09 Ağustos 2008

'Marksizm'leri Tartıştırmaktan da Bir Şey Çıkmaz!

‘Marksizm’leri tartıştırmaktan da bir şey çıkmaz

Atalay GİRGİN

Türkiye’nin gündemi kılınan iki dava vardı. Biri Ak Parti’nin kapatılması, diğeri namı değer ‘Ergenekon’. İkisinden de umulanın aksine, tüm karşıt tarafların beklentilerine uygun bir şey çıkmayacaktı. Nitekim Ak Parti davasına ilişkin verilen kararın, kendisinden çok kararı alanları tartışmaya açık kılan ve şimdiden “acaba”ları ve bir dizi soruyu gündeme taşıyan matematik, mantık ve hukuk kurallarını alt üst eden niteliği1, bunun örneğidir.

‘Ergenekon’ için ise “bekleyip görelim” dense de, bir yandan mevcut gelişmeler ve sorunun hem salt hukuki olmayışı hem de arka plandaki çok yönlü ve çok boyutlu ‘ilişkiler’in derinliği ve fluluğu, basında yer alan çoğu magazinel haber ve yorumlara rağmen dava sürecinin kadükleşmeye başladığının göstergesidir. Diğer yandan ise, tüm adli vakalarına rağmen, asıl sorunun bir paradigmalar mücadelesi olması nedeniyle, tahterevallide kalan figüranın hem ayağının hem de kolunun sakatlandığı bugünkü koşullarda, düşürülen figüran ‘Ergenekon’u yok etme kararlılığını göstermesi, kendi başına olanaklı görünmemektedir. Çünkü tahterevallide kendi dengesini yitirmeden durabilmek için koltuk değneklerine ve desteğe ihtiyacı vardır. Yoksa kendisi de düşüverir, düşürülüverir. Figüranlara kıran girmedi ya…

Tıpkı Ak Parti ve ‘Ergenekon’ davaları gibi, ‘Marksizm’leri tartıştırmaktan da bir şey çıkmayacaktır. İkisinin de, şu anda farkında olunmasa da kazananı değil kaybedeni olacaktır. Çünkü her ikisi de sorunların doğru tespitine dayanan çözüm arayışları yerine, yanlış soruların peşinde ‘doğru’ yanıtların bulunabileceği yanılsamasına dayanmaktadır.

Nelik ve gerçeklik ilişkisinden bağımsız olarak, laiklik, özgürlük, demokrasi, darbe, sol liberalizm, ılımlı İslam, işçi sınıfı, devrim, ulusalcılık, küreselleşme, vb. gibi kavramlar havada uçuşturularak, insanlar kavramların ardında saf tutmaya yöneltilirken, aslında yaratılan, “birileri” için tam bir “bulanık suda balık avlama” mevsimidir. Bu ortamı yaratanların ilk “avlananlar” olup olmayacağı bir yana; bedelin, her geçen gün ağırlaştırılarak kimlere ödetildiği/ödetileceği belli : Toplumun ezilen sömürülen kesimleri. Ya avcılar…?

Gündeme ilişkin olanları, ilgilenenler, gördükleri ya da görmeleri istenen kadarıyla izliyor. Ama başlıktaki konu için geçerli değil bu. İşte bu konuya ilişkin Radikal İki sayfalarında tartışmanın başladığı dönemde, “‘Marksizm ile tartışmaya’ çağrının encamı nedir? Birincisi; aslında tartışmamaya çağrıdır; yarım kaldığı düşünülen bir hesabı, “benim ‘marksizm’im seninkini döver” edasıyla, tamamlama yaklaşımıdır. Nasıl olsa Marx bir taneyse de ‘marksizm’ çoktur. ‘Marksist’ ise takım takım, bölük bölük, kırmızısından yeşiline mavisine, gökkuşağı gibi renk renk; ama renkahenk değil. Hepsi bir kazana konulabilse –ki bu şimdilik mümkün değildir- ve 40 yıl kaynatılsa bir aşure tadı ve kıvamı bile elde edilemez. İkincisi; toplumsal-sınıfsal mücadele alanında siyasal ve yapısal bir güç olamamanın açmazını, masa başında, tezlerini, önermelerini dövüştürerek, referanslar ve mantıksal akıl yürütmeler üzerinden aşma, bir nevi rüştünü ispatlama girişimidir. “Yeşil”de sırra kadem basanların, “gri”de arz-ı endam eyleme çabası…” diye yazıp bırakmıştım. Ama “tartışmaya çağrı”nın da müsebbibi olan Sungur Savran’ın, 20 Temmuz tarihli Radikal İki’de “Küreselcilik, ulusalcılık, enternasyonalizm” başlıklı yeni bir yazısı yayımlandı.

Savran’ın yazısındaki iki nokta, yalnızca bir ay önce yazdıklarımı anımsatmadı. Aynı zamanda 12 Eylül sonrası zevahiri kurtarma gayretkeşliğindeki zevat-ı muhteremlerin bir vecizesini de anımsattı : “Kitlelerin üzerine ölü toprağı serpildi.” Sanki sınıflar mücadelesi tatil eylenmişti. Hal böyle olunca, ağızlarıyla kuş tutacak değillerdi ya…

Tıpkı onlar gibi, Savran da, farklı sözcüklerle, kendisinin de içinde bulunduğu “üçüncü doğrultu”nun, “şimdilik, sınıf mücadelesinin düşük olduğu bir dönemde sesini çok fazla duyuramıyor” olduğunu belirtiyor. Elbette bu “düşüklük”, nereden, neden, nasıl, nereye baktığınıza bağlı olarak değişir. Hatta sınıflar mücadelesinin düşüklüğü bir yana, bu alanda “yaprak kıpırdamadığını” bile iddia edebilirsiniz.

Ama bu iddiaların, gerçeklik karşısında herhangi bir hükmü de hakikâti de yoktur. Çünkü sınıflar mücadelesi, Türkiye’de ve Dünya’da, mücadelenin uluslararası karakterine uygun biçimde, bir saniye bile sektirmeksizin devam etmektedir. Çünkü ‘Küreselleşme’, “bir sınıf saldırısıdır”.

Türkiye gibi ülkelerde ise bu mücadele, kelimenin gerçek anlamında vahşice sürmektedir. Sendikasızlaştırmadan, sigortasız ve asgari ücretin altında işçi çalıştırmaya ve işten çıkarmalardan, işsizliğe ve pahalılığa dek her şey sınıf mücadelesinin ne denli yüksek düzeyde seyrettiğinin göstergeleridir. Gerisi, bu sürecin neresinde, nasıl ve ne ölçüde, toplumsal-sınıfsal bir siyasal yapı ve güç olarak yer alınıp alınmadığıyla ilgilidir. Eğer bu mücadelenin içindeyseniz ve orada nefes alıp veriyorsanız, bu alandan çıkmaya da, birilerini “Marksizm ile tartışmaya” çağırmaya da zamanınız yoktur. Dahası sınıflar mücadelesi içindeki konumunuzla yaptığınız ve söylediğiniz her şey hem bir seçenek hem de bir yanıttır zaten hem kendinize muarız kıldıklarınıza hem de fiili ve potansiyel kitleye...

Ama ne var ki, görünen köy için kılavuza hacet yok. Sınıflar mücadelesinin içinde bir güç olamayanlar, rüştlerine karineyi daima “gri”de ararlar. Söz konusu yazıdaki ikinci nokta da burada karşımıza çıkıyor. “Solda fikirler alanında verilen mücadelenin gerçekten bir şeyler öğrenilebilecek bir diyalog haline gelebilmesi”nden söz ediyor Savran. Başlangıçtaki tespiti doğrularcasına, “yeşil”in galebe çaldığı yerde hala “gri”den medet ummaktır bu.

Oysa sınıflar mücadelesinin bu denli çetin, işçi sınıfının bu denli bölünmüş ve dağınık olduğu ve sınıfın değişik kesimlerinin her gün yenildiği bir dönemde, ısrarla ve doğru bir biçimde sınıf vurgusu yapanların başkalarından önce kendilerine yöneltmeleri ve yanıtlamaları gereken doğru ve elzem sorular vardır: Mevcut koşullar içinde neden toplumsal-sınıfsal-siyasal anlamda maddi bir güç değiliz? Dünden bugüne neyi eksik ya da yanlış yapıyoruz? Araçlarımız mı yanlıştı, söylem ve eylemlerimiz mi? Yoksa…

Elbette bunları yanıtlamaya yeltenmek en zor olanıdır. Çünkü insanların, ‘yapı’cıkların ya da ‘takım’ ve ‘bölük’lerin kendileriyle yüzleşmeleri, hatta varlık koşullarını sorgulamalarını gerektirir. İğneyi kendine batırmaktan çok “aynaya bakmayı”… Bunu yapamayanlar için süreci geciktirmenin yolu, başka sularda oyalanmaktır. Tıpkı ‘Marksizmler’i tartıştırmak gibi ya da “Çatı Partisi” türünden “herkese birer koltuk taksimatı” arayışları gibi… Ama bu ne çözümdür, ne de bir çıkar yol... Yalnızca sonu geciktirir.
Dolayısıyla çözüm, önkoşulsuz bir biçimde herkesin ve her kesimin yukarıdaki soruların yanıtını, yapmaya yönelmek iradesi ve kararlılığıyla ortaya koyabilmesinden geçer. Ki bunun da temel hareket noktası, “ama”ların ve “ancak”ların ardına sığınmadan sınıfın içerisinde ve onlarla birlikte nefes alıp vermek önkoşuluyla, bağımsız bir sınıf siyaseti ve örgütlenmesinin yaratılmasıdır. Bundan gayrısı, birilerinin kendi konumlarına uygun ‘politika yapma’ alan ve araçlarını arayışından ibarettir. Gerisi laf-ı güzâftır zaten...

http://atalaygirgin.blogspot.com/

1 Onursal Yargıtay Başkanı, Prof. Dr. Sami Selçuk’un hem Radikal’de yer alan, hem de Star gazetesindeki yazılarına bakılabilir.

Hiç yorum yok: