onlar nasıl hareket edeceklerini, neyi, ne zaman satın alacaklarını çok iyi bilirler. Reklâmcıların tavsiyelerine ihtiyaçları yoktur.

O hâlda büyük sermayenin bu çığırtkanlarının yaptıkları ne anlama geliyor? Neden bu zahmete katlanıyorlar? Acaba bu reklam karşılığında aldıkları parayı hemen harcayarak, sözünü ettikleri kümülatif genişlemeyi yaratabilirler mi dersiniz? Belli ki ortada harcanması gereken ve harcanmasında hepsinin çıkarı olan bir para var ve reklâm o amaç için kurgulanmış... Aksi halde yaptıklarının hiçbir, mantıkî, etik, pratik değeri ve gerçek dünyada reel bir karşılığı yok... Şeyleri adıyla çağırmadığınız zaman yalan söylemiş olursunuz ve insanların yalandan başka şeylere ihtiyacı var. Sorun rica ile çözülür mahiyette değil, doğrudan sınıfsal çıkarları, kapitalizmin mantığını angaje ediyor. Kaldı ki krizden çıkmak da çözüm değil... Bu insanların ‘krizsiz kapitalizme’ razı oldukları anlamına gelir ve kapitalizmin krizlisiyle krizsizi arasında kayda değer bir fark yoktur... Bunu düşünme yeteneği dumura uğramış burjuva iktisatçıları bilmez ama kapitalist sömürüye maruz işçiler, işsizler, dışlanmışlar ve yeryüzünün lânetlileri bilir...

Kapitalizmden çıkmak...

Ekonomik, sosyal, ekolojik, etik velhasıl insanlık krizi bu rotada devam ederse, vakitlice aracın yönü değiştirilmezse, insanlığın da bir geleceği olmayabilir. Kapitalizmin beş yüzyıllık tarihi insanlığı uçurumun eşiğine getirmiş durumda. İlerlemeci, modernleşmeci, kalkınmacı paradigma iflas etmiş bulunuyor. Bu aşamadan sonra ölüyü, giydirip-kuşandırıp koltuğa oturtarak diriymiş gibi göstermenin bir âlemi ve kıymet-i harbiyesi yok. Dünyanın yoksullarına, yeryüzünün lânetlilerine gösterilen yolun sonu yok. Dünyanın geri kalanının da emperyalist ülkeler gibi ‘zengin’ olması mümkün değil. Kaldı ki, insanlığın yeni bir zenginlik tanımına, daha doğrusu zenginlik diye bir kelimenin sözlüklerde yer almadığı bir dünya yaratmaya ihtiyacı var. Sürekli toplumsal sorunlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, yaşamı anlamsızlaştıran kapitalist barbarlığın artık ‘büyük insanlığa’ teklif edeceği bir şeyi yok. Öyleyse ve vakitlice aracı, aracın direksiyonundakini ve aracın istikametini değiştirmekten başka seçenek yok ve bu imkânsız değil... Velhasıl sorun kapitalizmi kurtarmakla değil, kapitalizmden kurtulmakla ilgili ...

31 Ağustos 2009

Liberalizm, Kapitalizm ve Sol

Liberalizm, Kapitalizm ve Sol

Fikret Başkaya*

Son dönemde, özellikle de neoliberal çılgınlığın ideolojik alanı kuşatıp, alternatifsiz tek düşünce olarak sunulduğu koşullarda, zaten geçerli olan kafa karışıklığı daha da büyüdü. Esas itibariyle bir sistem olan kapitalizmle bir düşünce akımı olan liberalizm bir ve aynı şey sayılır hale geldi. Oysa bazı kesişme alanları olmakla birlikte kapitalizm ve liberalizm kavramları aynı içeriğe sahip değildir.

Liberalizm, insanlık tarihinde bir dönüm noktası, müthiş bir entellektüel devrim olan Aydınlık Felsefesinin sonucunda ortaya çıkan bir düşünce akımıydı. Entellektüel bir devrim olan Aydınlık Felsefesi insan özgürlüğünü amaç, aklı da araç sayıyordu. Liberalizm de, esas itibariyle iki bileşenden oluşuyordu: İnsanı merkeze alan, insanın eşit ve özgür olduğunu ilân eden politik felsefe ve mülkiyeti esas alan ekonomik doktrin.

Politik bir felsefe olan liberalizmin ekonomik doktrin olan liberalizme önceliği vardı. Ekonomik liberalizm kapitalizmin bir sistem olarak sahneye çıkıp kendini dayattığı koşullarda formüle edilmişti. Bir politik felsefe olan liberalizmse aydınlıklar [lumières] yüzyılı da denilen XVII yüzyılın hemen sonrasında ortaya çıkmıştı. Ekonomik doktrin olarak liberalizm özel mülkiyeti ‘doğal bir hak’ sayıyordu ve bireylerin kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleriyle kollektif çıkara ulaşılacağını öngörüyordu. Başka türlü ifade edersek, teker teker kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin, kollektif çıkarı gerçekleştireceği varsayılıyordu. Bu daha sonra görünmez el metaforunda ifadesini bulacak ve zihinlere yerleşip bıktırıcı bir tekerlemeye dönüşecekti. Fakat bir ekonomik doktrin olarak liberalizm aynı zamanda kapitalizme dair bir söylemdi. Buna göre piyasanın işleyişine hiçbir şey engel olmamalı, devlet de oyunun kurallarına riayet edilmesini sağlayacak kadar müdahale etmeli, kurallara uymayanları cezalandırmalıdır.

Büyük Fransız Devrimi’nin üç sloganı: özgürlük, eşitlik, kardeşlik, modernite devriminin ve aydınlanmanın tezahürüydü. Sol hareket de modernitenin ve aydınlanmanın doğal mirasçısı ve devamı olarak sahneye çıkmıştı. Sosyalizm, Fransız Devrim’inin üç sloganında ifadesini bulan amaçların gerçekleşmesi ve insanın her türlü yabancılaşmadan arınarak özgürleşmesi [emansipasyon], kendini bütünüyle gerçekleştirmesi perspektifiydi. Sosyalizm, hem politik felsefe olan, bireysel özürlüğü önemseyen politik liberalizmin mirasçısı, hem de onu eleştirip aşmak zorunda olan bir politik-entellektüel akımdı. Zira, Politik felsefe olarak liberalizm insanı merkeze alıp, insan özgürlüğüne vurgu yapmakla birlikte, özgürlüğü bir amaç [finalité] olarak görmüyordu... Bir araç olarak görüyordu ve yaklaşım kabaca şöyleydi: eğer insan [birey] kilise [din], gelenek ve hükümdar [prens] üçlüsünün [ Eski Rejimin] tahakkümünden kurtulursa, özgürleşmesinin, kendini gerçekleştirmesinin önü açılacaktır... Politik liberalizm eğer insanın hareketi engellenmez ve akıl galip gelirse, özel girişimin önü açılırsa, adaletin ve genel çıkarın gerçekleşeceğini öngörüyordu.

Oysa, özel mülkiyetin kutsandığı, rekabetin yüceltildiği kapitalizm koşullarında ne insan özgürlüğünün gerçekleşmesi, ne de genel çıkarın tecellisi mümkün olabilirdi ki, işte XIX’uncu yüzyılda sahneye çıkan sosyalist felsefe ve sosyalist hareket, liberalizmin bu vaatlerinin boşa çıktığının anlaşıldığı koşullarda, ona bir tepki olarak doğdu, ayıbı teşhir etti... Bireyin, Eski Rejimin, eski düzenin densin kısıtlarından kurtulması gerekliydi ama yeterli değildi. Ücretli kölelik düzeninden başka bir şey olmayan kapitalizm koşullarında liberalizmin vaat ettiği özgürlüğün gerçekleşmesi mümkün değildi. Kapitalizm, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği gerçekleştirmeyi hedef alan perspektifin içinin bütünüyle boşaltılması demekti.

Nitekim, özel mülkiyetin ve prodüktivizmin kutsandığı, özgürlüğün girişim [teşebbüs] ‘özgürlüğü’ [sömürme, yağmalama ve talan özgürlüğü], eşitliğin yasalar karşısında ‘biçimsel eşitlik’ sayıldığı, onun dahî bir retorik olmanın ötesine geçemediği koşullarda, kardeşlikten [fraternité] söz etmek abesti [zira, rekabetin ve bireysel egoizmin kutsandığı koşullarda artık dayanışma diye bir şey mümkün değildir]. Her türlü sosyal bağdan kopmuş, her türlü koruma ve sosyal güvenceden yoksun, emeğini satmadığı zaman aç, kaderi sermayenin insafına terkedilmiş, ekonomik planda özerk olmayan, meta denizinde boğulmamak için sürekli debelenen bireyin özgürlüğünden, oradan hareketle de toplumsal refahtan söz edilebilir miydi?

Böylesi bir ortamda tarih sahnesine çıkan, aydınlanmanın ve modernitenın mirasçısı ve devamı olan sosyalist eleştiri ve sosyalist hareket bir tür ikinci düşünsel-entellektüel devrimdi. Aydınlanmanın vaatlerini ve Büyük Fransız Devrim’inin üç sloganının da [libérte, égalité, fraternité] somutlananı nihai hedefe taşımayı vaat ediyordu. Sorun bireyi özgürleştirerek [ o sayede] ‘iyi toplumu’ yaratmak değil, tam tersine, bireylerin özgürlüğünü ayağı yere sağlam basan dayanışmacı bir toplumsal düzen kurarak tesis etmekti... Velhasıl sosyalizm politik felsefe olan liberalizmin içeriğinin ters-yüz edilmesiydi. Başka türlü ifade etmek istersek, sosyalizm, bir bireysel özgürleşme [emansipasyon] felsefesiydi ama bunu bireyi yalnızlaştıran liberal felsefenin aksine, toplumsal dayanışmayı, toplumsal bağları güçlendirerek gerçekleştirmeyi vaat ediyordu...

O halde kritik sorun ne idi? Sol bireysel özgürlükle ilgili nasıl bir tutum benimsemeliydi? Sol ekonomik liberalizme karşı çıktığı gibi politik liberalizme de karşı çıkmalı mıydı? Eğer bizdeki özgürlüğün karşılığı libérté ise, sol anti-libéral olamazdı ama bu onun asla liberal olduğu, liberalizmle uzlaştığı anlamına gelmezdi. Tarihsel sol sözünü ettiğimiz ince çizgi üzerinde yürüyemedi ve liberalizme karşı çıkarken özgürlüğü [libérté] önemsemedi. Bireysel özgürlüğün önemini kavramakta sınıfta kaldı. Öyle ki, solun bu talihsiz tavrı çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmak gibi bir şeydi. Buna başka olumsuzluklar ve yanlışlar da eklenince iflas kaçınılmazdı. Ekonomik liberaller gibi sol da ekonomik büyümeyi [prodüktivizmi] esas aldı ve maddi zenginleşmeyle tüm sorunların çözüleceğine dair burjuva saplantısına ortak oldu... Sosyal sorunların çözümünün maddi zenginlikten geçtiğini ve maddi zenginliğe giden yolun ve araçların değiştirilmesiyle sorunların çözüleceği beklentisi tam bir hata idi... Bu ‘biz yaparsak iyi yaparız’ demekten ibaretti ve sonucun hüsrân olması kaçınılmazdı.

Tarihsel solun bu tür zaaflarının ve yanlışlarının, teorik, ideolojik, pratik ve entellektüel planda azgelişmiş Türkiye toplumunda daha derin olarak yaşanması kaçınılmazdı. Zira, Türkiye’de bir aydınlanma ve modernite devrimi yaşanmamıştı. Eski rejimle ve onun ‘geleneksel’ ideolojisiyle bir hesaplaşma hiçbir zaman söz konusu olmamış, ‘kopuş’ gerçekleşmemişti... Eleştiri bilinci, kültürü ve üslûbu gelişmemişti [bugün de gelişmiş değildir]. Böyle bir durumun, bizzat aydınlanma ve modernite’nin devamı ve mirasçısı olan sosyalist düşüncenin algılanışı ve özümlenişi bakımından sorunlar yaratması kaçınılmazdı.

Türkiye’deki sol hareket, Avrupa solu’nun zaaflarını ve yanlışlarını miras aldığı gibi, yegâne referansı da sosyalizmin teorik ve pratik planda inkârı demek olan Stalinizmdi. Oysa Stalinistse sosyalist değildir denecektir. Sol hareket Sovyetler Birliğinde geçerli olanı tartışmasız sosyalizmin tecellisi saydı. Sovyet devrimine ve devrim sonrasına dair bildiği, Sovyetler Birliğinin oluşturduğu resmi tarih ve resmi ideolojiye dayandı... Devrimi, rejimin kendisiyle özdeş saymak gibi bir aymazlıktan bir türlü yakayı kurtaramadı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından bile hâlâ orada ‘yaşanın’ sosyalizm olduğuna inananların varlığı ibret verici. Sadece ibret verici de değil aynı zamanda rahatsız edici... Kolayca iki şey birbirine karıştırıldı ve karıştırmak işlerine geliyordu: Birincisi Sovyet Devrimi insanlık tarihinin tartışmasız en önemli olaylarından, şanlı insanlık tarihinin kritik ‘emansipasyon’ aşamalarından biriydi; ikincisi, devrimden kısa bir süre sonra devrim rotadan çıktı ve başlangıçtaki amaca yabancılaştı. İç Savaş’ın sona erdiği 1921 sonunda ortada ne Sovyetler ne de Bolşevik Parti diye reel bir şey kalmıştı. Moshe Lewin’in dediği gibi, “Sovyet devleti sosyalist değildi ama Ekim Devrimi’ni yapanlar sosyalistti.”

Elbette bu, devrimin karşı karşıya geldiği sayısız iç ve dış sorunları ve olumsuzlukları, emperyalist kuşatmayı, vb. hafife almak anlamına gelmezdi ama, bunlar sosyalizmin gerçekleşmeyişinin gerekçesi de olamazdı. Lenin durumun farkındaydı ve yeni bir perspektif önermeye hazırlanırken önce hastalandı sonra da öldü. Yaşasaydı olayların seyrini değiştirebilir miydi? Bu ‘tarihte bireyin rolünü’ angaje eden bir soru ve soruya olumlu cevap vermek pek mümkün değil... O aşamadan sonra Lenin’in rotayı değiştirmesi belki imkânsız değildi ama çok zayıf bir olasılıktı... Retorik sosyalist olsa da realite çok farklıydı ve sosyalizm düşmanı gerici bürokrasi çoktan yerleşmişti... Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Parti artık Bolşevik parti değildi. Stalinist otokrasinin bir iktidar aracına dönüşmüştü. Söylemle gerçek durum arasında büyük bir uçurum vardı. Sovyetler Birliği sosyalist değildi ama Stalinist rejim Sovyetler Birliğini dünya siyasetinin başlıca aktörlerinden biri haline getirmeyi başarmıştı. Bu durum rejimin prestijini artırırken, soldan eleştiri konusu yapılmasını da engellemiş, değilse zorlaştırmıştı... Elbette Sovyet Sisteminin niteliği, neden ve nasıl çöktüğü ciddi bir tarihsel-sosyal-entellektüel eleştiriyi hak ediyor ama rejimin bir otokrasi olduğu ve hiçbir zaman özgürlük diye bir kaygısı olmadığı, özgürlüğün kırıntısına bile yaşama şansı tanımadığı, velhasıl o tarakta bezi olmadığı kesindi...

Oysa özgürlük, demokrasi ve sosyalizm özdeş olmasalar da akraba kavramlardır ve aynı aileye mensupturlar... Özgürlüğün ve demokrasinin olmadığı yerde sosyalizm mümkün değildir. Tabii bunun tersi de aynı derecede doğrudur: sosyalizasyon yoksa özgürlük ve demokrasi kavramlarının içi boştur. Birinin gelişip- serpilmesi diğerinin gelişilip, olgunlaşmasının da koşuludur. Bu temel gerçeğin farkında olmayanların inandırıcı olmaları da, bir şeyleri başarmaları da asla mümkün değildir...

Türkiye’de sol hareketin adına lâyık olabilmesi için iki şey yapması gerekiyor: Birincisi, tarihsel solun ve kendi geçmişinin radikal bir eleştirisini yapmak; ikincisi de realiteyi anlamak üzere içine sürüklendiği atâletten kurtulmak. Toplumsal sorunların bilince çıkarılabilmesi için yeni, farklı, orijinal yöntemler keşfetmek, günlük yaşamın farklı veçhelerini tartışıp-tartıştırmayı başarmak, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarlılık konusunda ikna edici, inandırıcı olmak... Sosyalizm demek aynı zamanda eleştiri demektir ama bizdeki solun o tarakta bezi yok gibi. İktidarı alırlarsa, direksiyona kendileri geçerlerse, sorunun ilelebet çözüleceğini sanıyorlar. Bu yaklaşım sosyalizme özgü bir anlayışı temsil etmez. Son tahlilde bu, biz de aslında aynı zemin üzerindeyiz demeye gelir... Eğer ‘reel sosyalizmler’ de denilen tarihsel deneyleri eleştirel bir tarzda değerlendirebilselerdi, aracın direksiyonuna kendileri geçtiğinde hedefe ulaşılacağını düşünmezlerdi. Dünyayı anlamadan onu değiştirmek mümkün değildir ve dünyayı anlamanın yolu radikal eleştiriden geçiyor.

Solun kitlelerin gözünde bir çekim merkezi olamamasının asıl nedeni yeteri kadar radikal olamamakla, farklı olduğuna kitleleri ikna edememekle ilgili. Kaldı ki, bizdeki sol hareket radikallikten başka şeyi anlıyor. Onlara göre radikal olmak, iktidarı silahlı mücadeleyle [zorla] ele geçirmek üzere gizli örgüt kurmaktan ibaret... Zaten bu yüzden de sadece iktidarı hedef alıyor ve gözü başka bir şey görmüyor. Elbette iktidar el değiştirmeden süreci farklı yöne çevirmek mümkün değildir ama bu kafayla iktidarı almak dahi mümkün değildir.

Sol retorik bir yana bırakılırsa, sol örgütlerin iç işleyişi burjuva örgütlerdekinden farksız. Kendi içinde demokrasiyi, gayri hiyerarşik, eşitlikçi ilişkileri bir yaşam tarzına dönüştürememiş, eleştirel bilinci gelişmemiş, daha da ötede eleştiriyi yasaklayan örgütlerin farklı bir şeyin taşıyıcısı olmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar sosyalizme, komünizme, sınıfsız topluma gönderme yapsınlar, bu tür bürokratik yapıların kendi kendilerini yeniden üretmeleri bile problemlidir. Kaldı ki, bürokrasinin olduğu yerde bırakın canlı, verimli, ufuk açıcı tartışmayı, canlı hiçbir şeyin yaşaması mümkün değildir. Bürokrasi demek statüko ve statükonun korunması demektir... Bir zamanlar solcu olduğunu sanan/sanılanların şimdilerde ‘ulusalcılığa’ iltica etmesi, bürokratik yapıların nereye varacağının ibret verici bir göstergesidir...

İnsanlık içine sürüklendiği kepazeliğe razı olmayacak, olmaması gerekiyor... Kepazelikten kurtulmanın yolu da radikal eleştiriden geçiyor... Öyleyse insanlığın kurtuluşu onun eleştiri ve örgütlenme yeteneğine ve kapasitesine indirgenmiş demektir...
· http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=1935816321865746818#_ednref1

21 Ağustos 2009

"Kürt Sorunu" Felsefecilerin de Sorunudur!

“Kürt sorunu” felsefecilerin de sorunudur!

Atalay GİRGİN*

Ahmet İnam’ın , Akşam gazetesinde, “Derin bir kök sorunun parçası olarak Kürt sorunu”1 başlıklı bir köşe yazısı yayımlandı. Daha başlığı okur okumaz sevindim. Yazının içeriğinde neler denilip denilmediğinden bağımsız bir duygulanım durumuydu bu. Çünkü bu sorun, çok yönlü ve çok boyutlu konumuyla Türkiye’de yaşayan her insan gibi, felsefecilerin de sorunuydu. Sayın İnam’ın bu yazıyla attığı adım, felsefeciler açısından ne denli geç kalmış bir adım olsa da önemliydi. Bundan dolayı, “Darısı diğer felsefecilerin başına! Umarım gerisi gelir” diye düşündüm. Ve yıllar önce, 2004 sonu - 2005 başında yazdığım bir makaleyi anımsadım :

Memurlaş(tırıl)an ‘felsefeci’ler

“Felsefeciden Memur, Memurdan ‘Felsefeci’ Yaratılan Türkiye’de Felsefenin Yeri” başlığını taşıyan bu yazıda, “Memurlaş(tırıl)an felsefeci, memurluğu sürecince, içerisinde yaşadığı toplumsal gerçekliğin sorunlarını genellikle ya görmezden gelir ya da kendi konumuna halel getirmeyecek türden, “etliye sütlüye” bulaşmayan yanıtlarla geçiştirir. Olup biten ya da yaşanan sorunları neliği (ve gerçekliği) açısından konu edinip, eleştirel bir biçimde sormaya, sorgulamaya, yanıtlar üretmeye yelten(e)mez. Örneğin : Türkiye sınırları içerisinde yaşanan ve onbinlerce insanın ölümüyle sonuçlanan ve halen varlığı devam eden ve devletin ileri gelen temsilcilerince de tanınması gerektiği söylenen “Kürt realitesi”ne ve bunun sorunlarına, çözüm yollarına ilişkin, toplumbilimcilerden iktisatçılara, siyaset bilimcilere dek farklı alanlardan birçok akademisyen olumlu ya da olumsuz görüş beyanında bulunmasına rağmen, iktidarın akademisinde yer alan felsefecilerden kayda değer açıklama ve çalışmalar yapılmamıştır. Ki bu, siyasal, toplumsal, kültürel, v.b boyutları olan bir sorundur. Bu noktada, kayda değer bir açıklama ya da çalışmanın yapılmamış olmasını, toplum felsefesi, kültür felsefesi, siyaset felsefesi alanlarında çalışma yapan felsefecilerin yokluğuna mı bağlamak gerek, yoksa bu alanlardaki ya da farklı alanlardaki felsefecilerin bu sorunu görmediklerine, bilmediklerine mi? Hangisi?

Elbette ki ikisi de değil. Bunun asıl nedeni, varolan felsefecilerin, nerdeyse genelinin memur ya da memurlaş(tırıl)mış felsefeciler oluşunda saklıdır; ve bunların da, kimin işgüderi olduklarını unutmadan, kendi konumlarının gereği olarak, neyi görüp görmeyeceklerini, neyi konu edinip edinmeyeceklerini bilerek davranmalarında... Ve bu bir giz değildir. Akıl ve bilinç, bir kez birilerinin ya da bir şeylerin ipoteğine verilmeye ya da hizmetine koşulmaya dursun, o andan itibaren, düşünce, söylem ve davranışların icazet sınırı da şekillenmeye başlar ki felsefeciler herkesten daha çok farkındadır bunun.”2 demiştim.

Çeyrek yüzyıl “dut yemiş bülbül”ler

“Kürt sorunu”, daha öncesi itibariyle 100 yılı geride bırakan bir sorun olmasına rağmen, konumuz açısından 1980’in ilk yarısının sonundan itibaren 1990 ve 2000’li yıllarda da toplumun can alıcı birincil gündemlerinden biriydi. Keza hâlâ başat önemini sürdürmektedir. Bu yıllar boyunca, iktidarın akademisinde akademinin iktidarıyla eylemeyi bir bilinç hali olarak içselleştiren felsefecilerin geneli, bu sorunla ilgili nerdeyse kayda değer hiçbir şey üretmemişler ve yapmamışlardır. Yapmaya yeltenenler de sağından solundan dolaşarak, “kaçak güreş”meyi seçmişlerdir. Sanki “Felsefenin görevi, adeta, feleğin dalgınlığı kargaşanın berisinde yol almamıza ses çıkarmadıkça bizi korumak ve bu kargaşaya dalmak zorunda kalır kalmaz da bizi terk etmektir”3 diyen Cioran’ı haklı kılmak istercesine, sorun toplumda tüm yakıcılığıyla varlığını sürdürürken “dut yemiş bülbül” misali susmuştur felsefecilerin, özellikle de iktidarın akademisindeki felsefecilerin geneli.

Bu dönemlerde dünyadaki değişik sorunlar üzerine yazanlar da olmuştur, Irak’taki savaşa ve orada ölen çocuklara ilişkin… Filistin’de Lübnan’da olup bitenlere dair yazanlar da… Keza siyaset ontolojisi açısından miadını dolduran, paradigması çoktan iflas etmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefi temelleri üzerine yazanlar da olmuştur. Ne var ki ne öncekiler ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘kuruluş’ döneminde siyasal ve ideolojik söylem anlamında veri olan, ancak değişen toplumsal, bölgesel ve dünya gerçekliği karşısında, artık, yalnızca birer dogmaya dönüşen resmi kabullerle, onun felsefi temellerinin izini sürüp ortaya koymaya çalışanlar, “Kürt sorunu”nu, bütünselliği bir yana, ne toplum felsefesi açısından, ne de siyaset felsefesi ve kültür felsefesi açısından ele almaya, sorup sorgulamaya yeltenmişlerdir.

Ötelerdeki sorunlarla ve felsefi teorik konularla uğraşmaktan gözlerinin önünde olup biten ve yaşanan “Kürt sorunu”na gelmeyi bir türlü başaramamışlardır; çünkü içerisinde yaşadıkları toplumu ve burada olup bitenleri görüp algılayamayacak denli ‘meşguldürler’. İşte Ahmet İnam’ın, tanınan, bilinen bir felsefeci olarak, tirajı 100 bini geçen bir gazetede ve dahası izleyememiş olsam da bir televizyonda adıyla sanıyla “Kürt sorunu”na ilişkin düşüncelerini dile getirmesi, önermelerinin belirlemelerinin içeriği bir yana, bunlardan dolayı da oldukça önemlidir (ki buna biraz sonra değineceğim).

Ancak bunlara rağmen, 1983 yılında yazıp söyledikleriyle ayrı tutulması ve saygıyla anılması gereken bir felsefecimiz var: Nermi Uygur. Onunla ilgili başlığı açmadan önce, burada da kullandığım için, bir nevi dipnot yerine, bu konuya, yani siyaset ontolojisine kısaca değinip geçeyim:

Siyaset Ontolojisine İlişkin ya da Siyaset Ontolojisi Nedir?

Bir çok kişi, daha önceleri de birkaç yazımda kavramsal olarak yer verdiğim “Siyaset ontolojisi”nin “ne” olduğunu merak ederek sorup öğrenmeye çalışırken, akademinin iktidarıyla hem de felsefe gibi bir alanda “skolastik” bir biçimde terbiye edilmiş bazıları da, sorup sorgulamak, düşünmek yerine, çok bilgiç bir edayla, “böyle bir şey yoktur” hükmünü veriyor. Her şeyi konu edinebilir, her şeyi sorgulayabilir olanlar, kendilerine sunulan kabulleri aynı rahatlıkla sorgulamaya ya da bu kabuller dışına çıkmaya yanaş(a)mıyorlar nedense.

Oysa siyaset ontolojisi, siyaset felsefesinin üzerinde yükselmesi gereken bir alandır. Yani siyaset felsefesinin ontik zeminidir, temelidir. Mevcut haliyle siyaset felsefesi, ontolojik olana bulaşmaksızın, temel kavramlar olarak belirlenen kavramlar ve bunlar arasındaki ilişkiler üzerine sorma, sorgulama, eleştirel akıl yürütmeler, çıkarımlar ortaya koymakla ilgilenen, dolayısıyla ontolojik olandan bağımsız bir biçimde siyaset epistemolojisi yapılmaktan öte geçmeyen bir alandır.

Bunun yanı sıra, bir de hem akademide hem de liselerde öğrencilere belletilen / belletilmeye çalışılan, “siyaset felsefesi olanı olması gereken açısından ele alır” diyen bir önerme var ki akıllara ziyandır. Çünkü bir şeyi, örneğin devleti, birilerinin “olması gereken açısından ele al”abilmesi için, öncesinde “olması gereken devlet”e ya da “ideal devlet”e, en azından düşsel düşünsel anlamda epistemolojik olarak sahip olması gerekir ki bu açıdan olanı değerlendirebilsin. Oysa böyle bir şey, eğer ki Platon’un 5040 kişilik “İdeal devleti” ya da Farabi’nin “El-Medinetü’l- Fazıla”sı ya da bunlar gibi ütopyalar kastedilmiyorsa, kimsenin elinde yoktur. Zaten “olması gereken”den kastedilen bunlarsa sonuç daha da vahimdir.

Bağımsız bir yazı konusu olan bu sorunu daha fazla uzatmadan ve şimdilik kısaca belirteyim : Siyaset ontolojisi, bütün siyasal yapıları konu edinen bir felsefe dalıdır. Siyaset ontolojisi, siyasal yapıları, toplumsal ve kültürel anlamıyla hem bir var olan hem de varolanlara katılan “yeni varolanlar” olarak, fiili ve potansiyel anlamda ortaya çıkışları, değişip dönüşmeleri, varlıktan gidişleri açısından sorup sorgulayan, eleştirel bir biçimde konu edinip araştıran, inceleyen ve bunun bilgisini ortaya koyan bir felsefe alanıdır. Siyaset felsefecisini, kavramların genelliği ardına saklanıp “İsa’ya da Musa’ya da” değmeyen, yaşadığı coğrafyaya göre “Muhammed’in” ise yakınından bile geçmeyen, genellik zırhına bürünmüş önermelerle vaziyeti idare etmekten kurtaracak ve “şu” diye gösterilen varlığa, daha doğrusu siyasal varlığa, yapıya ilişkin felsefi düşünce üretmeye yöneltecek olan bir felsefe dalıdır siyaset ontolojisi. Bu konu, yani siyaset felsefesinin ontolojik temeli, genelde felsefecilerin, özelde ise tüm siyaset felsefecilerinin problem edinmesi gereken bir konudur. Şimdilik bu kadar. Gelelim “Kürt sorunu” açısından Nermi Uygur’un önemine :

Çokkültürcü bir “Türk Felsefe”ci ve çokkültürlü eğitim

Nermi Uygur, kitaplarından bildiğim kadarıyla ki yanılıyorsam bilenler düzeltebilir, adıyla sanıyla “Kürt sorunu”na ilişkin bağımsız bir yazı kaleme almamıştır. Bundan dolayı, “Nermi Uygur’la “Kürt sorunu”nun ne ilişkisi var ki” diyen birileri, haklı olarak ortaya çıkabilir elbette. Ancak Uygur’un, erken denilebilecek bir dönemde, 1983 yılında ortaya koyduğu eğitim ve anadilde eğitime ilişkin yaklaşım ve anlayış, o tarih itibariyle bu sorunla dolaylı ama günümüz açısından ise doğrudan ilişkilidir. Çünkü günümüzde bile Uygur’un ifade ettiği açıklıkta sorunu ortaya koyup tartışanlar, parmakla gösterilecek kadar azdır. Ki bu yazıyı kaleme almamın vesilesi olan Ahmet İnam, ilgili yazısında bunun yakınından bile geçmiyor.

“Kürt sorunu”nun “açılım”dan çözüme yönelebilmesinde temel kabul noktasından sonra öne çıkan iki nirengi noktası vardır : Temel kabul noktası; bir arada yaşama iradesinin, tüm taraflarca gönüllülük koşullarında güvensizliğe ve kuşkuya yer bırakmayacak denli açıkça ortaya konulmasıdır. Ki taraflar, en azından taraflardan birinin önemli bir kesimi diyelim, daha başlangıç olan bu temel kabul noktasında olabildiğince güvenmez ve paranoyaya varacak denli kuşkucu, hesapçı ve yadsıyıcı davranmaktadır. Diğer tarafın bu konudaki beyanlarını bile dikkate almaya yanaşmayan ve uzlaşı bir yana, diyaloga bile kapalı bir tavır sergilemektedir. Bu açıdan bakıldığında “açılım” daha “toplumsal mutabakat” bir yana egemen “siyasal mutabakat” arayışı aşamasında bile kadüktür ve temel kabul noktasına bile erişememiştir. Bu çift yönlü güvensizlik ve çok aktörlü arayış ortamında da “açılım”dan asli ve kalıcı bir çözüme erişmek, mucize kabilinden bir hayaldir. Ancak konumuz bağlamında bizi ilgilendiren şudur : Buna, yani temel kabule erişmeye bağlı olarak başat öneme sahip iki nirengi noktasından biri “anayasal vatandaşlık / yurttaşlık”, diğeri ise eğitim, anadilde eğitimdir. Bunları taçlandıracak adım ise genel bir “siyasal af”tır.

İşte Nermi Uygur’u diğer felsefecilerden ayrı tutmaya neden olan ve hem son çeyrek yüzyılın hem de günümüzün sıcak gündem maddesi “Kürt sorunu”na bağlayan da budur. Yani eğitim, çokkültürlü, çokdilli, anadilde eğitim.

Nermi Uygur, o yıllarda, yani günümüzden çeyrek yüzyıl önce, “çokkültürlü, çokdilli, anadilde eğitimi” öneren ilk, belki de tek “Türk felsefe”cidir. Felsefi düşüncenin ve bilginin genelliği prensibini dikkate almayan ya da bu konuda unutuveren birileri, “Uygur, eğitime ilişkin bu öneriyi başka bir yerde başka bir bağlamda yapmıştı” gibi bir itirazda bulunabilir. Ancak bunun herhangi bir hükmü yoktur. Çünkü Uygur’u bu öneriye ulaştıran temel hareket noktası şudur : Tarihsel ve toplumsal anlamda veri olan “tüm yeryüzünü kuşatan çokkültürlülük”4 gerçekliği.

“Çokkültürlü, çokdilli eğitim” önerisini bu gerçeklik üzerine bina eder Uygur. Ve der ki, “çokkültürlü eğitimbilim o saygıdeğer, geleneksel tekkültürlü eğitimbilimin yerini almalıdır.” Ona göre, “Çokkültürlü eğitimbilimin en önemli kesiti dildir, her şeyden önce anadil ile yabancı dil”. Uygur, “Anadil sorunu yeni eğitimbilimde ilk yeri işgal eder” diye yazar. Nedenini ise şöyle açıklar : Hiçbir kültür gücü, önemce, insanın anadilini öğrenmesiyle, anadilde gelişip serpilmesiyle, anadilde gelişmesiyle aynı düzeye konamaz.

Bu konuyu, yani Uygur’un eğitim anlayışını, “Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitapta da ele aldığım için daha fazla uzatmayıp burada keseceğim. Ancak Uygur’un bu görüşlerinin yer aldığı bildiriyi sunduğu tarih 1983’tür. Bu bildirinin de içerisinde yer aldığı “Kültür Kuramı”nın ilk yayımlanış tarihi ise 1984. Bundan dolayı, “Kürt sorunu” üzerine düşünce beyan etmeye girişen ve bunu bütünselliği içerisinde değerlendirip enine boyuna ele almaya yeltenen, diğer alanlardan gelen görüş sahipleri bir yana, hiçbir felsefecinin Uygur’u anmadan geçmeye hakkı yoktur. Özellikle eğitim konusunda da Uygur’dan daha geri düşmeye… Çünkü Uygur ve söyledikleri, felsefeciler açısından bir eşiktir, geri dönülmemesi gereken bir eşik...

Ahmet İnam’ın “Kürt sorunu”na yaklaşımı

“Kürt sorunu”, Türkiye toplumsal yaşamının, tarihsel ve güncel anlamıyla, yaşana gelen ve yaşanmakta olan somut bir sorunudur. Ahmet İnam, söz konusu yazısında, bu sorunu, bir “KÖK SORUN”, hatta “derin bir kök sorunun parçası” olarak belirliyor. Bu belirleme, doğru ya da yanlış, uygun ya da değil dersiniz, kabul edersiniz ya da kabul etmezsiniz ama, özgün bir yaklaşımdır, en azından nev-i şahsına münhasır bir yaklaşım.. “Bir ülkenin kök sorunu o ülkenin tarihinde bulunan, toplumsal bilinç dışının içine yerleşmiş, onu sürekli tedirgin eden sorunlara verdiğim bir addır.” diyen İnam, “Onu anlayabilmek, teşhis edebilmek, yorumlayabilmek; sorun derinlerde ve çok boyutlu olduğu için; sosyal bilimlerin, ekonominin, siyasal bilimlerin, terör bilimlerinin, kültür bilimlerinin, toplumsal psikiyatrinin, tarih biliminin ve felsefenin ışığını gerektirir.” tespitini yapıyor.

Konu edinilen şeye ilişkin düşünce ve bilgi üretmeye yönelebilmek açısından adlandırmak önemlidir. Çünkü adlandırmak, adlandıran için bir varolanı, varolanların sonsuz ve sınırsızlığı içinden alıp onu bilginin ve buna bağlı olarak da değerin ve eylemin konusu olan nesneler evrenine katmaktır; yani bir başka deyişle özneliğin, özneleşmenin göstergesidir. Ancak adlandırmak önemli olsa da yeterli değildir. Bundan dolayı, adlandırmadan tanımlamaya, belirlemeye doğru yönelmek ve o şeyi neliği ve gerçekliği temelinde, olabildiğince bütünsel olarak kavrayıp anlamaya ve yorumlayıp anlamlandırmaya geçebilmek gerekir. Nelik ve gerçeklik ilişkisi, genel ve özel bağlamında “şu” diye gösterilenle bağ kurulabilmesini de gerektirir. Çünkü etik ve/ya estetik boyutuyla değer “şu” diye gösterilebilen(ler)in bilgisi temelinde olanaklıdır ki genel ve özel bağlamında ortaya konan her bilgi şu ya da bu ölçüde davranışı koşullayan bir değer barındırır içinde, açık ya da gizil bir biçimde.

İnam’ın yazdıklarını genel ve özel bağlamında ele aldığımızda şunu fark ediyoruz : İnam, adlandırmadan hareketle belirlemesini yaptıktan sonra, bir “kök sorun”un parçası olarak nitelediği “Kürt sorunu”nu neliği ve gerçekliği temelinde “anlayabilmek, teşhis edebilmek, yorumlayabilmek” için, “sosyal bilimlerin, ekonominin, siyasal bilimlerin, terör bilimlerinin, kültür bilimlerinin, toplumsal psikiyatrinin, tarih biliminin ve felsefenin ışığını”n gerekli olduğunu yazıyor.

Toplumsal psikiyatri alanında bu soruna ilişkin kapsamlı çalışmalar yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Ancak İnam’ın belirttiği bilim alanlarının genelinde bazen bireysel düzeyde, bazen sponsor olan çeşitli sivil kuruluşlarca farklı gruplara yaptırılan ve genellikle akademisyenlerin denetiminde çalışmalar ortaya kondu. Ama felsefe hariç… Yapılmış olan çalışmaları eksik, taraflı ya da peşinen kabul edilen bir önermeyi, varsayımı doğrulamaya dönük olarak elde ettiği verileri yorumlamıştır diyerek eleştirmek mümkün olabilir elbette. Bu ayrı bir şeydir. Bunu paranteze aldığımızda, birçok bilim alanında hem de akademik düzeyde, soruna, karınca kararınca ışık tutan ya da ışık tutmaya çalışan araştırmalar yapıldığını söylemek gerekir.

Eksik olan “felsefenin ışığı”dır. Bu ışığı sorunun üzerine yöneltmesi ve düşürmesi gerekenler ise felsefecilerdir. Elbette ki bu da, düşe yatarak ya da kukumav kuşları gibi salt kendi kendine düşünerek gerçekleşmez. Diğer alanlarda ortaya konan hem kuramsal yaklaşım ve bilgilerin hem de araştırma sonucu elde edilen ampirik verilerin değerlendirilmesi ve bunların olabildiğince bütünsel bir biçimde çok yönlü ve çok boyutlu olarak, nelik ve gerçeklik bağlantısı yitirilmeksizin kavranıp anlaşılabilmesi ve yeniden anlamlandırılmasıyla olanaklıdır. Bu anlamda aslında felsefecilerin sorunu kavrayıp anlamlandırabilmeleri ve çözümler üretebilmeleri açısından, neredeyse tüm veriler mevcuttur, hazırdır. Eksik olan, hazır olmayan ise, ne yazık ki felsefecilerdir. (Bunun nedenlerini “Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabın içerisinde yer alan “Felsefeciden memur, memurdan ‘felsefeci’ yaratılan Türkiye’de felsefenin yeri” başlıklı makalede belirtim. Tekrar etmeyeceğim.)

İşte bu noktada, eksik ya da fazla, doğru ya da yanlış, uygun ya da değil, ne denirse densin, Sayın İnam bir adım atmıştır. Sorunun değişik yönlerine dikkat çekmeye çalışmış ve “sığ, ucuz, kolay, geçici, kandırıcı sözde çözümler”e yönelmemek gerektiğini belirtmiştir. “Bu sorun yumağının içindeki insanlar kendi yandaşlarına da karşıda düşman gördüklerine de tam güven duymamaktadır.” diyerek “güven”, “güvensizlik” olgusuna dikkat çekmiştir ki bu daha somut yaşamsal sorunların yanında hafif kalsa da en küçük bir olumsuzlukta “ötekileştirme”yi körükleyen, ayrımcılığı tetikleyen ve besleyen önemli bir duygusal unsurdur. Kendi deneyimlerimden bildiğim için rahatlıkla söyleyip yazabiliyorum : Türk öğrencilerin yoğun olduğu okullarda ve sınıflarda, Kürt öğrencilerin ötelenmesine, dışlanmasına engel olmak istediğinde hemen “PKK”lı olarak etiketlenirken; Kürt öğrencilerin yoğun olduğu okullarda, Türk öğrencilerin ötelenip dışlanmasına engel olmaya çalıştığında da “Türk öğretmen”, “Türk milliyetçisi öğretmen” olarak damgalanmaktan kurtulamıyorsun. Oysa her iki okulda da yaklaşımın ilkesel ve etik ama güvensizlikle beslenen ötekini algılamanın ve anlamlandırmanın bir bilinç hali olarak insanlara içselleştiği yerde bunun her hangi bir hükmü yok oradaki insanlar için. Bundan dolayı, İnam’ın dikkat çektiği ve “duygusal hazırlık yapmak gerekir” dediği “güven”, “güvensizlik” olgusu, üzerinden atlanıp geçilemeyecek denli önemlidir.

Ancak İnam, ortada duran ve acilen çözüm bekleyen onca yaşamsal soruna rağmen, “Bunun için insanımızın ekonomik sıkıntısını giderip, geleceğe umutla bakabileceği güven ortamını ne denli zor olsa da adım adım sağlamak gerekiyor.” diyerek, sorunun çözümünü geleceğe erteliyor. Oysa sorun hem dünün hem şimdinin sorunu, dündeki ‘çözüm’ denilenlerin çözümsüzlüğü ve dolayısıyla sorunu süreklileştirdikleri bariz bir biçimde açığa çıktı. Dolayısıyla şimdinin toplumsal ve yaşamsal sorununa gelecekte değil, şimdi çözüm üretme ve uygulama iradesini ortaya koymak gerek. Ancak İnam, kendi sözleriyle “acil çözüm bekleyen somut, yaşamla ilgili sorunların” olduğunu bilmesine rağmen, buna yanaşmıyor. Neden?

Elbette bunun felsefeci İnam açısından temel bir nedeni var. İnam bu yazıya konu olan yazısından kısa bir süre önce, “Felsefe soyut düşüncelerle uğraşır ama yaşamın somut sorunlarına yanıt vermez.”5 diye yazmıştı. Felsefenin, “yaşamın somut sorunlarına yanıt verme”yeceği kabulünden hareket eden ya da felsefeyi böyle değerlendiren İnam’dan bu konuda bir öneri beklemenin de hükmü yoktur. Cioran’ı anımsamamak ne mümkün…

İnam, “felsefenin ışığını”, toplumsal ve yaşamsal öneme sahip “Kürt sorunu”na ilişkin çözümsel öneriler üretmeye yöneltmiyor. Ama uzun zamandır unutulan ya da dillendirilmeyen bir noktanın altını çiziyor, bir anlamda binlerce yıl öncesinden süzülüp gelen değer ve değerler alanına işaret ediyor : Anadolu. Bundan dolayı, sorun, “Anadolu'da gönlünü yaşayabilecek, kendini gerçekleştirebilecek insanın sorunudur. Anadolu sorunudur. Anadolu insanının sorunudur.” diyor.

Neredeyse her kesimden insanın, güncele ve görünene endeksli düşündüğü, inşa edilmiş siyasal ve ideolojik kimlikler üzerinden yaklaştığı bir dönemde İnam, üzerinde binlerce yıldan beri yaşanan, değerler üretilen ve bunlarla nesilden nesile yeni kuşakların etkilendiği, biçimlendirildiği bir alanı hem kültürel hem de düşünsel zenginliği anlamında dünden şimdiye ve yarına taşıyabilirlik açısından soruna bağlıyor. Ve diyor ki , “Anadolu insanının gönlünün olanca zenginliği ile inşa edebileceği, üstünde insan olma onuru ve sevinci duyulabilir Anadolu toprakları oluşturma projesinin yılmaz savunucuları olmak için düşünce üretmeliyiz.”
Bu toz duman içinde ve acil çözüm bekleyen yaşamsal sorunlar ortamında ne denli dikkate alınır bilemiyorum. Ama kulağa hoş geliyor : Üstünde insan olma onuru ve sevinci duyulabilir Anadolu toprakları oluşturma projesinin yılmaz savunucuları olmak6

Son söz : Bu türden ve şimdilik salt düşünsel projelerin yanı sıra, felsefecilerin, “Kürt sorunu”nun çözümüne “felsefenin ışığını” düşürebilmesi gerek… Uygur’u unutmadan ve İnam’ın attığı adımın devamını getirip onu da aşarak… Çünkü “Kürt sorunu” felsefecilerin de sorunudur. Ama emekliliği garantiledikten sonra ya da kendini garantiye aldıktan sonra sorun edinecekleri bir sorun hiç değildir. Tüm toplumsal sorunlar gibi…

· Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Akşam Gazetesi, 6/8/2009, http://www.aksam.com.tr/2009/08/18/yazar/13800/ahmet_inam/.
2 Atalay Girgin, Öğretmen; düzenin duvarındaki tuğla, sy 112, Algıyayın, Nisan 2009.
3 E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, sy, 50, Metis yayınları, Ocak 2000.
4 Nermi Uygur, Kültür Kuramı, sy. 28, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 1996. Şu andan itibaren tırnak işareti içerisinde ve iki noktadan sonra Uygur’a atfedilen tüm sözler bu kitabın “Dil, Kültür ve Eğitim” başlıklı makaleden alıntıdır.
5 Ahmet İnam, , Felsefede mizah mizahta felsefe, Akşam Gazetesi, 23.7.2009, http://www.aksam.com.tr/2009/08/18/yazar/13620/ahmet_inam/
6 Bu yazı, Ahmet İnam’la bir polemik ya da tartışma kaygısıyla yazılmadı. Böyle bir şey yapılamayacağı için değil. Aksine bu yapılabilirdi, sorgulayıcı, eleştirel, hatta yadsıyıcı bir yaklaşım da sergilenebilirdi. Sayın İnam da eleştirel bir değerlendirmeyi felsefenin neliği gereği, olgunlukla karşılardı ki bundan kuşkum da yok. Ancak baştan beri belirttiğim gibi, felsefecilerin özelde “Kürt sorunu” genelde ise tüm toplumsal sorunlar karşısında susmamaları ve bunları kendilerine konu edinip, düşünceler üretmeye yönelebilmelerini hem kendileri hem de felsefe açısından önemli ve gerekli gördüğüm için şimdilik yalnızca belirlemelerle yetindim.